SOHBETİN ADI: DENİZLİ KONFERANS SORULARINA CEVAPLAR
TARİHİ:12.12.2004
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili Denizlili misafirlerimiz, hoş geldiniz. Bir aradan sonra suallerinize cevap vermek üzere inşaallah yeniden huzurlarınızdayız.
Şunu büyük mutlulukla söylemek istiyoruz ki; suallerinize cevap vermek bizim için sadece Allah’ın emrini yerine getirmek değildir, büyük bir mutluluktur. Sualleriniz bizi hangi hüviyette olursa olsun mutlu eder, memnun eder. Ve sizlere yardımcı olmak imkânını vereceği için her sual, biz bundan mutluluk duymakla kalmayız, sizlere müteşekkir oluruz.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, biz sadece Allah’ın bize öğrettiklerini sizlere söylemekle vazifeliyiz.
Ve inşaallah sorular:
Denizli Müftü Yardımcısı birinci sualinde diyor ki:
SORU: “Ben Müslümanım,” diyenleri Allah’a ulaşmayı dileyenler olarak görebilir miyiz?
CEVAP: Hayır, göremeyiz. Allah’a ulaşmayı dilemek kalpten bir dilekte bulunmaktır; Allah’a ulaşmayı kalben dilemektir.“Ben Müslümanım.” diyen insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri sürece, Müslüman statüsü içine giremezler. Allah’a ulaşmayı dilemek açık bir şekilde bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim’de yer alıyor ve üzerimize farz kılınıyor. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler, Müslümanlığa ilk adımı atabilenlerdir. Onun dışındakiler Müslüman hüviyetinin tamamen dışında kalırlar.
Ne diyor Allahû Tealâ Rûm-31’de?
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
munîbîne ileyhi vettekûhu: O’na yönel; O’na karşı takva sahibi ol.”
Yönelmek, Allah’a ulaşmayı dilemenin ismidir. Çünkü bu yönelmenin sonunda Allah’ın kişiyi Kendisine ulaştırdığını görüyoruz. Kişinin ruhunu Kendisine ulaştırdığını görüyoruz. Şûrâ Suresi 13. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb: Allah, dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse (yani Allah’a ulaşmayı dilerse), Allah onları Kendisine ulaştırır.
Allah’a yönelmek müessesesinin; “munîbîne” kelimesinin Rûm-31’deki mânâsının Allah’a ulaşmayı dilemek olduğu bu iki âyetin birleştirilmesiyle kesinleşiyor. Ve üzerimize farzdır. Ve sadece onları Allah Kendisine ulaştırır. Ve Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi söylediğimiz gibi küfürdedir, dalâlettedir, gideceği yer cehennemdir, hüsrandadır, hidayette değildir tagutun (insan ve cin şeytanların) kuludur, şeytanın kuludur, Allah’ın âyetlerinden gâfildir. Dalâlette olan bir insan, kâfir olan bir insan, Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes Kur’ân’a göre kâfirdir. Müslüman olması elbette mümkün değildir.
Öyleyse: “Ben Müslümanım.” diyen hiç kimse Müslüman olmaz. “Ben Allah’a ulaşmayı diliyorum.” diyen kişi de olmaz; gerçek anlamda dilemedikçe. Kalpten yapılan bir dileğin dille ikrarı söz konusudur, tasdiki söz konusudur; Allah’a ulaşmayı dileme kavramı.
Öyleyse: “Ben Müslümanım.” diyenleri, Allah’a ulaşmayı dileyenler olarak kabul etmek elbette Kur’ân’ı Kerim’imize göre mümkün değil.
İkinci suali kardeşimizin:
SORU: Bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemeyi yaptı ve ama günahkâr oldu. Durumu sizce ne olacak; cehennemlik mi cennetlik mi?
CEVAP: Bir kişi Allah’a ulaşmayı dilerse dilediği zaman o kişinin bütün günahları örtülüyor, günahları sevaplarından fazla olan bir kişi oluyor. Bir kişinin günahkâr olması günahlarının sevabını aşmadığı sürece, o kişiyi cehenneme hiçbir zaman götürmez. Allah’ın yolunda ise bu; yani kişinin Allah’a ulaşmayı diledikten sonra günahlarının sevaplarını aşması mümkün değildir, ta ki o kişi Allahû Tealâ’ya ulaşsın.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın sözü var: “Kim,” diyor, “Bana ulaşmayı dilerse, Ben onu mutlaka Kendime ulaştırırım.”
Şimdi cennet ve cehennem açısından Allah’ın koyduğu kanunu biliyorsunuz; kimin sevapları günahlarından fazla olursa onun gideceği yer Allah’ın cennetidir.
Mu’minûn Suresinin 102. âyet-i kerimesi:
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
Kimin de günahları sevaplarından fazla olursa o kişinin gideceği yer cehennemdir. Gene Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesi:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
Öyleyse bir insanın günahlarıyla sevapları arasındaki ilişkiyi inceliyoruz şimdi. Kişi Allah’a ulaşmayı diledi. Dilediği anda Allahû Tealâ o kişinin üzerinde Rahîm esmasıyla tecelli eder. Anında görür, işitir ve bilir kişinin kalbindeki talebi. Ve bu konunun neticesinde kör, sağır ve dilsiz olan o kişi gören, işiten ve bilen bir hüviyete ulaşır. Ama bunları yaparken Allahû Tealâ’nın o kişiye verdiği; 7 tane furkan karşılığında verdiği dereceler, o kişinin bütün günahlarını örter; günahının mahiyeti ne olursa olsun. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesi aynen böyle söylüyor.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Allah’a karşı takva sahibi olun (Allah’a ulaşmayı dileyin) ki; Allah size furkanlar versin ve günahlarınızı örtsün. Sonra da sizin günahlarınızı sevaba çevirsin.”
Ne demek istiyor? Daha kişi Allah’a ulaşmayı dilediği anda günahları örtüldü. Sevapları günahlarından fazla olduğu için o kişi cennetlik oldu. Bu noktadan sonra günah işlemesi mümkün mü? Tabii mümkün. Nefs tezkiyesi falan yok kişide, günah işleyecektir. Ama bununla kalmıyor olay; o kişi 14. basamakta mürşidine ulaşıyor. Tâbiiyetini tamamladığı zaman bu defa o kişinin günahları sevaba çevriliyor. Zaten örtülmüştü, o örtülen bütün günahların ve o güne kadar işlenmiş yeni günahlar da dâhil olmak üzere hepsinin bir de sevaba çevrilmesi söz konusu. Furkân Suresi 70. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki Furkân 69’da:
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
“Onların günahları artar. Biz, onları cehennemle cezalandırırız.”
Furkân-70’te de diyor ki:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Ama” diyor, “kim âmenû olur da (Allah’a ulaşmayı diler de) mürşidine tâbî olursa böylece îmânı artan bir mü’min olursa ve nefs tezkiyesine başlarsa...” Ki mürşidine ulaştıktan sonra önemli olan konu zaten nefs tezkiyesi. Yani zikir yapıp Allah’ın katından gelen rahmet, fazl ve salâvâtın kalbe ulaşması ve kalpte fazılların yerleşmeye başlaması olayı. “Bu durumda,” diyor, “o kişinin bütün günahlarını sevaba çeviririz. Allah, o kişinin seyyiatini hasenata çevirir.” Bir de günahları sevaba çeviriyor Allahû Tealâ.
Bundan sonra kişi o kadar büyük bir derecat kazanıyor ki; bütün işlediği günahların karşılığı sevaba çevrilmiş durumda. Allah’a doğru yaptığı bu yolculuk boyunca Allahû Tealâ tarafından koruma altına alınıyor. Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren, günahları işlemesi geniş ölçüde engelleniyor Allahû Tealâ tarafından. Ama bu kişi hiç günah işlemeyecek demek değildir. Hâlâ nefsinde afetler var, zaten ruhunu Allah’a ulaştırdığı zamana kadar nefsinin afetlerinin sadece yarısı yok olur. Allah’ın garantisi de buraya kadardır. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi 1. kat cennetin, 14. basamakta mürşidine ulaşan kişi 2. kat cennetin ve ruhunu Allah’a ulaştıran 21. basamaktaki bir kişi, 3. kat cennetin sahibi mutlaka olur. Tehlike bundan sonra başlar. Çünkü Allah’ın koruyucu kalkanı buraya kadar kişiyi müdafaa altına alır. Bundan sonra kişi ya Allah’ın yoluna zikrini giderek devamlı artırarak devam edecektir, kurtuluşa ulaştıktan sonra 4., 5., 6., 7. kat cennetlere talip ve sahip olacaktır veya şeytan onu kandıracaktır, Allah’ın yolundan kişi düşecektir. İşte düşen kişi cehenneme gidecek olan kişidir. O kişi Allah’ın yolundan şeytanın telkinleriyle vazgeçer ve zikrini unutur, namazını unutur ve tekrar başlangıçtaki kötü günlerine döner. Sanıyorum ki suale gerekli cevabı vermiş olduk.
Üçüncü suali kardeşimizin:
SORU: Allah’a ulaşmayı dilemek ne demek ve nasıl olur? Her şeyini Allah’a teslim etmek mi demek?
CEVAP: Allah’a ulaşmayı dilemek; hiçbir şeyini Allah’a teslim etmek demek değil. Sadece Allah’ın onu muhafazası altına alması demek, koruma altına girmek demek. Kişi Allahû Tealâ’ya müracaat eder: “Ya Rabbi! Ben ruhumu ölmeden evvel Sana ulaştırmayı diliyorum.” der. Bu noktadaki kişinin durumu nedir?
*Bir, bu kişi Allah’a inanıyor; birinci özellik.
*İkinci özellik: Allah’a insan ruhunun ölmeden evvel ulaşmasına da inanıyor.
*Üçüncü özellik: Bu kişi Allah’a ulaşmayı dilerse bunun, üzerine farz olan bir görevi yerine getirmek olduğunu biliyor.
*Dördüncü özellik: Allah’a ulaşmayı dilerse Allah’ın kendisini mutlaka Allah’a ulaştıracağından, ruhunu mutlaka Allah’a ulaştıracağından emin kişi.
İşte Allah’a ulaşmayı dilemek bu standartların içindeki bir dizaynı ifade eder. Allah’a ulaşmayı dilemek sadece Allah’a inanmak değildir, Allah’a üzerine 12 defa farz olan; Allah’a ulaşmayı dilemek ve ruhunu Allah’a ulaştırmak müesseselerinin kişinin bütünüyle onun inanç sahasına girmesi demektir bunun mânâsı. Kişi inanıyor ki Allah’a ulaşmayı...
Evvelâ Allah vardır, madde-1.
Madde- 2: İnsan ruhunun Allah’a ulaşması diye bir husus vardır Kur’ân-ı Kerim’de.
Madde- 3: Bu insan ruhunun Allah’a ulaşması üzerimize farzdır.
Ve 4’üncüsü: Eğer biz Allah’a ulaşmayı dilersek, Allah mutlaka bizi Kendisine ulaştıracak.
İşte bu inançların sahibi olan kişi Allah’a ulaşmayı diler, Allahû Tealâ’ya kalbinden bir açıklama yaparak Allah’a ulaşmayı diler. Burada çok önemli bir şey var; bu dileğin kalpten olması lâzım. Kalpten olmanın mânâsını da Allahû Tealâ anlatıyor Kur’ân-ı Kerim’de: Oturanlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında savaşa iştirak etmiyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) döndüğünde diyorlar ki: “Biz bu savaşa iştirak edemedik ama gelecek sefer sen gittiğinde mutlaka gideceğiz. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki: “Onlar kalplerinde olmayan bir şeyi sana söylüyorlar.”
48/FETİH-11: Se yekûlu lekel muhallefûne minel a’râbi şegaletnâ emvâlunâ ve ehlûnâ festagfir lenâ, yekûlûne bi elsinetihim mâ leyse fî kulûbihim, kul fe men yemliku lekum minallâhi şey’en in erâde bikum darren ev erâde bikum nef’â(nef’en), bel kânallâhu bi mâ ta’melûne habîrâ(habîren).
Araplardan muhallefunlar (geride kalanlar), sana: “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti. Artık bizim için mağfiret dile.” diyecekler. Onlar, kalplerinde olmayanı dilleri ile söylüyorlar. De ki: “Eğer Allah, size bir zarar veya fayda dilerse, bu taktirde sizin için Allah’tan (gelen) bir şeye kim mani olabilir (fayda veya zararı önleyebilir)? Hayır (öyle değil), Allah yaptığınız şeylerden haberdardır.”
İşte Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişinin kalbinde, şuracıkta sıcacık bir talep oluşacak; Allah’a ulaşmayı dilemek.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek her şeyini Allah’a teslim etmek değildir. Daha kişi hiçbir şeyini Allah’a teslim etmemiştir ama teslim olmak yolunda ilk adımı atmıştır. Sanıyorum sualin cevabı inşaallah verilmiştir.
Dördüncü suali, Müftü Yardımcısı kardeşimizin:
SORU: Mâide Suresi 35. âyette Allah’a ulaşmak için mürşidin farz olduğunu söylüyorsunuz konferansınızın başında…
CEVAP: Evet, Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesi mürşidin farz olduğunu kesinlikle ispat eden bir âyettir.
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete.” diyor.
“Ey âmenû olanlar! Takva sahibi olun (yani 2. takvanın sahibi olun) ve Allah’a ulaştıracak olan vesileyi isteyin.” diyor.
Bakara-45, 46’ da bunun Allah’tan istenmesi gerektiğini söylüyor.
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Fâtiha Suresinin 5. âyet-i kerimesi de istianenin sadece Allah’tan isteneceğini söylüyor.
1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).
(Allah'ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek farz olduğu gibi mürşide ulaşmak da farzdır.
“Allah’a ulaşmayı dileyenlerin cennetlik olacağını söylediniz.”
Evet, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin mutlaka Allah’ın cennetine gireceğini söyledik ve bu kesin bir hükmüdür Kur’an-ı Kerim’in. Allahû Tealâ açık ve kesin bir şekilde bunu ifade ediyor. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin cennete girebileceği, dilemeyenlerin girmesinin mümkün olmadığını söylüyor Allahû Tealâ.
“Bir kişi de: ‘Ben Müslümanım.’ diyor. Bu Allah’a ulaşmayı istemiş ve kendisi de ulaşmış. Müslüman olan bir kişi, bu Allah’a ulaşmayı istemiş, dilemiş ve kendisi Allah’a ulaşmış.”
Durun bakalım olmadı. Eğer bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemişse, o kişi mutlaka Allahû Tealâ tarafından kalbine mürşid sevgisi verilerek 14. basamakta mürşidine ulaştırılır. Hiç kimse mürşidine ulaşmadan Allah’a ulaşamaz. Bir insan Allah’a ulaşmayı dileyip de mürşidine ulaşmadan ölürse gideceği yer Allah’ın cennetidir. 1. kat cenneti daha Allah’a ulaşmayı dilediği an iktisab etmiştir. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilediği an bütün günahları örtülmüştür ve sevapları günahlarından fazla olmuştur. Bu kişi Allah’a ulaşmayı dilediği an cenneti hak etmiştir. Mürşidine ulaşmadan öldü; 1. kat cennet o kişinin hakkıdır. Ve o kişi, evet Müslüman olarak ölür. Allah’a ulaşmayı dileyen her kişi Müslümanlık standardının 1. basamağının sahibidir. Şimdi Allah’a ulaşmayı dileyen kişi: “Ben Müslümanım.” diyorsa o zaman o, Müslümandır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi: “Ben Müslümanım.” diyorsa o, Müslüman değildir.
“Allah’a ulaşmayı dilemiş.” diyor kardeşimiz. “Ama kendisi de Allah’a ulaşmayı dilemiş, Allah’a ulaşmış. Bunu mürşid olmadan yapmış.” diyor, “Böyle yaparsa cennete giremez mi?”
Mürşid olmadan hiç kimse Allah’a ulaşamaz. Bir kişinin Allah’a ulaşabilmesi için Allah’tan mürşidini Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetleri gereğince talep etmesi lâzım.
“vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn.” diyor Allahû Tealâ.
“Allah’tan sabırla ve namazla (hacet namazıyla) istianeyi isteyin. Ama bu zor bir iştir.” Yan: “Allahû Tealâ size mürşidinizi göstermez.” diyor.
“illâ alâl hâşiîn: Ama huşû sahipleri hariç.”
“Allah, sizlere göstermez ama bu huşû sahiplerine gösterir.” diyor.
Kimmiş huşû sahipleri?
“ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn.”
“Onlar kesin şekilde, muhakkak surette inanırlar ki Allah’a mülâki olacaklardır (yani hayattayken ruhlarını Allah’a ilka edeceklerdir, ulaştıracaklardır).”
Öyleyse görülüyor ki; sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlere Allah mürşidini gösteriyor. Bir kişi Allah kendisine mürşidini göstermeden dilediği bir mürşide gitse, Allah’a ulaşmayı dilemese o kişinin cennete girmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dilememiştir. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi ise onun talebi olsa da Allahû Tealâ mürşidini gösterir, olmasa da gösterir. Ama talep etmek Kur’ân-ı Kerim’de farzdır. Kişi mutlaka talep etmelidir; Allah da mürşidini göstermelidir, mutlaka gösterecektir. Kişi ancak mürşidine tâbî olursa nefs tezkiyesine başlayabilir. Kişinin mürşidine tâbî olması halinde onun kalbine Allah îmânı yazar. Kalbine îmân yazılmadan hiç kimse nefs tezkiyesi yapamaz. Kalbine îmân yazılması ise mürşide ulaştıktan sonraki bir müessesedir. Çünkü hem kalbinin içine îmân yazılması hem de başının üzerine devrin imamının ruhunun gönderilmesi aynı âyet-i kerimede ifade ediliyor. Buradaki muhtevaya baktığımız zaman kişinin nefs tezkiyesi yapabilmesi için gerekli şartları hazırlamış Allahû Tealâ.
Allah’a ulaşmayı diledikten sonra o kişinin göğsünü yarmış, En’âm Suresi 125. âyet-i kerimesine göre.
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
Göğsünden kalbine nur yolunu açmış. Mürşidine ulaştığı zaman kalbini yararak kalbinin içine îmân kelimesini yazmış. Birincisinde göğse yazdı, kalbe ulaşmasını temin etti. İkincisinde kalbi yararak kalbin içine îmân kelimesini yazıyor Allahû Tealâ. Ve başının üzerine devrin imamının ruhunu gönderiyor.
Kişi zikir yapıyor: “Allah, Allah, Allah...” diye zikir yapıyor. Allah’ın ancak zikirle Allah’ın katından inen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları kişinin göğsüne ulaşıyor, göğsünden kalbine ulaşıyor. Kalbinde fazıllar îmân kelimesinin etrafına yapışıyor, karşı manyetik alanların sahibi oldukları için. Ve nefsin kalbi; %100 afetlerle dolu olan kalbi hasletlerle dolu olmak için, fazıllarla dolu olmak için harekete geçiyor. Nefsin kalbindeki bu fazl birikimi %51’e ulaştığı zaman, nur birikimi %51’e ulaştığı zaman o kişinin ruhu Allah’a ulaşır. Her %7 nur birikiminde vücuttan ayrılmış olan ruh, Allah’a doğru yolculuğunu devam ettirir. 7. defa %7 nur %49 fazl eder, 2 de rahmet nuru girmiştir kalbe; %51 nurla kişinin ruhu Allah’a ulaşır.
Mürşid olmadan bunu gerçekleştirmesi mümkün değildir Aziz Müftü Yardımcısı kardeşimiz. Mürşid olmadan yaptığı şey, eğer Allah’a ulaşmayı dilemekse zaten cenneti hak etmiştir. Bu noktada ölürse o kişinin gideceği yer cennettir. Kişi ölmedi, yaşıyor; o zaman Allah onu zaten Kendisine ulaştıracağına dair söz vermiş Kur’ân-ı Kerim’de. Allah, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracak. O kişiye namazı sevdirecek, orucu sevdirecek, zekâtı sevdirecek özellikle zikri sevdirecek, mürşidine ulaştıracak, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracak. Bunun için kişinin zikir yapması lâzım; kişi mutlaka zikir yapar ve zikri büyük bir sevgi ile yapar.
Öyleyse mürşid olmadan bir kişinin cennete gitmesi mümkündür; Allah’a ulaşmayı diledikten sonra ölürse.
Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse cennete giremez, madde-1. Allah’a ulaşmayı diledikten sonra kişi mürşidine ulaşmadan ölürse cennete mutlaka girer; cennetin 1. katına girer. Mürşide ulaştıktan sonra ruhunu Allah’a ulaştırmadan evvel ölürse cennetin 2. katına girer.
Mürşide ulaştıktan sonra Allahû Tealâ verdiği sözü mutlaka tamamlayacaktır, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracaktır, Allah ulaştıracaktır. Ve o kişi de 3. kat cennetin de sahibi olacaktır.
Allahû Tealâ sizlerin bir tek talebinize karşılık, Allah’a ulaşmayı dilemenize karşılık hepinizi, Diyanet İşleri Teşkilatının bütün müntesipleri de orada çalışanların hepsi de dâhil Allah’a ulaşmayı dilerlerse hepsi için aynı şey söz konusudur, bütün insanlar için. Allah, onların ruhunu Kendisine ulaştırmayı garanti ediyor. Bir defa daha söyleyelim, bu defa Ra’d Suresinin 27. âyet-i kerimesi, diyor ki Allahû Tealâ:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
“Allah dilediğini dalâlette bırakır; ama onlardan kim Allah’a mülâki olmayı dilerse onları Kendisine ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ.
Bir defa daha garanti veriyor. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onları mutlaka Kendisine ulaştırıyor. O zaman da kişi 3. kat cennetin sahibi oluyor. Sualin cevabı tamamlandı inşaallah.
Beşinci sual:
SORU: Bir mürşide bağlanma işi konferansın başında söylediğiniz gibi şirk olmaz mı?
CEVAP: Mürşide bağlanma işi hiçbir zaman şirk değildir. Tam aksine kişiyi Allah’a ulaşma dileği şirkten kurtarır. Şirkten kurtulmanın 3. kademesidir mürşide tâbî olmak. Sadece şirkten kurtulan insanların mürşidine tâbî olması söz konusu. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkesin şirkte olduğunu söylüyor Allahû Tealâ, Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetlerinde.
Diyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“Allah’a ulaşmayı dile ve Allah’a karşı takva sahibi ol. Ve namaz kıl ve böylece (böyle yap ki) müşriklerden olma. O müşriklerden olma ki onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır, ayrı ayrı gruplar oluşturmuşlardır. Her biri kendi elindekiyle ferahlanır.”
Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sadece Allah’a ulaşmayı dilemeyenler şirktedir. Kişi bırakınız mürşidine ulaşmak, daha Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren şirkten kurtulmuştur, şirkle bir ilişkisi kalmamıştır. İşte Peygamber Efendimizin (S.A.V)’in korktuğu gizli şirk, bu şirktir. Bu şirk, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin şirkidir. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi ise mutlaka Allah’ın cennetine girecektir.
Sevgili kardeşlerim, Allah’a ulaşmayı sadece dilemek tek başına o kişiyi Allah’ın cennetine mutlaka ulaştırır ama 1. kat cennet. Kişi otomatik olarak mürşidine ulaştırılacaktır, Allahû Tealâ tarafından ulaştırılacaktır. Sağ kalırsa mutlaka Allahû Tealâ ona mürşidini gösterecektir, mürşid sevgisi de verecektir. O kişi Allah’tan mutlaka mürşidini dileyecektir. Ve mürşidine ulaşıp tâbî olacaktır. Vücudundan ayrılan ruhu Allah’ın vücudunda yaptığı hazırlıklar sebebi ile nefs tezkiyesine müsait olacaktır. Nefsinin kalbine nurlar doldukça gök katlarını birer birer aşacak ruh ve Allah’ın Zat’ına ulaşacaktır. Allah’ın Zat’ına ulaştıktan sonra Allah’ın Zat’ında yok olacaktır. Allah’ın bütün insanlara verdiği bir imkân bu. Ve Allah sözünü mutlak surette tutar.
Öyleyse mürşide ulaşmak şirk değildir, tam aksine şirkten kurtulmanın üstelik de 2. aşamasıdır. Sadece mürşidine ulaşanlar, nefs tezkiyesi yaparak ruhlarını Allah’a ulaştırabilirler. Allahû Tealâ’nın üzerinize 7 defa farz kıldığı ruhunuzu Allah’a ulaştırma keyfiyeti böylece gerçekleşir.
Şirk; mürşide ulaşamayanların, daha açık bir ifadeyle, daha evvelki kademede şirk; Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin içinde bulunduğu durumdur. Eğer aranızda Allah’a ulaşmayı dilemeyenler varsa bunu üzülerek söylüyoruz ama onların hepsi şirktedir.
Öyleyse mürşide bağlanma işi şirkten kurtulmanın üstelik de 2. aşamasıdır. Şirk olmak şöyle dursun; kişi daha Allah’a ulaşmayı dilediği anda şirkten kurtulur. Ve bir defa daha tekrar ediyorum, altını çizerek tekrar ediyorum; Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes kim olursa olsun mutlak olarak şirktedir.
Altıncı suali:
SORU: “Kişi mürşidine tâbî olduğu zaman, 12 kişiye tâbî oluyor.’ dediniz…
CEVAP: Hayır, böyle bir şey söylemedik. Bir kişi mürşidine ulaştığı zaman 12 kişiye tâbî oluyor demedik. Sadece mürşidine tâbî oluyor. Ve ruhu vücudundan ayrılıyor, ruhu Allah’a ulaşıyor. Bu böyle bir şey söylenmediği için...
“Bu 12 kişi, 12 imam mıdır?” diye soruyor kardeşimiz. Hayır, 12 kişiye tâbî olmuyor, sadece mürşidine tâbî oluyor.
Yedinci suali:
SORU: “Kişi mürşide tâbî olduğu zaman günahları örtülüyor.” dediniz. Allah’a ulaşmış bir kişi ama mürşidine tâbî olmadı, bunun günahları kalacak mı?
CEVAP: Sevgili müftü yardımcısı kardeşimiz, söylediğimiz zaman notlar alsanız daha iyi olur. Dilerseniz biz size bu konferansın bir kasetini gönderelim; bir defa daha dinleyin, notlarınızı alın. Çünkü söyledikleriniz bizim söylediklerimize uymuyor.
Şimdi: “Kişi mürşidine tâbî olduğu zaman günahları örtülüyor.” diyorsunuz. Hayır, biz öyle söylemedik. Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği zaman günahları örtülüyor, mürşidine ulaştığı zaman o örtülen günahları sevaba çevriliyor dedik. Örtülmenin ötesinde mürşidine ulaştıktan sonra Allah’a ulaşıncaya kadar geçen zaman (5-6 aylık bir süre) boyunca işlediği günahlar da hepsi beraber sevaba çevriliyor dedik. Ve Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesini verdik.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
Bunu, o kaseti inşaallah size göndeririz. Kim olduğunuz bilinirse kardeşlerimiz tarafından inşaallah bu kaset elinize olur. Özellikle aynı sualleri bize sormanızı isteriz doğrulardan hareketle. Şimdi her neyse burasını geçelim; günahları örtülüyor değil, günahları sevaba çevriliyor.
“Allah’a ulaşmamış bir kişi ama mürşidine tâbî olmadı. Bunun günahları kalacak mı?” diye soruyor kardeşimiz?
Allah’a ulaşmamış bir kişinin iki türlü durumu olabilir ya Allah’a ulaşmayı dilememiştir; dilememişse zaten günahları aynen duruyor. Allah’a ulaşmayı dilemiştir, dilemişse bütün günahları örtülmüştür. “Mürşidine tâbî olmadı.” diyor, tâbî olmadan evvel de günahları örtülü olarak kalır. Ama Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi, eğer bir ömrün sahibi ise Allahû Tealâ çok kısa bir zamanda ona mutlaka mürşid sevgisini verecektir. Kişi mutlaka mürşidine ulaşacaktır. Allahû Tealâ bunu da garanti ediyor. Kişiyi mürşidine de ulaştırmayı garanti ediyor. Daha ötesini de garanti ediyor; o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırmayı da garanti ediyor.
Sevgili kardeşlerim, bu sözü veren Allah. Allahû Tealâ diyor ki: “Allah’ın sözünde hulf olmaz.” diyor, hilâfla Allahû Tealâ’nın alâkası yoktur. Allah abesle iştigal etmez. O söz verir, mutlaka yerine getirir.
Öyleyse bu kişi Allah’a ulaşmamış, Allah’a ulaşmayı da dilememiş; bu kişinin günahları zaten duruyor. Bu kişi Allah’a ulaşmayı dilemiş, daha mürşidine ulaşmamış; bu kişi mutlaka cennete gider, Allahû Tealâ onun günahlarını örttüğü için.
“Bunun günahları kalacak mı?” diye soruyor kardeşimiz soruyu.
Anlattıklarımızı iyice anlayamamış. Ama iki alternatife göre de biz cevaplandırmış olduk; Allah’a ulaşmayı dilemiş bir kişi henüz Allah’a ulaşmamış, mürşidine tâbî olmuş, bunun günahları kalacak mı? Hayır, kalmayacak, günahları örtülmüş zaten.
Sekizinci suali kardeşimizin:
SORU: “Şu anda bütün kavimlerde resûller yaşıyor.” dediniz. Ve siz Amerika’da yaşıyorsunuz. Amerika kavminden Müslümanların resûlü var mı?
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, Müslümanların resûlü, Hristiyanların resûlü kavme göre değişiklik gösterir. Amerika’da hâkim olan unsur Hristiyanlarsa orada Hristiyanların arasında bir resûl var. Ama bütün Hristiyanlara Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de, İncil’de ve Tevrat’ta söylediği 7 tane safhayı anlatıyor. Bizim size anlattığımız 7 safha Tevrat’ta da var, İncil’de de var.
Öyleyse Amerika’daki bir resûl Hristiyanlara, hâkim unsur Hristiyanlar olması hasebi ile onların arasından bir resûl ama bizim anlattıklarımızı anlatan, aslında Kur’ân-ı Kerim ölçüleri içinde Müslüman olan bir resûl. Onun için Müslümanların resûlü, Hristiyanların resûlü diye bir ayırım değil de ülkelerdeki duruma göre, onların arasından bir resûl söz konusu oluyor. Mesela Hinduizm’in hâkim olduğu bir ülkede büyük çoğunluk onlardansa resûl de onların arasından, onların diliyle konuşuyor ama İslâm’ı anlatıyor onlara. Budizm’in hâkim olduğu bir ülkede bir Budist onların arasından Allahû Tealâ’nın bir resûlü, gene bizim size anlattıklarımızı size anlatıyor. Acaba farklılığı anlatabildik mi?
“Huzur namazını bazen bu resûl kıldırıyor mu?”
Huzur namazını kavim resûlleri kıldırmaz. Huzur namazının imamı değişmez. Huzur namazının imamını Allahû Tealâ tayin eder. Nebîlerin var olduğu süreç içerisinde hep nebîler huzur namazının imamıdır, asaleten huzur namazının imamıdır. Ama nebîler arasında yani peygamberler arasında fetret devirleri var. Onların olmadığı devirde de nebîlerin olmadığı devirde de huzur namazının imamı mutlaka görevini yapacaktır.
Burada farz olan bir husus vardır; huzur namazının imamı mutlaka bu dünyada hayatta olan biri tarafından ifa edilir, bu dünyada. Dünya adı verilen bu gezegen, kâinatın kalbinin bulunduğu noktadadır ve zikir buradan başlar, kalbinizin bulunduğu yerden başlar. Sol göğsünüzün altından başlar. Burası kalbinizdir, kâinatın kalbidir dünya. Ve bu dünyada huzur namazının imamı mutlaka bu dünyadan birisidir.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın huzurunda kılınan huzur namazının imamı, eğer nebî yoksa mutlaka kavim resûllerinden birisinin Allahû Tealâ tarafından seçilmesiyle gerçekleşir. O, tasarruf altına girer. O, huzur namazının imamıdır. Sadece o, hayatta kaldığı sürece o kişi huzur namazının imamlığını deruhte eder. Asaleten değil, vekâleten. Çünkü nebî değildir (peygamber değildir); sadece bir velî resûldür. İşte şu anda biz de öyleyiz ve değişmez, hep ölünceye kadar bu görev bizim uhdemizde kalacaktır.
Öyleyse huzur namazının imamlığını Amerika’dan, Hindistan’dan, Arabistan’dan herhangi bir kişi sırayla üstlenemez. Sadece bir kişi görevlidir, o kişi hayatta olduğu sürece vekâleten huzur namazının imamlığını gerçekleştirir.
“İslâm’da böyle bir namaz Kur’ân-ı Kerim’in hangi âyet-i kerimesinde geçiyor, açıklar mısınız?” diyor.
Âyeti kerimenin numarasını şimdi hatırlayamadım ama size mutlaka ulaştırırız. Âyet-i kerimede Allahû Tealâ diyor ki:
“Onlar, Allah’ın Zat’ına şehadet edenlerdir ve Allah’ın huzurunda secde etmek onları yormaz, onlar bundan mutluluk duyarlar.”
Bu mealde bir âyet-i kerime. Ama size inşaallah kaset göndereceğiz, bu kasetle birlikte o âyeti de mutlaka size kardeşlerimiz ulaştıracaklardır. Belki de şu anda onlar hatırlamışlardır bile, size şimdi de söyleyebilirler. Allah razı olsun.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bu konferansa müftülükten yetkililerin ulaşması, bir müftü yardımcısının bize ulaşması bizi büyük ölçüde sevindirmiştir. Belki şimdiye kadar resmî olarak değil; ama gayrî resmi olarak müftülükten de bazı kardeşlerimiz başka başka yerlerde yaptığımız bunca konferansa iştirak etmişlerdir. Ama bu defa açık bir şekilde kardeşimiz diyor ki: “Ben müftü yardımcısıyım ve size bu sualleri soruyorum.” diyor. Bundan büyük mutluluk duyduğumuzu, huzur duyduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Zaten Diyanet İşleri’ne gönderdiğimiz, Diyanet İşleri Başkanlığı’na gönderdiğimiz resmi mektupla Diyanet İşleri Teşkilatı’nda da bir konferans vermeyi, sualli ve cevaplı bir konferans olmasını biz Diyanet İşleri Başkanlığı’na bir dilekte bulunmak üzere bildirdik. Dileğimiz kabul buyrulursa mutlaka gereğini yaparız inşaallah, Diyanet İşleri Teşkilatı’yla daha yakın bir ilişki inşaallah bu devirde nasip olur.
Unutmayın, Allahû Tealâ’nın bir tane Kur’ân-ı Kerim’i var, hepimiz aynı Kur’ân-ı Kerim’e inanmak ve uymak mecburiyetindeyiz.
Çorum İlâhiyat Fakültesi’nden Z. Hanım diyor ki:
SORU: Felsefeden kimleri okuyorsunuz?
CEVAP: Felsefeden hiç kimseyi okumuyoruz sevgili kardeşim.
SORU: Herhangi bir kişiye bağlanmadan, îmânın sahibi olup Allah’ın cennetine giremez miyiz?
CEVAP: Girebilirsiniz. Eğer Allah’a ulaşmayı dilerseniz mutlaka Allah’ın cennetine ehil olursunuz, 1. kat cennetin sahibi olursunuz. Olursunuz da sizin iradenizin dışında Allahû Tealâ size mürşidi otomatik olarak sevdirir. Hatta öylesine sevdirir ki; bir mürşide ulaşmak için Allah’tan sizi talepte bulunmak hüviyetine getirir Allahû Tealâ. Ve siz Allah’tan talep edersiniz mürşidinizi. Deneyin! Eğer Allah’a ulaşmayı dilerseniz, o noktaya mutlaka ulaştığınızı göreceksiniz. Siz Allah’tan mürşidinizi talep edeceksiniz. Ama bir kişi Allah’a ulaşmayı diledi, dilediği an cennetin sahibi olmuştur. Hiç ameli yok? Fark etmez, onun bütün günahları örtülür yani sevapları mutlaka günahlarını aşar.
Aksini düşünelim: Bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemedi, 80 yıl yaşadı, 65 yıl İslâm’ın 5 şartını yerine getirdi; bu kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilemedi diye cennete girmesi önlenir. Çünkü onun âmelleri heba olur. Hem Kehf Suresi 103., 104., 105. âyet-i kerimesinde hem A’râf Suresinin 147. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, hem de Zumer Suresinin 65. âyet-i kerimesinde Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişilerin hüsranda olduğunu, onların da mutlaka âmellerinin heba olacağını (boşa gideceğini) söylüyor.
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
39/ZUMER-65: Ve lekad ûhıye ileyke ve ilâllezîne min kablike, le in eşrakte le yahbetanne ameluke ve le tekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere: “Gerçekten eğer sen şirk koşarsan (Allah’a ulaşmayı dilemezsen), amellerin mutlaka heba olur. Ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun.” diye vahyolundu.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemeden bir kişinin cennete girmesi mümkün değildir. Ama Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi mutlaka cennetin sahibidir. Bu kişi Allah’ın cennetine girebilir ama mürşid sevgisini Allah onun içine verecektir, bu kişi zaten mürşidini kendisi isteyecektir. Aksi varit değildir, insanlık tarihi boyunca aksi varid olmamıştır.
Allah’ın cennetine bir insanın girmesi mürşide ulaşmakla değil, Allah’a ulaşmakla gerçekleşir. Fakat ikinci etap mürşide ulaşmaktır. Allah’a ulaşmayı gerçekten dileyen bir kişinin 5-6 aylık bir ömrü varsa Allah ona mutlaka mürşid sevgisi verir; o kişi kendisi mürşide ulaşmak için gözyaşları dökmeye başlar. Yoksa Allah’a ulaşmayı dilemeden evvelki devrede de affedersiniz; mürşide ulaşmadan evvelki devrede de Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi cenneti hak etmiştir.
Üçüncü suali:
SORU: Cehennemde ebedî kalanlar yalnızca Allah’ı inkâr edenler olmayacak mı?
CEVAP: Hayır, cehennemde ebedî kalanların tek bir ölçüsü vardır: O, Allah’a ulaşmayı dilememektir. Cehenneme girenlerin hiç birisi ebediyyen kalmak olayının dışına çıkamaz. Cehenneme kim girmişse, kim girecekse o ebediyyen cehennemde kalmak üzere girer ve bunu Kur’ân-ı Kerim, tam 29 tane âyet-i kerime ile -söyledik size, numaralarını da verdik- ifade ediyor.
Öyleyse cehennemde ebedî olarak kalanlar, sadece Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir.
Dördüncü suali:
SORU: Resûl nebî, peygamber demek değil midir?
CEVAP: Resûl nebî; ikisini birden söylemiş kardeşimiz. Hayır, değildir. Resûl kelimesi ve nebî kelimesi birbirinden ayrı iki tane hüviyet taşır. Bütün nebîler (peygamberler) aynı zamanda mutlak olarak resûldürler.
Öyleyse eğer bu sual, “Nebîler resûl müdürler?” tarzında gelseydi, evet cevabını verecektik. Bütün nebîler (bütün peygamberler) mutlaka aynı zamanda resûldürler. Hiç istisnası olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca Allah’ın vazifelendirdiği bütün nebîler (bütün peygamberler) aynı zamanda mutlak olarak resûldürler.
Şimdi madalyonun öbür tarafına geçelim: Bir de bu nebî resûllerin dışında velî resûller var, evliya olan resûller var.
Öyleyse ne demek istiyoruz? Diyelim ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in devri. Peygamber Efendimiz (S.A.V), nebî resûl (peygamber). Aynı zamanda kendi kavminin resûlü. O kavmin dışındaki bütün kavimlerde de Allah’ın resûlleri o anda yaşıyor ama bunların hepsi velî resûller. Bütün devirlerde bütün kavimlerde resûller, velî resûller hep var olmuştur. Peygamberler huzur namazının tabiî imamlarıdır, asaleten imamlarıdır. Velî resûllerse peygamberlerin bulunmadığı fetret devirlerinde, bir tanesi o ülke resûllerinden (kavim resûllerinden, kavimlerdeki velî resûllerden bir tanesi) huzur namazının imamlığına Allahû Tealâ tarafından tayin edilir. O, bu görevi hayatta olduğu sürece vekâleten sürdürür. O kişi, nebîler bulunmadığı cihetle velî resûllerden birisinin vekâleten bu olaya atanmasıyla bu görevi gerçekleştirir.
İşte: “Bütün resûller mutlak olarak nebîdir.” diyor Akaid. Ama çok büyük bir hata. Kaç ayrı açıdan Allahû Tealâ’nın Kur’ân’da geçen resûl kelimesi nebîliği ihata etmiyor. Yûsuf Suresinin 50. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, firavunun gönderdiği bir elçiye, bir alelâde haberciye resûl kelimesini kullanmış.
12/YÛSUF-50: Ve kâlel meliku’tûnî bihî, fe lemmâ câehur resûlu kâlerci’ ilâ rabbike fes’elhu mâ bâlun nisvetillâtî katta’ne eydiyehunn(eydiyehunne), inne rabbî bi keydihinne alîm(alîmun).
Ve Melik: “Onu bana getirin.” dedi. Böylece ona, resûl (ulak, haberci) geldiği zaman Yusuf (a.s): “Efendine dön ve ellerini kesen kadınların hali (durumu) nedir, ona sor.” dedi. Muhakkak ki; Rabbim onların hilelerini en iyi bilendir.
Allahû Tealâ, Hz. Süleyman’a Belkıs’ın gönderdiği haberciye de (elçiye de) gene resûl kelimesiyle hitap ediyor. Bunların hidayetle uzaktan yakından alâkası yok. Oysaki resûl hidayete erdirmeye vesile olandır, devrin imamıysa hidayete erdirendir.
Öyleyse Allahû Tealâ Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
“Biz bütün kavimlere resûl göndeririz ve ard arda göndeririz.”
Bütün kavimlerde resûl vardır; 100 tane kavim varsa 100 tane resûl vardır dünya üzerinde. Ayrı ayrı dilleri konuşurlar. Her biri kendi diliyle kendi kavmine hitap eder. Bunların hiçbiri, şu anda yaşamakta olan resûllerden hiçbiri peygamber değildir. Hepsi velî resûldür. Bunlardan biri huzur namazına vekâleten görevli kılınmıştır. Tasarruf altındaki resûldür o, diğer resûller tasarruf rızasına ulaşmamış olan resûllerdir. O da velî resûl olmasına rağmen tasarruf rızasına ulaşmış, huzur namazının imamlığına tayin edilmiş olan bir resûldür.
Öyleyse resûl, nebî demek değildir. İkisi eş anlamlı olmadığı gibi birbiriyle bir ilişkisi de realitede yoktur. Nebîlerin hepsi resûldürler (peygamberlerin hepsi resûldürler). Onlar nebî resûllerdir (peygamberler resûllerdir), bütün kavimlerde yaşayan resûllerse velî resûllerdir. Allahû Tealâ melek resûllerden bahsediyor, cin resûllerden bahsediyor. Ne meleklerden ne cinlerden peygamber hiç olmamıştır.
Beşinci suali kardeşimizin:
SORU: İlâhiyatta okuyan bir insan, gerçek ve doğru bilginin sahibidir, diyebilir miyiz?
CEVAP: Hayır, diyemeyiz. Ne bir insan ilâhiyatta okuyor diye gerçek ve doğru bilginin sahibi olur ne de Diyanet İşleri Teşkilatı’nda çalışıyor diye. Gerçek ve doğru bilginin sahibi olmak isteyenler bizim konferanslarımızda ve Nur TV’de verdiğimiz bilgilere aşina olmak zorundadırlar ve devrin farzı budur. Bu devir hidayet devridir ve hidayet çağında Nur TV’den açıklanıyor. Ve tekrar edelim: Yakın bir gelecekte, biz müracaatımızı yaptık, inşaallah yakın bir gelecekte Diyanet İşleri Teşkilatı’nda da... Ha! Ayrıca bütün üniversitelere de müracaatta bulunduk; her üniversitede de mutlaka bir konferans vermek istiyoruz. Bu sizlere söylediğimiz şeyleri hem Diyanet İşleri Teşkilatı’nın merkezinde, hatta başka şehirlerde müftülüklerde vermek için biz hazırız. Gördüğünüz gibi özellikle biz davet ediyoruz. İlk defa davetimize resmî hüviyette bir kardeşimiz katılıyor. Bu bize büyük ölçüde mutluluk veriyor sevgili kardeşlerim.
Öyleyse sualin cevabını bitirelim: İlâhiyatta okuyan bir insan gerçek ve doğru bilginin sahibi değildir. Gerçek ve doğru bilgi, Kur’ân ilmi buradan veriliyor. Hem de Arapçayı doğru dürüst bilmeyen biri tarafından veriliyor. Allah razı olsun.
Bir izleyicimiz diyor ki:
SORU: “Ben çeşitli dîn görevlileri ile görüştüm. Tasavvufî konuları ve Allah’a ulaşmayı kabul ettiklerini ve doğru olduğunu; fakat bu konularda konuşamayacaklarını, bunun doğru olduğunu söylerlerse makamlarından olacaklarını söylediler. Bu kişilere yaptıklarının sorumluluğu ve sonucunu nasıl anlatırım?” diyor kardeşimiz. “Allah razı olsun.”
CEVAP: Siz anlatmayacaksınız sevgili kardeşlerim, biz anlatacağız. Diyanet İşleri Teşkilatı’nda konferansımız kabul edilirse. Bundan yıllarca evvel bir Diyanet İşleri Başkanı, Sayın Yazıcıoğlu’yla böyle bir şeyi kararlaştırmıştık. İki aylık kurs verecektik müftülere. Merkez müftülerine bir aylık, diğer müftülere iki aylık bir kurs verecektik. Ama manî oldu Diyanet İşleri Başkanı’nın staff heyeti.
Sevgili kardeşlerim, Allah’ın dediği mutlaka gerçekleşecektir. İnşaallah böyle bir konferans Diyanet İşleri Başkanlığı’nda da bütün üniversitelerimizde de tatbik sahasına girer. Şunu da söyleyelim: Biz, İzmir Üniversitesi’nde -konferansımız kabul edildi- konferansımızı verdik ve orada bir iki küçük konu dışında hiçbir şey kabul edilmez hüviyete girmedi. Bütün söylediklerimiz Kur’ân âyetleri olduğu cihetle tasdik edildi onlar tarafından. Anlattıklarımızı anlattık ama onların dîn kültürüne ve öğrettiklerine aykırı olmasına rağmen.
Erzurum Üniversitesi kabul etti, diğer üniversitelerin hiç birisi kabul etmedi konferans talebimizi. Bizatihi gidip konferans vermek istiyorduk. Erzurum Üniversitesi’nde itirazlar oldu. O gece sabaha kadar itiraz eden profesör kardeşlerimizle bir araya geldik. Biz Erzurum’dan ayrılırken onların hepsi, hamd olsun ki bizimle aynı fikre ulaşmışlardı.
Sevgili kardeşlerim, bizim fikrimiz kendimize ait bir fikir değil ki. Biz Kur’ân’ı anlatıyoruz, Allah’ın bize öğrettiği Kur’ân’ı. Öyleyse yakın gelecekte çok güzel şeyler olacak inşaallah sevgili kardeşlerim. İslâm âleminin merkezi en güzel standartlarda bizim öğretimimizle gerçekleşecek, reel olacak. Allah razı olsun.
Bir izleyicimiz diyor ki: “Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, bizleri onurlandırdınız, şeref verdiniz. Allah razı olsun. Sizi çok seviyoruz.”
Allah razı olsun bu iltifatlara.
SORU: Efendimiz, kader kavramını açıklar mısınız? Kaderin hayatımızdaki rolü, yeri, bize tesiri nedir?
CEVAP: Kader nedir, kaza nedir müessesesinin temelinde yatan faktöre bakalım.
Kader: Bizim irademizin dışında bir iradenin, bizim dâhilimiz olmaksızın bizim üzerimizde vücuda getirdiği tesirin adıdır. Bizim irademiz devrede değil ama olayı biz yaşıyoruz sonucuna biz katlanıyoruz, bizim üzerimizde olay vücuda geliyor. İşte bu olay bize göre bir kaderdir. Bir defa daha tekrar edelim: Bizim irademizin dışında… bizim başımıza gelen, bize tesir eden bütün olaylar bizim için kaderdir. Bunu gerçekleştiren kişi için bazen kaderdir bazen kazadır.
Kaza etmek: Bir şeyi vücuda getirmek, oluşturmak anlamını ihata ediyor.
Gecenin bir vaktinde bir kişi bekliyor düşmanını. Köşenin başında kıstırıyor, tabancasındaki bütün kurşunları boşaltıyor, öldürüyor onu. Ölen kişi için bu bir kaderdir; onun iradesi dışında bir olay olmuştur. Ölüm bir kaderdir. Ama öldüren kişi için bu olay bir kader değildir, bir kazadır. Bilerek, isteyerek, taammüden bir cinayet işlenmiştir, kaza edilmiştir cinayet işlemi.
Bir başka misal verelim: Bir kişi tabancasını temizliyor, temizlerken tabanca düşüyor, tetik bir yere takılıyor. İçindeki tek kurşun da orada olan birisini öldürüyor. Ölen kişi için bu bir kaderdir. İradesi dışında bir olay vücuda gelmiş ve ölmüştür kişi, kaderinin tabii neticesi olarak. Ama bu olayı vücuda getiren için kaza değildir, onun içinde kaderdir. Bu kişi yarın kıyâmette sorumlu olduğu zaman öldüren birisinin hüviyetinde değil, bu öldürmeye sebep olan olaydaki ihmal ve teseyyübü sebebi ile derecat kaybedecektir, derecat kaybettiğini görecektir. Öyleyse kader ve kaza bu açıdan kesin şekilde ayrılıyor.
“Kaderin hayatımızdaki rolü, yeri, bize tesiri nedir?”
Evlilik bir kaderdir. Bir iradenin dışında ikinci bir iradeyi mutlaka gerektirir; aynı paralelde. Yetmez, bazen üçüncü, dördüncü, beşinci, çok sayıda irade gerektirebilir. Ölüm bir kaderdir. Bize kader tesir eden bir müessesedir. Her zaman kader üzerimizde bir tesir icra edebilir.
“Kişi kaderine yön verebilir mi?”
Kişi kaderine yön veremez. Kader kişinin elinde değildir.
“Bir başkası diğerinin kaderine tesir edebilir mi?
Bir başkası diğerinin kaderine tesir edebilir. Çünkü o kişi dışarıdan bir iradeyi temsil eder. Dışarıdaki irade bir başka insana yaptığı, onun istediği veya istemediği her istikamette o kişi için kaderi oluşturur. Allah razı olsun.
Bir kardeşimiz buyuruyor ki: “Çok Muhterem Efendimiz, sizi karşımızda görmek sonsuz mutluluk.”
Bizim için de büyük mutluluk. Allah razı olsun.
“Bize sonsuz şeref verdiniz.”
O şeref bize ait.
“Sizi bize gönderen Rabbimize sonsuz hamd eder şükrederiz.”
Biz de Rabbimize hamd eder şükrederiz. Sizlerle beraber olmak, bu büyük zevki paylaşabilmek, nasip kıldığı için.
SORU: Efendimiz! Eskilerin söylediği, günümüze kadar ulaşan: “Niyet amelden üstündür.” sözü, Allah’a ulaşmayı dilemenin karşılığı mıdır?
CEVAP: Tam karşılığıdır. Misali bir defa daha verelim: Bir kişi kalpten Allah’a ulaşmayı dilemiş (gerçek anlamda) ve ertesi gün de ölmüş. Üstelik de bu kişinin hiç ameli yok. Bu kişinin gideceği yer, mutlaka Allah’ın cennetidir. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilediği anda bütün günahları örtülmüştür. Örtülmüşse onun gideceği yer mutlaka Allah’ın cennetidir.
İkinci bir kişi 80 yıl yaşamış, 65 yıl ibadet etmiş, İslâm’ın 5 şartını yerine getirmiş, cennetlerden cennet beğenemiyor; acaba 5. kata mı alır, 6. kata mı alır Allahû Tealâ diye. Ama bu kişinin gideceği yer cehennemdir sevgili kardeşlerim. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilememiştir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin bütün amelleri örtülür, affedersiniz! Bütün amelleri sebebi ile kazandığı dereceler heba olur, yok olur. Amelleri bu sebeple hiç kimseyi kurtaramaz.
Bizim saflar hep açıklamalar yapıyorlar, bir takım cemaat liderleri. Allahû Tealâ’nın dizaynında bu olayı yani Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dilemeyen kişinin amellerinin örtüleceğinden haberleri yok, kulp bulmaya çalışıyorlar bu olaya; niyetin amelden üstün olması olayına. Sevgili kardeşlerim, olay açık ve kesin. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin amelleri heba olur. Bu sebeple ne kadar amel yaparsa yapsın, amelleri sebebi ile kişi cennete giremez. Bunu bilmeyenler muhtelif sebepler uydurmuşlar, hiç de mantıkî gelmiyor insanlara söyledikleri.
Neden Kur’ân-ı Kerim’e göre değil de hep insanların yazdığı kitaplara göre hüküm verirler insanlar? Bunu hiç anlayamadık bugüne kadar sevgili kardeşlerim. Ama böyle yapan insanlar kendilerini gerçekten âlim olarak kabul ediyorlar. Tamam, buyursunlar kabul etsinler.
“Niyet amelden üstündür.” sözü bunun için geçerli. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, dilediği anda bütün günahları örtüldüğü için mutlaka cennete girecektir. Biraz yaşarsa bir de günahları sevaba çevrileceği için, biraz daha yaşarsa ruhunu Allah’a ulaştıracağı için 3. kat cennetin sahibi olur. Ondan sonra kişi öldü diyelim; mutlaka bu kişi 3. kat cennete girer. Ama Allah’a ulaşmayı dileyen kişi sırf Allah’a ulaşmayı dilediği için, o niyetin sahibi olduğu için bütün günahları örtüldüğü cihetle, onun niyeti o 65 yıl amel eden kişinin amelinden daha üstündür.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsi şöyle: “İnsanlar vardır cennetlik amel işler ama onlar cehenneme girerler. İnsanlar vardır cehennemlik amel işlerler ama onlar cennete girerler.”
Gene Peygamber Efendimiz (S.A.V) söylüyor: “Niyet amelden üstündür.”
Kur’ân-ı Kerim de Peygamber Efendimiz (S.A.V) de söylüyor: “Amelleri hiç kimseyi kurtarmaz.” Amelleri kimseyi kurtaramazmış. Bizim dîn adamları söylüyorlar, onlar Allah’a dua ettikleri için kurtuluyorlarmış.
Neden Kur’ân yok sevgili kardeşlerim? Neden Kur’ân yok? Neden Kur’ân yok? İşte 21. asrın, 3. bin yılın hidayet çağı olması bu sebebe dayalıdır; Kur’ân’ın ortadan kaldırılması. Şimdi Kur’ân yeniden ortaya konulacaktır ve görülecektir ki bütün kitaplar; Tevrat da İncil de sadece Kur’ân’da olanları vermiştir. Ve İslâm’ın 7 safhası, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbesinin yaşadığı hayat nasıl Kur’ân’da bütünüyle yer almışsa, Tevrat’ta da İncil’de de o 7 safhanın hepsi mevcut.
“Daha önce Allah’a ulaşmayı dilemek gerçeği, insanlara böyle anlatılmaya çalışılıyor olabilir mi?”
Evet, aynen öyle. Olabilir değil, olmuş.
“Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Ben Antalya’dan T.G.”
Ve aleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu T., Allah razı olsun.
“İnsanlar hep ezbere dîni yaşıyorlar.”
Ezbere dîn, öyle görmüşler atalarından öyle yaşıyorlar.
“Bir araştırmaya girseler, bir başlarını kaldırsalar, bütün aradıkları soruların cevaplarını Kur’ân-ı Kerim’imizde sayenizde bulacaklar.” diyor kardeşimiz.
Allahû Tealâ Âli İmrân-73’te ne güzel söylemiş: “De ki: Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.”
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
“kul innel hudâ hudallâhi.”
inne: Muhakkak ki.
hudâ: Hidayet.
hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.
“Ama insanlar, atalarının bilmeyerek öğrettikleriyle yetiniyorlar.
Bu söz çok güzel: “Atalarının bilmeyerek öğrettikleriyle yetiniyorlar.” İşte problem burada. Şimdi bize bu kadar düşman olan bu insanlar bu sebeple düşmanlar. “Sen bizi, atalarımızın bize öğrettiği dînden uzaklaştırmak istiyorsun.” diyorlar. Hayır! Biz, sizi atalarınızın öğrettiği yanlışlıklardan kurtarıp, Allah’ın Kur’ân’daki İslâm’ına çağırıyoruz. Siz Kur’ân’ı yaşamıyorsunuz. Büyük çoğunluğa sesleniyorum: Siz, Kur’ân’ı yaşadıklarını zannedenler! Siz Kur’ân’ı yaşamıyorsunuz. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe de hiç kimse Kur’ân’ı yaşayamaz.
Bakara-170’te: “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine tâbi olun!’ denildiğinde; ‘Hayır, biz atalarımızı bulduğumuz yola tâbi oluruz.’ dediler.”
2/BAKARA-170: Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ elfeynâ aleyhi âbâenâ e ve lev kâne âbâuhum lâ ya’kılûne şey’en ve lâ yehtedûn(yehtedûne).
Ve onlara: “Allah’ın indirdiği şeye tâbî olun!” denildiğinde; “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (yola) tâbî oluruz.” dediler. Ve eğer, onların ataları hiçbir şeyi akıl etmiyor ve hidayete ermemiş olsalar bile mi?
Tam bugünkü olayları anlatıyor bu âyet-i kerime: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola tâbî oluruz.”
Babaları da öyle yaşamışlar, büyük babaları da öyle yaşamışlar, toplumun büyük kısmı hep öyle yaşamış yüz yıllardan beri.
“Peki, eğer onların ataları hiçbir şeyi akletmeyen ve hidayete ermeyen kimseler ise de mi?”
Akıl etmek, zaten hidayete ermeye akıl etmek olduğu için akıl etmek kullanılmış burada. Allah’a ulaşmayı dilemekle başlayan, iradenin teslimine kadar uzanan bir bütün.
“Görülüyor ki asıl olan hidayettir. Efendimiz, ellerinizden hürmetle öperim. Canım Efendimiz, her zaman emrinizdeyiz. Allah razı olsun.” diyor.
Çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.
Bir izleyicimiz diyor ki: “Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.”
Ve aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
SORU: Efendimiz, hürmetle gül kokan ellerinizden öperim. Bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemiş zikir yapmaya başlamışsa, daha sonra nefsine, taguta yenilmiş ayağı kaymışsa ama hâlâ kalbinde Allah aşkını taşıyorsa tekrar tövbe almak isterse Allah o kişiyi katında tekrar affedip dostu olmayı kabul eder mi?
CEVAP: Kabul eder. Allahû Tealâ, doğuştan itibaren fıskta olan insanları Allah’a ulaşmayı dileyip de Allah’a ulaştıktan sonra eğer düşerlerse oradan, bir defa daha; ikinci defa fıska düşmüş oluyorlar. Bir defa daha hidayet hakkı veriyor Allahû Tealâ onlara. Düştükten sonra tekrar Allah’a ulaşmayı dilemeleri lâzım, tekrar mürşidlerine ulaşmaları lâzım. Geçmişten aldıkları dersle hidayete mutlak ulaştırılırlar bir defa. Ruhları mutlaka Allah’a Allah tarafından ulaştırılır. Ama ondan sonrasında bu sefer daha dikkatli olup düşmemeye çalışırlar ve de inşaallah fizik vücut teslimini ve daha ötesini sağlayabilirler. Bu kapı herkese açıktır; tekrar Allah’a ulaşmayı dileyip tekrar mürşide; Allah’ın gösterdiği mürşide ulaşıp tâbî olmak kaydıyla.
Bir izleyicimiz:
SORU: Ruhun Allah’a ulaşması nasıl olur?
CEVAP: Kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mürşidine ulaşır, tâbiiyetini gerçekleştirir. Nefs tezkiyesine başlar. Nefs tezkiyesi, nefsinin kalbinde fazıllar ilk %7’yi biriktirdiği zaman kişinin ruhu zemin kattan 1. kata ulaşır. Mürşidine ulaşıp tâbî olduğu anda ruh vücudundan ayrılıp devrin imamının ruhuna ulaşır. Oradan nefs tezkiyesine paralel olarak ilk %7 nurda 1. gök katına 2., 3., 4., 5., 6., 7. %7 nurlarda 7. gök katına ulaşır, oradan yatay bir yolculukla, sağa doğru yapılan yatay bir yolculukla 7 âlemi geçer, Sidretül Münteha’ya ulaşır; İndi İlâhi’nin en yüksek noktasına, oradan da Allah’ın Zat’ına ulaşır ve böylece ruh Allah’a ulaşmış olur.
SORU: Kişinin îmâna ulaşması nasıl olur?
CEVAP: Yani kişinin îmân sahibi olması, mü’min olması Allah’a ulaşmayı dilediği anda gerçekleşir. Burada îmân tahkiki îmân değildir, gaybî îmândır. Mürşidine ulaştığı zaman da tâbiiyetle beraber kişinin kalbine îmân yazılır, îmânı artar ama henüz tahkikî îmân yoktur. Bu noktadan itibaren kişinin cezbe alması ihtimali vardır; orası tahkikî îmânın başlangıcıdır. Sonra tahkiki îmânın sonraki kesimine ulaşılır. Daimî zikirde kalp gözü açılır, kalp kulağı açılır, gaybî îmân tahkikî îmâna dönüşür. Tahkikî îmânın son noktası ise irşad makamına Allahû Tealâ’nın tayin etmesi ve Allah’ın Zat’ını kişinin görmesiyle mümkün olur.
Bir izleyicimiz:
SORU: “Kişinin mürşide ulaşması nasıl olur?” diye soruyor kardeşimiz.
CEVAP: Demek ki kişinin îmâna ulaşması, mü’min olması Allah’a ulaşmayı dilediği noktada gerçekleşiyor. Kişinin mürşide ulaşması ise kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra, Allahû Tealâ ona mürşid sevgisi verir. Ve bu sevginin verildiği yer 12. basamaktır. 13. basamakta kişi hacet namazını kılıp, Allahû Tealâ’dan mürşidini sorar ve mürşidine ulaşır. Burada kişi huşûya ulaşmıştır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Allah’a ulaşan kişi 3. basamaktadır ve Allah ona furkanlar verir; günahlarını örter, 7. basamağa gelir.
8. basamakta: Allah, kişinin kalbine ulaşır.
9. basamakta: Kalbin nur kapısını Allah’a döndürür.
10. basamakta: Göğsünden kalbine nur yolu açar.
11. basamakta: Kişi zikre başlar. Kalbine Allah’ın fazılları, rahmeti ulaşır.
12. basamakta: Kalbine %2 nur girer, kişi huşû sahibi olur.
Huşû sahibi olan kişi mürşide ulaşmak yetkisinin sahibi olmuştur. Hacet namazını kıldığı zaman, Allahû Tealâ ona mutlaka mürşidini gösterir ve mürşidine ulaşır. Allah razı olsun.
Bir izleyicimiz diyor ki:
“Bismillâhirrahmânirrahîm, selâmun aleykûm.”
Ve aleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
SORU: Sevgili Efendimiz, hasretle ellinizden öperim. Efendimiz, mürşid kimdir?
CEVAP: Mürşid, Allah’a ulaştırmaya vesile olan kişidir. Özelliği nedir? Özellikleri vekil mürşidden başlayarak, ileri doğru gidildiğinde değişir. Gerçek bir mürşid daimî zikrin sahibidir. Kendisine yerlerin melekûtu gösterilmiştir, göklerin melekûtu gösterilmiştir, kalp gözü açıktır, kalp kulağı açıktır, kalbinde hiç afet kalmamıştır, ehl-i tezekkürdür, ehl-i hayırdır, ehl-i hükümdür, ehl-i hikmettir ve bu kişi ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim eden bir kişidir.
“Mürşdlik vasfı, mürşid nedir?” sualinin cevabı ise mürşid Allah’a ulaştırmaya vesile olan kişidir. Başka insanların ruhlarını Allah’a ulaştırmasına vesile olan kişidir. Neden? Çünkü mürşide ulaşıldığı zaman devrin imamının ruhu -Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi için söylediklerimiz geçerli tabii- devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine gelir, kalbine îmân yazılır, kişinin bütün günahları örtülür, arkasından da sevaba... Daha evvel örtülmüştü, sonra da sevaba çevrilir. Sevapları 1’e 10’dan 1’e 100’e çıkarılır, 1’e 700’e kadar yükselecektir. Ve bu noktadan itibaren kişi zikir yaptığı zaman kalbine gelen nurlar, kalbinde toplanmaya başlar. Her %7 nur birikiminde Allah’a doğru bir yolculuk yapılır.
Öyleyse bu hedefe kişiyi ulaştıran hüviyete sahip olan kişi mürşiddir.
“Özelliği nelerdir?”
Özelliklerini saydık. Allahû Tealâ tarafından “irşada memur ve mezun kılındın,” cümlesiyle irşad makamına tayin edilen kişidir, ruhunu da vechini de nefsini de iradesini de Allah’a teslim etmiştir.
SORU: Eğer mürşidimizi bulamazsak hangi durumlarla karşılaşırız?
CEVAP: Mürşidimizi bulamamamız mümkün değildir bir defa. Her şeyden evvel böyle bir şey mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi, mürşidini bulsa da bulmasa da bir şey ifade etmez, o kişinin hidayete ermesi mümkün değildir. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişiye ise mürşidini Allah gösterecektir, garanti etmiştir.
Öyleyse mürşidini bulamayan kişi zaten yolda olmadığı için, Allah’a ulaşmayı dilemediği için bir mürşid bulsa da ona tâbî olsa da bir hüküm ifade etmez. Onların kurtuluşa ulaşması mümkün değildir sevgili kardeşlerim. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi hangi mürşide ulaşırsa ulaşsın, o kişinin kalbinde hiçbir değişiklik olmaz. O kişi ihsanla tâbî olmamıştır, ihsanla tâbî olmayan bir insandır. Ve kalbine îmân yazılmaz, başının üzerine devrin imamının ruhu gönderilmez. Nefs tezkiyesi yapamaz, günahları sevaba çevrilmez, Allahû Tealâ ona daha öteye geçmesi için bir imkân hiçbir zaman tanımaz. Mürşide ulaşmak; kuru kuruya bir mürşide ulaşmak bir şey ifade etmez. Mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi Allah’a ulaşmayı dileyecek ve Allah’ın gösterdiği mürşide ulaşacaktır.
Evet, beşinci suali:
SORU: İslâm dünyası mürşid denen kavramı ya kabul etmiyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Nasıl bir çalışma, nasıl bir çaba sahibi olmalıyız ki; insanlara bu mürşidi anlatalım? Allah razı olsun.
CEVAP: İşte böyle bizim yaptığımız gibi konferanslar vererek, televizyondan açıklamalarda bulunarak mürşidin farziyeti herkese anlatılmalıdır.
Mürşid farzdır. İşte Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesi:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olanlar! Takva sahibi olun. Allah’a ulaştırmaya vesile olanı Allah’tan isteyin.” diyor Allahû Tealâ.
Mürşide ulaşmayı üzerimize farz kılıyor.
Bir öğrencimiz diyor ki:
SORU: Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Efendimiz, ellerinizden sevgi ve hürmetle öpüyorum. Bakara-45 ve 46 âyetleriyle Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ilk Cuma hutbesindeki; “Ölmeden önce ölünüz.” hadîsini birleştirebilir miyiz?
CEVAP: Bakara-45 ve 46’da Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne), ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).”
“Allah’tan sabırla ve hacet namazıyla istianeyi isteyin (mürşidinizi) isteyin. Bu zor bir iştir (başkaları için mümkün değildir).”
Kimler için mümkündür?
“illâ alâl hâşiîn: Ama huşû sahipleri hariç (onlar için mümkündür).
Kimdir bunlar?
“Onlar, Allah’a mülâki olacaklarına kesin şekilde inananlardır.” diyor Allahû Tealâ. “Allah’a mülâki olacaklarına kesin şekilde inananlardır, ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklarına kesin şekilde inananlardır.”
Öyleyse Allah’a mülâki olma muhtevası açısından bakılırsa, “Ölmeden evvel ölünüz!” ifadesi buna tam olarak uyuyor. Ölmeden evvel öldüğümüz zaman; nasıl öldüğümüzde ruhumuz vücudumuzdan ayrılarak Allah’a ulaşıyorsa, ölmeden evvel öldüğümüz zaman yani Allah’a ulaşmayı dileyip de mürşidimize ulaşıp tâbî olduğumuz zaman, ruhumuz vücudumuzdan ayrılır ve 21. basamakta Allah’a ulaşır. Bir tanesinde ölüyoruz da ruhumuz Allah’a ulaşıyor. İkincisinde ölmeden evvel ölüyoruz, ruhumuzun Allah’a ulaşması açısından aynı şeyi gerçekleştiriyoruz. Ve zaten Peygamber Efendimiz: “Öyle yapın ki,” diyor, “700 kat versin Allahû Tealâ size.” Ancak mürşidimize ulaştıktan sonra 700 katı alabiliyoruz; 100’er 100’er. 700 katı aldığımız yerse ruhumuzu Allah’a ulaştırdığımız, ölmeden evvel öldüğümüz nokta. Allah razı olsun.
Bir kardeşimiz diyor ki: “Sevgili Efendimiz, mübarek ellerinizden sonsuz hasret ve hürmetle öperiz inşaallah.” diyor. Biz de gözlerinizden öperiz muhabbetle.
Birinci sual:
SORU: Efendimiz mürid, mürşidine herhangi bir soru sorduğunda, başvuruda bulunduğunda Allah’tan ulaşan cevap, soruyu soran kişinin kalbindeki duygulara, talebe göre değişir mi?
CEVAP: Değişebilir. Onun için soruyu tarafsız olarak sormalısınız. Cezbe alanlar için de aynı şey geçerlidir. Soru tarafsız olarak sorulmalıdır.
“Duygularımız ne olursa olsun Allah’ın doğrusunun, en güzeli olanının bize ulaşması için mürşide nasıl soru sorulmalıdır?”
Bu tarzda. Yani bir kişi -cezbesi var- annesini doktora götürmesi lâzım ama götürmemeyi istiyor. Allahû Tealâ’ya soruyor: “Ya Rabbi! Ben annemi doktora götüreyim mi?” Allahû Tealâ’dan gelen cevap, onun kalbindeki talebe uygun olarak gelir.
Öyleyse bu istikamette kişi emin olamaz. Onun için Allahû Tealâ’ya sual sorarsanız veya mürşidden isterseniz sual sormasını gene net olmak mecburiyetindesiniz.
“Duygularımız ne olursa olsun Allah’ın doğrusunun, en güzel olanının bize ulaşması için nasıl soru sorulmalıdır?”
Kalbinizdeki taraflılığı bir tarafa bırakarak.
Üç:
SORU: Müridin mürşidi yönlendirmesi mümkün olabilir mi?
CEVAP: Yani sualler faslında demek istiyor.
“Aslında gerçek olmadığı halde kişinin kalbindeki yoğun talep nedeniyle o istikamette talebe göre cevap gelir mi?”
Gelebilir, Allah razı olsun.
N.E. diyor ki:
SORU: Efendimiz, bazı insanlara Allah’a ulaşmanın farz olduğunu tebliğ ettiğimde anlattıklarımı kabul ediyor ama Allah’a ulaşmayı dilemiyor. Bu insanlar işitmedikleri halde işitmiş gibi davranıyor. Tekrar tekrar tebliğ etmek gerekir mi?
CEVAP: Gerekir. Siz tebliğ vazifenizi ömrünüz boyunca devam ettireceksiniz, başka bir alternatifiniz yok. Mihr Vakfı’nın mensupları, İnternational Mihr Vakfı’nın mensupları her iki grup da tebliğ görevini ömrü boyunca devam ettirmek mecburiyetinde.
İkinci sual:
“Tebliğ ettiğimde: ‘Ben Allah’a ulaşmayı diliyorum.’ diyor, ‘Benim kalbim temiz. Ben herkese iyilik yapıyorum, namaz kılıyorum.’ Bunlar Allah’a ulaşmayı nasıl dileyecek?” diye soruyor.
İşte bu korkunç bir durum sevgili kardeşlerim. Herkes: “Benim kalbim temiz, ben kimseye kötülük yapmıyorum ve iyilik yapıyorum, namaz da kılıyorum. Öyleyse ben mutlaka cennete giderim.” diye düşünüyor. Hâlbuki gidemezler sevgili kardeşlerim. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi ne yaparsa yapsın, Allah’ın cennetine giremez.
“Bunlar Allah’a ulaşmayı nasıl dileyecek?” diyor.
Belki bir gün bütün kitlelere ulaşmak mümkün olur sevgili kardeşlerim, Allah her şeye kaadirdir. Biz görevimizi yapmaya devam edelim. Eğer bu konferansları bütün üniversitelerde verebilirsek, Diyanet İşleri Teşkilatı’nda verebilirsek ki bunu biz Birleşmiş Milletlere inşaallah götürmek istiyoruz, müracaat yazımızı şu anda hazırlıyoruz. Nasıl Diyanet İşleri Başkanlığı’na, bütün üniversitelere müracaat ettiysek oraya da müracaat edeceğiz. Ve bu konuda bizim bu ümidimizi kuvvetlendirecek bir olay oldu. Birleşmiş Milletlerde bir Arap âlim, Osmanlı’nın İslâm’a bakış açısını, bütün dînlere bakış açısını, dînler arasında fark gözetmediğini en güzel bir üslupla anlattı. Şimdi biz konuyu tamamlayacağız; İslâm’ın aslında son dîn olmadığını, kâinatın tek dîni olduğunu ve bütün dînlerin bugünkü izdüşümü olduğunu söyleyeceğiz.
Bütün dînler dediğimiz zaman da zaten sadece tek bir dîni kastediyoruz; Hz. Âdem’in dîni, Hz. İbrâhîm’in dîni, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve neticede Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’in hanif dîni. Arapça adıyla İslâm dîni. Allah razı olsun.
A. Ö. diyor ki: “Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.”
Ve aleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
“1986 yılının Ekim ayında ilk konferansınızı verdiğiniz salonda; aynı heyecan, aynı mutluluk ve aynı sadakatle bizleri yine birlikte kılan Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükürler olsun.”
86, 96, 2006, 2004; 18 sene olmuş sevgili kardeşlerim. 1986 yılının Ekim ayında ilk konferansımızı vermişiz. Bu hatıra beni çok duygulandırdı. Allah razı olsun.
“Aynı sadakatle bizleri yine birlikte kılan Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükürler olsun. Himmetinizle inşaallahû Tealâ hayırlara vesile olsun. Denizli’ye hoş geldiniz, huzur ve mutluluğu getirdiniz. Allah razı olsun. Muhterem Efendimiz, izninizle sorularımı arz etmek istiyorum.
Bir:
SORU: Hamd ve şükür kavramını bize anlatır mısınız? Hamd ve şükür günü münasebetiyle şükür elhamdûlillâh demek zannıyla her gün tesbihle ne kadar çekelim diye soranlar oldu. Resûlu Ekrem (S.A.V) Efendimiz, ‘İlmi alan ilminin, malı olan malının, parası olan parasının zekâtını versin.’ Hadîs-i şeriflerinin bu kavramla ilişkisi var mıdır?
CEVAP: 3000 ifadesi geliyor, 3000 zikir inşaallah. Allah razı olsun. Gerçekten bu hadîsle konunun birinci derecede alâkası var. Bu konferanslar da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu hadîsinin çok güzel bir ifadesi oluyor.
“İlmi olan ilminin zekâtını versin.”
Bu ilim bize, Allah’a bir defa daha huzurlarınızda hamd ediyoruz şükrediyoruz ki; Allahû Tealâ tarafından verildi. Ve onun şu anda şükrünü eda ediyoruz inşaallah.
Hamd manevî algıların, şükür maddî algıların Allah’a olan karşılığıdır. Şükran borcumuzun ödenmesi için Allah’a müracaatımızdır, münacatımızdır. Bize Allahû Tealâ’nın verdiği maddi ni’metleri için Allah’a şükretmek mecburiyetindeyiz, manevî ni’metlerin hepsi için de şükretmek mecburiyetindeyiz.
Görüyor musunuz sevgili kardeşlerim? Allah’a hamd edecek ve şükredecek ne kadar çok şeyimiz var.
İkinci suali:
SORU: Sohbetlerinizde ifade buyurduğunuz gibi: “Bu zamanda hayatta evliya olamaz. Onlar ancak türbelerde.” diyorlar.
Evet, öyle diyor herkes. Bir Allah dostu da diyor ki: “İnsanlar içinde evliya gizlidir. Aslında şu anda salonda birçok evliya var. Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz andan itibaren Allah’ın velîsi yani dostu olmak şerefinin sahibi oldunuz. İşte Allahû Tealâ’nın âyet-i kerimesi:
10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.
e lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne), ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne), lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati.
Yûnus Suresinin 62., 63., 64. âyetleri.
“O Allah’ın evliyası var ya, onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar. Onlar âmenû olmuşlardır ve takva sahibi olmuşlardır. Âmenû olan herkes Allah’ın evliyasıdır, onlara dünyada da cennette de mutluluklar vardır.” diyor Allahû Tealâ. “Dünyada da ahirette de mutluluklar vardır.”
“ellezîne âmenû ve kânû yettekûn (yettekûne): Onlar âmenûdurlar ve takva sahibi olmuşlardır.”
Âmenû oldukları anda -bir kişinin âmenû olduğu an Allah’a ulaşmayı dilediği an- o noktadan itibaren herkes evliyadır. Ama evliyalığın derecesi var, ancak 21. basamakta ruhunuzu Allah’a ulaştırırsınız, ermiş evliya olursunuz. Bu da zaten Allah’ın garantisi altında.
SORU: Allahû Tealâ bir kutsî hadîsinde: “Kubbelerimin altında benim nice evliyalarım vardır ki benden gayri kimse onları bilmez, ârif olamaz buyuruyor.”
CEVAP: Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz; herkes sadece kendisini bilir. Biz, açık ve kesin olarak sizlere sesleniyoruz. Sevgili Denizli halkı, Allah’ın evliyası olmak istiyorsanız başlangıcı çok kolay bir şey. Zaten sizi mutlak ermiş evliyalığa ulaştırır. Allah’a ulaşmayı dileyin! Dileyen herkesi mutlaka Allahû Tealâ, ermiş evliya kılar.
SORU: İslâmî edebî Arapça-Türkçe lugatta ricali gayp, ricaller ve ebdaller şöyle açıklanmış: “Her devirde bulunan ve herkes için görünmeyen ve bilinmeyen ve Allah’ın emirlerine göre çalışan mübarek büyük zatlar, manevî kuvvet, kudret sahipleri evliyalar vardır. Osmanlı, tahta kılıçlı, cezbeli olan buevliyalara ‘Abdalanî Rûm erenler, sultanlar.’ diyorlarmış.”
CEVAP: Abdallar aslında Allah’ın huzurundaki kılınan huzur namazında 10’arlık safların 4’ünü ilk oluşturan, 40’lardan sonra gelen 70’lerdir. Cübbeleri bal rengidir, 10’arlık sırayla 7 tane sıra oluştururlar. Allah razı olsun.
“Huzur namazının saflarında…”
A.Ö. kardeşimiz de Hoca Hanım da bunu söylüyor: “Huzur namazının saflarında ebdaller olduğunu sizden öğrendik.” diyor.
Hamd olsun ki biz onlarla her zaman beraberiz.
“Osmanlı, zaferleri bunlarla kazanmış. Muhterem Efendimiz, hayatta olanlar hayatta olmasalardı, ruh olarak hayatta ve Allah’ın emriyle hizmette olanlar hakkında doğrusunu sizden öğrenmek istiyoruz açıklayabilir misiniz?”
Onlar, Allahû Tealâ diyor ki bu Allahû Tealâ’nın velîleri için, şehitleri için: “Onları” diyor, “hayatta tutarız,” diyor, “bilmeyeceğiniz bir şekilde onları rızıklandırırız.” diyor. “Onlar göklerin ordularını oluştururlar.” diyor. “Yerlerin ve göklerin orduları Allah’ındır.” diyor Allahû Tealâ.
3/ÂLİ İMRÂN-169: Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ(emvâten), bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn(yurzekûne).
Ve Allah’ın yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) hayydırlar (canlıdırlar), Rab'lerinin katında rızıklandırılırlar.
48/FETİH-7: Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).
Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Öyleyse birçok savaşlarda savaşanların arasına birtakım cübbeli, sarıklı kişilerin girdiğini görürsünüz. Bir kısmı görürler, bir kısmı görmezler ama General Trikopis esir edildiği zaman: “Şu bizi esir edenleri çağırır mısınız?” diyor, “Onları yeniden görmek istiyorum.” Çağırıyorlar, Trikopis diyor ki: “Hayır!” diyor, “bunlar değil.” diyor. “Cübbeli ve sarıklı başkaları vardı.” diyor. “Bizi onlar esir aldılar.” diyor. “Biz bunlara ateş ettiğimiz zaman bunlar ölüyorlardı.” diyor. “Ama onlar ölmüyorlardı.” diyor. “Onlar bize kılıçlarını dokundurdukları zaman bizim askerimiz ölüyordu.” diyor. “Ama onlar ölmüyorlardı.” diyor. Sanıyorum yeterli boyutta açıklanmıştır. Allah razı olsun.
Üçüncü suali kardeşimizin:
SORU: “Sayın Mahir İz’in tasavvuf kitabında gördüm, Sultan Abdülhamid devrinin dahiliye nazırlarından Faik Memduh Paşa bir beytinde: ‘Rucuhum Hakka’dır. Memduh gelen Hay’dan Hû’ya gider.’ Halk arasında yanlış yorumlanan bir söz. Emeksiz kazanılan boşa gider gibi. Allah’tan gelen Allah’a gider. Minellah ilâllah. Tagutun tuzağına karşı uyanık olanlar hakkında ne buyurursunuz?” diyor.
CEVAP: Tagutun tuzağı, insanları Allah’a ulaşmayı dilemekten men etmek sureti ile tecelli eder Allah yolunda. Ama bizler inşaallah bütün dünyaya bunu mutlak olarak ulaştıracağız. Ulaştıracağımızdan eminiz çünkü öyle söylüyor. Karşımıza çıkan engeller bizi engelleyemez.
Öyleyse tagutun tuzağına karşı uyanık olanlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Onlar için mutlak olarak cennet söz konusudur. Ve Allah’ı diledikleri an cenneti kazanırlar.
Dört:
SORU: Muhterem Efendimiz, A’râf Suresi 59. âyet-i kerimesinde çorak ve mümbit arazi, toprak misali insan bedeniyle kıyaslanabilir mi? Hangi ortamda ve nasıl ahsen bir özellik kazandırılabilir? Fizik vücut ve nefs, akıl, irade vs. bir bütün olarak âzâlar ve hassalar olarak?
CEVAP: A’râf Suresi 59. âyet-i kerime.
7/A'RÂF-58: Vel beledut tayyibu yahrucu nebâtuhu bi izni rabbihi, vellezî habuse lâ yahrucu illâ nekidâ(nekiden), kezâlike nusarriful âyâti li kavmin yeşkurûn(yeşkurûne).
Ve güzel belde (toprağı verimli ülke), Rabbinin izniyle nebatı çıkarır. Ve kötü (verimsiz, çorak) olan ise, faydasız, kıt bitkilerden başka bir şey çıkarmaz. İşte böylece şükreden bir kavme âyetlerimizi açıklıyoruz.
7/A'RÂF-59: Lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî fe kâle yâ kavmi’budûllâhe mâ lekum min ilâhin gayruhu,, innî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm(azîmin).
Andolsun, Nuh (a.s)’ı kavmine gönderdik. O zaman şöyle dedi: “Ey kavmim, Allah’a kul olun! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Muhakkak ki; ben, o büyük günün azabının üzerinize olmasından korkuyorum.”
Neyse o âyet-i kerimede ne söylüyorsa Allahû Tealâ, şimdi âyet-i kerimeyi bulmak vakit alacak. A’râf Suresinin 59. âyeti kerimesinde çorak ve mümbit arazı diye iki araziden bahsediyor. Çorak arazidekiler, arazi Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri temsil ediyor, mümbit arazi Allah’a ulaşmayı dileyenleri temsil ediyor. Neden? Çünkü çorak arazidekiler nasıl doğmuşlarsa öyle kalacaktırlar ama Allah’a ulaşmayı dileyenler devamlı çoğalacaktır. Mümbit arazi meyve veren arazidir ve meyve veren ağaçlar taşlanır. En çok taşlanan da biziz.
“Öyleyse insan bedeniyle kıyaslanabilir mi?”
Çorak arazi Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların bedeni, mümbit arazi Allah’a ulaşmayı dileyenlerin bedeni ve çoğalacak olanlar onlardır.
“Hangi ortamda bu özelliği kazanabilir?”
Allah’a ulaşmayı dilediği ortamda.
“Ahsen özellik nasıl kazandırılır?”
Bunun nihayetindeki en son noktada. Ahsen olmak iradeyi de ruhu, vechi, nefsi ve iradeyi de Allah’a teslim etmekle gerçekleştirilir. Ve bütün uzuvlar, bütün hassalar Allah’a teslim edilmiş olur.
SORU: Mürşidin sahip olduğu salâh nuru inanmayanlara, ona tâbî olup da 28. basamağına gelip de 7 safha 4 teslimi de aşıp, bihakkın takvaya ulaşanların (uygun görürseniz) Kur’ân tefsirimizdeki 3.ay şifresindeki nurlara sahip olduğunu lütfen açıklar mısınız?
CEVAP: Biraz karışık bir ifade olmuş, bunu anlayamadım. “Mürşidin sahip olduğu salâh nuru inanmayanlara, ona tâbî olup da 28. basamağına gelip de 7 safha 4 teslimle aşıp bihakkın takvaya ulaşanların (uygun görürseniz) Kur’ân tefsirimizdeki 3. ay şifresindeki nurlara sahip olduğunu lütfen açıklar mısınız?” diyor.
Suali anlayamadım, çok uzun bir cümle yapmış A. Hoca Hanım. Ama muhtevaya vakıf olamadım. 28 basamak geçiyor, tamam. 7 safha 4 teslim, tamam. 28 basamağın 7. kademesi; 5. kademesi ifade ediliyor. Ondan sonraki 2 basamak daha devrin imamı ve başının üzerindeki salâh nuru. Ama 5. basamağa ulaşmadan evvel, daha Allah’a ulaşmayı dileyen kişi ihlâs makamından salâh makamına geçtiğinde Allahû Tealâ…
Salâh makamının 1. kademesi: Tövbe-i Nasuh.
2. kademesi: Günahların örtülmesi.
3. kademesi: O kişinin başına Allahû Tealâ’nın salâh nurunu vermesi.
Allahû Tealâ bunu çok açık bir şekilde ifade ediyor, ifadesi açık ve kesin. “Onların başına salâh nuru verilir.” diyor.
“Onları Tövbe-i Nasuh’a...”
“Öyle bir tövbeyle tövbe edin ki,” diyor, “bu Tövbe-i Nasuh olsun.” diyor.
Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesi:
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
Ve bu noktaya ulaşan herkesin başına salâh nurunun verildiğini, Allahû Tealâ açık ve kesin şekilde açıklıyor. Bunu demek istediyse cevabımız bu. Allah razı olsun.
“Muhterem Efendimiz, ilimle irfanla bizleri teçhiz ettiniz. Allah’a hamd ve şükürler olsun. İyi ki varsınız. Himmetinizle ayaktayız. Allah’a emanet olun.” diyor.
Allah razı olsun.
Denizli’den E. kardeşimiz diyor ki:
SORU: Fetih-10’da derecelerin nakısa düşmesiyle Hucurât-14’teki amellerin eksiltilmesi aynı şey midir?
CEVAP: Derecelerin nakısa düşmesi demek; kişinin kaybettiği derecelerin kazandığı derecelerden fazla olması. Hucurât-14’teki amellerin eksiltilmesi aynı şey. Amellerin eksiltilmesi; ameller sebebi ile kazanılan derecelerin yok olması demek.
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”
Allahû Tealâ Hucurât-14’te bunu söylemekle kalmıyor. Üç ayrı gurup âyet-i kerimede söylüyor. Günahların sevaba çevrilmesi işleminin tam zıddı olan amellerin boşa gitmesi.
Zumer-65:
39/ZUMER-65: Ve lekad ûhıye ileyke ve ilâllezîne min kablike, le in eşrakte le yahbetanne ameluke ve le tekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve andolsun ki, sana ve senden öncekilere: “Gerçekten eğer sen şirk koşarsan (Allah’a ulaşmayı dilemezsen), amellerin mutlaka heba olur. Ve mutlaka hüsrana düşenlerden olursun.” diye vahyolundu.
“Hüsranda olanların (yani Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) amelleri heba olur.” diyor.
A’râf-147 gene: “Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin amelleri heba olur.” diyor.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
Kehf-103, 104, 105 gene: “Allah’a ulaşmayı (Allah’a mülâki olmayı, ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı) inkâr edenlerin amelleri heba olur.” diyor.
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
Derecelerin nakısa düşmesi bu demektir. Allah razı olsun.
T. Ş. diyor ki:
SORU: İslâm’ın ilk şartı inanmaktır, Âmentû’ya inanan ve o esaslara göre yaşayan bir mü’min mürşidine ulaşmadı diye neden cehenneme gider?
CEVAP: Sevgili kardeşim, konferansın başından sonuna kadar burada mıydınız? Ya burada değildiniz; konferansta değildiniz ya da söylediklerimi hiç mi hiç anlamadınız. Mürşidine ulaşmadı diye cehenneme gidenlerden bahsetmiyoruz, Allah’a ulaşmayı dilemedi diye cehenneme gidenlerden bahsediyoruz.
Siz Allah’a ulaşmayı dilediniz mi? Dilemediyseniz şu İslâm’ın şartı inanmak; Allah’a inanmak, kitaplarına inanmak, peygamberlerine inanmak, meleklerine inanmak, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmak, hatta Allah’a mülâki olmaya inanmak -onu da katalım iki hadîsten bir tanesinde var. İnanıyorsunuz diye cennete mi gideceğinizi zannediyorsunuz? Nerede o bolluk? Size ayrı ayrı cephelerden bir sürü âyet söyledik. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi cehenneme girer. Ne yaparsa yapsın onun amelleri de boşa gider. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin amelleri boşa gittiği için, o kişi Allah’a inansa da Allah’a ulaşmayı dilemedikçe cennete girmesi mümkün değildir. Birkaç defa anlattık olayı.
Öyleyse mürşidine ulaşmadı diye değil, Allah’a ulaşmayı dilemedi diye insanlar cehenneme gider. O da tabii zaten mürşidine ulaşmamış olacaktır. Onu sebeplerden biri sayıyorsanız tamam, buyurun sayın. Güzel!
Bunlar hep işte bu kardeşimiz gibi zavallılar. Hep bu kitaplardan öğrendikleri bu kitabî bilgilere, insanların el yazması kitapların yazdıklarına bakarlar; Kur’ân-ı Kerim’e bakmayı hiç akıl etmezler. İşte bir tanesi de bu. Evvela söylediklerimizi hiç anlamamış. Sonra diyor ki: “Allah hiçbir ibadeti boş çevirmez.” İbadeti boş çevirmez yani ibadetin karşılığını amel defterine yazar. Ama Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişilerin ibadetleri sıfırdır, ona hiçbir derecat kazandırmaz. Allahû Tealâ: “Onların ibadetleri boşa gider.” diyor. Şimdi söyledik üç âyeti kerime. Üç âyet de onu söylüyor: “Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin kazandığı bütün dereceler boşa gider.” Onların defterlerinin kazanç hanesinde netice daima sıfırdır. O zaman o kişi günahları sevaplarından fazla olan biridir, mutlaka cehennem gider.
SORU: Allah’a ulaşmanın yolu mürşidi bulmaktan geçiyorsa neden İslâm ve îmânın şartlarında mürşide ulaşmak yok?
CEVAP: Neden Kur’ân-ı Kerim’de var da orada yok? Asıl sual bu. Neden Kur’ân-ı Kerim’de var da orada yok? Çünkü zaman içinde Kur’ân’ın bütün hakikatleri unutulmuş, insanların asırlar boyunca yazdığı kitaplar elden ele geçmiş ve Kur’ân unutulmuş, o kitaplar hâkim olmuş. Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ mürşidi farz kılıyor, suallere cevap verirken de söyledik. Ve olay burada tamamlanıyor. Eğer îmânın şartlarında mürşide ulaşmak yoksa bu Allahû Tealâ’nın koyduğu kanunların yok olduğunu göstermez, insanların eksikliğini gösterir sadece bu konuda.
Sevgili kardeşlerim, size Kur’ân anlattık. Kur’ân’la hadîsleri mukayese edip de hadîslere göre Kur’ân’ı yargılayamazsınız. Kur’ân furkandır. Doğruyu yanlıştan ayırt eden husus Kur’ân’dır. Hadîslerin de açıklaması Kur’ân’la mümkün. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Benim hadîslerim tartışılacaktır, Kur’ân’la karşılaştırın. Hiçbir hadîsim Kur’ân’a aykırı olamaz.” diyor.
İkinci suali:
SORU: Hacet namazı kılmadığım halde sizi rüyamda gördüm. Bunun bir hikmeti var mıdır?
CEVAP: Bir gün aklın başına gelirse bize ulaşacaksın demek bunun mânâsı, sevgili kardeşim. Dua ederiz inşallah, sizin için de herkes için.
Bir kardeşimiz diyor ki: “Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Hürmetle ve hasretle gül kokan ellerinizden öperim. Denizli’mize hoş geldiniz Efendimiz.”
Ve âleykum selâm ve rahmetullahi ve berekâtuhu. Biz de gözlerinizden öperiz. Hoş bulduk.
SORU: Efendimiz, namaz kılarken bazen bir şey beni sıkarcasına bir an önce kılıp bitirmek istiyorum. Bazen de kaç rekât kıldığımdan ve nasıl kıldığımdan şüphe duyuyorum. Ne yapmam gerekiyor?
CEVAP: Şüphe duyuyorsan bir problemin yok, 1 rekât fazla kılacaksın. 3 rekât kıldın; 2 rekâtta mısın 3 rekâtta mısın? Şaşırdın, 2 rekât kabul edeceksin. 3. rekâtı kılacaksın, bitirirken de bir sehiv secdesi yapacaksın. Problemin yok. Bir an önce bitirmek istediğin zaman, kalkıp bitirmek istediğin zaman kendinle mücadele edeceksin. Bunu sana, seni zorlayan şeytan, ona diyeceksin ki iç dünyanda: “Sen öyle söylediğin için ben şimdi bu şaşırdığım namazlar var ya, bu namazın yerine bir defa daha aynı namazı kılacağım. Sen beni yıldırmaya çalışıyorsan, ben yılmam. Ben Allah’a inanıyorum, Allah’ın yolundayım, Allah’a ulaşmayı diledim ve senin palavraların beni ilgilendirmez.” diyeceksin. Ve diyeceksin ki: “Sen böyle yaparsan eğer, ben her seferinde 4 rekâtlık namazı bir defa daha kılıp, 8 rekât kılarım. Ve seni de çatlatırım.” diyeceksin iblise. Tamam mı? Allah razı olsun.
Bir öğrencimiz diyor ki: “Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Katıldığımız bazı ev sohbetlerinde bizlere sorulan soruları izninizle sormak istiyorum.”
SORU: Organ bağışı yapılması uygun mudur? Öldükten sonra dirilmede uzuvlar konuşur mu?
CEVAP: Organ bağışı yapılması uygundur. Öldükten sonra dirilmede uzuvların bir sözü olmaz. Çünkü ölümünüzden sonra canlanmanızda, çok kısa bir zaman insan olarak bu hüviyette kalacaksınız. Orada amel defterinizi gördükten sonra vücudunuz değişecek. Cennet veya -sizlerin inşaallah hepinizin cennet olur- cennet ölçüsünde enerji bedenlere sahip olacaksınız. Nefsiniz fizik vücudunuzun içine girecek. Öyleyse artık mideye, bağırsaklara vs.’ye ihtiyacınız olmayacak. Allah razı olsun.
İkinci suali:
SORU: Hac ibadeti yapanların tüm organlarının silinmesi diye konu, Kur’ân-ı Kerim’le bağdaşıyor mu?
CEVAP: Hac ibadeti insanlar yapsalar da yapmasalar da kıyâmet günü organlar yok olacak zaten. O organları olmayan bir vücuda kavuşacaksınız. Onun için hacca gitmeyenlerin de gidenlerin de durumu arasında bir farklılık yok.
Önemli olan Allah’a ulaşmayı dilemek. Dileyenler için cennete girmek söz konusu. Uzuvlara sahip olmayacaklar. Dilemeyenler için cehenneme girmek söz konusu ve uzuvlara gene ihtiyaçları olamayacak; mide, bağırsak gibi, kalp gibi.
Üç:
SORU: “Allah yolundaki hizmetlerimizi nasıl arttırabiliriz? Bize tavsiyelerinizi bekleriz. Allah razı olsun. Hasta olan kardeşim için de dua eder misiniz?” diyor.
CEVAP: Dua ederiz kardeşiniz için. Hizmetlerinizi Allah yolunda daha şevk ve gayretle arttırmak için Allah’tan devamlı yardım isteyeceksiniz. Ve kendinize devamlı telkinde bulunacaksınız.
Dilek, temenniler, dualar...
Sevgili kardeşlerim, dilek, temenniler ve duaları okuyorum inşaallah.
Öğrenciniz B. E:
“Canımız Efendimiz, sultanımız ellerinizden sevgi, hasret ve hürmetle öpüyorum. Hasret dolu olan kalplerimiz bugün sizinle bir nebze de olsa küllendi. Denizli’mize hoş geldiniz Efendimiz. Sizin sayenizde hidayeti öğrendik. Ölü iken dirildik sizin öğretinizle, o bir tek dilekle. Allah sizden razı olsun Efendimiz. İnşaallah bu konferansa mutluluğa hasret duyan diğer kalpler de mutluluğu tanır ve ulaşır, hidayet güneşi onların da kalplerine sızar. Bize verdiğiniz Allah’ın bu mutluluğu ve hidayeti için size teşekkür ediyoruz. Denizli’mizdeki her kişiye hidayet güneşinin ulaşması için ve bizlerin de hidayetlerinin ve gayretlerinin artması için dualarınızı dileyerek ellerinizden hürmetle ve saygıyla öpüyoruz.”
Biz de muhabbetle gözlerinizden öpüyoruz. Dua ederiz inşaallah.
Denizli’den F. A. diyor ki:
“Esselâmu âleykum.”
Ve âleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
“Canım Efendimiz, gül kokan ellerinizden hasretle ve saygıyla öperim. Sizi çok seviyorum. Efendim, kıymetli zamanınızı bize ayırıp, bu muhteşem konferansı yapmanızdan dolayı en büyük mutluluğu ve huzuru bizlere yaşattığınız için çok teşekkür ederiz. Efendimiz, Kur’ân’ın nur ışığından sadece gerçekleri bize açıkladığınız için ve bize saygıyı, sevgiyi ve mutluluğu yaşattığınız için çok teşekkür ederim. Çocuğum ve benim her konuda sonsuz dualarınıza ve himmetlerinize ihtiyacımız var. Gül kokan ellerinizden öperim. Allah razı olsun.”
Allah sizden de razı olsun. Dua ederiz inşaallah.
Bir izleyicimiz:
“Esselâmu âleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Kâinatın tek güneşi, gözümüzün nuru, gönlümüzün sultanı, sizinle olmaktan çok ama çok mutluyuz. Bize böyle bir güzelliği yaşattığınız için Allah sizden razı olsun. Kızımın derslerinde başarılı olması için, oğlum anaokuluna gidiyor onun için, eşim ve benim daha çok hizmet edebilmemiz için, kardeşimin ikiz çocukları olacak onun için, H. K. için, daimî zikre ulaşmak için, çok kıymetli dualarınızı bekliyorum. Hürmetle ve hasretle gül kokan ellerinizden öpüyorum. Allah razı olsun.” demiş.
Dua ederiz inşaallah.
Z. Hanım:
“Esselâmu âleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Çok sevgili Efendimiz, sizleri çok seviyoruz. Sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz. Ailemin de Allah yolunda olabilmesi için, ayrıca da zikrimi eksiksiz çekebilmem için, tüm kardeşlerimle can cana tasavvufu yaşayabilmem için dualarınıza ihtiyacım var.”
Dua ederiz inşaallah.
“Ayrıca özürlü bir çocuğum var, onun da sağlığına kavuşması için dua eder misiniz? Allah razı olsun.”
Bütün talepleriniz için dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
N. E. kardeşimiz diyor ki:
“Selâmun âleykum.”
Ve âleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
“Efendimiz, hürmetle ellerinizden öperim. Bana, aileme ve tüm kardeşlerime Allah’a şahit olanlardan olmamız için dua eder misiniz? Sizi canımdan çok seviyorum. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah.
Bir izleyicimiz:
“Güllerin efendisi Efendimiz. Esselâmu âleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Efendimiz, ben sizi daha yakından görmek için buraya geldim. Efendimiz, ben hacet namazını iki defa kıldım, mürşid görmedim. Fakat hacet namazını kılmadan sizi rüyamda gördüm, sizin cübbenizi giymiş olarak. Bu kabul olur mu?”
Kabul olur. Hemen kardeşlerimize ulaşın, tâbiiyetinizi gerçekleştirin.
“Kendim ve ailem için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah hepiniz için.
Bodrum’dan N.U:
“Yaşlı halimde karım beni terk etti. Boşanmak istiyorum, boşanmıyor. Allah rızası için dualarınızı bekliyorum.”
Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bodrum’dan N. Hanım:
“Haksız yere komşum dava açtı ve kazandı. Evimin bir kısmını yıkmak istiyor. Temyiz yolu açık henüz. Ama bilmem sonuç ne olur? Her şeye rağmen oldukça huzurluyum. Aileme ve kardeşlerime dualarınızı bekliyorum. Saygılarımla.” diyor.
Dua ederiz inşallah, adaletin yerini bulması için.
Bodrum’dan G. Hanım:
“Beş çocuğum var, hiçbirinden gülmedim. Ama en çok İstanbul’a gidip de çalıştığı yerde bir kadının etkisinde kalan oğlum M., günden güne erimekte. Yardımlarınızı talep ediyorum.”
Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bodrum’dan Ş. Hanım diyor ki:
“Size nasıl ulaşacağımı bilmiyorum. Hep huzursuzluk yaşıyorum. Yardımlarınızı diliyorum.” diyor.
Bize ulaşmanız çok kolay. Bu konferansı düzenleyen hanımlara ulaşın. Onlar bize nasıl ulaşacağınızı hemen size söylerler. Allah razı olsun.
Antalya’dan M. G. diyor ki:
“Esselâmu âleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Efendimiz, güneşimiz, ilim kaynağımız, en büyük ni’metimiz, sonsuz hürmetle ellerinizden öperim.”
Ha! Ve âleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
“Efendimiz, bayanların daha çabuk tasavvufa geldiklerini görüyoruz ama erkek kardeşlerimizi ikna etmemiz daha zor oluyor. Bizim de sayılarımızın çoğalması ve sizin yolunuzda hizmet etmemiz için ve Allah’ın kulu kölesi olmak için sizin dualarınızı istiyoruz Efendimiz. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah M. Allah razı olsun.
Bir kardeşimiz diyor ki:
“Esselâmu âleykum.”
Ve âleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
“Efendimiz, hürmetle ellerinizden öperim. Ben Denizli’de yeni biat edenlerdenim. Sohbetlere gidemiyorum. Oğlum var sara hastası. O kadar çok bağırıyor ki hiçbir yere gidemiyorum. Bunun için dua istiyorum. Tüm çocuklarıma ve damatlarıma dua istiyorum.”
Hepiniz için dua ederiz inşaallah.
Bir kardeşimiz diyor ki:
“Esselâmu âleykum rahmetullâhi ve berekâtuhu.”
Ve âleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Hem bir evvelki kardeşimiz için esselâmu âleykum rahmetullâhi ve berekâtuhu, hem de bu kardeşimiz için.
“Efendimiz, hürmetle ellerinizden öperim. Ben sohbetlere gidiyorum ama ne yazabiliyorum ne de anlatabiliyorum. 28 basamağı âyetleriyle anlatabilmem için dua istiyorum.”
Önce âyetsiz anlatın. Sonra da âyetleriyle birer birer anlatırsınız. Acele etmeyin. Eğer aynı konuyu tekrar tekrar okursanız, ezberlemek kastıyla değil ama tekrar tekrar okuyun. Mesela 10 defa okuyun, bir de bakacaksınız ki bir kısmı aklınızda kalmış. Yazmanız gerekmiyor. Bizim dergimizden okuyun, gönderdiğimiz bilgilerden okuyun ve inşaallah en güzele ulaşırsınız.
Bu arada bir özel not aldık. O özel notu söyleyen kardeşimize de teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun. Herhalde açıklamamızı istemez böyle bir konuda ama bir dakika... Açıklamamız uygun inşaallah. Diyor ki kardeşimiz:
“Sayın İskender Ali Mihr, sekiz tane soru sormuştum. Ben hüviyetimi bildirmedim. Ama müftü yardımcısı olarak soruları yazmışlar, size bildirmişler. Ben bu konferansa şahsen ve başka bir görevle gelmiştim. Bunu bilmenizi dilerim. Sekiz tane sorumu cevaplandırdığınız için teşekkür ederim. Allah razı olsun.” diyor.
Biz de Allah razı olsun diyoruz sevgili kardeşimize.
Allah razı olsun. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın huzurunda hepinize nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bizi çok mutlu kıldınız. Bu konferansı tertip etmekle, bu konferansa gelmekle bu salonu şereflendirdiniz.
Sevgili kardeşlerim, görüyorsunuz ki Allah yolundaki kilometre taşlarına her gün yenileri ilâve ediliyor.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah muhakkak ki her şeye kaadirdir. Görüyorsunuz, ne kadar güzel şeyleri bizlere nasip kılmış. Bir mutluluğu bütün boyutlarıyla 4 saat süreyle, 4 saatten de fazla bir süreyle yaşamayı Allahû Tealâ bize nasip kıldığı için O’na huzurlarınızda hamd ve şükrederek, sizlere de teşekkür ederek inşaallah konferansı burada tamamlamak istiyorum.
Allahû Tealâ’dan hepinizin hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaşmanızı dileyerek sözlerimi tamamlıyorum inşaallah.
İmam İskender Ali M İ H R