}
Sorular ve Cevaplar 07.02.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 105610

 


SOHBETİN ADI: SORULAR VE CEVAPLAR
TARİHİ: 07.02.2003

El Fâtiha meassalâvat…

Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu!

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, işte bir yeni sohbette gene bir aradayız. Allahû Tealâ'nın bizi bu beraberliğe ulaştırması sebebiyle O’na sonsuz hamd ve şükrümüz var. Ve bir sualler ve cevaplar faslında sevgili kardeşlerim, sual soran bütün kardeşlerimize bir defa daha teşekkür etmek istiyorum. Onların sordukları bu suallerdeki incelikler sebebiyle hepinizin konulara daha, daha, daha çok vâkıf olması mümkün oluyor. Sualler bizim için kıymetli, elbette suallerin sahipleri de.

Sevgili kardeşlerim, hepinizi ama hepinizi çok sevdiğimizi bilmenizi istiyorum. Sevgi, Allahû Tealâ'dan gelen bir müessese, ruhumuzun hasletlerinden bir tanesi. Yoksa sizler de bizi seviyor musunuz? Çok sevin diye dua ederiz inşaallah. Kalp kalbe karşıdır. Allahû Tealâ bizleri, bizim O’nu sevdiğimizin yüzlerce, binlerce katı fazla sever. Öyleyse sevelim ki, başkaları da bizi sevsin. Başkalarına en güzel davranışları sergileyelim ki, onlar da bize en güzel davranışları sergilesin. Allah hepinizden razı olsun. İnşaallah suallere giriyorum.

1. sual Dr. Abdulcabbar BORAN’dan geliyor. Diyor ki Cabbar:

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm Bismillâhirrahmânirrahîm.

SORU: Hacc-67’de; Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in Allah'ın Zat’ına daveti emredilmektedir. Allah'ın Zat’ına davet… Mu'minûn-73’te, Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’e, (S.A.V)’e; “Şüphesiz sen, Sıratı Mustakîm'e davet ediyorsun.” buyuruyor. Bu iki âyete dayanarak, Allah'a dünya hayatında ulaşmayı dileyenlerin Allah'ın hidayet yolu olan Sıratı Mustakîm'in başlangıcı olan Sıratı Seviyye üzerinde olacaklarını söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Hacc-67:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

22/HACC-67: Li kulli ummetin cealnâ menseken hum nâsikûhu fe lâ yunâziunneke fîl emri ved’u ilâ rabbike, inneke le alâ huden mustekîm(mustekîmin).

Ve Biz, bütün ümmetler için mensek (tek bir şeriat) tayin ettik. Onlar, onunla (o şeriatle) amel ederler (etsinler). Öyleyse emrim konusunda seninle niza etmesinler (çekişmesinler). Sen, Rabbine davet et. Muhakkak ki sen, mutlaka mustakîm (Allah’a doğru istikametlenmiş) olan hidayet üzeresin.


li kulli ummetin cealnâ menseken hum nâsikûhu: Bütün ümmetler için tek bir yol şeriat kıldık. Onlar, onunla amel ederler.
fe lâ yunâziunneke fîl emri ved’u ilâ rabbike: Seninle emirde tartışmasınlar (nizaya düşmesinler). Çünkü sen, Rabbine davet ediyorsun.
inneke le alâ huden mustekîm(mustekîmin): Muhakkak ki sen, istikameti Allah'a doğru bir hidayet üzerindesin (üzeresin).

Ve 23, Mu'minûn Suresinin (23 numaralı Sure) 73. âyet-i kerimesi:

23/MU'MİNÛN-73: Ve inneke le ted’ûhum ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).

Ve muhakkak ki; sen, mutlaka onları Sıratı Mustakîm'e davet ediyorsun.


ve inneke le ted’ûhum ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin): Muhakkak ki; sen, onları Sıratı Mustakîm'e davet ediyorsun.

Ve Yûsuf Suresi 108 âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilâllâhi alâ basîratin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).

De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”


“Habibim! De ki; Benim ve bana tâbî olanların, bizim hepimizin basiret üzere (yani kalp gözümüzdeki basar hassası ile) Allah'ı görerek Allah'a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur (yani Sıratı Mustakîm’dir). Bu bizim yolumuzdur.”

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, öyleyse Allahû Tealâ'nın dizaynı bu standartlar içerisinde. Şimdi âyetleri okuduk, suale dönüyorum.

“Hacc Suresinin 67. âyet-i kerimesinde, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in Allah'ın Zat’ına daveti emredilmektedir.”

Burada “ved’u ilâ rabbik: Ve Allah'a davet et.” ifadesi var. “ved’u ilâ rabbike: Rabbine davet et.”

“Mu'minûn-73’te, Rabbimiz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Şüphesiz sen, Sıratı Mustakîm’e davet ediyorsun.” buyuruyor.”

inneke: Muhakkak ki sen.
le: Şüphesiz.
ted'ûhum: Onları davet ediyorsun.
ilâ sırâtın mustakîm: Sıratı Mustakîm'e.

Allahû Tealâ, iki defa garanti etmiş oluyor:

1- “inne” kullanmış. inne: muhakkak ki.
ke: sen.
2- Sonra da “le” kullanmış gene; “muhakkak ki” gene “şüphesiz, elbette.”

Sual; “Bu iki âyete dayanarak Allah'a dünya hayatında ulaşmayı dileyenlerin, Allah'ın hidayet yolu olan Sıratı Mustakîm’in başlangıcı olan Sıratı Seviyye üzerinde olacaklarını söyleyebilir miyiz? diyor Cabbar.

Burada bir davet var ve bu davetin muhtevası var. “Muhakkak ki,” diyor Allahû Tealâ, “Sıratı Mustakîm’e davet ediyorsun onları.” (Bir emir.) “Rabbine davet et ve istikamet üzere olan bir hidayet üzeresin.” diyor. “Allah'a doğru bir istikamet üzere olan yani Sıratı Mustakîm üzerindesin.”

Öyleyse Sıratı Mustakîm’in başlangıcı olan bir Sıratı Seviyye…

Hacc-67’de ifade edilen, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in üzerinde olduğu Sıratı Mustakîm’le aynı Sıratı Mustakîm fakat safhaları değişik. Peygamber Efendimiz (S.A.V), Sıratı Mustakîm’in bütün safhalarını tamamlamış. Ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Sıratı Mustakîm’lerini tamamlamış. Tamamlayanlar da Sıratı Mustakîm’den ayrılmış değiller. Sıratı Mustakîm’ler tamamlansa da kişi gene Sıratı Mustakîm üzerindedir. Neden? Çünkü Sıratı Mustakîm üzerinde olmayanlar, Sıratı Cehîm üzerindedirler. Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V) başta olmak üzere bütün sahâbe, Sıratı Mustakîm üzerindeydiler.

Ve sahâbe adını verdiklerimiz, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesine göre ruhun da vechin de nefsin de iradenin de Sıratı Mustakîm’ini tamamlamışlardı. Ve gene Sıratı Mustakîm üzerinde olmakta devam ediyorlardı ve insanları Sıratı Mustakîm’e çağırıyorlardı.

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


Öyleyse “Allah'a dünya hayatında ulaşmayı dileyenlerin, Allah'ın hidayet yolu olan Sıratı Mustakîm’in başlangıcı olan Sıratı Seviyye üzerinde olacaklarını söyleyebilir miyiz?” diyor.

Elbette, ifade onu söylüyor. Davet söz konusuysa davetten sonradır davete icabet, davete icabet edecekler de önce 1. Sıratı Mustakîm üzerinde olacaklar, “O, Sırata Seviyye” diyor Allahû Tealâ buna. Geçen seferde bu konuyu beraberce incelemiştik. Sıratı Seviyye, “Bana tâbî ol, seni Sıratı Seviyye’ye ulaştırayım.” ifadesi söz konusuydu. Hz. İbrâhîm, babasına söylüyordu. Ama Sıratı Seviyye’ye ulaşıp, tâbî olabilmesi için önce Allah'a ulaşmayı dilemesi lâzım. Dilemesiyle Sıratı Seviyye'ye ulaşacak, tâbî olunca da ruhu vücudundan ayrılıp Sıratı Seviyye’nin ötesi olan Sıratı Mustakîm’e ulaşacak. Öyleyse başlangıç noktası Sıratı Seviyye’dir.

İlk Sırat; 3. basamaktan başlayan 14. basamağa kadar ulaşan imajiner bir Sıratı Mustakîm. Tıpkı fizik vücudun Sıratı Mustakîm’i gibi, tıpkı nefsin Sıratı Mustakîm’i gibi, tıpkı iradenin Sıratı Mustakîm’i gibi. Sıratı Seviyye; 3. basamaktan başlar, 14. basamağa kadar devam eder. 14. basamakta, gerçek Sıratı Mustakîm başlamıştır, dört safhalı. Önce yatay bir zemin üzerinde tâbî olanın ruhu, vücudundan ayrılıp ana dergâha ulaşır, oradan ikinci Sıratı Mustakîm başlar. Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm’in ikincisi olan Tarîki Mustakîm başlar. 7 tane gök katı aşılır. 7. kata ulaşılınca üçüncü Sıratı Mustakîm’in Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm’in 3. safhası başlar, bu yatay bir Sıratı Mustakîm’dir. 7 tane âlem geçilecektir. Ve İndi İlâhi’nin Sidretül Münteha’sı görüldüğünde, oradan yukarıya doğru dikey bir Sıratı Mustakîm’le dikey bir sebîlle dört Sıratı Mustakîm tamamlanacaktır. Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm’in dört sebili:

1.’si; yatay. Tâbî olduğunuz yer ile devrin imamının dergâhı arasında, tâbî olduğunuz dergâhla devrin imamının dergâhı arasında.
2.’si; dikey bir Sıratı Mustakîm, dikey sebîl. Adı, Tarîki Mustakîm. 7 tane gök katını aşıyor.
3.’sü; yatay sebîl. 7 tane âlemi soldan sağa aşıyor.
4.’sü; dikey sebîl. Sidretül Münteha’dan sonra Allah'a ulaştıran bir yolu ifade ediyor.

Allah razı olsun.

2. sualine geçiyoruz Cabbar’ın.

SORU: Hûd-118’de Allahû Tealâ diyor ki:

11/HÛD-118: Ve lev şâe rabbuke le cealen nâse ummeten vâhideten ve lâ yezâlûne muhtelifîn(muhtelifîne).

Ve Rabbin, şâyet dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa ihtilâflar devam edecek.


ve lev şâe rabbuke le cealen nâse ummeten vâhideten ve lâ yezâlûne muhtelifin: Ve Rabbin dileseydi eğer, insanları tek bir ümmet yapardı.
ve lâ yezâlûne muhtelifin: Oysa ihtilâflar devam edecek.

Hûd-119’da Allahû Tealâ buyuruyor ki:

11/HÛD-119: İllâ men rahime rabbuke, ve li zâlike halakahum, ve temmet kelimetu rabbike le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn(ecmaîne).

Rabbinin rahmet ettiği (Rahîm esmasıyla tecelli ederek rahmet nuru gönderdiği) kimseler (ihtilâfa düşmeyip Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç. Ve onları (insanları), bunun için (ihtilâfa düşenlerle düşmeyenleri ayırmak için) yarattı. Rabbinin (ihtilâfa düşenler yani Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için) sözü tamamlandı: Cehennemi mutlaka tamamen insanlar ve cinlerle dolduracağım.


“illâ men rahime rabbuke: Rabbinin rahmet ettiği (yani Rahîm esmasıyla rahmet nuru gönderdiği, Rahîm esmasıyla tecelli ettiği kimseler yani ihtilâfa düşmeyip rahmet nuruna muhatap olan kişiler) hariç. (Kim onlar? Rahîm esması ile Allah'ın tecelli ettikleri…)
ve li zâlike halakahum: İnsanları bunun için yarattı (yani ihtilâfa düşenlerle düşmeyenleri ayırmak için).
ve temmet kelimetu rabbike: Ve Allah'ın kelimesi tamamlandı.
le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn: Cehennemi mutlaka insanlarla ve cinlerle dolduracağız, dolduracağım.” diyor Allahû Tealâ.

Şimdi Allah'ın söyledikleri bunlar: “Ve Allah dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa ihtilâflar devam edecek.” diyor Allahû Tealâ.

“14 asır evvel Allahû Tealâ bunu söylüyor. İhtilâfların devamı, çeşitli ümmetlerin varlığını ifade ediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), 73 fırkadan bahsediyor hadîslerde. Ve bugün dînleri birleştirmek isteyen insanlar, bu konuda çok sayıda kuruluşlar var, dînleri birleştirmek istiyorlar. Ama konunun ruhuna henüz inememiş durumdalar. Bunların yaptıkları araştırmalar kesin olarak tespit etmiş ki, dünya üzerinde şu anda 73 tane dîn veya dîn hükmünde inanış biçimleri var. Tam sayısı bugün yani 2003 yılında tespit edilen tespitlere göre, 73 ayrı inanış biçimi, ayrı dîn hükmünde inanç müessesesi var. 14 asır evvelki Peygamber Efendimiz’in (S.A.V)’in söylediği 73 rakamı böylece kesinleşiyor.”

Şimdi Cabbar, sualini soruyor diyor ki: “Öte yandan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz; ‘Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bir tanesi hariç hepsi ateşe, cehenneme girecek.’ buyuruyor. Âyetler ve hadîse dayanarak Fırka-ı Naciye’nin Allah'a dünya hayatında ulaşmayı dileyenler olduğunu söyleyebilir miyiz?”

CEVAP: Elbette. Tek bir fırka, Allah'a ulaşmayı dileyenler.

Allahû Tealâ, kimlerin hariç olduğunu çok net bir şekilde anlatmış.

“illâ men rahime rabbuke: Rabbinin Rahîm esması ile tecelli ettiği kişiler hariç.” diyor Allahû Tealâ. “İhtilâflar devam edecek. Ama Rabbinin Rahîm esması ile tecelli ettiği kişiler hariç.”

Öyleyse bu âyet-i kerime de dînlerin birleştirilmesi konusunda önemli bir âyet-i kerime, Hûd Suresinin 118 ve 119. âyetleri: “İhtilâflar devam edecek. Rabbinin Rahîm esması ile tecelli ettiği kişiler hariç, cehennem, insanlar ve cinlerle tamamen doldurulacak.”

Buradaki “külliyen” ifadesi; hiç bir insanın veya cinin, cennetin veya cehennemin dışında kalmayacağı, mutlaka birisine gireceğini ifade ediyor; “ecmaîn” diyor; hepsini. İstisnasız bütün insanlar ve cinler mutlaka ya cennete ya cehenneme girecek. Burada cehennemi, mutlaka cehennem ne kadar insanı ne kadar cini alabilecekse o kadar insan ve cin yaratılıyor ve onların hepsi cehenneme gidecek olanların hepsi cehenneme gidiyor. Sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler hariç…

Elbette bu Hûd-119’la Hûd Suresinin 119. âyet-i kerimesiyle Yûnus Suresinin 53. âyet-i kerimesi bir paralellik gösteriyor. Affedersiniz Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesinde, Hz. Yûsuf diyor ki:

12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).


“ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî: Ben, nefsimi berat ettiremem (temize çıkartamam). Çünkü nefs, şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esması ile tecelli ettiğini nefsler hariç. (Onlar, şerri emretmezler.)”

Burada da Allahû Tealâ, Rahîm esması ile Allah’ın tecelli ettiği nefslerden bahsediyor. Onların cehenneme girmeyeceğinden bahsediyor. Onların dışındaki insanlar arasında ihtilâfın devam edeceğini söylüyor.

Öyleyse sevgili kardeşlerim 73. fırka, 73 tane fırkadan bir tanesi. Bütün dînleri birleştirecek olan o fırkadır. Bütün dînlerde Allahû Tealâ'nın temel dizaynı, insanların Allah'a ulaşmayı dilemeleridir. Allah'a ulaşmayı dilemeyi emrediyor Allahû Tealâ. Ve Allah'a ulaşmayı dileyenleri cehenneme atmayacak, onlar hariç. Onun dışındaki herkes için gidilecek yer cehennem diyor Allahû Tealâ burada.

Sevgili kardeşlerim, bu bir ihtar! Hidayet devrinin ihtarı… 14 asır evvel bütün sahâbe, Allah’a ulaşmayı dilemişler ve hepsi en son hedefe kadar yürümüşler. Allah razı olsun.

Üçüncü suali Cabbar’ın:

SORU: Hûd Suresinin 119 âyet-i kerimesinde, Allahû Tealâ'nın ne söylediğine bakıyoruz. Hûd-119’da Allahû Tealâ diyor ki: “Ve onları (insanları), bunun için (yani ihtilâfa düşenlerle düşmeyenleri) ayırmak için yarattı.”

Öte yandan Zâriyât-56’da diyor ki:

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûni.

Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.


“ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûni: Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil Bize kul olsunlar diye yarattık.” diyor.

Cabbar soruyor sualini:

“Bu iki âyete dayanarak ancak Allah'a ulaşmayı dileyenlerin Allah'a kul olacağını söyleyebilir miyiz?”

CEVAP: Evet. İki âyet arasında kesin bir ilişki söz konusu. Ve eğer Allahû Tealâ; “Biz, cehennemi insanlarla dolduracağız. Ama Rahîm esması ile tecelli ettiğimiz hariç, ettiğimiz kişiler hariç.” diyorsa ve geri kalanların arasında ihtilâfın devam edeceğini söylüyorsa ve Zâriyât-56’da da: “Biz, insanları ve cinleri başka bir şey için değil, Bize kul olsunlar diye yarattık.” diyorsa o hedefine ulaştırmak için demek ki o insanlar, Allah'a ulaşmayı diliyorlar. Öyleyse sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler, Allah'a kul olabilir. Evet, teşhis doğru, yerli yerine oturuyor. Allah razı olsun.

SORU: Tövbe Suresinin 71. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’din: Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır.
ye’murûne bil ma’rûfi: Ma’ruf ile emrederler.
ve yenhevne anil munkeri: Ve münkerden nehyederler.
ve yukîmûnes salâte: Ve namazı kılarlar.
ve yu’tûnez zekâte: Zekât’ı verirler.
ve yutîûnallâhe: Ve Allah'a itaat ederler.
ve resûlehu: O’nun Resûl’üne itaat ederler.
ulâike se yerhamuhumullâhu: İşte Allah, onlara rahmet edecek.
innallâhe azîzun hakîm: Muhakkak ki Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir.

9/TEVBE-71: Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’din, ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu, ulâike se yerhamuhumullâh (yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).

Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun Resûl'üne itaat ederler. İşte onlar, Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.


Allah, onlara Rahmet edecek yani Rahîm esması ile tecelli edecek. Biraz evvelki Hûd-118’de de aynı şey vardı, Hûd Suresinin 118. âyetinde, ihtilafların devam edeceğini söylüyor. 119. âyet-i kerimesinde ise Allah'ın rahmet ettiği kişilerin, cehennemden, Rahîm esması ile tecelli kıldığı kişilerin cehennemden beri olduğu kesin bir şekilde açıklanıyor. Rahîm esmasının tecellisi ise, kişinin Allah'a ulaşmayı dilemesi halinde geçerli.

Şimdi bu durumda birinci suali kardeşimizin:

“İnşaallah bu âyet-i kerimede buyrulan Allah'ın rahmetini açıklar mısınız? Bu âyet-i kerimede buyurulan, Allah'ın rahmetini açıklar mısınız, burada Rahîm esmasının sonucu mu vardır?”

CEVAP: Elbette sonucu vardır. Allah'ın rahmet ettiği kişiler kimdir? Sonradan mü’min olacak olan sonradan değil, rahmet ettiği anda mü’min olacak olan erkekler ve kadınlar. Öyleyse kim Allah'a ulaşmayı dilerse, o kişi küfür hüviyetinden kurtulmuştur. Yani henüz kalbine îmân yazılmamıştır ama küfür hüviyetinden kurtulmuştur. Bu kişi:

1- Dalâlette değildir. Allah'a ulaşmayı dilediği andan itibaren hidayet üzeredir.
2- Bu kişi, Allah'a ulaşmayı dilediği andan itibaren, Allah'ın rahmeti onun üzerinedir, gideceği yer bu sebeple cennettir.

Neden? Çünkü Allah'ın rahmeti üzerinde olan kişinin Rahîm esması, Allah'ın rahmetinin işaretini taşır. Rahîm esmasının tecellisi ile Allah'ın rahmeti söz konusudur. Rahîm esmasının tecellisi, Allah'ın rahmeti ile ilişkilidir. Rahîm esması kimin üzerine tecelli ederse; o kişinin gözlerindeki hicab-ı mesture alınır, kulaklarındaki vakra alınır, kalbindeki ekinnet alınır, yerine ihbat konulur. Bu ise kurtuluştur, bu kişinin cennete gireceği kesindir.

Allah'a ulaşmayı dileyen kişi, neden cennete girer? Çünkü Allahû Tealâ diyor ki:
“Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, o hüsranda olanlardan değildir.”
Hüsranda olanlar, günahları sevaplarından çok olanlar. Bu sebeple cehenneme gidecek ve orada devamlı kalacak olanlar.

Allah'a ulaşmayı dileyenler (âmenû olanlar), hüsranda olanlar değil, öyleyse gidecekleri yer cennet. Hangi sebeple? Allah'a ulaşmayı diledikleri anda, Rahîm esmasının tecellisi başlamıştır onların üzerinde. Bu tecelli üçüncü basamağın aşıldığını gösterir. Kişi, Allah'a ulaşmayı dilemiştir. Allahû Tealâ görmüştür, işitmiştir, bilmiştir, aynı anda tecelliye başlamıştır. Bu tecelli, o kişiyi mutlaka tecelli başladığı andan itibaren kişi ölse, derhal işlem tamamlandığı için, 5-6 dakika içinde işlemler tamamlandığı için, kişinin sevapları günahlarını aştığı için o kişi, Allah'ın cennetine girecektir.

Öyleyse Allah'ın rahmetinde, Allah'ın Rahîm esmasının sonucu vardır. Ve Mulk Suresinin 8, 9, 10. Âyetleri de bunu açıklıyor.

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.

67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”

67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.


“Cehennem bekçileri cehenneme gelenlere derler ki: ‘Size nezir gelip de buraya (cehenneme) geleceğinizi söylemedi mi? (Allah'a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Arkasında bu mânâ var.) Allah'a ulaşmayı dilemiyorsanız gideceğiniz yer, cehennemdir demedi mi?’ Onlarda derler ki: ‘Dediler. Bize nezirler geldi.’”

Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesinde de; “Resûller geldi.” deniyor. Aynı sonuca ulaşıyor iki âyet-i kerime. Resûller aynı zamanda nezirdirler.

39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).

Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.


“Geldi ve bize dediler ki: ‘Buraya (cehenneme) geleceksiniz, Allah'a ulaşmayı dilemiyorsunuz, Allah’ın emirlerini yerine getirmiyorsunuz.’ ‘Biz onlara dedik ki: ‘Allah, hiçbir şey indirmiştir. Ve biz, sizin dalâlette olduğunuzu düşünüyoruz.’”

Resûl’e inanmıyor, onun dalâlette olduğunu düşünüyor. Ona veya herhangi bir resûle hiç bir kitabın indirilmediğini söylüyor. Kitap inancı da yok kişinin. “Ve eğer biz, onun söylediklerini işitmiş olsaydık (kulaklarında vakra var kişininki işitmiyor) ve idrâk etmiş olsaydık, akıl etmiş olsaydık (kalbinde ekinnet var idrak edemiyor)…” İrşad makamını da dalâlette gördüğü cihetle onu irşad makamı olarak görmüyor, gözlerinde de hicab-ı mesture var. Böyle bir insanın gideceği yer cehennem. Ama aynı âyet-i kerime:
“Eğer biz işitmiş ve akıl etmiş olsaydık, idrâk etmiş olsaydık (yani Allahû Tealâ gözlerimizdeki hicab-ı mestureyi, kulaklarımızdaki vakrayı, kalbimizdeki ekinneti alsaydı), burada cehennemde mi olurduk?” diyor. Gideceği yer o zaman kişinin, Allah'ın cenneti. Öyle ise bu âyette Rahîm esmasının sonucu vardır. Birinci sual böylece tamamlanıyor.

2. suali kardeşimizin demin bahsettiğimiz Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesi ile alâkalı.

SORU: Bu âyet-i kerime ile Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesi arasında bir ilişki var mı?

CEVAP: Demin söylemiştik, Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesini.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).


“ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm: (Hz. Yusuf diyor ki) Ben, nefsimi beraat ettiremem. Çünkü nefs, bana şerri emreder. (Bana kelimesi yok.) Çünkü nefs şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esması ile tecelli ettiği nefsler hariç. (Yani nefs tezkiyesi ve tasfiyesini yapacak olan nefsler, sadece Allah'ın Rahîm esması ile tecelli ettiği nefslerdir).” diyor.

Öyleyse Rahîm esmasının sonucu söz konusu. Rahîm esması tecelli ettiği anda, o kişinin gideceği yer böylece cennet oluyor. Zaten Allahû Tealâ, Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin mutlaka cehenneme gideceğini söylüyor, Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde.

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


Hem de kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden fazla olarak cehenneme gireceğini yani hüsranda olanlar olduğunu söylüyor onların. Hüsranda olanlar olduğunu söylemiş oluyor. Ama Vel Asr Suresinde; âmenû olanların hüsranda olmadığını söylüyor. Yani kazandıkları dereceler, kaybettikleri derecelerden çok. Gidecekleri yer de Allah'ın cenneti ve Allahû Tealâ; “Mü’minlerin gideceği yer, Allah'ın cennetidir.” diyor.

103/ASR-1: Vel asri.

Asra yemin olsun.

103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.

103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.


Öyleyse mü’min olanın, cennet ve cehennemle kesin bir alâkası var. Bütün kâfirlerin gideceği yer, cehennemdir. Bütün mü’minlerin de gideceği yer, cennettir.

Mü’min olmanın başlangıç noktası burası oluyor, kişi dalâletten kurtulduğu için. Burası hidayetin başlangıcıdır. Burası mü’min olmanın başlangıcıdır. Burası teslimin başlangıcıdır. Burası felâhın başlangıcıdır. Bu nokta, kişinin kurtuluş noktasıdır; Allah'a ulaşmayı dilemek. Rahîm esmasıyla tecelli varsa kurtuluş kesindir.
“Kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allah, onları mutlaka Kendisine ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ Şûrâ-13’te.

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


Ve bu durumda kişiyi aşıyor olay. Allah'a ulaşma dileyen, mutlaka Allah'a ulaşacak. Allah'a ulaşmayı dilediği andan itibaren de kişi kurtuluşta.

Öyleyse Tevbe Suresinin 71. âyet-i kerimesi; “Allah, onlara rahmet edecek.” ifadesiyle geliyor. “Allah'ın Rahîm esması üzerlerinde tecelli edecek.” diyor.

9/TEVBE-71: Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’din, ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu, ulâike se yerhamuhumullâh (yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).

Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun Resûl'üne itaat ederler. İşte onlar, Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.


Öyleyse “Rahîm esmasının tecelli ettiği insanlar mü’mindir.” ifadesi, burada Tevbe-71'de kesinleşiyor. Tevbe-71; “Rahîm esmasının tecelli ettiği kişiler, mü’min kadınlar ve mü’min erkekler. Allah, onlara Rahîm esması ile tecelli edecek.” diyor. Allahû Tealâ.

Yûsuf Suresinin 53. âyet-i kerimesi de aynı hususu işaret ediyor. Kurtuluş kesindir. Öyleyse mü’min olmanın başlangıç noktasının, Allah'ın rahmetiyle açıldığı kesin. Allah'ın rahmeti varsa, Allah'ın Rahîm esmasıyla tecellisi söz konusuysa burada Allahû Tealâ; “se yerhamuhumullâh” diyor, “Allah, onlara Rahîm esması ile tecelli edecek.” diyor Allahû Tealâ. Rahîm esması ile tecelli edecek.

Şimdi bir yeni sualini soruyor kardeşimiz, üçüncü suali:

SORU: Bu âyet-i kerimelerle Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesi arasında bir ilişki var mıdır?

CEVAP: Bakıyoruz Nûr-21'e:

24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).

Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).


yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni): Ey âmenû olanlar! Şeytanın adımlarına uymayın tâbî olmayın.
ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri): Kim şeytanın adımlarına uyarsa o fuhuşla ve münkerle emredilir (yani şeytan, onları onlara fuhuşla ve münkerle emreder.
ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden: Ve eğer Allah'ın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa ebediyyen nefsinizi tezkiye edemezsiniz.
ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu: Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder.
vallâhu semî’un alîm(alîmun): Allah, işitir ve bilir.

Öyleyse bu âyet-i kerimelerle Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesi arasında bir ilişki var mı?

İnsanın şeytanın adımlarına tâbî olmaktan kurtulduğu yer, Allah'ın rahmetinin ve fazlının kişinin üzerinde olması hali. Öyleyse Allahû Tealâ, rahmetini ve fazlını kime gönderir? Allah'a ulaşmayı dileyene gönderir. Sadece onlar, Allah'tan rahmet ve fazl alabilirler. Rahîm esması tecelli etmedikçe, bir insana rahmetin ve fazlın ulaşması mümkün değildir. Bu sebeple Allahû Tealâ 9. basamakta; kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açar. 10. basamaktaki Allah'ın nuru gelsin de bir sembol olarak (Allah'ın rahmet nuru), mühürlü olmasına rağmen kalbin içine sızabilsin, Rahîm esmasının çalıştığı kesin şekilde böylece tecelli etsin. Sadece Rahîm esmasının tecelli ettiği insanların kalbine rahmet ve fazl ulaşabilir. Ve başlangıçta da sadece rahmet sızabilir içeriye. Sonra, mürşide ulaştıktan sonra rahmetle fazl ve rahmetle salâvât (iki grup nur) kalbin içine girecektir.

Öyleyse bu âyet-i kerime ile Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesi ile yukarıdan beri anlatılan Tevbe-71 ve Yûsuf-53 ilişkilidir. Allah razı olsun.

Ankara'dan bir kardeşimiz diyor ki, 1. sualinin A şıkkında:

SORU: Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinden şeytana kul olmaktan ancak Allah'a yönelmek ile kurtulabileceğimizi anlayabilir miyiz?

CEVAP: “vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.”

Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi, Yûnus Suresinin 62. âyet-i kerimesi ile aynı.

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?


“Onlar ki; şeytana kul olmaktan içtinap ettiler. Ve Allah'a yöneldiler. Onlar için müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ.

Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde; şeytana kul olmaktan bir insanın ancak Allah'a yönelmekle kurtulacağını görüyoruz.

Allah'a yönelmek ise Allah'a ulaşmayı dilemektir. Sadece şeytana kul olmaktan kurtulanlar, Allah'a ulaşabileceğine göre Allahû Tealâ zaten bunu Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde söylüyor.

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“Allah kullarından dilediğini Kendisine seçer. Ve onlardan kim, Allah'a yönelirse (burada, enâbû ilâllâhi diyor; Allah’a yönelenler) onlar için müjdeler vardır.” diyor Zumer-17’de. Allahû Tealâ Şûrâ-13’te de: “Onları, Kendisi ulaştırır.” diyor.

allâhu yectebî ileyhi men yeşâu: Allah, kullarından dilediğini Kendisine seçer.
ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): Orada ve onlardan yönelenleri Allah'a yönelenleri Allah, Kendisine seçer.

Orada “yunîb” kullanmış. Burada “enâbû ilâllâhi” diyor. Orada “yunîb” kullanmış. “ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): O’na yönelenleri O’na (Kendisine) ulaştırır.”

Öyleyse şeytana kul olmaktan ancak Allah'a yönelmekle kurtulabileceğimizi anlayabilir miyiz? Evet, şeytana kul olmaktan ancak Allah'a yönelmekle kurtulabiliriz. Bu Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi, burada açık bir gerçek veriyor, zaten sahâbeyi anlatıyor âyet-i kerime. Her bir âyet, bir başka cepheden konuya ışık tutuyor. Sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler için, münîb olanlar için, yunîb olanlar için söz konusu. Allahû Tealâ, Zumer-17’de açık bir şekilde bu hususu ifade etmiş.

Şimdi B şıkkında kardeşimizin söylediklerine bakıyoruz.

SORU: Bu âyet-i kerimede belirtilen kulluğun, 3. basamakta ulaşılan âmenûlar kulluğu olduğunu söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Evet, tam onu söylüyor Allahû Tealâ:

“Şeytana kul olmaktan içtinap edip (kaçınıp) Allah'a yöneldiler.” diyor.
“Şeytana kul olmaktan kaçınmayı kurtulmayı başardılar ve Allah'a yöneldiler.” Ve kulluğun da burada başladığı, şeytana kul olmaktan kurtuldukları Allah'a kulluğun burada başladığı kesin. Çünkü “fe beşşir ıbâdi” diyor Allahû Tealâ.

Aynı zamanda Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi; şeytana kul olmanın bittiği, Allah'a kul olmanın başladığı bir noktadan bahsediyor. Kul olmak açısından da 3. basamak, bir başlangıç noktasıdır. Zumer-17 bunu ifade eder; Allah'a kul olmanın başlangıcı. Evet, bu âyet-i kerimedeki kulluk, 3. basamakta ulaşılan âmenûlar kulluğu. Tam yerli yerine oturuyor her şey.

SORU: Zumer Suresinin 23. âyet-i kerimesinde belirtilen, Allah'ın zikri ile inen nurlarla Rabbe huşû duyma ve hidayete erme arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?

CEVAP: Şimdi Zumer-23’e bakıyoruz:

39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).

Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.


“Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye: Allah, ikişer ikişer ve Kitab’a müteşabih olarak ihdas ettiklerinden ahsen olanları indirir.”

Hadîs; söz anlamına geliyor. Hadîs ve ihdas kelimesi aynı kökten geliyor. Allah'ın ihdas ettiği, vücuda getirdiği mânâsı da var. Ve burada Allahû Tealâ, ikişer ikişer indirdiği şeylerin nur olduğunu da anlıyoruz. Çünkü bir önceki, bu indirdiği şeylerin nur olduğunu anlıyoruz, nurlar olduğunu anlıyoruz, ikişer ikişer indiriyor. Bir evvelki âyet-i kerimede Allahû Tealâ diyor ki:
“Allah'ın göğüslerini yarıp da göğüslerinden kalplerine yol açtığı göğüslerinden kalplerine nur yolu açtığı kişilerin kalbiyle bu yolun açılmadığı kalpleri kasiyet bağlamış kişilerin kalbi bir olur mu?” diyor Allahû Teala.

Burada açık bir işaret görüyoruz, Allahû Tealâ'nın dizaynı bu işareti açıkça ortaya koyuyor. Şimdi öyleyse “Allahû Tealâ, Kitab’a ve içindeki nurlara, içindeki sözlere benzer bir şekilde ikişer ikişer indirir.” diyor.

Neleri indirir? Âyet-i kerimede adını koymamış ama inenler, Allah'ın nurları, Allah'ın ihdas ettiği. Nasıl kitap bir zarf ise içindeki sözlerse o zarfın içindeki mazrufsa, rahmet nurları zarftır, beraberinde getirdiği fazıllar mazruftur. Rahmet nurları zarftır, beraberinde getirdiği salâvât nurları mazruftur. Öyleyse zarf ve mazrufun muhtevası içerisinde Allahû Tealâ’nın nurlarını ikişer ikişer indirdiği kesinleşiyor. Ve arkasından diyor ki Allahû Tealâ:

takşaırru minhu culûdullezîne: Onların derileri bu nurlardan ürperir.
yahşevne rabbehum: Rab’lerine karşı huşû duyarlar (huşû sahibi olurlar).
summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh: Sonra bu kişinin kalbini ve derilerini derileri Allah'ın zikriyle bu kişilerin derileri ve kalpleri Allah'ın zikriyle yumuşar (yani bu zikirle gelen nesneler, o kişinin kalbini ve derileri yumuşatır titretir, aydınlatır, tezkiye eder).
ilâ zikrillâh: Allah'ın zikri ile bu sonuç oluşur.

Allah'ın zikriyle o kişinin o kişilerin kalpleri ve derileri yumuşar. Bu yumuşama da titreme var, aydınlanma var, tezkiye var.

zâlike hudallâhi: İşte bu Allah'ın hidayetidir.
yehdî bihî men yeşâu: Dilediğini bununla bu nurlarla ikişer ikişer indirdiği bu şeyle (rahmet ve fazılla, rahmet ve salâvâtla) hidayete erdirir.
yehdî bihî men yeşâu: Dilediği kişiyi bununla hidayete erdirir.
ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin): Ve kimde dalâlette ise onlar için bir hidayetçi yoktur.

Şimdi soruyor kardeşimiz diyor ki:

“Allah'ın zikri ile inen nurlarla Rabbe huşû duyma ve hidayete erme arasındaki ilişkiyi açıklar mısınız?” diyor.

Kalbe Allahû Tealâ'nın nurları; rahmet nurları, fazl nurları, salâvât nurları indiği zaman, bu kişi eğer belli bir seviyeye ulaşmışsa iner. Yani o kişi, Allah'a ulaşmayı dilemişse, Allah onun göğsünden kalbine nur yol açmıştır. Daha evvel kalbe ulaşıp, kalbin nur kapısını Allah'a çevirmiştir, sonra kişi huşûya ulaşmıştır. Sonra da Allahû Tealâ, o kişinin kalbindeki küfrü almış, yerine îmân kelimesini mürşidine ulaştığı zaman yazmıştır.

O zaman ne olur? Kişi zikir yaptığı zaman; Allah'ın katından gelen rahmetle fazl, rahmet ve salâvât göğsüne kalbine ulaşır, kalbinin mührünü, kalbin alt boyutuna iter, zulmanî kapıyı kilitler ve kalbe giren fazıllar, îmân kelimesi ile ters çekim güçlerine sahip oldukları için birbirlerine yapışırlar. Yani Allah'ın katından gelen fazıllar, îmân kelimesinin etrafında toplanmaya başlar. Evvelce îmân kelimesi gelmeden evvel, %2 rahmet nuru birikmişti. Bu noktadan itibaren de fazıllar, %98'i tamamlamak üzere o kalpte toplanmaya başlarlar. Bunun adı, nefs tezkiyesidir. Ve bu nurlar, fazıllar, nefsin kalbinde toplanmaya başlar. Her %7 toplanmada, ruh Allah'a doğru bir gök katı yükselir. Ve bu olay, 7 defa tekerrür ettiği zaman, ruh 7. gök katını ulaşıp 7 tane âlemi aşar, Allah'ın Zat’ına ulaşır. Ulaştığı noktada nefsin kalbinde 7 defa %7 rahmet birikimi tahakkuk etmiştir. Bunun mânâsı, o kalpte o anda %49 fazl nuru yerleşmiştir. Daha evvel giren %2 rahmet nuru ile beraber nefsin kalbindeki nurlar %51’e ulaşmıştır. Bunun mânâsı; bu kişi, nefs açısından hidayete ermiştir. Bunun mânâsı; bu kişi, ruh açısından da hidayete ermiştir, nefs açısındansa tezkiye olmuştur yani hidayetinin yarısını aşmıştır.

Allahû Tealâ, Fâtır Suresinin 18'inde bunu söylüyor:

39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).

Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.


“ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr: Kim nefsini tezkiye ederse, o kişi bunu kendi nefsi için yapmıştır ve ruhu Allah'a döner (Allah'a ulaşır).”

İşte burada Allahû Tealâ'nın “Allah'ın hidayetidir.” dediği olay, ruhun hidayetinin tamamlanmasını, nefsin de tezkiyesinin tamamlanmasını ifade eder. Allah razı olsun.

“Kim de dalâlette ise onun için bir hidayetçi olmaz.” diyor Allahû Tealâ.

SORU: Ra’d Suresinin 25. âyet-i kerimesinde, Bakara-159’da ve muhtelif âyet-i kerimelerde belirtilen, Allah'ın lâneti üzerlerinde olanların, kendileri dalâlette oldukları gibi başkalarının da hidayetine mâni olan kişiler olduklarını söyleyebilir miyiz?

CEVAP: Âyetleri söylemeden evvel söylüyoruz ki, evet, kesinlikle aynen böyledir. Allah'ın lâneti, sadece kendileri hidayette olmadıkları gibi başka insanların da hidayetine mâni olanların üzerinedir.

Ra’d-25:

13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).

Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.


“vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi: Onlar, Allah'ın ahdini naksederler (bozarlar).”

Burada çok ilgi çekici bir nokta var sevgili öğrenciler, izleyenler. Burada diyor ki Allahû Tealâ: “vellezîne yankudûne ahdallâhi: Allah'ın ahdini bozarlar.”

Allah'ın ahdinin bizim misakimizle aynı şey olduğunu Ra’d-20’de görüyoruz.

Ra’d-20’de Allahû Tealâ diyor ki:

13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).

Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.


ellezîne yûfûne bi ahdillâhi: Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirirler.
ve lâ yenkudûnel misâk(misâka): Ve onlar, misaklerini bozmazlar.

Allah'ın ahdinin yerine getirilmesi, misakin bozulmaması. Yani misak; ruhun, vechin, nefsin, iradenin Allah'ın teslimi konusunda Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesine göre Allah’a verdiğimiz misakimiz ve onun bozulmaması söz konusu.

5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).

Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.


O misakin bozulmaması burada “ahdillâhi” ile anlatılıyor. Ra’d-20’de:

“ve lâ yenkudûnel misâk(misâka): Böylece misaklerini bozmazlar.”
“Allah'ın ahdine riayet ederler; ruhlarını, vechlerini, nefslerini, iradelerini Allah'a teslim ederler ve böylece misaklerini bozmazlar.” diyor.

Burada da “Allah'ın ahdini bozmazlar.” diyor Allahû Tealâ.

“min ba’di mîsâkıhi: Misaklerinden sonra Allah'ın ahdini bozmazlar.”

Ki, misakleri ile biz insanların Allah'a verdiğimiz misakle Allah'ın ahdinin aynı şey olduğunu Ra’d-25 bir defa daha söylüyor.

13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).

Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.


ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale: Ve Allah'ın emrettiği şeyi, Allah'a ulaştırmayı keserler.
ve yufsidûne fîl ardı: Arzda (dünyada) fesat çıkarırlar.
ulâike lehumul la’netu: Allah'ın lâneti onların üzerinedir.
ve lehum sûud dâr(dâri): Onların gidecekleri yer ne kötüdür (cehennem), yurtları ne kötüdür.

Allah'ın ahdini bozanlar, kendi misaklerini de bozanlardır. Birinci yaptıkları yanlış; Allah'ın Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi, Allah'a ulaştırmamak. O yoksa nefsin teslimi de yok, fizik vücudun teslimi de yok, iradenin teslimi de tabiatıyla söz konusu değil. Birincinin olmaması her şeyi etkiliyor. Ama Allah'ın lânetinin onların üzerine olduğu, burada kesinlik kazanıyor.

Bakara-159’da da Allahû Tealâ aynı şeyi söylüyor:

2/BAKARA-159: İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi, ulâike yel’anuhumullâhu ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne).

Muhakkak ki, beyyinelerden indirdiğimiz şeyleri ve hidayeti (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaştırılmasını) Kitap'ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder ve lânet ediciler de onlara lânet eder.


“innellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ: Onlar ki, ispat vasıtalarından ve hidayetten indirdiğimiz şeyi ketmederler (saklarlar).
min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi: Ondan evvel Kitap’ta insanlar için beyan ettiğimiz şeylerden olan ispat vasıtaları (beyyineler) ve hidayeti ketmederler (saklarlar). Muhakkak ki, onlar saklarlar, hidayeti saklarlar.
ulâike yel’anuhumullâhu: Allah'ın lâneti onların üzerinedir.
ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne): Ve lânet edicilerinde lâneti onların üzerinedir.” diyor Allahû Tealâ.

Kendileri dalâlettedir, başkalarının da hidayetine mâni olan kişiler; onlar, Allah'ın lâneti üzerlerine olan kişilerdir. Bir insan, Allah'a ulaşmayı dilemezse dalâlettedir ama lânet üzerine olmaz. Lânet kimin üzerinedir? Başka insanların da hidayetine mâni olanların üzerinedir. Allah razı olsun.

Ankara'dan bir öğrencimiz diyor ki:

SORU: Bakara Suresinin 200, 201 ve 202. âyetlerini açıklar mısınız? Bu âyetlerin İsrâ Suresinin 18, 19 ve 20. âyet-i kerimeleriyle Şûrâ Suresinin 20. âyet-i kerimesiyle Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyet-i kerimesiyle ve Rûm Suresinin 7. âyet-i kerimesiyle ilişkileri olabilir mi?

CEVAP: Bakalım Bakara-200, 201 ve 202’de ne diyor?

2/BAKARA-200: Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ(zikren), fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ ve mâ lehu fîl ahirati min halâk(halâkın).

Böylece (hacca ait) ibadetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allah’ı zikredin. Fakat insanlardan kim: “Rabbimiz bize dünyada ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur.


“Böylece ibadetlerinizi tamamladığınız zaman, atalarınızı zikrettiğiniz gibi hatta daha da şiddetli bir zikirlere Allah'ı zikredin. İnsanlardan kimi; ‘Rabbimiz bize dünyada iken ver.’ der. Ahirette onun için bir nasip yoktur.”

Burada Allahû Tealâ, şiddetli bir şekilde Allah'ı zikretmekten bahsediyor. Âyetin önemli bölümü bu.

Bakara-201:

2/BAKARA-201: Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr(nâri).

Ve onlardan (insanlardan) kim: “Rabbimiz bize dünyada hasene (güzellik ve iyilikler) ver ve ahirette de hasene (güzellik ve iyilikler) ver. Bizi ateşin azabından koru.” derse...


“ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr(nâri): Kimi de; ‘Rabbimiz bize dünyada da hasene ver, ahirette de hasene ver (yani bize ahirette de, dünyada da pozitif dereceler ver, bizi ahirette de dünyada da mutlu kıl). Bizi ateş azabından koru (cehennemden koru).’”

Bakara-202:

2/BAKARA-202: Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb(hısâbi).

İşte onlar ki, onların, kazandıklarından (kazandıkları derecelerden dolayı) nasibi vardır. Ve Allah, hesabı çabuk görendir.


“ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb(hısâbi): İşte onlar ki, onlar için kazandıklarından dolayı (iktisap ettiklerinden dolayı) bir nasip var. Allah, hesabı çabuk görendir.”

Allahû Tealâ burada onlar için; “İktisap ettiklerinden dolayı…” diyor. Burada da zaten hasene; kazanılan derecat demek, 201. âyetteki.

Öyleyse dünyada da ahirette de hasenat; kazanılan dereceler… O dereceler sebebiyle ahirette bir nasipten bahsediyor Allahû Tealâ. Dünyadayken kişiler derecat kazanıyor, hasenat kazanıyor. Ahirette de o kazandıkları dereceden dolayı nasip yani cennet nasip oluyor onlara.

Öyleyse Allah'ı zikreden insanlar bunlar, Allah'a ulaşmayı diledikleri takdirde zikirleri geçerlidir. Neden? Çünkü sadece Rahîm esmasının sahibi olanlara, zikir yaptıkları zaman Allah'ın rahmeti, fazlı ve salâvâtı gelir. Bu nasip, dünyada onları cennetlik kılacak olan bir nasiptir. Nefislerinin kalbinde fazilet birikimi gerçekleşir. Öyleyse Allahû Tealâ'yı zikredenler, o haseneye ulaşacak olanlarsa, mutlaka Allah'a ulaşmayı dilemiş olmaları söz konusu.

Şimdi İsrâ-18'e geliyoruz.

17/İSRÂ-18: Men kâne yurîdul âcilete accelnâ lehu fîhâ mâ neşâu li men nurîdu summe cealnâ lehu cehennem(cehenneme), yaslâhâ mezmûmen medhûrâ(medhûran).

Kim acele (bu dünyada acil) olarak isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi ona orada acele verdik. Sonra onu cehennem ehli kıldık. Zemmedilmiş (ayıplanmış) ve (rahmetten) kovulmuş olarak, ona (cehenneme) atılır.


“men kâne yurîdul âcilete accelnâ lehu fîhâ mâ neşâu li men nurîdu summe cealnâ lehu cehennem(cehenneme), yaslâhâ mezmûmen medhûrâ(medhûran): Kim acele olarak isterse, istediğimiz kimseye dilediğimiz şeyi, ona orada acele verdik. Sonra onu cehennem ehli kıldık. Zemmedilmiş ve kovulmuş olarak, ona atılır.”

Öyleyse ne diyor kişi? “Acele ver bana bu dünyada.” diyor. O kişi, dünyada ne istiyor? Dünyada istediği şey, Allah'ın emrettiği şey değil, haram para kazanmak istiyor, çok para kazanmak istiyor ve bu parayı nefsi istikametinde harcamak istiyor. “Ona veririz.” diyor Allahû Tealâ. Ama orada “Cehenneme gider.” diyor.

İsrâ-19:

17/İSRÂ-19: Ve men erâdel âhırate ve seâ lehâ sa’yehâ ve huve mu’minun fe ulâike kâne sa’yuhum meşkûrâ(meşkûran).

Kim mü’min olarak ahireti istedi ise ve onun (ahiret) için, onun gerektirdiği şekilde çalıştı ise işte onların çalışması, böylece meşkur (şükrün, karşılığını hakeden) oldu.


“ve men erâdel âhırate ve seâ lehâ sa’yehâ ve huve mu’minun fe ulâike kâne sa’yuhum meşkûrâ(meşkûran): Kim mü'min olarak ahireti istediyse ve onun için (yani ahiret için) onun gerektirdiği şekilde çalıştı ise böylece onların çalışması meşkur oldu (şükrü, şükrün karşılığını hak eden oldu).” diyor Allahû Tealâ.

Allahû Tealâ; “Dileyen küfredenlerden olur, dileyen şükredenlerden olur.” buyuruyordu İnsân Suresinin, Dehr Suresinin 3. âyet-i kerimesinde.

76/İNSÂN (DEHR)-3: İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkiran ve immâ kefûran.

Muhakkak ki Biz, onu (Allah’a ulaştıran) yola hidayet ettik. Fakat o, ya (Allah’a ulaşmayı diler) şükreden olur, ya da (Allah’a ulaşmayı dilemez) küfreden olur.


Burada Allahû Tealâ'nın şükredenlerden neyi kastettiği de açıklık kazanıyor; İsrâ Suresinin 19. âyet-i kerimesinde. “Onların çalışması böylece meşkur oldu, şükrün karşılığını hak eden oldu.” diyor. Bu kişi, şükür ehli yani cennete girecek olan birisi. Zaten “Mü'min olarak sonraki günü (ahireti), sonraya istediyse, Allah'a ulaşmayı dilediyse…” diyor Allahû Tealâ. İfade açık İsrâ-19; ahireti dileyenlerin, Allah'a ulaşmayı dileyenlerin mü'min olduklarını açıklık kazandırıyor, İsrâ Suresinin 19. âyet-i kerimesi. “Kim ahireti dilediyse, Allah'a ulaşmayı dilediyse…”

Öyleyse ifade, Allah'a ulaşmayı dileyenlerin ulaşacakları bir şükürle sonuçlanıyor. Allah'a ulaşmayı dileyenler, sadece onlar şükrü hak edenler.

İsrâ-20:

17/İSRÂ-20: Kullen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike, ve mâ kâne atâu rabbike mahzûrâ(mahzûran).

Bunları herkese (dünyayı isteyene de ahireti isteyene de) veririz. Ve bunlar, Rabbinin atâ (ihsan)larındandır. Rabbinin atâları (ihsanları) mahzur (sınırlı, kısıtlı, men edilmiş) değildir.


“kullen numiddu hâulâi ve hâulâi min atâi rabbike ve mâ kâne atâu rabbike mahzûrâ(mahzûran): Bunları herkese (yani dünyayı isteyene de ahireti isteyene de) veririz.”

Yani “Dünyayı isteyene dünyayı veririz, ahiretten alıkoyarız; ahireti isteyene ahireti veririz.” Ve “Dünya ve ahireti isteyene, onlara da dünya ve ahireti veririz mânâsı çıkıyor.” buradan.

“Ve bunlar, Rabbinin atâu (yani verdikleri ihsanlarındandır), Rabbinin atâu’ları (ihsanları) mahzur (kısıtlı, men edilmiş) değildir.” diyor Allahû Tealâ.

Burada Bakara-200, 201 ve 202’de; dünya için hasene isteyenler ve ahiret için hasene isteyenler söz konusu. Bunlar Allah'a ulaşmayı dileyenler. Dünyada da hasene istediklerine göre hep derecat kazandıran amellerle iştigal edecek olan kişiler bunlar. Ve buradaki dizayn açık bir şekilde geliyor. Yani o kişiler, dünyada da Allah'a ulaşmayı diledikleri için derecat kazananlar; gidecekleri yer, Allah'ın cenneti olanlar. Ve Allahû Tealâ; “İktisap ettikleri derecelerden dolayı bir nasip var.” diyor. Allah'a ulaşmayı diledikleri anda, Allahû Tealâ, onlara dünya için hasane isteyen kişi, Allah'a ulaşmayı dileyen kişidir. Sadece onlar için söz konusu bu. Hasene; kazandıkları derecelerin kaybettikleri derecelerden fazla olması hali. Sadece Allah'a ulaşmayı dileyenler için geçerli. Ötekiler için böyle bir husus gerçekleşmiyor hiçbir zaman.

Öyleyse Bakara-200, 201 ve 202 ile İsrâ-18, 19, 20 arasında bir ilişkinin varlığı kesinleşiyor. İsrâ-19’da da çünkü Allahû Tealâ, “Kim mü'min olarak Allah'a ulaşmayı dilediyse…” diyor. Ki, Allah'a ulaşmayı dilediği an, Allahû Tealâ mutlaka o kişiyi, mü'minler safına alıyor, o kişiyi Allah'ın cennetine ehil kılıyor. Ve o kişinin amelleri de zaten o istikamette oluyor; kendisine derecat kazandırıcı ameller. Çünkü mürşidine ulaştığı andan itibaren 1'e 100 kazanmaya başlıyor ve 1'e 700’e kadar yükseliyor, şükrün karşılığını alıyor kişi.

Ve Yûnus-7:

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


“innellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne). ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne): Onlar, dünya hayatını yaşarken Allah'a mülâki olmayı (ruhlarını ölmeden Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Onlar, dünya hayatından razıdırlar, dünya hayatıyla mutmain olurlar. Onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle ateştir. Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.

Görülüyor ki, yukarıda da ahireti isteyenler, Allah'a ulaşmayı dileyenler, Allah'ın bu hedeflerinden faydalanabiliyorlar. Dünyada hasene isteyenler, Allah'a ulaşmayı dileyenler. Yûnus-7 ve 8’de de; Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin gidecekleri yerin cehennem olduğu ifade ediliyor.

Ve Şûrâ Suresinin 20. âyet-i kerimesi:

42/ŞÛRÂ-20: Men kâne yurîdu harsel âhireti nezid lehu fî harsih(harsihî), ve men kâne yurîdu harsed dunyâ nû’tihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb(nasîbin).

Kim ahiret hasatını (mahsulünü, kazancını) isterse, Biz onun kazancını artırırız. Kim dünya kazancını isterse, ona (da) ondan (dünya kazancından) artırırız (veririz). Ve onun ahirette nasibi yoktur.


“men kâne yurîdu harsel âhireti nezid lehu fî harsih(harsihî), ve men kâne yurîdu harsed dunyâ nû’tihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb(nasîbin): Kim ahiret ekinini isterse (ahiret hasadını, ekinini isterse), Biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız.”

Ne yapıyor Allahû Tealâ? Ahireti isteyen kişi için, Allah'a ulaşmayı dileyen kişi için, 1’e 10 vermek ile kalmıyor, 1'e 10 herkese veriyor. Ama Allah'a ulaşmayı dileyen kişiye, 1'e 10'dan arttırarak 1'e 700'e kadar ekininde arttırmalar yapıyor.

İfade açık olarak görülüyordu, nerede? Bakara-261’de:

2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbetin, vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.


“Kim Allah'ın yolundaysa ve Allah'ın kendisine gönderdiği rızıktan infâk ediyorsa (ki nefsinin kalbine ulaştırdığı rahmet, fazl ve salâvâttan bahsediyor Allahû Tealâ) Biz, onları bir başağında yüz dane olan yedi başaklı bir nebat grubu kadar ihsanda bulunuruz.” diyor.

Bu Şûrâ Suresinin 20. âyet-i kerimesiyle Bakara Suresinin 261. âyet-i kerimesi arasında bir illiyet rabıtası var.

Rûm-7’ye bakalım:

30/RÛM-7: Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn(gâfilûne).

Onlar, dünya hayatının zahirini (görünen kısmını) bilirler. Ve onlar, ahiretten gâfil olanlardır.


“ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ, ve hum anil âhıreti hum gâfilûn(gâfilûne): Onlar, dünya hayatından sadece zahirde olanı bilirler ve ahirettense gâfil olanlardır (yani Allah'a ulaşmayı dilemezler).” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse Şûrâ-20'nin Bakara-261 ile bir illiyet rabıtası söz konusu.

Şimdi suale dönelim. Bu âyetler; “Bakara Suresi 200, 201 ve 202. âyetleri, İsrâ Suresinin 18, 19 ve 20. âyet-i kerimeleri ile ilişkili midir?” İlişkilidir. Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyet-i kerimeleri ile ilişkili midir? İlişkilidir. Şûrâ Suresinin 20. âyet-i kerimesi ile ilişkili midir? İlişkilidir. İsrâ-19 ve Şûrâ-20 ile de ilişkilidir. Yûnus Suresinin 7, 8. âyet-i kerimeleri ile onlarla da ilişkilidir. Söylenmesi istenilen şey, hep aynı oluyor.

SORU: Hicr Suresinin 9. âyet-i kerimesine göre Kur’ân-ı Kerim'in korunmasının Ankebût Suresinin 49. âyet-i kerimesi ile bir ilişkisi var mıdır?

CEVAP: Hicr-9:

15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).

Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.


“innâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne): Muhakkak ki Biz, zikri Biz indirdik. Onun koruyucuları da mutlaka Biziz.” diyor Allahû Tealâ Hicr-9'da.

Ankebût-49:

29/ANKEBÛT-49: Bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtûl ilm(ilme), ve mâ yechadu bi âyâtinâ illez zâlimûn(zâlimûne).

Hayır O (Kur’ân-ı Kerim), ilim verilenlerin sinelerinde beyan olunan âyetlerdir. Ve zalimler hariç, onlar âyetlerimizi bile bile inkâr etmezler.


“bel huve âyâtun beyyinâtun fî sudûrillezîne ûtûl ilm(ilme): Hayır. O, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde beyyinelerdir (beyyinelerden olan ayetlerdir).” diyor Allahû Tealâ.
“ve mâ yechadu bi âyâtinâ illez zâlimûn(zâlimûne): Zulmedenlerden başkası bizim âyetlerimizi inkâr etmez.” diyor.

Kime zulmedenler? Her şeyden evvel kendilerine zulmedenler.

“Hicr Suresinin 9. âyet-i kerimesine göre Kur’ân-ı Kerim'in korunmasının Ankebût Suresinin 49. âyet-i kerimesi ile bir ilişkisi var mı?”

Ankebût Suresinin 49. âyet-i kerimesinde; kendilerine ilim verilenlerin göğüslerindeki apaçık olan âyetler, onların inançlarını ifade ediyor. “Sadece zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr eder.” diyor Allahû Tealâ. Zâlimlerden başkası inkâr etmez. Kimdir zâlimler? Zâlimlere beraberce bakalım.

Nisâ-167 ve 168 zâlimleri anlatıyor:

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).

Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.

4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).

Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.


“innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden). İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan): Onlar ki kâfirlerdir. Onlar muhakkak ki kâfirlerdir ve Allah'ın yolundan menederler. Kendileri Allah'ın yolunda değillerdir kâfirlerdir, başka insanları da Allah'ın yolundan menederler. Onlar, uzak bir dalâlet içindedirler. Onlar, muhakkak ki kâfirdirler ve zâlimdirler.”

Neden zâlimdirler? Başka insanları da Allah'ın yolundan men ettikleri için kâfirdirler. Öyleyse kâfirler, Allah'ın yolunda olmayanlardır, Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerdir. Zâlimlerse, kendileri dilemediği gibi başkalarını da Allah'ın yolundan menedenlerdir. Onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ederler. Sadece onlar inkâr ederler. Çünkü onlar Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyet-i kerimelerine göre gaflette olanlardır. Allah'ın âyetlerini inkâr etmek de onlar için geçerli. Yoksa Allah'a ulaşmayı dileyenlerin hepsi, Allah'ın âyetlerini idrâk ettikleri için Allah'a ulaşmayı dilemişlerdir. Şimdi böyle bir standartta, Kur’ân'ı Kerim'in korunmasıyla bunun ilişkisini kurmaya çalışıyoruz. Kim Kur’ân'ı Kerim'i koruyacaktır? Ona inananlar, Allah'a ulaşmayı dileyenler. Bu açıdan bir ilişki kurulabilir diye düşünüyoruz. Allah razı olsun.

SORU: Sahâbe için hamele-i Kur'ân denilmektedir yani Kur'ân hamilleri, Kur’ân-ı taşıyanlar. Buna göre Kur’ân taşıyıcısı olmayı, ilim sahipleri irfan sahipleri açısından açıklar mısınız?

CEVAP: İlim sahipleri, Allah’ın kendilerine ilim verdikleridir ve irfan sahibi oluncaya kadar hep ilim sahibi olarak kalacaklardır yani ruhlarını Allah'a ulaştırdıkları noktaya kadar ilim sahipleridir. Bundan sonra irfan sahibi her an olabilirler ama irfan sahipleri oldukları gerçek nokta, daimî zikre ulaştıkları noktadır. Öyleyse neyle buraya ulaşmışlardır? Kur'ân'a ittiba ederek ulaşmışlardır, Kur'ân'ın tamamına inanarak, tamamını tatbik ederek.

Âli İmrân-119’da Allahû Tealâ ne diyordu?

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Ey sahâbe! Onlar, size buğz ettikleri halde, siz onlara buğz etmezsiniz. Çünkü siz, kitabın bütününe îmân edersiniz.”

Bütününe îmân, bütününü yaşamak demek. Ve öyleyse burada sahâbe, irfan sahipleridir, Kur’ân’ın bütününe ittiba ettikleri için.

Öyleyse irfan sahibi olan daimî zikrin sahibidir. İrfan sahibi olan, irfan sahibi olmanın ötesine geçenler, hikmet sahibi olanlar, daimî zikrin sahipleridir ve hikmet sahipleridir. İşte onlar, irfanın gerçek sahipleridir. Ondan evvel de kalp gözü ve kalp kulağı açılarak, kişiler irfan sahibi olabilir. Ama daimî zikre ulaşmadan evvel hikmet sahibi olamazlar. Öyleyse onlar ne yapmışlardır? Kur’ân’ın hükümlerini detaylandırmışlardır ve hepsine itaat etmişlerdir. Ve Allahû Tealâ'nın nadir kişilerde oluşturduğu daimî zikrin sahibi olmuşlardır. Allah razı olsun.

SORU: İlim verilenler açısından Sebe Suresinin 6. âyet-i kerimesi ile Hacc Suresi'nin 54. âyet-i kerimesini basamaklar itibariyle açıklar mısınız? Ve iki âyet-i kerime arasında bir ilişkiden söz edebilir miyiz?

CEVAP: Sebe Suresinin 6. âyet-i kerimesi:

34/SEBE-6: Ve yerellezîne ûtûl ılmellezî unzile ileyke min rabbike huvel hakka ve yehdî ilâ sırâtıl azîzil hamîd(hamîdi).

Ve kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu ve onun Azîz (ve) Hamîd Olan'ın (Allah'ın) yoluna (Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet ettiğini (ulaştırdığını) görüyorlar.


“ve yerellezîne ûtûl ılmellezî unzile ileyke min rabbike huvel hakka ve yehdî ilâ sırâtıl azîzil hamîd(hamîdi): İlme nail olanlar bilirler ki, Rabbinden sana indirilen haktır. Ve sizi yegâne gâlip olan, övülen Allah’ın yoluna ulaştırır.”

Burada kendilerine ilim verilenler yani ilme nail olanların durumu, Hacc-54’te bir defa daha anlatılıyor.

22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).

Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî Resûl'ün, Nebî Resûl'ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri, O'na îmân etmeleri, onların kalplerinin O'nu (Allah'ı) idrak etmesi (kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm'e hidayet edendir.


“ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin): Ve kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler diye ve ona inansınlar diye onların kalplerine ihbat konmuştur. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”

Birinde, “sırâtıl azîzil hamîd” diyor Allahû Tealâ; “iletir”. Ötekinde de “Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” diyor. Aynı şeyi söylüyor; ulaşanlar, kendilerine ilim verilenler. Ve her ikisi de Allah’tan indirilenin hak olduğunu bilenler, kendilerine ilim verilenler, Allah’tan indirilenin hak olduğunu bilenler yani Kur’ân-ı Kerim'in bütününe inananlar.

SORU: Ve bu iki âyet-i kerimede ifadelerin hak olan şeyin mürşid olduğunu anlayabilir miyiz?

CEVAP: Bundan, indirilenin, hak olan şeyin mürşid olduğunu değil de Kur’ân-ı Kerim olduğunu anlıyoruz. “Rabbinden sana indirilen haktır. Kendilerine ilim verilenler o ilmin Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler diye ve ona inansınlar diye onların kalplerine ihbat konmuştur.” Dolaylı bir şekilde mürşidi de ifade edebilir ama burada Rab’den indirilen hakkın Kur’ân-ı Kerim olduğunu, Allah'tan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e indirilenin hak olduğunu yani Kur’ân-ı Kerimin hak olduğunu anlayabiliriz, mürşidin değil.
3. suali Hüseyin'in,

SORU: İsrâ Suresinin 107, 108 ve 109. âyet-i kerimelerinde kendilerine ilim verilenlerin artan huşûsundan bahsedilmekte ve âyetleri, tilâvet, ilim ve huşû açısından açıklar mısınız?

CEVAP: İsrâ-107’de:

17/İSRÂ-107: Kul âminû bihî ev lâ tu’minû, innellezîne ûtûl ilme min kablihî izâ yutlâ aleyhim yahırrûne lil ezkâni succedâ(succeden). (SECDE ÂYETİ)

De ki: “O’na inanılsın veya inanılmasın, O’ndan önce kendilerine ilim verilen kimseler, onlara (Kur’ân’ın secde âyetleri) okunduğu zaman, secde ederek çeneleri (alınları) üstüne kapanırlar.”


“kul âminû bihî ev lâ tu’minû, innellezîne ûtûl ilme min kablihî izâ yutlâ aleyhim yahırrûne lil ezkâni succedâ(succeden): De ki: O’na inanılsın veya inanılmazsın ondan önce kendilerine ilim verilen kimseler, onlara okunduğu zaman, secde ederek çeneleri üzerine kapanırlar.”

Burada “Kendilerine ilim verilen kimseler, Kur'ân okunduğu zaman secde ederek çeneleri (alınları) üzerine kapanırlar.” diyor. Secde Sureleri geçince yapılması lâzımgelen budur.

İsrâ Suresinin 108. âyet-i kerimesi:

17/İSRÂ-108: Ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ le mef’ûlâ(mef’ûlen).

Ve derler ki: “Rabbimiz, Sübhan’dır (herşeyden münezzehtir). Eğer Rabbimiz vaadettiyse, (o) mutlaka ifa edilmiştir.”


“ve yekûlûne subhâne rabbinâ in kâne va’du rabbinâ le mef’ûlâ(mef’ûlen): Ve derler ki: Rabbimiz, Sübhan’dır (herşeyden münezzehtir). Eğer Rabbimiz vaadettiyse, mutlaka ifa edilmiştir.”

Kıyâmet günü ifa edilmiş olacaktır ama Allah’a göre ifa edilmiştir.

İsrâ-109:

17/İSRÂ-109: Ve yahırrûne lil ezkâni yebkûne ve yezîduhum huşûâ(huşûan).

Ve çeneleri (alınları) üstüne kapanırlar. Ve huşûları artarak ağlarlar.


“ve yahırrûne lil ezkâni yebkûne ve yezîduhum huşûâ(huşûan): Ve çeneleri (alınları) üstüne kapanırlar. Huşûları artarak ağlarlar.”

“Kendilerine ilim verilenlerin, artan huşûlarından bahsedilmektedir.” diyor kardeşimiz. Tamam. “Bu âyetleri, tilâvet, ilim ve huşû açısından açıklar mısınız?” diyor.

Tilâvetin var olduğu nokta, Allah'a ulaşmayı dilediğimiz noktadır. Bu noktadan itibaren tilâvet bizim için hükümrandır. Ondan evvel tebliğ söz konusudur, ondan evvel kıraat söz konusudur, tilâvet burada başlar. Ve tilâvet; bizim üzerimizde ilmi oluşturan müessesedir.

Huşû ise tilâvetin ve ilmin sonucudur. Nefsimizin kalbine Allah'ın nurlarının inmesiyle huşûya ulaşacağımız ifade ediliyor Zumer-23’te. Ama huşû, Allah'a ulaşmayı dilediğimiz andan itibaren başlayan bir müessesedir. 21. basamağa kadar, 22. basamağa kadar ilim devam eder. İlmin ötesi 22, 23, 24, 25. basamaklardır. Huşû ise 7 safhada da var olan bir müessesedir. Allah'a ulaşmayı dileyen, huşû sahibidir. 7. kademede, iradesini Allah'a teslim eden de huşû sahibidir. 7 kademelik bir huşû müessesesi orada tamamlanır. İlimse 21. basamaktan sonra irfana dönüşebilir. Ama 26. basamak ve sonrası irfanı kesin olarak ihata eder, ilmi aşar. Tilâvet; o kişinin ilmi tamamlanana kadar İlm’el yakîn’i tamamlanana kadar devam eden bir müessesedir. Allah razı olsun.

SORU: Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’deki birçok âyet-i kerimesinde amilüssalihatı emrediyor. Hamdolsun sizden öğrendik ki; bu emir, nefsi ıslâh edici ameldir yani Allah'ı zikretmektir. Bugünkü dîn öğretiminde zikrullah zaten yok. Ve amilüssalihatın da iyi işler olduğu zannı insanlara öğretiliyor. Kehf Suresinin 104. âyet-i kerimesinde açıklanan zannın, bu zanla bir ilişkisi var mıdır?

CEVAP:

18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).

Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.


“ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â: Onların dünya hayatındaki amelleri sapmıştır ve onlar amellerin en iyisini yaptıklarını hesap ediyorlardı.”

Evet, iki açıdan almış kardeşimiz, güzel bir ele alış türü. Zikrullahı almış; Allahû Tealâ’nın amilüssalihat dediği şey, aslında zikrullahtır. Ona ‘iyi işler’ diyorlar. Ki, lügât mânâsı gerçekten odur. Ama yanlıştır, eksiktir. Ve hem zikir yapmıyorlar; birinci hataları, zikri öğretmiyorlar. İkinci hataları da; zikri emreden âyetin, iyi işler olduğunu ifade etmekle bir de saptırma olayı söz konusu. Bu ikisini birleştirdiğimiz zaman, bu kişilerin zan sahibi olduğu kesinleşiyor.

Ve sevgili kardeşlerim, sadece kendilerine zararı dokunsa bir problem yok. Ama eğer dîn adamları bunları bilmiyorsa, bu milyonlarca insanın, yüz milyonlarca insanın cehenneme girmesi mânâsına geliyor. Bütün dünyadan bahsettiğimiz zaman milyarlarca insan söz konusu. Ve bilmiyorlar Allah'ın âyetlerini, cehenneme gideceklerini bilmiyorlar. Yani kimseye zararları olmazsa, iyi insan olurlarsa, cennete gideceklerinden eminler. Burada iki tür hata bir arada değerleniyor; amilüssalihattan güzel ameller diye bahseden insanlar, iki ayrı cepheden birden Kur'ân'a ihanet etmiş durumdalar. Allah razı olsun.

SORU: Peygamber Efendimiz (S.A.V), hadîs-i şerifinde; “Namaz mü’minin miracıdır.” buyuruyor. Ankebût Suresinin 45. âyetinde ise Allahû Tealâ diyor ki:

“utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu): Habibim! Sana vahyettiğim kitabı onları oku, anlat ve namaz kıl çünkü namaz, münkerden ve fuhuştan men eder. Ama Allah'ın zikri en büyüktür. vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne): Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.” diyor Allahû Tealâ.

Şimdi sualini soruyor kardeşimiz: “14 asır sonra, insanlar namaz kılıyorlar ama namazlarından haz alamıyorlar ve mutlu olamıyorlar ve kötülük işlemeye devam ediyorlar. Namazımızın mirac gibi olması için zikirle bir bağlantısı olması var mıdır, bizlere açıklar mısınız?”

CEVAP:

29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.


Eğer zikir yapmayan bir insansa, onun namazı onu, o hedefe ulaştırmaz. Zikirle yapılan bir namaz, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e; “Namaz kıl, senin namazın münkerden neyeder.” diyor. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V), daimî zikrin sahibi. Onun için onun namazı münkerden ve fuhuştan men ediyor. Eğer zikir yoksa o zaman namaz, tek başına münkerden ve fuhuştan men edemez.

A şıkkında soruyor kardeşimiz; “14 asır sonra insanlar, namaz kılıyorlar ama burada zikirle bir bağlantısı var mıdır?” diyor.

Vardır tabiî. İfade son derece açık: “Namaz kıl. Çünkü namaz, münkerden ve fuhuştan men eder.” diyor. Ama onun, daimî zikirdeki namazından bahsediyor Allahû Tealâ. Yoksa zikirsiz bir namaz, bir şey ifade etmez. Bunun için namaz kılan insanlar görürsünüz, beş vakit namazlarını kılarlar ama nefs tezkiyesi olmadığı için hatalar işlemeye aynen devam ederler. Ne yazık ki, kurtuluşları da söz konusu değildir.

SORU: Bu âyetteki kitabın okunması ile Âli İmrân-164’teki kitabın tilâvet edilmesini açıklar mısınız?

CEVAP:

3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.


“Bu âyetteki, Ankebût-45’teki kitabın okunmasıyla Âli İmrân-164’teki kitabın tilâvet edilmesini açıklar mısınız?” diyor.

Aynı şey, Âli İmrân-164’te de gene kitabın tilâvet edilmesi, kitabın öğretilmesi olarak geçiyor. “yuallimuhumul kitâbe: Kitabın öğretilmesi.” Ama burada safhalardan üç safha, tilâvet etmekle kitabın talim edilmesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in muallimlik yapması ayrı bir konu. Yani Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesindeki tilâvet geride kalıyor.

Tilâvet; ruhu Allah'a ulaştırana kadar geçerli olan bir şeydir. Hatta daha başlangıcına kadar, mürşide ulaşana kadar olan kesim, tilâvettir. Sonra nefs tezkiyesini gerçekleştirir Peygamber Efendimiz (S.A.V), ondan sonra kitabı talim eder. Bu talim de Fena, Beka ve Zühd makamlarını ifade eder. Ondan sonra zühdden sonra fizik vücudun teslimini de ifade eder. Ondan sonra hikmetin öğrenilmesi gelir. Hikmet de daimî zikrin bulunduğu ulûl’elbab ve ihlâs kademeleridir. Aralarında fark var. Allah razı olsun.

SORU: Zikrin en büyük ibadet olduğunu hamdolsun ki, sizden öğrendik. Ankebût-45’e göre zikirden sonra en büyük ibadetler, namazın kılınması ve Kur’ân okunması mıdır, bize açıklar mısınız?

CEVAP: Zikirden sonraki en büyük ibadet, namaz kılmaktır ve Kur'ân okumaktır. Biliyorsunuz ki, evvelden “Namaz, dînin direğidir.” ifadesi açık ve kesin bir şekilde vardır. Öyleyse zikirden sonra namaz geliyor, namazdan sonra da Kur’ân-ı Kerim tilâveti.

Eğer Kur’ân-ı Kerim’in öğrenilmesi söz konusu ise birincisi odur. “Aranızda en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V). Yani Kur’ân’ın muhtevasını öğreten, tatbik alanına geçirilmesini sebebiyet verenlerdir ifadesi var.

SORU: Bizlere, tasavvufu hayatımıza yansıtmamız için çok uğraş veriyorsunuz. Öncelikle hakkınızı helal edin. (Hakkımız her zaman helal sevgili kardeşlerim. Biz sizin için varız, bununla vazifelendirildik ve bu, bize doyulmaz bir zevk veriyor. Allah razı olsun.)
Bu istikamette davranış biçimlerinden de sık sık bahsediyorsunuz. Davranış biçimimiz ve Haşr-9 arasındaki ilişkiyi bizlere açıklar mısınız? Bu istikamette bizlere neler tavsiye edersiniz? Allah razı olsun.

CEVAP: Haşr-9:

59/HAŞR-9: Vellezîne tebevveûd dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtû ve yû’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah(hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).

Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.


“Onlardan önce yerleşmiş olan îmânlı kimseler (yani îmânı göğüslerine yerleşmiş olanlar), onlara hicret edenleri severler (yani Medine'deki ensar, Mekke'den Medine'ye göç edenleri severler) ve onlara verilenlerden dolayı onların gönüllerinde bir haset bulamazsın.” diyor. (Yani hem ensar pay alacaktır ganimetlerden hem de muhacirîn pay alacaktır.)

“Ve onlara ihtiyaçları olsa bile onları (yani göç edenleri muhacirini) kendi nefslerinden önde tutarlar. Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o takdirde işte onlar, felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” diyor Allahû Tealâ.

Nefsini cimrilikten korumak… Sadece dünya hayatında fiziksel olarak para açısından cimrilikten bahsetmiyor Allahû Tealâ. Allah'a tahsis edeceğiniz zamanda da cimrilik etmeniz söz konusu. Zaman, Allah'ın en kıymetli hazinesidir, paradan çok daha değerlidir. Zamanınızın ne kadarını Allah'la geçiriyorsunuz, ne kadarını Allah'ı düşünerek, Allah'ı zikrederek geçiriyorsunuz, ne kadarı Allah'a ait? İşte önemli olan bu sevgili kardeşlerim.

Öyleyse Allahû Tealâ burada; “Kim nefsini cimrilikten korursa, o takdirde işte onlar felâha erenlerdir.” deyince, başkalarına parasal yardımda bulunanların fedakârlıkları ifade ediliyor; 1. etapta. Ama onun daha ötesinde bir genelleme var. Allah'ın hazinesini, zamanı en çok Allah'a hasredenler daimî zikrin sahipleri. Öyle olmaya çalışın sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Mutluluk oradadır, daimî zikirdedir. Ulaşın, mutluluğun ne olduğunu yaşayacaksınız. Allah razı olsun.

SORU: Dergimizin Aralık 2002 sayısında vuslattan sonra bir imtihandan bahsediyorsunuz. Takva elbisesinin üzerimizden alınması ile karşılaştığımız bir imtihan… “Bu imtihanı ise ancak Allah'a tevekkül etmekle kazanırsınız, sarsılmaz bir kale olursunuz.” diyorsunuz. İnşaallah Allah'a tevekkül etmek, Allah’a mütevekkil olmak ne demektir? Bu kelimelerin muhtevası nedir? Bu konuyu bizler hayatımıza nasıl geçirebiliriz? Allah razı olsun.

CEVAP: Sondan başlayalım. Bu konuyu hayatınıza nasıl geçirebilirsiniz? Eğer Allah'a ulaşmayı dilemişseniz, Allahû Tealâ, sizi otomatik olarak 33.000 zikre ulaştıracaktır. Allah'a ulaşmayı dileyenler, 33.000 zikre mutlaka ulaşırlar, ruhları da mutlaka Allah'a ulaşır.

Öyleyse ne zaman ki 33000 zikri aşarsınız, 35000’e, 37000’e, 39000’e yavaş yavaş tırmanmaya devam edersiniz, işte o zaman mütevekkil olmayı hayatınıza geçirdiniz demektir. Kim, o 33000 zikre ulaştıktan sonra zikri, önce olduğu yerde kalıyor, sonra aşağı doğru iniyorsa, o, Allah'a tevekkül etmemiş olan bir insandır.

Allahû Tealâ, Kendisine tevekkül edenleri de tevekkül etmeyenleri de eğer onlar Allah'a ulaşmayı dilemişlerse bir ayrım yapmadan mutlaka Kendisine ulaştırır. Tevekkül edenlerle tevekkül etmeyenler, bu noktadan sonra bir farklılığa ulaşacaklardır. Tevekkül edenlerin, tevekkül etmeyenlerden farklı bir dizaynı vardır. Onlar, 33000’de kalmazlar, 35000, 37000, 39000 ve daha yukarılara doğru yolları devam eder. Daimî zikre yaklaştıkça, daha güç ilerlerler, daha yavaş ilerlerler ama devam ederler yollarına. Zikirleri aşağı doğru inmez, yukarı doğru çıkar. İşte onlar, tevekkül ehlidir, onlar mütevekkildir, Allah'a mütevekkil olanlardır. Onlar, Allah'a tevekkül edenlerdir. İşte onlar, sarsılmaz birer kaledir.

Belirgin vasıf, 33000 zikre kadar zaten Allahû Tealâ, sizi ulaştıracaktır, onu geçin, onun ötesinde yükselebiliyor musunuz? 35000, 37000, 39000 ve daha ötede zikir yapabiliyor musunuz? İşte o zaman, siz Allah'a tevekkül edenlersiniz. Ve yükseldikçe düşemezsiniz. Yerinizde durursanız, düşme tehlikesi her zaman vardır. Ve kim vuslattan sonra aşağı iniyorsa, onlar, kaybetmeye meyilli olanlardır. Onlar açık ve kesin olarak bilsinler ki, Allah'a mütevekkil olmayanlardır.

Allah'a ulaşmayı dilemek bir kurtuluştur ama aşağı doğru inmek tehlikedir. Onun için Allah'a mütevekkil olun.

SORU: Tasavvuf ve Kur’ân kavramlarından felâh konusunda; fizik vücudumuz cimrilik ve hırs ve şehvet afetinden kurtulduktan sonra teslim olacağını ve muhsinler kademesinde olacağımızı sizden öğrendik.

(Hayır, böyle bir şey ben söylemedim. Cimrilik, hırs ve şehvet afetinden kurtulmak bütünüyle bir kurtuluş söz konusu değildir, fizik vücudumuzun tesliminde. Hangi afetler, hangi oranda gidiyorsa, şehvet de hırs da cimrilik de aynı oranda yok olur, farklı bir olay tahakkuk etmez. Bu benim sözüm değil. Bunu başka bir yerden almış olmalısınız. Ben de bilmek isterim nerden aldığınızı. Zikirde değişiklik yoktur. Zikir boyunca nefsinizin afetleri, bütün afetler aynı oranda azalırlar. Hırsın ve cimriliğin daha evvel yok olması diye bir olay söz konusu değildir. Muhsinler kademesine herkes girebilir. Günün yarısını aştığınız zaman bu işin kolaylaştığını göreceksiniz. Zikriniz günün yarısını aştıktan sonra mutlaka fizik vücudunuzu Allah'a teslim edersiniz, nefsinizin kalbinde hala %19 karanlıklar var olmasına rağmen.

Bu durumda nefs afetleri sırayla mı biter, yoksa herbirinde orantılı olarak azar azar azalma mı olur?

CEVAP: Her birinde aynı oranda azalma olur, sırayla bitmez. Bunun nereden çıkarıldığını da doğrusunu isterseniz merak ettim. Her zaman söylemişimdir bunu, sadece farklılığı ifade ederken Allah'ın 99 tane esması vardır demiştim. Bu esmaların hangisini çekerseniz, o esmada sadece değişiklik olur. Ama zikrullah yaptığınız zaman, Allah'ın zikrini yaptığınız zikrinizle bütün afetler aynı oranda azalır. İki olayı birbirine sakın karıştırmayın sevgili kardeşlerim.

Kardeşimiz zannediyorum ki, Allah'ın esmalarını Esma-ül Hüsna'yı zikirle karıştırmış. Ve ayrı ayrı şeylerdir. Asıl olan da zikirdir. Esma-ül Hüsna, arızi bir olaydır. Asıl olan, Allah'ı zikretmektir. Allah kelimesini zikretmektir. “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikriniz devam edecektir.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ ile olan ilişkilerinizde muhtevaya dikkatle bakın ve Allah'ı çok zikredin, çok zikirle zikredin. Ve sonunda da mutlaka daimî zikre ulaşmayı kendinize ideal edinin. O hedefe ulaşmak için gayretin sahibi olun. Mihr Vakfı’nın mensupları o hedefe yönelik olanlardır.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.

El Fâtiha meassalâvat

Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhû.

İmam İskender Ali M İ H R