SOHBETİN ADI: ZİKİR VE NEFS KADEMELERİ
TARİHİ: 29.08.1999
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetinde Yüce Rabbimiz bir araya getirdi.
Bundan bir evvelki kasetimizde zikirden bahsediyorduk. Zikir müessesesinin, bir insanın nefsinin kalbinde neleri oluşturduğunu anlatmıştık ve nefs tezkiyesi noktasına kadar ulaşmıştık.
Nedir nefs tezkiyesi? Nefsimizin kalbindeki karanlıkların, afetlerin %50’den daha fazlasının yok olması, yerine Allah’ın nurlarının gelerek onların yerini işgal etmesi. Böylece ne oluyordu? Şeytanın hâkimiyeti, şeytanın tesir sahası başlangıçta nefsimizin bütün afetlerine olduğu cihetle %100 iken, nefs tezkiyesine ulaştığımız yerde, şeytanın hâkimiyet alanı %100’den %49’a düşüyor. %50’nin altına iniyor. %50’den daha çok Allah’ın nuru nefsimizin kalbini fazıllar olarak, faziletler olarak işgal ediyor.
Öyleyse ruhumuzun muhtevası hasletlerle dolu. Hasletler, güzelliğe dönük bütün özellikler. Eğer nefsimizin kalbine taşınan bu nurlar ruhumuzdan gelseydi, o zaman onların da isimleri haslet olacaktı. Ama oradan gelmiyor, Allah’ın katından geliyor. Aynı özelliklere sahip olmasına rağmen, onlar da sadece hasletleri oluşturmasına rağmen isimleri fazl oluyor, fazlın çoğulu da fazilet. Böylece şunu görüyoruz ki; nefsimizin kalbinde bir evvelki anlattığımız nokta, Allah’ın nurlarının şeytanın karanlıklarına hâkim olması hali yani alacakaranlık. Sabah, şafak doğmak üzere, etraf aydınlanmaya başlamış ama aydınlık daha yarıyı yeni geçmiş, gündüz olmamış. İşte şimdi gündüz vaktine giriyoruz. Bu seferki kasetimizin konusu bundan sonrası; nasıl nefs tezkiyesinden sonra nefs tasfiyesine ulaşırız? Nefsimizin kalbi nasıl bütün afetlerden kurtularak tam aydınlığa ulaşabilir, işte söz konusu olan bu. “Nasıl İslâm oluruz” sualinin cevabı, zikrin İslâm olmaktaki fonksiyonu bu kasette inşaallah verilecek.
Öyleyse nefsimizin kalbi yarı yarıya nurlarla aydınlaşmış durumda iken başlıyoruz bu akşamki konumuza.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın indinde durum, %51 Allah’ın nurlarıyla dolu bir kalp, nefs kalbi. Bu noktadan itibaren zikrimiz zaten artarak devam ediyordu. Bu noktadan itibaren zikrimizi daha çok arttırıyoruz. Artan zikir, nefsimizin kalbinde daha çok nur oluşturuyor. Evvelâ muhtevaya baktığımız zaman 22. basamaktayız. Gene muhtevaya baktığımız zaman artık bu kişi Allah’ın evliyası olmuş; Allah’ın bir velîsi olmuş. Evliyasından birisi olmuş. Nefsinin kalbindeki nurlar %50’yi aşmış. Kişi fenâ makamının sahibi. Yani? Yani ruhu Allah’a ulaşmış ve Allah’ın Zat’ında ifna olmuş, yok olmuş. Allahû Tealâ da o kişinin ruhuna meab olmuş, sığınak olmuş.
İşte Allahû Tealâ bu hususu Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde anlatıyor.
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
zâlikel yevmul hakk femen şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben: İşte o gün Hakk günüdür. Hakk’a ulaşma günüdür. O gün dileyen kişi (Hakk’a ulaşmayı dileyen kişi) kendisine Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’i yol ittihaz etmiş ve o yolu aşan ruh, Allah’a ulaşmış, Allah’ın Zat’ı o ruha meab olmuş, sığınak olmuş.
İşte Allahû Tealâ onu anlatıyor: “O gün dileyen kişi; Allah’a ulaşmayı dileyen kişi kendisine Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’i yol ittihaz eder ve kimin ruhu bu yoldan Allah’a ulaşırsa Allah’ın Zat’ı o kişinin ruhuna meab olur, sığınak olur.” diyor Allahû Tealâ, Nebe Suresi 39. âyet-i kerimede. Ve Âli İmrân Suresinin 14. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bu muhtevaya şöyle bir yaklaşımda bulunuyor:
3/ÂLİ İMRÂN-14: Zuyyine lin nâsi hubbuş şehevâti minen nisâi vel benîne vel kanâtîril mukantarati minez zehebi vel fıddati vel haylil musevvemeti vel en’âmi vel hars(harsi), zâlike metâul hayâtid dunyâ, vallâhu indehu HUSNUL MEÂB(meâbi).
İnsanlara, "kadınlara, oğullara, kantar kantar biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, hayvanlara ve ekinlere olan sevgiden oluşan" şehvetleri (aşırı düşkünlükleri) güzel gösterildi. Bunlar, dünya hayatının menfaatleridir. Ve Allah, O'nun katındaki en güzel sığınaktır.
“vallâhu indehu husnul meâb: Andolsun ki, yemin olsun ki Allah’ın katındaki en güzel sığınak, ahsen olan sığınak Allah’ın Zat’ıdır.” diyor Allahû Tealâ.
İşte ruhumuzun, bütün ruhların sığınağı Allah’tır. Bütün ruhlar Allah’tan gelmiştir, Allah’a dönecektir. Nasıl dönecektir? İşte konumuz bu; nefs tezkiyesi ile. Nefs tezkiyesinin, baştan itibaren Allah’ın nurlarının nefsimizin kalbindeki îmân kelimesinin etrafında toplanmasıyla tahakkuk ettiğini söylemiştik. Bu toplanma her %7’de Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerinde %7 nur birikimini sağlamıştı. 2 de huşûda alınan nurla beraber nur seviyesi nefsimizin kalbinde %51’e ulaşmıştı. Ve nefs tezkiyesine ulaşmıştık. Burası Allah’a ulaştığımız, ruhumuzun Allah’a ulaştığı yer; 21. basamak. Ne zaman ki ruhumuz Allah’a ulaşınca ortalıkta kalmaz, Allah’ın Zat’ında kaybolur, Allah’ın Zat’ı ona sığınak olur; 22. basamağa ulaşırız, Allah’ın evliyası oluruz. Fenâ makamındayız. Allah’ın Zat’ında ifna olma makamındayız.
Sonra ne olur? Sonra nefsimizin kalbindeki nur, giderek yaptığımız zikrin artmasıyla daha çok artar. Artan nur artık her kademede %7, %7 artmayacaktır. Bundan sonra her kademede %10 artarak gidecektir ve 4 kademe sonra da daimî zikre kişi ulaşacaktır, 5. kademeye.
Burada velâyet konusunda artık kademe tabirini kullanmıyoruz, ‘makam’ tabirini kullanıyor Allahû Tealâ. Velâyet makamları:
1. makam: Fenâ makamı.
2. makam: Beka makamı.
3. makam: Zühd makamı.
4. makam: Muhsinler makamı.
5. makam: Ulûl’elbab makamı.
6.’sı: İhlâs makamı.
7.’si: Salâh makamı.
İşte bunlardan 5., 6., 7. makamlar (3 makam) daimî zikir makamları. Öyleyse 1. makamdan itibaren nefsimizin kalbine beraberce bakalım. Bir insan Allah’ın evliyası olduğu an, nefsinin kalbinde %51 nur oluşmuştur, birikmiştir. Karanlıklar da %49’a düşmüştür. Bir evvelki basamaktan, 21. basamaktan yani üçüncü yedi basamağın sonundan itibaren dördüncü yedi basamağın başında o kişinin nefsinin kalbine artık %7 değil, %10 nur girer, bir makam boyunca. Fenâ makamı boyunca o kişin kalbinin içine, yaptığı zikirler sebebiyle %10 nur girecektir. Böylece %51 nurla Allah’ın evliyası olan kişi fenâ makamını bitirip de beka makamına ulaştığı zaman nefsinin kalbinde %61 nurla ulaşır beka makamına. Sonra Allahû Tealâ o kişiye onun ruhu için bir taht ihsan eder. Ve yeni bir ruh, o tahtın üzerinde yerini alır. Allahû Tealâ bu makama “Beka Makamı” diyor. Neden beka makamı diyor? Çünkü o kişinin ruhu sonsuza kadar Allah’ın tayin ettiği o tahtın üzerinde bulunacaktır, baki olacaktır. Baki olmak; kalmak, orada yerleşmek anlamına geliyor.
İşte ruhumuz, Allah’ın bize ihsan ettiği o altın tahtın üzerindedir. Bu tahtların büyüklüğüne baktığınız zaman huzur namazına arkadan baktığınız takdirde, tahtlar sol taraftadır. Yerden yaklaşık 4 metre yukardan başlarlar. En alt sırada en çok taht vardır. Yukarı doğru tahtlar azar azar; azalır, azalır. En üstte sadece tek bir taht kalır. Tahtların özellikleri; en alttakiler som altındadır. Üzerinde hiç mücevher yoktur. Yükseldikçe mücevherler yavaş yavaş altınların üzerinde yerleşmeye başlarlar. En yukarıda ise mücevher, altınları tamamen örtmüştür. Altı altındır ama tahtların üzeri ayrıca mücevherlerle kaplanmıştır.
İşte bu tahtlardan birisi hangi ruha ihsan edilirse, o kişi beka makamının sahibidir. Beka makamına ulaştığı anda nefsinin kalbinde %61 nur olan, îmân kelimesinin etrafındaki nurlar kalbin bütününün %61’ini teşkil etmesine karşılık o makam tamamlandığı zaman %71’e çıkar. %10 artış söz konusudur. Beka makamı, velâyetin 2. makamıdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab’lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.
“Orada, Allah’ın huzurunda selâm yurtları, teslim yurtları vardır.”
Adına eraik veya sürur denilen altın tahtlar. Velâyetin 2. makamında nefsimizin kalbine baktığımız zaman orada Allah’ın nurlarının %71’e ulaştığını görüyoruz ve zikrimiz daha çok artıyor. İbadetlerden zevk alıyoruz. Tasavvuf, bizi hayata bağlayan muhteşem bir müessese olarak bizi kollarına alıyor, yüceltiyor. Allah’ı daha çok seviyoruz. O da bizi daha çok seviyor. Mürşidimizi daha çok seviyoruz. O da bizi daha çok seviyor.
Allahû Tealâ’nın yolunda, evliya olmanın 2. makamında, beka makamında artan zikrimizle muhsinler makamından evvel Allahû Tealâ’nın indinde 3. makama ulaşıyoruz. Zikrimiz günün yarısını aşmış; Allahû Tealâ bu makama “zühd makamı” adını veriyor. Makamın muhtevasına baktığımız zaman Allahû Tealâ’nın indinde bir kesin işaret yakalıyoruz. Ne zaman bir insanın zikri günün yarısını aşarsa, o kişi zühd makamının sahibi olur. Kur’ân-ı Kerim negatif zühdü muhtevasına almış zühd açısından. Yûsuf Suresinin 20. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdetin, ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).
Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler.
“Kardeşleri Yusuf’a karşı zahiddiler. Yusuf’u bu sebeple, ona zahid oldukları için az bir bedelle birkaç dirheme sattılar.” diyor Allahû Tealâ.
Hz. Yusuf’un satılması olayı (esir tüccarına satılması olayı) kardeşlerinin ona verdiği değerin azlığını ifade eder. “Birkaç tane dirheme sattılar.” ifadesiyle anlatılıyor. Yani Yusuf’a değer vermiyorlar. Değer vermedikleri için de onun kıymeti sadece birkaç dirhem.
Öyleyse zühd makamının Kur’ân’daki ifadesi aslında Ahzâb Suresinin 41. âyet-i kerimesinde gerçek anlamda ifadesini bulur. Allahû Tealâ buyuruyor ki zühd makamı için:
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
“Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle zikredin. Öyle bir zikirle zikredin ki çok zikir olsun.”
Yani daha Türkçe ifade ile “Allah’ı çok zikredin.” Ne demek bu? Yani günü ikiye ayırın, zikrettiğiniz süre mutlaka diğerinden, diğer yarıdan daha fazla olsun. İşte kim, her gün 12 saatten daha fazla bir süre Allah’ı zikredebilirse bu kişi, Allah’ı çok zikreden yani günün yarısından daha çok Allah’ı zikreden bir makamın sahibidir; Ahzâb Suresinin 41. âyet-i kerimesinin hükmünü yerine getirmiştir. Bu kişi Yûsuf Suresinin 20. âyet-i kerimesinin zıddından hareket ettiğimiz takdirde pozitif zühdün sahibidir. Yani? Yani bu kişi Allah’ı %50’den daha fazla sevdiğini net olarak ispat etmektedir her gün. Nasıl ispat etmektedir? Her gün 12 saatten daha fazla zikretmektedir. Zikrettiği sürenin toplamı, her gün zikretmediği sürenin toplamından fazladır. Öyleyse bu kişi zikretmediği süreye karşı zahiddir. Zikirsizliğe karşı zahiddir ve zahid olduğunu da zühdünü de her gün Allahû Tealâ’ya ispat ediyor. 12 saatten daha fazla zikrederek her gün Allah’a bunu ispat ediyor. Zühd makamı kişiyi %71 zikirden itibaren alır, %81 zikre kadar götürür. Yani kişinin kalbindeki nurlar %81’e ulaşmıştır. Nefsinin kalbindeki afetler %100’den %19’a düşmüştür.
Gördüğünüz gibi Allah’tan gelen rahmet, fazl ve salâvât isminde üç tane nur var. Bu nurlar Allah’ın katından gelir zikrettiğimiz zaman -mürşidimize ulaşmışsak kalbimizin 7 tane kalp şartı tamam olmuştur- kalbimize ulaşan bu nurlar, kalbimizin içine girerler. Rabbanî kapının üzerinde bulunan mührü iterek nefsin kalbinin içine girerler. O mührü aşağı doğru sürerler, zülmanî kapıya ulaştırırlar. Zülmanî kapı da rabbanî kapı gibi yuvarlaktır ve aynı boyuttadır. Bu sebeple mühür, zülmanî kapıyı tamamen örter. Örterse ne olur? Örterse şeytanın karanlıklarının nefsimizin kalbine girmesi mümkün değildir, zikir yaptığımız sürece. O zaman ne olur? Allah’tan gelen nurlar nefsimizin kalbini birkaç dakika içinde %100 doldurur. Bütün karanlıkları kapı dışarı ederler. Ama ne yazık ki hepsi nefsimizin kalbinde yerleşemez. Kim zikir yapıyorsa zikir yaptığı sürece o kişinin daimî zikirde olan bir kişiden hiç farkı yoktur. Kalbi tamamen nurlarla doludur. Ama zikrini bitirdiği zaman, bu aşamada meselâ kişi, zikrini bitirdiği zaman o kişinin zühd makamını tamamladığını düşünelim, nefsinin kalbindeki nurların; îmân kelimesinin etrafında toplanan bu nurların nefsin kalbindeki %81’lik bir hacmi ihtiva ettiğini görüyoruz, işgal ettiğini görüyoruz. Bu, nefsin kalbindeki %81’lik bu bölüm (bu hacim), şeytanın karanlıkları tarafından zikir bitse de işgal edilemez. Onlar îmân kelimesinin çekim gücünün etrafında toparlanmıştır, nefsin kalbinin %81’ini doldurmuştur.
Öyleyse burada her şeyi en güzele ulaştırmak için daha büyük bir gayretin içine giriyor kişi. Zikrini yarıdan zaten daha öteye geçirmiş ama daha çok arttırıyor. Bu artan zikir, burada büyük hacimli bir artış gösterir. Daimî zikre doğru yaklaşırken kişinin fizik vücudu da Allah’a teslim olur.
Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).
Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.
“ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: O kişi ki vechini Allah’a teslim etmiş, fizik vücudunu Allah’a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuştur. Ondan daha ahsen kim vardır?” Böyle diyor Allahû Tealâ.
Şimdi velâyetin 1. Makamı, söylediğimiz gibi fenâ makamı. Burada insanoğlu ruhunu Allah’a teslim eder. Bu, İslâm olmanın 1. safhasıdır. Ve kişi mutlaka burada cennet saadetinin sahibi olur. Peki, kişi fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği zaman ne olur? Kişi fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği zaman yeni bir makamın sahibi olmuştur. Fizik vücudunun Allah’a teslim edildiği bir makamın sahibi olmuştur. Nefsinin kalbindeki nurlar da %91’e ulaşmıştır. %81’den devraldığı bu nesneyi %91’e kadar getirmiştir. Burada bu makamın özelliğini nasıl vasıflandırabiliriz? Nefsinin kalbinde kişinin hâlâ %9 afetler var. Ama ne var ki fizik vücut, nefsinin kalbindeki %9 afeti hiç saymıyor, hesaba katmıyor. Ruhun kendisine verdiği %100 Allah tarafında olmanın standartlarına nefsin kalbinin de %91’ini ekliyor. Ve böylece kişi fizik vücudunu Allah’a teslim ediyor. Yani Allah’ın bütün emirlerini, nefsin kalbinde hâlâ %9 karanlık olmasına rağmen Allah’ın bütün emirlerini mutlaka yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanıyor bu kişi. Muhsinler makamının başından sonuna kadar geçen devrede kişi giderek Allah’a olan itaatini artırır. Bu itaat, o kişinin muhsinler makamının sahibi olduğu noktada %100’e ulaşır.
Öyleyse nefsin kalbi hâlâ %9 karanlık ihtiva etmektedir. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e sahâbe soruyor: “Fizik vücudun tesliminden kurtulduğumuzu ama nefsin teslimine henüz ulaşamadığımızı nerden anlarız?” Peygamber Efendimiz (S.A.V) cevap veriyor: “Dünya hayatındayken günah işlemezsiniz ama rüyanızda hâlâ işlemeye devam edersiniz.” Anlaşılıyor ki fizik vücut, muhtevayı tamamlamış.
Ne demek istiyorum? Sayılara dikkat edin; ruhunuzun kalbi zaten %100 hasletlerle doluydu. Baştan itibaren hiç değişmez. Sonuna kadar hep aynı gider. Peki nefsiniz? Nefsiniz baştan %100 afetlerle doluydu. Denge sağlanmıştı. Başlangıçta herkes kulvara eşit şartlarla girer. Ruhunun kalbinde %100 hasletler, nefsinin kalbinde %100 afetler. Tekrar edeyim, kelimeler karışmasın birbirine; ruhun kalbinde %100 hasletler, meziyetler, faziletler; nefsin kalbinde ise %100 afetler, karanlıklar. Ruhun kalbi %100 aydınlık, nefsin kalbi %100 karanlık. Bir aydınlıklar ve karanlıklar dengesi ile kişi kulvara girer. Allah yolunda yapılan yarışa girer. İşte burada yarış başlamıştır. Bu yarışın 1. merhalesi, nefsin kalbinin yarı yarıya aklandığı, yarıdan fazla aklandığı tezkiye olma noktasıdır.
Şimdi burada duruma bakalım; ruhun kalbi %100 hasletlerle doluydu zaten. Nefsin kalbindeki 0 haslet, %51’e vardı. Öyleyse ruhumuzu ve nefsimizi birleştiğimiz zaman bu kişinin nefsinin kalbinde 200’de 151 nur vardır. O kişi nefsini tezkiye ettiği gün, nefsinin kalbindeki %51 nur ruhun kalbindeki %100 nurla birleştiği zaman 200’de 151 nurla nefs tezkiyesini kişi tamamlar. Ruhla nefsi, aydınlıklar ve karanlıklar dengesinde birleştirdiğimiz zaman olay budur. Peki, kişi fenâ makamını, beka makamını, zühd makamını aşıp da muhsinler makamına, fizik vücudun teslimi makamına geldiği zaman ne olur? 200’de 191 nur, o kişinin nefsinin ve ruhunun kalbini kaplamıştır. 200’de sadece 9 karanlık bölge kalmıştır. Bu da %4,5 eder.
İşte ne zaman bir fizik vücut, bu %4,5 karanlığı hiç dikkate almadan Allah’ın bütün emirlerini yerine getiriyorsa, yasak ettiği hiçbir fiili işlemiyorsa, işte o zaman o kişi muhsinler makamının sahibi olmuştur. Yani veçhini; şu fizik vücudunu Allah’a teslim etmiştir. Fizik vücudun Allah’a teslim edilmesinde eğer birisi size sorarsa; “Ben fizik vücudumu Allah’a teslim ettim mi?” diye, ona hemen sorun; “Haberler nasıl?” deyin. “Her gün 12 saatten daha fazla zikrediyor musun? Eğer zikrediyorsan tamamdır. Ama durumun böyle değilse o zaman bir hayal dünyasında yaşıyorsun.” O kişi muhtemeldir ki Allah’ın bütün emirlerini yaptığını zannetmektedir, yasak ettiği fiilleri de işlemediğini zannetmektedir. Ama birçok yerde teklemektedir. Bunu kendisine bile itiraf etmekten çekinir. Ve de kendisinin bir yere vardığını yani fizik vücudunu Allah’a teslim ettiğini zanneder. Aslında eğer zikri günün yarısını aşmamışsa o kişinin, fizik vücudunu Allah’a teslim etmesi söz konusu değildir.
Öyleyse şimdi sahâbeye bakalım; sahâbenin hepsi nefs tezkiyesini gerçekleştirdi mi? Hidayete erdi mi? Kim nefsini tezkiye ederse o kişi hidayete erer. Öyle midir? İşte Allahû Tealâ bakın ne kadar net söylüyor, Mâide Suresinin 105. âyet-i kerimesi, diyor ki:
5/MÂİDE-105: Yâ eyyuhâllezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izâhtedeytum, ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizin sorumluluğu üzerinize borçtur). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.
yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izehtedeytu: Ey âmenû olanlar! Allah’a ulaşmayı dileyen îmân sahipleri! Nefslerinizi tezkiye etmek üzerinize borçtur. Siz nefsinizi tezkiye edip de hidayete erdiğiniz zaman, dalâlette olanlar size bir zarar veremezler.
Allahû Tealâ hidayetin nefsi tezkiye etmek yoluyla gerçekleştiğini Zumer Suresinin 23. âyet-i kerimesinde açıklığa kavuşturmuş. Diyor ki:
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
Allahû Tealâ diyor ki: “Allah, nurlarını kitaba ve kitabın içindeki sözlere benzer bir şekilde ikişer ikişer indirir. Bu nurlardan o kişinin tüyleri ürperir ve o kişi huşû sahibi olur. Sonra da Allah’ın zikriyle hem derileri hem kalbi zikreder ve titrer. İşte bu, Allah’ın katından gelen bu nurların o insanın kalbinde vücuda getirdiği aydınlık Allah’ın hidayetidir ki Allah, bununla kullarından dileğini (bu nurlarla kullarından dilediklerini) hidayete erdirir. Kim de dalâlette ise onlar için hidayetçi yoktur.”
Öyleyse hidayete erdiğiniz nokta ruh açısından ruhunuzun Allah’a ulaştığı nokta. Fizik vücut açısından fizik vücudunuzun şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmaya başladığı nokta. Allahû Tealâ, bunun da adının Sıratı Mustakîm olduğunu söylüyor ve böyle bir Sıratı Mustakîm’in ise hidayetle noktalandığını görüyoruz daima.
İşte Allahû Tealâ’nın dizaynında nefsin tezkiye edilme noktası hidayet noktasıdır. Ruhun Allah’a ulaşma noktası hidayet noktasıdır. Fizik vücudun şeytana kul olmaktan yarıdan daha fazla kurtulduğu yer, gene hidayet noktasıdır. Öyleyse 3 ayrı cepheden hidayet söz konusu oluyor. Ruhumuzun Allah’a ulaştığı, nefsimizin tezkiye olduğu yani yarıdan fazla nurlarla dolduğu, fizik vücudumuzun da şeytana kul olmaktan yarıdan daha fazla kurtulduğu nokta, üçü de hidayet noktası. Ve zaten nefsimizin tezkiyesi ile ruhumuzun Allah’a ulaşmasının aynı şey olduğunu, aynı makamı ifade ettiğini Allahû Tealâ Fâtır Suresinin 18. âyet-i kerimesinde söylüyor. Diyor ki:
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).
ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî ve ilâllâhil masîr: Kim nefsini tezkiye ederse kendisi için tezkiye eder ve ruhu Allah’a ulaşır.
Ne demek kendisi için tezkiye eder? Yani nefs Allah’a ezelde tezkiye olacağına dair yemin vermiştir. Bu yemini verdiği için, o yemini yerine getirmekle de mükellef olan nefs olduğu için Allahû Tealâ orada; “Kim nefsini tezkiye ederse kendi nefsi için tezkiye eder.” diyor. Çünkü nefsi Allahû Tealâ’ya bu yemini vermiştir. İşte Muddessir Suresinin 38, 39, 40. âyet-i kerimeleri:
74/MUDDESSİR-38: Kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.
Bütün nefsler, iktisap ettikleri (kazandıkları) dereceler sebebiyle (karşılığı olarak) rehinedirler (bağlıdırlar).
74/MUDDESSİR-39: İllâ ashâbel yemîn(yemîni).
Yemin sahipleri (yeminlerini yerine getiren nefsler) hariç.
74/MUDDESSİR-40: Fî cennâtin, yetesâelûn(yetesâelûne).
Onlar cennetlerdedir. (Diğerlerine) sorarlar.
“Bütün nefsler rehinedirler, iktisap ettikleri derecelerin karşılığı olarak rehinedirler. Ama yemin sahipleri, Allah’a verdikleri yeminleri gerçekleştirenler, onlar cennette olacaktır.” diyor.
Anlıyoruz ki nefsinizin Allah’a verdiği bir yemin var ve bu yemini gerçekleştirebilenler yemin sahipleri.
Öyleyse nefsimizin yemininin gerçekleştiği yer, o nefsin kalbinin yarıdan daha çok nurlarla dolduğu yer. İşte burası fenâ makamı. Velâyetin 1. makamı. Zühd makamında yani bundan 2 makam sonra kişi, zikrini günün yarısından öteye çıkartıyor. Kişinin evliya olduğu kademe olan fenâ makamı da dâhil, kişiye Allah’ın taht verdiği beka makamı da dâhil, kişi zikir açısından Muzzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesine tâbîdir. Ne diyordu Muzzemmil-8’de Allahû Tealâ?
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”
Yani burada bu zikrin çok zikir olmadığı açıklık kazanıyor. Allahû Tealâ, “Zikret.” diyor. Zikrin yoğunluğu konusunda, zikrin boyutu konusunda Allahû Tealâ bir şey söylememiş durumda. Yani “Ara sıra zikredin” anlamı, açık bir şekilde çıkıyor Muzzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinden. Kişi zühd makamına gelinceye kadar yani velâyetin 3. makamına gelinceye kadar yani 22 ve 23. basamakları geçip 24. basamağa gelinceye kadar hep “vezkurisme rabbike” âyetinin muhtevası içinde. Baştan itibaren zaten 14 basamakta kişinin zikrinin ona, huşûdan ötede bir faydası yok. 10. basamağa kadar hiç faydası yok. 10. basamaktan sonra yalnız %2 faydası var. Ondan sonraki basamaklarda %7, %7; 14. basamaktan itibaren çoğalıyor, %51’e ulaşıyor kişinin nefsinin kalbindeki nurlar ama zikri hâlâ günün yarısının çok aşağısında. Yani “vezkurisme rabbike” emrinde kişi, “Rabbinin ismiyle zikret.” Ama kişi ne zaman günün yarısından daha fazla zikrederse, orası velâyetin 3. Makamıdır; zühd makamıdır. Ve kişi “vezkurisme rabbike” âyetinin ötesine geçmiştir; Ahzâb Suresinin 41. âyet-i kerimesinin hudutları içine girmiştir. Ne diyordu Allahû Tealâ, bir defa daha tekrar edelim:
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ: Ey âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyen îmân sahipleri! Allah’ı öylesine zikredin ki bu, çok zikir olsun (Allah’ı zikrediyorsanız çok zikredin).
İşte burası Allah’ın çok zikredildiği yer. Bundan sonraki kesim sahâbenin ulaştıkları, fizik vücutlarını Allah’a teslim ettikleri yer. Şimdi bütün sahâbe 1. velâyet makamı olan fenâ makamına ulaşmış mıdır? Hepsi. Allahû Tealâ Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
“Onlar sözü dinlerler ve sözün (kavlin) en güzeline tâbî olurlar.”
Sonra ne diyor Allahû Tealâ? Bunu dedikten sonra diyor ki: “Onların hepsi hidayete erdiler.” Bütün sahâbe hidayete ermişler. Hepsi ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Hepsi nefslerini tezkiye etmişler. Fenâ makamına işaret bu.
Peki, bundan sonra durum ne? Fizik vücutlarının Allah’a teslim edilmesi kademesine geliyoruz. Muhsinler makamı. Makamın açıklamasını yaptık. Burada kişi Allahû Tealâ’yı çok zikrediyor ama bu çok zikir, daimî zikre henüz ulaşamamış; daimî zikre yakın bir kademede. İşte sahâbe acaba fizik vücutlarını Allah’a teslim ettiler mi sualinin cevabı kesin olarak geliyor sonunda, Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
“Habibim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve bana tâbî olanlar biz hepimiz vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik. Sor bakalım o ümmîlere ve kitap sahiplerine; acaba onlardan da fizik vücudunu Allah’a teslim edenler var mı? Eğer varsa mutlaka onlar daha evvel ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir. Hidayete ermişlerdir.”
Demek ki başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler yani muhsinler makamının sahibi olmuşlar. İslâm olmanın 2. safhasını da hepsi gerçekleştirmiş. Bundan sonra ne olur? Bundan sonra kişi, az bir zikir aralığı kalmıştır; onu da tamamlar ve daimî zikre ulaşır.
Ne demek daimî zikir? Daimî zikir, bir insanın kalbindeki iç sesiyle, sessiz sesiyle kalbinin her çift atışında Allah’ın ismini o kelimeyi kullanarak, “Allah” kelimesini kullanarak “Allah, Allah, Allah, Allah” diye tekrar etmesi halidir. Bu, kesintisiz bir zikir olacaktır. Kişi aylarca kendisini denetler, acaba açık var mı, acaba açık var mı diye. Sabah uyandığı zaman daima zikirle uyanır. Gecenin hangi saatinde hangi sebeple uyanırsa uyansın, içindeki sesin “Allah, Allah, Allah, Allah” diye devam ettiğini hep görür. Hiçbir noktada, aylarca boşluk bulamaz. Sonunda emin olur ki içindeki ses, devamlı “Allah” kelimesini söylüyor. İşte bu noktanın başka bir işareti daha var. Burası ulûl’elbab makamıdır. Ulûl; sahipleri demek. Elbab da lübbler; aklımızın ve 5 duygumuzun ihata edebildiği sınırın daha ötesindekiler, o, lübb’dür. Hissiyatımızın ulaşamadığı ama Allah’ın bize ihsan ettiği bir şeyler, daha ötedeki sırların sahibi olmak. İşte lübb, Allah’ın sır hazineleri burada kendini gösterir. Kişi, daimî zikrin sahibi olmuştur; ulûl’elbab olmuştur. Daimî zikrin sahibi olduğu anda kişi ulûl’elbab olduğunu zaten bilir. Ama bir şey daha onun ulûl’elbab makamında olup olmadığını kesinleştirir; Allahû Tealâ o kişinin kalp gözünü açar ve ona sadece zemin katın ve yedi yer katının sırlarını gösterir. Kim daimî zikrin birinci makamı olan, ilk makamı olan ulûl’elbab makamındaysa burası bilinir ki velâyetin 5. makamıdır. Ulûl’elbab makamındaki kişi sadece zemin katı ve yedi yer katını görebilir kalp gözüyle. Allahû Tealâ ona zemin katın en büyük sırrı olan ana dergâhın sırlarını gösterir. Hz. Ebu Bekir’i gösterir. Sıralardaki insanları gösterir. Onarlık insan ruhları sırası arkaya doğru uzanmaktadır. Cinlerin sırasını gösterir. Dikkat edin; insanların sırası yetki açısından sağdan sola olduğu halde, cinlerin sırası soldan sağadır. Ama ne zaman secdeye gelirlerse Sıratı Mustakîm’e ulaşmak üzere, altın kapıdan Allah’a doğru yükselmek üzere o zaman cinlerin secdeye ulaşabilen kesiminin hepsinin insanlara paralel bir şekilde sağdan sola sıralandıklarını göreceksiniz yani hâkim olan insandır. Üstün olan insandır ve Allahû Tealâ’nın dizaynı bu istikamettedir. Allahû Tealâ orada zemin katın ana dergâhında Hz. Ebu Bekir’in, Allah’ın 6 katında yükselenlerin hepsine el öptürdüğünü görürsünüz, onlara dersiamlık yaptığını, müderrislik yaptığını görürsünüz. Her insan ruhu sırasının önünde mutlaka bir rahle vardır, her kişinin de mutlak onun üzerinde Kur’ân-ı Kerim vardır. Yetmez, insan ve cin sıralarının tamamlandığı yerin sol tarafında kocaman bir küme altın para vardır. İşte insan sıralarının tam karşısında Hz. Ebu Bekir’in kürsüsü, o her sabah kürsüsünden inerek kürsünün ön tarafına gelir. Sağ kanat velîsinden başlayarak Hz. Ebu Bekir’in eli öpülür ve secde mahalline geçilir. Sol kanat velîsi de aynı şeyi yapar ve oradan itibaren yükselme başlar.
İşte bütün bu safhaları Allahû Tealâ ulûl’elbab makamına gelen kişiye mutlak olarak gösterir. Kim kalp gözü açılmış da bunları görmemişse zaten daimî zikirde değildir. Ulûl’elbab makamında da değildir. Ama kişi sadece zemin katı ve yedi yer katını gördüğü sürece ulûl’elbab makamındadır. Dikkat edin ki; ihlâs makamıyla ulûl’elbab makamı arasında nefsin kalbindeki safiyet bakımından yani nur yüzdesi bakımından farklılık göstermez. Her ikisinin de kalbi %100 nurla doludur. Neden mi böyle oluyor? Bir insan muhsinler makamını bitirdiği zaman, daimî zikre ulaştığı zaman nefsinin kalbinde hâlâ %9 karanlık vardır. Şimdi bu karanlığın %9 karanlığın var olduğu bir noktada kişinin daimî zikre ulaştığını düşünün. Ne olur? Bu kişi artık daimî zikrin sahibidir. Zikir yapmaya başladığı anda ne oluyordu? Zikir yapmaya başladığı anda, Allah’tan gelen nurlar nefsin kalbinde kalan %9 karanlığı da derhâl kapı dışarı eder. Ne oldu? Nefsin kalbi %100 nurlarla doldu. Ve artık nefsin kapısından dışarıya atılan karanlıkların tekrar bu kalbin içine girmesi mümkün değildir. Neden değildir? Çünkü kişi daimî zikrin sahibidir. Ne olacak daimî zikrin sahibi ise? Şu olacak; daimî zikrin sahibi olduğu için Allah’tan gelen salâvâtla rahmet ve salâvatla fazl, devamlı olarak zulmanî kapıyı örten o mührün üzerine baskı yapacak. Baskı yaparsa ne olur? Aşağıdan zorlayan karanlıkların o kalbe girmesi mümkün değil. 2 grup nur; 3 çeşit nur, 3 çeşit enerji olarak mührün üzerine baskı yapmaktadır. Mühür, zulmanî kapıyı tamamen kapatmaktadır. Hiçbir zaman da açılması artık mümkün değildir. Çünkü kişi daimî zikre ulaşmıştır. Ne oldu? Kişi, kalbi bir daha kararması mümkün olmayan biridir. O kişi ölene kadar o kişinin nefsinin kalbindeki afetler hep sıfırdır. Hiçbir zaman o kişinin nefsinin kalbine yeniden karanlıkların girmesi mümkün değildir. Çünkü kişi daimî zikre ulaşmıştır. Bu sebeple o kişi ölünceye kadar mührün üzerinde baskı devam edecektir. Devam edecekse de mühür hiçbir zaman açılmayacaktır. Yukarıya doğru yükselemeyecektir. Öyleyse karanlıkların o kişinin nefsinin kalbine girme imkânı sıfırdır. Bu ulûl’elbab makamında %100 nur birikiminin sağlandığını gördük.
Peki; kişi bir de ihlâs makamına geliyor, bir de salâh makamına geliyor; üçünde de o kişinin nefsinin kalbinde %100 nur var. Öyleyse ayrım ne? Ayrım, ulûl’elbab makamında o insanın kalp gözüne sadece zemin katı ve yedi yer katını gösteren Allahû Tealâ, ihlâs makamına geçtiğinin müjdesini o kişiye 1. gök katını göstererek verir. Kim gök katlarından birincisini görmüşse, orada insan ruhlarının nasıl secde ettiğini görmüşse, o kişi artık ulûl’elbab makamında değildir; o makamı aşmıştır, ihlâs makamının sahibi olmuştur. Ulûl’elbab makamı ve ihlâs makamı 2 tane hikmet makamıdır. İnsanın tasavvuf hayatında hikmet makamı sadece 2 tanedir. Birisi ulûl’elbab makamı, ikincisi ihlâs makamı. Peki, salâh makamı nedir? Hikmet makamı değil midir? Hayır değildir. Salâh makamı hikmetin de ötesidir. İşte bunu anlatmak üzere Allahû Tealâ Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.
“Ey sahâbe! Sizlere, sizin aranızdan birisi Allahû Tealâ’nın peygamber resûlü olarak size gönderildi. Size Allah’ın âyetlerini okusun diye;1, sizin nefsinizi tezkiye etsin diye; 2, size kitap öğretsin diye; 3, size hikmet öğretsin diye; 4 ve size öyle şeyler öğretsin ki siz, onları bilmiyorsunuz yani size hikmetin de ötesinde daha bilmediğiniz şeyleri öğretsin diye.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın işaretleri açıkça geliyor. Burada hikmetin ötesini de alıyor Allahû Tealâ. Hikmet makamları 2 tanedir. Ulûl’elbab makamı hikmetin 1. makamıdır. Hikmet bir sacayak üzerine oturur. 3 tane esas ihtiva eder.
1- Hayrı ihtiva eder.
2- Tezekkürü ihtiva eder.
3- Hükmü ihtiva eder.
Eğer bu 3 temel vasfın ötesinde hikmetin neleri var diye merak ediyorsanız, bunun ötesinde hikmet makamı insanlar için mutlaka kalp gözünün ve kalp kulağının sahibi olduğu bir hüviyet ifade eder. İşte birçok insan burada yanılır. Birçok insan zanneder ki kalp gözü açılan, kalp kulağı açılan herkes hikmet sahibidir. Bir küçücük yanlışlık var; kalp gözü açılan ve kalp kulağı açılan herkes ilmi aşmış, irfan noktasına ulaşmıştır. Ama hikmet sahibi olmamıştır. Çünkü hikmet sahibi olmak, aynı zamanda hayrın ve hükmün sahibi olmaktır. Hayrın sahibi olabilmek için kişi daimî zikirde olmak mecburiyetinde. Allahû Tealâ ulûl’elbab kulları için diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“li ulîl elbâb, ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: O ulûl’elbab kullarımız var ya onlar için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.” diyor Allahû Tealâ.
İhlâs makamı da daimî zikir sahibidir, salâh makamı da daimî zikrin sahibidir. Öyleyse burada Allahû Tealâ’nın dizaynına dikkatle bakmamız lâzım. İhlâs makamında olan kişi daimî zikrin sahibidir; hikmetin de sahibidir. Bunun mânâsı; hayrın sahibidir. Yani nefsinin kalbinde hiç afet kalmadığı için o sonsuz bir hayır sahibidir. Her yaptığı şey, nefsi de hayrı, ruhu da hayrı talep ettiği için mutlaka hayırla noktalanır. O kişi hep derecat kazanır. Bu kişi ehl-i tezekkürdür. Çünkü daimî zikrin sahibidir. Allahû Tealâ ona tezekkür muhtevası içinde ufku daraldığı zaman, kapandığı zaman ufku açarak yeniden ufkunu genişletecektir. Sonsuz bir ihsana muhatap olacaktır. Bu kişi, hükmün sahibidir.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın indinde hükmün sahibi olan bir insan; ne demek bu? O kişi Kur’ân-ı Kerim’deki bir âyeti gördüğü zaman bu âyette Allah’ın bahsettiği insanların, 28 tane basamaktan hangisine ait olduğunu bir bakışta derhâl anlar. İşaretlerdeki altın zinciri yakalamıştır. Bu zinciri sadece hikmet sahipleri yakalayabilir. Hepiniz bir gün inşaallah oraya ulaşacaksınız. O zaman âyetler arasındaki bu irtibatı yakalayacaksınız ve muhtevaya baktığınız zaman, o zaman hikmet sahibi olmanın ne demek olduğunu anlayacaksınız.
İşte kişinin ulûl’elbab makamına gelmesinde sadece zemin katın ve yedi yer katının sırları kendisine gösterilirken bu hikmetin 1. kademesinde ne zaman Allahû Tealâ, o kişiye gök katlarından birincisini göstermeye başlamışsa o kişi ulûl’elbab makamını aşmıştır, ihlâs makamının sahibi olmuştur. 1. katı görür. 2. katı görür; suvarılma havuzlarını, oradaki olayları. 3. katı görür; 2 katlı bir binanın üst katındaki secde olayını. Sonra 3. kattan 4. kata Mihenk Menfezi adı verilen yaklaşık 1 metre genişliğinde bir silindirin içinden yukarıya doğru, bir evvelki kişinin ayakları bir sonraki kişinin başının üzerinde olmak üzere (20 cm’lik falan bir fark vardır daima aralarında) sonsuz hızla o madeni silindirin içinden 4. gök katına çıkılır. 4. katta Beyt-ül Makdes’in aslı vardır. Orada secde edilir. Kubbeden 5. kata çıkılır. 4. kattaki Beyt-ül Makdes’in aslına karşılık, 5. katta Beyt-ül Haram’ın aslı vardır. Orada da aynı secde yapılır. Ve secdeden sonra kubbeden tekrar yukarıya çıkılır, 6. kata ulaşılır. İhlâs makamının sahiplerinin 6. kata kadar çıkabilen kesimi Ebu Bekir Sıddık (R.A)’ın bulunduğu tarafın müdavimleridir. Onlar 6. kata kadar çıkabilirler. 6. katta bir nurlanma işlemi gerçekleştirilir. Bir özel kapıdan içeri girilerek Allah’ın, beyaz çok açık yeşil boyasıyla ruhların yüzleri ve elleri boyanır ve çatlar. Herkesin derileri çatlar. Günlerden bir gün onlardan birinin derisi çatlamayacaktır. İşte o fethe ehil olan kişidir. Ona kılıç verilir. O bir üstteki kata yükselmek hakkının sahibi olmuştur. İkinci bir altın kapıya ulaşır. Zemin kattaki kapının aynıdır. Kılıcıyla onun önünde bulunan altın zincire vurur. Altın zincir ikiye ayrılır. Fetih kapısından içeriye girer.
Buradan sonrasını da hep Allahû Tealâ’nın İhlâs makamında olan kişi görecektir; fetih kapısının nasıl açıldığını, Kader Hücrelerine nasıl ulaşıldığını, Kader Hücrelerinin ne olduğunu, 2. âlem olan Ümmülkitab’ın ne olduğunu, 3. âlem olan Kudret Denizi’nin ne olduğunu, 4. âlem olan Divan-ı Salihîn’in ne olduğunu, 5. âlem olan Makam-ı Mahmud’un ne olduğunu, 6. âlem olan Zikir Hücreleri’nin ne olduğunu ve 7. âlem olan İndi İlâhi’nin ne olduğunu ihlâs makamındaki herkes mutlaka görür. İndi İlâhi’nin son noktası Sidretül Münteha’dır. Buradan da ruhun Allah’a yükseldiğini, Allah’a ulaştığını, Allah’a doğru yola çıktığını görecektir kişi. Ama Rabbini göremez. Burası varlıklar âleminin görüleceği, varlıklar âleminin en son noktasına kadar ulaşılan son merhaledir ve ihlâs makamını ihtiva eder. İhlâs makamında kişi Allah’a nefsini de teslim etmiştir.
Demek ki bir insan; fenâ makamında ruhunu, muhsinler makamında fizik vücudunu ve ihlâs makamında nefsini Allah’a teslim eder. Yani zikrin bir insanı ulaştırabileceği; zikir unsuru olarak daimî zikrin ulaştırabileceği son merhale burasıdır. Bundan sonrası Allah’ın davetine kalır. Kim buraya kadar ulaşırsa yani Sidretül Münteha’ya kadar 7. katın 7 tane âlemini kim görebilirse o kişi bu noktada, mutlaka Tövbe-i Nasuh’a davet edilir (Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesine göre). Allahû Tealâ diyor ki:
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhâllezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meahu, nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve O’nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
“Öyle bir tövbeyle tövbe edin ki bu, Tövbe-i Nasuh olsun. Artık değiştirilemeyen bir tövbe olsun. Ve o kişinin başının üzerinde Allah’ın nuru oluşsun ve onunla yürürken önü aydınlansın.”
Öyleyse bu makam salâh makamıdır. Salâh makamının başlangıçtaki 4 kademesi salâh makamının muhtevası içindedir. Kulluğun neticesine kadar ulaşır. 5. ve 6. kademeler; iradenin bağlanması ve iradenin ref edilmesi kademeleridir. Burada iradenin bağlanması ve ref’i, Allah’ın farzları arasında mevcut değildir. Kişi Allah’a köle olmayı dilediği için, Allah’tan bu talepte bulunduğu için, Allah da o talebi kabul ettiği için kişinin iradesini bağlamıştır. O zaman kişi Allah’a her şeyini sormak durumundadır. Büyük bir zevk duyarak bunları yapar. Daha sonra da Allahû Tealâ o kişinin iradesini ref eder, kaldırır. Bu sefer de Allah ona sonsuz bir şekilde emirlerini gönderir. Burası normal insan camiasından herkesin ulaşabileceği son noktadır; iradenin ref edilmesi. Bundan sonra geriye sadece bir kademe alır. Orası sadece zamanın imamına ait olan son kademedir; tasarruf kademesidir. Her devirde peygamberlerin bulunduğu devirde o kademeyi peygamberler işgal eder. Bulunmadığı devirde de bütün milletlerin arasında, kavimlerin arasında Allah’ın vazifelendirdiği resûllerden birisi bu makam için vazifeli kılınır. O, devrin imamı olur.
İşte salâh makamı; ne zaman bir insan Allahû Tealâ’ya köle olmayı dilerse, Allahû Tealâ köle olmasını kabul ederse, o kişinin iradesini bağladığı an o kişi Allah’ı görür. Öyleyse herkes Allah’ı göremez. Rüyasında Allah’ı gördüğünü sanan kişilere hep sormuşuzdur; “Ne gördün evlâdım?” “Sakallı bir adam gördüm.” diyor her seferinde. Allah insan değildir. Gördüğünüz zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. Allahû Tealâ bu makamlardan evvel hiç kimseye görünmez.
Öyleyse bir insanın Allah’ı görebilmesi, evvelâ zemin katı görmesini icabet ettirir, ulûl’elbab makamı. Sonra göğün 7 katını, 7. katın 7 âlemini görmesini icabet ettirir; ihlâs makamı. Sonra da kişi ancak o son merhalede Allah’a köle olmayı Allah’a kabul ettirebildiği takdirde o zaman Allah’ın Zat’ını da görür. Burası velâyetin sonudur. Kişinin başında salâh makamında mutlaka salâh nuru oluşur, Tahrîm Suresinin 8. âyet-i kerimesine göre. Ve 25 cm’e kadar küçülebilen, daire şeklinde bir bulut gibi görünen, yuvarlak bir nurdur. Bir caminin, en büyük caminin bile bütün salonunu kaplayabilecek büyüklüğe ulaşabilir.
İşte böyle bir dizayn içinde yolun sonuna geldik. Zikrin sonu o kişiyi salâh makamının sonuna, Allah’a köle olmaya kadar götürür. Allah’a duyulan hoşlanma hissi sevgiye, sevgi aşka, aşk hayranlığa dönüşmüştür. Burası Allah’a köle olunan noktadır. Allah’a hayran olunan noktadır. Burası mutluluğun şahikasıdır. İslâm olmanın da en üst seviyesidir. İşte insan-ı kâmil dediğimiz zaman orada en üstte bulunan kişiyi düşüneceksiniz. Onun bütün ufukları tamamlanmıştır.
Öyleyse hepinizin bütün bu makamları aşarak salâh makamının sonuna, iradenizin yok olduğu bir noktaya; Allah’a köle olmanızın noktasına ulaşmanızı Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi tamamlamak isteriz. Tabiatıyla bunun sonu sonsuz bir mutluluktur. İnsanın hem iç âleminde hem dış âleminde hem de Allah ile olan ilişkilerinde o kişiyi %100 kavrayan bir mutluluktur. Bu sonsuz mutluluğa hepinizin ulaşmasını dileyerek tamamlarız inşaallah bu kasetimizi.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R