SOHBETİN ADI: SORULAR VE CEVAPLAR
TARİH: 06.08.2000
El Fatihâ meassalâvât.
Esselâmu aleykum ve rahmetullah ve berekâtuhû.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bbismillâhirrahmânirrahîm.
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir büyük zevki yaşamak üzere bir aradayız. Konumuz Allah. Bundan daha büyük bir zevk olabilir mi? Bize göre yok. Allahû Tealâ her konuda en güzelini emreder, yaşatır.
Ne zaman Allah’tan bahsetsem, içimi bir zevk, bir heyecan, bir güzellik kaplıyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Mutluluğun temelinde Allah’tan bahsetmek var, Allah’ı anlatmak var. O’nu tanıtmak ve bu tanıtımla insanları en güzele ulaştırmaya çalışmak var. En güzel nedir? Ahsen olmak. Ahsen olmak, ruh için zaten tamamlanmış bir olgudur. Bütün ruhlar ahsen olarak yaratılmıştır; tekâmülün zirvesinde. Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir mahlûk insan ruhu. Sonra fizik vücudumuzu ahsen hale getireceğiz, o da Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanacak. Sonra nefsimizi ahsen hale getireceğiz, Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği fiillerden hiçbirini işlemeyen bir standardın sahibi olacak; ruhumuz, fizik vücudumuz ve nefsimiz.
Öyleyse böyle bir hedefe yönelmek, ulaşmak ve ulaştırmak; işte insan hayatı bu üç safhada geçer. Daha evvelki safhayı saymaya gerek yok, onu yaşanmamış kabul ediyorum. Hepimiz ölüydük, ölülerdik, sağırdık, dilsizdik, kördük. Ama sonra Allah’a ulaşmayı diledik ve kör gözlerimiz, kör kulaklarımız, kör kalbimiz açıldı. Kör, sağır ve dilsiz olmaktan fizik vücudumuz itibariyle kurtulduk. Sonra ruhumuzu Allah’a ulaştırdık, birinci teslimimizi gerçekleştirdik. Sonra fizik vücudumuzu Allah’a teslim ettik; ikinci teslimimizi gerçekleştirdik. Sonra daimî zikre ulaşıp nefsimizi teslim ettik; üçüncü teslimi gerçekleştirdik. Öyleyse Allah’a kul olduk. Sonra Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizi köleliğini de kabul buyurdu.
Öyleyse dikkat edin, mutluluk bu aşamalardan geçer. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiçbir şekilde mutluluğa ulaşamazsınız. Şu dünyada bir ot gibi yaşarsınız, bir gün de bu dünyadan çekip gidersiniz. İsminiz bile yâdigar olarak kalmaz.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, öğrencilerim, izleyenlerim, dinleyenlerim, bu bir mutluluk; sizinle birlikte olmak. Her seferinde bu büyük saadeti bir defa daha, bir defa daha, bir defa daha yaşıyor, bu haz içerisinde ömür tüketiyorum. Allahû Tealâ bizi sizlere adamayı nasip kıldığı için O’na sonsuz hamd ve şükürler olsun.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
İzmir’den H. Y. kardeşimizin suallerine cevapla inşaallah başlıyorum.
SORU: Almanyalı komşularından bahsediyor H. kardeşimiz: “Dînde ilk şeriat gelir. Tarikata girmeden de dîn yaşanır.” diyorlarmış Almanya’lı kardeşlerimiz. Bunun üzerine H. kardeşimiz soruyor: “Şeriat nedir?” “Kur’ân-ı Kerim’dir.” (Cevap.) “Şeriatın ilk şartı nedir?” “Farzları yerine getirmektir. Farzlar da İslâm’ın beş şartıdır.” dediler. Ve birinci sual burada bitiyor.
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, işte bu Almanya’dan gelen kardeşlerimiz, bir dîn terbiyesi almışlar ve onlara öğretenler de daha ötede bir şeylerin olabileceğini düşünmüyorlar ve öğrettikleri şeyin dîn olduğunu zannediyorlar. Ve insanların böylece dînlerini yaşayabileceğini zannediyorlar ve dolayısıyla da cennetine gideceğini. Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim, sahâbenin hepsini tatbik sahasına koyduğu, mutlaka uyguladığı birçok farzdan oluşuyor. İslâm’ın beş şartı bunlardan sadece beş tanesidir. Geri kalanlar bu muhteva içerisinde hiç kimseyi kurtuluşa erdiremeyecek olan, uygulanmazsa olmaz standartlarının sahibi. Olmazsa olmaz. İslâm’ın beş şartıyla hiç kimsenin cennete girmesi Kur’ân-ı Kerim’e göre, eğer Kur’ân-ı Kerim’i şeriat olarak kabul ediyorlarsa bu kardeşlerimiz ki çok güzel bir şey, çünkü bütün şeriatı muhtevî olan kitap muhakkak ki Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu kardeşlerimize: “Sahâbenin hayatını beğeniyor musunuz?” diye bir sual sorun bakalım. Hiç kimseden, bu ölçüde şeriatı yaşadığını zanneden hiç kimseden “beğenmiyoruz” diye bir cevap geleceğini tahmin etmiyoruz. Çünkü onların yaşadığı devrede kâinatın en büyük mürşidi, son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) yaşıyordu. Son peygamber yani son nebî, nübüvvetin mührü, hatemi, sonu. Nübüvvet, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le mühürleniyor Allahû Tealâ tarafından.
“Artık” diyor, “başka peygamber göndermem. Sen nebîlerin, peygamberlerin sonuncususun.”
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
Böylece bir olguyla karşı karşıyayız: Acaba bu Almanya’daki kardeşlerimiz ne yapıyorlar, acaba sahâbe ne yapmış? Evvelâ şu İslâm’ın beş tane şartından başlayalım. Namaz kılmak, kılmışlar mı sahâbe? Kılmışlar. Onlar gibi mi? Hayır, onlar gibi değil. Onların çok ötesinde kılmışlar. Allahû Tealâ Ahzâb Suresinin 21. âyet-i kerimesinde diyor ki:
33/AHZÂB-21: Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasenetun limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhıre ve zekerallâhe kesîrâ(kesîren).
Andolsun ki, sizin için ve Allah’a ve ahiret gününe (Allah’a ulaşma gününe) ulaşmayı dileyen ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Resûl’ünde güzel bir örnek vardır.
“Allah’ı çok zikredenler için.”
Bu kardeşlerimizle birinci farklılık; onlar zikretmiyorlar, sahâbe zikrediyor.
“Ve Allah’a ulaşmayı dileyenler için.” İkinci farklılık: Onlar Allah’a ulaşmayı dilemiyorlar bu Almanyalı kardeşlerimiz. Sahâbe Allah’a ulaşmayı diliyor.
“Bunlar için” diyor, “peygamberinizde ahsen bir örnek vardır.” Yani: “Peygamberiniz,” diyor, “sizin, zaten Kur’ân’daki farz hükümleri mutlaka yerine getirir. Ama onun ötesinde ondan size miras kalacak olan başka davranışları da siz kendinize mal etmelisiniz.” diyor Allahû Tealâ Ahzâb Suresinin 21. âyet-i kerimesiyle. “Onu örnek alın.” demek, onun yaptıklarını siz de yapın demek. Ahsen bir örnek; örneklerin ahsen olanı, güzellerin en güzeli.
Kimler içinmiş örnek Peygamber Efendimiz (S.A.V)? Allah’ı çok zikredenler için; 1, Allah’a ulaşmayı dileyenler için. Öyleyse bu kardeşlerimiz için örnek mi Peygamber Efendimiz (S.A.V)? Eğer örnektir diyorlarsa suallerimiz var.
Madde-1: “Onlar, başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe yedi vakit namaz kılıyorlardı. Bu kardeşlerimiz de yedi vakit namaz kılıyor mu? Cevap “hayır” diye geliyor bize. Öyleyse onlar gibi yaşamıyorsunuz. Onlar zekâtlarını en az iki kat veriyorlardı. Bakara Suresinin 177. âyet-i kerimesindeki birri de ilâve ederek zekâtlarını en az iki kat veriyorlardı, onun da ötesini veriyorlardı ama en azı bu. Acaba bu kardeşlerimiz de öyle mi yapıyorlardı?
2/BAKARA-177: Leysel birre en tuvellû vucûhekum kıbelel maşrıkı vel magrıbi ve lâkinnel birre men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyîn(nebiyyîne), ve âtel mâle alâ hubbihî zevil kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîne vebnes sebîli, ves sâilîne ve fîr rıkâb(rıkâbi), ve ekâmes salâte ve âtez zekât(zekâte), vel mûfûne bi ahdihim izâ âhed(âhedû), ves sâbirîne fîl be’sâi ved darrâi ve hînel be’si ulâikellezîne sadakû, ve ulâike humul muttekûn(muttekûne).
Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki îmânı yansıtan) BİRR (ebrar kılacak davranış biçimi) değildir. Lâkin birr, kişinin, Allah’a, yevm’il âhire (Allah’a ulaşılan sonraki güne, hidayet gününe, vuslat gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îmân etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere (çalışamaz durumda olan ihtiyarlara), yolda kalmış yolculara, isteyen (muhtaçlara), köle ve (kurtulmaları için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahdlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttekilerdir (takva sahibi olanlardır).
Evvelâ şu İslâm’ın beş şartını yaşıyor musunuz yaşamıyor musunuz, ona bakıyoruz sevgili kardeşlerimiz? Yaşıyor musunuz? Yedi vakit namaz kılıyor musunuz? Hayır, kılmıyorsunuz. Zekâtınızı iki kat veriyor musunuz? Sualin cevabını, adil davranın ve kendi kendinize verin. Bakalım ne ölçüde yaşıyorsunuz Kur’ân-ı Kerim esaslarını? Onlar Ramazan ayı boyunca oruç tuttuktan sonra her Perşembe günü mutlaka oruç tutarlardı, sünneti seniyeye istinat ederek. Siz tutuyor musunuz?
Nedir yedi vakit namaz? Kur’ân-ı Kerim’i baştan aşağı incelerseniz, Allahû Tealâ’nın yedi ayrı vakitten bahsettiğini göreceksiniz. Ama bunların beş tanesini farz hüviyetinde koymuş Allahû Tealâ. İki tanesi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünneti, kuşluk sünnetiyle teheccüd sünneti. Kuşluk sünneti, sabah namazıyla öğlen namazı arasında kılınan bir namaz, teheccüd sünneti de gecenin normal standartlarda 12’siyele şimdiki saatle gecenin saat biriyle1’iyle sabah namazı arasında geçen, imsak arasında geçen sürede kılınması lâzım gelen bir namaz.
Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e şöyle söylüyor İsrâ Suresinin 79. âyet-i kerimesinde:
17/İSRÂ-79: Ve minel leyli fe tehecced bihî nâfileten lek(leke), asâ en yeb’aseke rabbuke makâmen mahmûdâ(mahmûden).
Gecenin bir kısmında uyan ve sana özel nafile (ilâve) olarak O’nunla (Kur’ân’la) teheccüd namazı kıl! Rabbinin seni Makam-ı Mahmut’a beas etmesi (ulaştırması) yakındır.
“Habîbim! Gece kalk da gecenin en az üçte birini, en çok üçte ikisini sana has bir nafile namaz olarak kıl. Rabbinin seni bir Makam-ı Mahmud’a ulaştırması yakındır.”
Ne olmuş? Sahâbe ne yapmış? Aynen iştirak etmişler. Hepsinin iştirak ettiği kesin. Çünkü Allahû Tealâ Muzzemmil Suresinin son âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
“Siz de,” diyor, “peygamberiniz gibi teheccüd namazlarına iştirak ettiniz. Ama siz onun gibi olmadığınız için bir kısmınız hastalandınız, benziniz soldu ve” diyor, “sizin üzerinizden bunu, o standartları kaldırdım. Artık kolayınıza geldiği gibi kılın teheccüd sünnetini.” diyor Allahû Tealâ.
73/MUZZEMMİL-20: İnne rabbeke ya'lemu enneke tekûmu ednâ min suluseyil leyli ve nısfehu ve sulusehu ve tâifetun minellezîne meake, vallâhu yukaddirul leyle ven nehâre, alime en len tuhsûhu fe tâbe aleykum, fakraû mâ teyessere minel kur’ânî, alime en se yekûnu minkum mardâ ve âharûne yadribûne fîl ardı yebtegûne min fadlillâhi ve âharûne yukâtilûne fî sebîlillâhi fakraû mâ teyessere minhu ve ekîmus salâte ve âtûz zekâte ve akridullâhe kardan hasenen, ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâhi huve hayran ve a'zame ecrâ(ecren), vestagfirûllâh (vestağfirûllâhe), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Muhakkak ki Rabbin, senin ve seninle beraber olanlardan bir topluluğun, gecenin üçte ikisinden daha azında, (bazan) onun yarısında ve (bazan da) onun üçte birinde (Kur’ân okumak, zikir yapmak, kanitin olmak, teheccüd namazı kılmak için) kalktığını biliyor. Ve geceyi ve gündüzü Allah takdir eder, onu sizin asla hesaplayamayacağınızı (gecenin zaman dilimlerini doğru tayin edemeyeceğinizi) bildi. Bu sebeple sizin tövbenizi kabul etti. O halde Kur’ân’dan size kolay geleni okuyun! Sizden bir kısmınızın hasta olacağını, diğerlerinin yeryüzünde, Allah’ın fazlından (rızık) isteyerek dolaşacaklarını ve diğer bir kısmının da Allah’ın yolunda savaşacaklarını bildi. Artık O’ndan (Kur’ân’dan) size kolay geleni okuyun, namazı ikame edin, zekâtı verin ve Allah için güzel bir şekilde borç verin! Ve nefsiniz için hayır olarak ne takdim ederseniz, onu Allah’ın indinde daha hayırlı ve daha büyük bir ecir olarak bulursunuz. Ve Allah’a istiğfar edin (tövbe edip Allah’tan mağfiret dileyin)! Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.
Yani: “Gecenin üçte birini, üçte ikisini namazla geçirmeyin. Ötekileri nasıl kılıyorsanız, nasıl beş altı dakikada, bilemediniz yedi sekiz dakikada dört rekât namazı kılıyorsanız, 11 rekâtlık olan bu namazı da öyle kılın.” diyor Allahû Tealâ. Bir nevi sünneti farz haline getiriyor Allahû Tealâ “Kılın.” emrini vererek.
Bu kardeşlerimize soruyoruz: “Teheccüd namazı kılıyor musunuz? Her gece?
Sevgili kardeşlerim, onlar sahâbeydi, İslâm’ın beş şartını en üst boyutlarda yerine getiriyorlardı.
“Hacca gittiniz mi?” diye soracağız kardeşlerimize ama bunun paraya müsadif bir konu olması hasebiyle onu sormaktan vazgeçiyoruz. Parası olup da gitmeyenler bunun sorumluluğunu müdrik olmalıdırlar. Acaba sahâbe gibi Perşembe günleri oruç tutuyor mu kardeşlerimiz diye sorduk. Cevap “Hayır.” diye geliyor.
Öyleyse kelime-i şahadete geliyoruz. Kendi kendinize “lâ ilâhe illallah, muhammeden resûllullah” dediğiniz için cennete gideceğinizi zannediyorsunuz öyle değil mi? Buharî’de bu konuda hadîs var. Ne diyor: “Kim; lâ ilâhe illallah muhammeden resûllullah” derse cennete gider.” Ama Kur’ân hiç öyle söylemiyor. Bu “lâ ilahe illallah muhammeden resûllullah.” sözünü mürşidine tâbî olduğunuz anda söylerseniz ki eğer gene bu söz sebebiyle değil, ama tâbî olduğunuz için gideceğiniz yer Allah’ın cennetidir. Bu söz size sevap kazandırır. Kazanılan sevaplar günahları aşmadıkça kimseye cennet müyesser değildir.
Evvelâ şunu bileceksiniz: Cennete girebilmeniz için sevaplarınızın günahlarınızı aşması lâzım, günahlarınızdan fazla olması lâzım. Siz şu anda Allah’ın yoluna girmediğiniz için, tâbiiyetiniz gerçekleşmediği için her kazandığınız derece için, 1 derece için 10 katını alıyorsunuz. Ama tâbî olmanız halinde o zaman 100 katını almaya başlayacaksınız, daha başlangıçta; Nefs-i Emmare kademesinde. Sonra Levvame; 200 kat, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye; 700 kat. O zaman şunu göreceksiniz ki bir insanın her gün kazandığı derecelerden 700 kat daha fazlasını kaybetmesi, günahlarla kaybetmesi mümkün değildir. Allah bu sebeple cenneti garanti ediyor, o Allah’ın dostlarına.
Şimdi Kur’ân-ı Kerim’in farzlarının ötesindeki sünnetlerden bahsetmiş olduk. Peygamber Efendimiz (S.A.V), görüyorsunuz ki sizden farklı bir şeriat anlayışının sahipleriydi. Farzların yanında sünnetleri de oluşturuyorlardı. Ve 15 yaşlarının ötesindeki bütün zamanları için borç farzlarını ödüyorlardı. Borçlarını ödüyorlardı Allahû Tealâ’ya namazlarda.
Tasavvufu yaşayanlar ne yapıyor?
*Günde 7 vakit namaz kılıyorlar.
*Her gün 2 günlük borç ödüyorlar. Borçları olsa da ödüyorlar, olmasa da ödüyorlar.
*Namazların bütün sünnetlerini, ön sünnetleri, son sünnetleri hepsini mutlaka kılıyorlar.
*Sahâbe nasıl Ramazan ayının dışında da her Perşembe orucunu tutmuşsa, kandil günlerinde orucunu tutmuşsa, onlar da bütün tasavvufu yaşayanlar aynını devam ettiriyorlar.
*Zekâtlarını en az 2 kat veriyorlar.
*Her gün namazlarında iki günlük borç ödüyorlar.
*Aralarında vaziyetleri müsait olanlar hacca gidiyor.
*Kelime-i şahadeti sık sık getiriyorlar ama biliyorlar ki mürşidlerine tâbî oldukları günde o kelime-i şahadeti getirdikleri zaman, o sebeple kurtuluşa ulaştılar.
Öyleyse bir bütün içinde bir muhteva tayini yapıyoruz. Kur’ân-ı Kerim farzlardan bahsediyor. Şimdi bu sevgili Almanya’daki kardeşlerimize soruyoruz: Siz zikir yapıyor musunuz? El cevap: “Hayır.” Peki, zikir farz değil mi size göre? Bu konunun cevabını çok merak ediyorum. Çünkü birçok kişi bize bugüne kadar “farz değildir.” cevap verdi. Ve sonra da pişman oldular bu cevabı verdiklerine. Eğer sizin aranızda da “Farz değil.” diyenler varsa -ki zikir yapmadığınıza göre farz değil hüviyetindesiniz- o zaman âyetlere dikkatle bakın.
Muzzemmil Suresi 8. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“vezkurisme rabbike: Rabbinin ismiyle, Allah’ın ismiyle zikret.”
Bunun mânâsı, ara sıra zikretmek. Sabah, öğle, akşam, aklınıza geldiği zaman “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye Allahû Tealâ’yı ya sesle ya da içinizdeki sesle zikretmek.,Allah’ın İsmini tekrar etmek.
Allahû Tealâ bununla yetinmiş mi? Hayır, yetinmemiş. Öteye geçmiş Allahû Tealâ. Çok zikri emretmiş: “Günün yarısından daha fazla zikret.” Ahzâb Suresi 41. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor ki:
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
“yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran): Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle zikredin. Allah’ı zikredin, öyle bir zikredin ki her gün zikriniz günün yarısından çok olsun, çok zikir olsun. Günün çoğunu zikirle geçirin.”
Ve Allahû Tealâ bununla da yetinmemiş. Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
“fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.”
Sevgili kardeşlerim, öğrencilerim, izleyenlerim, sadece üç halde bulunabilirsiniz; ayaktasınız, oturuyorsunuz ve üçüncü hal; yatıyorsunuz. Dördüncü bir hâl yok. Sadece üç halde bulunabilirsiniz. Bütün diğer hareketleriniz hep bu üç tanesinden birisine tâbîdir. Ya oturuyorsunuz, ya yatıyorsunuz ya da ayaktasınız. Hangi fiilinizi düşünürseniz düşünün, bunlardan birindesiniz. Öyleyse dördüncü bir hâl olmadığına göre ve üçünde de daima Allah’ı zikretmeniz emrolunduğuna göre daimî zikir de farz.
*Zikir farz,
*Günün yarısından fazla zikir farz,
*Ve daimî zikir farz.
Ve sizler zikir yapmıyorsunuz. Sahâbe daimî zikrin sahibiydi. Bakınız Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesine, bütün sahâbenin ulûl’elbab olduğunu söylüyor Allahû Tealâ.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Bakınız Âli İmrân Suresinin 190 ve 191. âyetlerine:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Allahû Tealâ: “li ulîl elbâb(ulîl elbâbı), yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: Ulûl’elbab var ya” diyor Allahû Tealâ, “o ulûl’elbab kullarımız için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.” diyor.
Hepsi daimî zikrin sahibi olmuşlar. Siz zikrediyor musunuz? Tabiatıyla size dîn öğretenler, öğrettikleri dîni bugünün dîn adamlarından aldılar. Onlar bilmiyorlar ki bunlara öğretsinler, bunlar da size öğretsin. Sevgili kardeşlerim, 14 asır evvel sahâbe Kur’ân’ın aynasıydı, onlara bakın. Allah’ın bütün farzlarını, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetlerini hep yerine getirdiler. Ve İslâm’ın 5 şartı, şeytanın bugünkü dîn uğraşısını sıfırlamak için bir tuzağıdır. Asırlardan beri iblis bunu yerleştirmeye çalışıyordu, başardı. Bu İslâm’ın 5 tane şartı arasında zikir var mı? Elbette yok. Peki, şeriatın 32 farzında, şeriatın 54 farzında zikir var mı? Gene “yok” cevabını vermek mecburiyetindesiniz, çünkü yok. Öyleyse bu nasıl şeriattır ki Kur’ân-ı Kerim’in temel emrini, zikri devreden çıkarmak cesaretini göstermiş. Ne zamandan beri insanlar Allah’ın emirlerini diledikleri gibi değiştirmek imkânının sahipleri?
Sevgili kardeşlerim, size öğretmiyorlar diye öğrendiğinizin Kur’ân-ı Kerim’le mukayesesinde Kur’ân-ı Kerim’deki farzların, öğrendiklerinizden ve tatbik ettiklerinizden ibaret olduğunu zannediyorsanız, bu sizi sadece cehenneme götürür. Bunu söylemek bizim boynumuzun borcudur. Ama tatbik etmek veya tatbik etmemek, o sizin iradenizin mahsulü olacaktır. Biz size sadece hakikatleri söyleriz. Öyle yapmıyorsunuz diye de size kızmayız. Sizin için sadece üzülürüz. Neticeleri öylesine belli kılmış ki Allahû Tealâ: “Eğer,” diyor, “şunları şunları şunları yapmazsanız kurtulamazsınız.” diyor.
Şimdi farzlar açısından, şeriat açısından bir sona ulaştık sizlerle. Gördünüz ki Allah’ın en büyük ibadet olarak kabul ettiği zikir, namazdan da daha büyük bir ibadet olarak kabul ettiği zikir, sizin tarafınızdan yapılmıyor. Farz kılmış mı Allahû Tealâ? Söylediğimiz gibi; zikri, çok zikri, daimî zikri, hepsini farz kılmış ve siz bunu yapmıyorsunuz.
Şimdi burada durun sevgili kardeşlerim, öteye geçmeden buna bir sonuçla ulaşmak istiyorum. Eğer, zikir yapmazsanız, mürşide tâbî olmazsanız ne olur? Nefs tezkiyesi yapamazsınız. Allah’a nefsinizin ezelde verdiği tezkiye olmak konusundaki yemini gerçekleştiremezsiniz. Çünkü ancak zikirle nefsinizin kalbine gelen fazıllar, Allah’ın mürşidinize ulaştığınız an kalbinize yazacağı îmân kelimesinin etrafında toparlanmaya başlayacaklardır. Tabii biliyoruz ki bütün söylediklerimiz size yabancı. Bunları bilen yok ki size öğretsinler, yaşamıyorlar ki İslâm’ı.
Sevgili kardeşlerim, zikir yaptığınız zaman Allah’ın katından inen rahmet, fazl ve salâvât isimli üç grup nur göğsünüze gelir. Göğsünüzden Allah’ın açtığı, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz takdirde açtığı şifreli yolu takip ederek kalbinize ulaşır, nefsinizin kalbine. Nefsinizin mührünü bastırarak aşağı indirir, zulmanî kapıyı kapatır. Nefsinizin kalbinin Rabbani kapısındaki bu mühür aşağı indiği için kapı açılmıştır. Zikir boyunca Allah’ın nurları oradan içeri girecek, fazıllar îmân kelimesinin etrafında toparlanmaya başlayacaktır. Nefsinizin kalbinde ilk % nur birikimiyle Nefs-i Emmare kademesini tamamlarsınız. Sonra da her %7 nurla birlikte Levvame, Mulhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye kademelerini tamamlarsınız. Bunların hiçbirini yapmıyorsunuz; o zaman nefsinizi tezkiye edemezsiniz.
Nefs-i Emmare’de sizin vücudunuzdan ayrılan ruhunuz birinci gök katına ulaşır. Levvame, Mulhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerinde ruhunuz 7 tane gök katını aşar ve Allah’ın Zat’ına ulaşır ve Allah’ın Zat’ında ifna olur, siz hayatta iken.
H. kardeşimizin sorduğu sualler, üç sual ama bütünün ayrı ayrı parçaları ve konular da birbirinin içinde. Onun için şu noktada sözlerimi kesiyorum. İkinci ve üçüncü sualleri de okuyorum. Hepsinin birden cevaplarını, birbirinin içinde olan cevapları bir defa verdiğim zaman hepsine birden dokunmuş olacağım. Onun için ikinci suali de okuyorum.
SORU: “Peygamber Efendimiz (S.A.V), “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bir tek Fırka-ı Naciye cennete gidecek. Diğer 72 fırkaysa Peygamberimiz’in “ümmetim” dediği için günahları kadar yanıp cennete girecekler.” diyorlarmış Almanya’daki kardeşlerimiz. Ama 34 tane Kur’ân-ı Kerim âyet-i kerimesini görünce, insanların bir defa cehenneme girdikten sonra bir daha oradan çıkamayacaklarını, ebediyyen orada kalacaklarını görünce kardeşlerimiz demişler ki: “Size katılmıyorum.”
CEVAP: Tamam. Hiç kimseye bizim fikrimize iştirak edeceksiniz diye bir zorlama aklımızın köşesinden bile geçmez. Bizim için söz konusu olan şey, doğruları anlatmak, bildirmektir. Orada görevimiz biter. Söylediğimiz kişiler bunu algılayabilir veya algılayamaz. Ama kurtulacak olan biz değiliz, onlar. Gerçekten o 34 tane âyet-i kerimeyi şimdi ibret olsun diye o kardeşlerimiz dinlemese de biz sizlere okuyacağız.
Üçüncü suali H. kardeşimizin:
SORU: “Dünya hayatını yaşarken ruh emanetinin Allah’a ulaştırmasını 11 defa Allah’ın üzerimize farz kıldığını söyledik.” diyor. Ve demişler ki: “Ruh ancak ölümle Allahû Tealâ’ya ulaşır. Hiç kimsenin ruhu o kişi hayattayken Allah’a ulaşamaz. Allah’a ulaşan sadece ibadetlerimiz, hayır ve hasenelerimizdir.”
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, bu üç sualin de cevabı olarak dizaynımızı tamamlayalım. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de İslâm’ın beş tane safhasından bahsediyor. Beş tane şart değil, beş tane safhadan bahsediyor Allahû Tealâ. Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ’nın ifadesi:
*Birinci safhada Allah’a ulaşmayı dilemek söz konusu.
*İkinci safhada mürşide ulaşmak söz konusu,
*Üçüncü safhada ruhu Allah’a ölmeden evvel ulaştırıp Allah’ın evliyası olmak söz konusu.
Böylece ruh Allah’a teslim olunuyor. Ve İslâm olmanın yani Allah’a teslim olmanın birinci teslimi tamamlanıyor, ruhumuzu Allah’a ulaştırıp teslim ettiğimiz zaman.
*Sonra fizik vücudumuz da Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanıyor; dördüncü safha, ikinci teslim gerçekleşiyor, vechimiz de Allah’a teslim oluyor.
*Daha sonra üçüncü teslim; nefsimizin de daimî zikre ulaştığımız, nefsimizin kalbinde hiçbir afet kalmadığı noktada Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanması ve üçüncü teslim; böylece İslâm olmak, sahâbe gibi İslâm olmak.
İslâm kelimesi “slm” kökünden geliyor, teslim kelimesi de. İslâm olmak Allah’a teslim olmak demektir.
*Ruhunuzu Allah’a teslim edeceksiniz; 22. basamaktasınız.
*Fizik vücudunuzu Allah’a teslim edeceksiniz, 25. basamaktasınız.
*Nefsinizi Allah’a teslim edeceksiniz, 27. basamaktasınız. Ve Allah’a burada teslim olursunuz, ancak burada İslâm olursunuz.
Şimdi sevgili kardeşlerim, Almanya’lı kardeşlerim, şunu ümit ediyorum; inşaallah şu an bu sırada sizlere bu ilimleri öğreten oradaki hocalarınız da bunları dinliyorlardır. Dinlemelerini çok isterim. Çünkü size öğretmek için önce onların öğrenmesi gerekiyor. Evet, onları öğretenler de bilmiyor, bu da bir vakıa, o da ayrı bir üzüntü konusu. Ama Kur’ân-ı Kerim bunları ihtiva ediyor. Bunlar Kur’ân-ı Kerim’in temel emirleri.
Şu cennet âyetlerini söyledikten sonra konumuzun tamamına geçmek istiyorum. Şimdi ara sıra şuradan çıkardığımız kara kaplı kitaba beraberce bir göz atalım. Kara kaplı kitap. Âyetler. Allah razı olsun. Cehennem konusundaki âyetlere bakıyoruz, devamlı cehennemde kalacaklara ait âyetler:
Arâf Suresi 36. âyet-i kerime:
7/A'RÂF-36: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ ulâike ashabun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler ve onlara karşı kibirlenenler, işte onlar ateş ehlidirler ve onlar, orada devamlı kalanlardır (kalacaklardır).
Allahû Tealâ diyor ki: “vellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ ulâike ashabun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Âyetlerimizi yalanlayanlara ve bunlar ile tekebbür edenlere gelince, bunlar cehennemliktirler, cehennem ashabıdırlar, orada ebedî olarak kalacaklardır.”
Ahzâb-65’de Allahû Tealâ, 64 ve 65’te diyor ki:
33/AHZÂB-64: İnnallâhe leanel kâfirîne ve eadde lehum saîrâ(saîren).
Muhakkak ki Allah, kâfirleri lânetledi. Onlar için alevli ateşi (cehennemi) hazırladı.
33/AHZÂB-65: Hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), lâ yecidûne veliyyen ve lâ nasîrâ(nasîren).
Orada ebediyyen kalıcılardır (kalacak olanlardır). (Orada) bir dost ve bir yardımcı bulamazlar.
“innallâhe leanel kâfirîne ve eadde lehum saîrâ(saîren): Allahû Tealâ, kâfirlere lânet etmiş ve orada ateş hazırlamıştır.”
“hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden): Orada ebediyyen kalacaklardır.”
Âli İmrân Suresi, 116. âyet-i kerimesi:
3/ÂLİ İMRÂN-116: İnnellezîne keferû len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey’â(şey’en), ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki inkâr edenlere, malları ve evlatları, Allah'tan bir şeye (azaba) karşı kendilerine asla bir fayda vermez. Ve işte onlar ateş ehlidir, onlar, orada devamlı kalacak olanlardır.
“innellezîne keferû len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey’â(şey’en), ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Muhakkak ki o kâfirlerin ne malları ne evlâtları onlara, Allah'tan gelecek bir cezaya, bir şeye karşı koymaya yetmez. İşte onlar ateş ehlidirler, orada devamlı kalacaklardır.”
Dördüncü âyet, Bakara Suresinin 39. âyet-i kerimesi:
2/BAKARA-39: Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâr(nârı), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Ve inkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar ateş ehlidir, orada ebedî kalacak olanlardır.
“vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâr(nârı), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Ve Bizi inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar var ya,” diyor Allahû Tealâ, “onlar ateş ehlidirler ve orada ebedî kalacaklardır.” buyuruyor.
Bakara Suresinin 81. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-81: Belâ men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Hayır (sandığınız gibi değil), kim, günah kazanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.
“Hayır: belâ, men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Kim günah kazanmış da hataları kendisini kuşatmışsa işte onlar ateş halkıdır, orada devamlı kalacaklardır.”
Âyetler hep uzuyor, sonucunu söylüyorum.
Bakara-217:
2/BAKARA-217: Yes’elûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîhi, kul kıtâlun fîhi kebîr(kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh(indallâhi), vel fitnetu ekberu minel katl(katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fîd dunyâ vel âhirati, ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) Allah yolundan saptırmak (alıkoymak) ve O’nu inkâr etmek, (mü’minlere) Mescid-i Haram’ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke’den sürüp) çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.”
Birçok olaydan bahsettikten sonra Allahû Tealâ diyor ki:
“ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Onlar ateş ehlidirler, orada ebedî olarak kalacaklardır.”
Bakara-257:
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
“ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Onlar ateş ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.”
8. âyet-i kerime; Bakara-275:
2/BAKARA-275: Ellezîne ye’kulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel mess(messi), zâlike bi ennehum kâlû innemâl bey’u mislur ribâ, ve ehallallâhul bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min rabbihî fentehâ fe lehu mâ selef(selefe), ve emruhû ilâllâh(ilâllâhi), ve men âde fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Riba (faiz) yiyenler, kabirlerinden ancak şeytan çarpmasından hırpalanmış bir kimse gibi kalkarlar. İşte bu, onların: “Oysa alışveriş riba gibidir.” demeleri sebebiyledir. Ve Allah, alışverişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır. Bundan sonra, Rabbinden kendisine öğüt gelen kimse (ona uyarak) artık (faizden) vazgeçerse, o taktirde geçmiş olan (önceden aldığı faiz) onundur ve onun işi (onun hakkındaki hüküm) Allah’a aittir. Ve kim de (faizciliğe) dönerse, işte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar orada ebedî kalacak olanlardır.
“ve men âde fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): İşte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır.”
Beyyine-6:
98/BEYYİNE-6: İnnellezîne keferû min ehlil kitâbi vel muşrikîne fî nâri cehenneme hâlidîne fîhâ, ulâike hum şerrul beriyyeti.
Muhakkak ki kitap ehlinden inkâr edenler ve müşrikler, cehennem ateşindedirler ve orada devamlı kalacak olanlardır. İşte onlar, onlar yaratılmışların şerli olanlarıdır.
“fî nâri cehenneme hâlidîne fîhâ: Onlar cehennem ateşinde olacaklardır, orada ebediyyen kalacaklardır.”
Cinn-23 (10. âyet):
72/CİNN-23: İllâ belâgan minallâhi risâlâtihî, ve men ya’sıllâhe ve resûlehu fe inne lehu nâra cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden).
(Bu) sadece Allah’tan olanı tebliğ ve O’nun risaletidir. Ve kim Allah’a ve O’nun Resûl’üne asi olursa, bundan sonra muhakkak ki onun için, içinde ebediyyen kalacağı cehennem ateşi vardır.
“fe inne lehu nâra cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden): Muhakkak ki onlar için cehennem ateşi vardır. Orada ebediyyen kalacaklardır.”
11: En’âm-128:
6/EN'ÂM-128: Ve yevme yahşuruhum cemîâ(cemîan), yâ ma’şerel cinni kadisteksertum minel ins(insi) ve kâle evliyauhum minel insi rabbenâstemtea ba’dunâ biba’dın ve belagnâ ecelenâllezî eccelte lenâ, kâlen nâru mesvâkum hâlidîne fîhâ illâ mâ şâallâhu, inne rabbeke hakîmun alîm(alîmun).
Ve onların hepsini biraraya topladığı gün (Allahû Tealâ şöyle buyuracaktır): “Ey cin topluluğu! İnsanlarla sayınızı artırdınız (tagutların arasına insanları da kattınız).” Onlara dost olan insanlardan bir kısmı şöyle dedi: “Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık ve Senin bize takdir ettiğin zamanın bitiş noktasına (sonuna) eriştik.” (Allahû Tealâ): “Allah’ın dilediği şey (cehennemin yok olma zamanı gelmesi hali) hariç; sizin barınacağınız yer ateştir, orada ebedî kalacak olanlarsınız.” buyurdu. Muhakkak ki senin Rabbin, hüküm sahibi ve en iyi bilendir.
“hâlidîne fîhâ: Orada ebediyyen kalacaklardır. Onlar için ateş vardır.” diyor.
12: Enbiyâ-99:
21/ENBİYÂ-99: Lev kâne hâulâi âliheten mâ veradûhâ, ve kullun fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Eğer onlar gerçekten ilâhlar olsaydılar, oraya (cehenneme) girmeyeceklerdi. Ve hepsi orada ebediyyen kalacak olanlardır.
“lev kâne hâulâi âliheten mâ veradûhâ ve kullun fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Hepsi ebedî olarak orada cehennemde kalacaklardır.”
Haşr Suresinin 17. âyet-i kerimesi:
59/HAŞR-17: Fe kâne âkıbetehumâ ennehumâ fîn nâri hâlideyni fîhâ, ve zâlike cezâûz zâlimîn(zâlimîne).
Böylece ikisinin (münafıkların ve şeytanın) akıbeti orada, ateşin içinde ebediyyen kalmak oldu. Ve işte bu, zalimlerin cezasıdır.
“ennehumâ fîn nâri hâlideyni fîhâ: O ikisinin akıbeti de ebedî olarak kalacakları cehennem ateşidir.” diyor Allahû Tealâ.
Mucâdele-17:
58/MUCÂDELE-17: Len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum min allâhi şey’â(şey’en), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onların malları ve evlâtları, Allah’tan bir şeye (azaba) karşı onlara asla fayda vermez. İşte onlar, ateş ehlidir, orada ebediyen kalacak olanlardır.
“ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Onlar ateş ehlidirler, orada ebediyyen kalacaklardır.”
Muhammed-15:
47/MUHAMMED-15: Meselul cennetilletî vuidel muttakûn(muttakûne), fîhâ enhârun min mâin gayri âsin(âsinin), ve enhârun min lebenin lem yetegayyer ta’muhu, ve enhârun min hamrin lezzetin liş şâribîn(şâribîne), ve enhârun min aselin musaffâ(musaffen), ve lehum fîhâ min kullis semerâti ve magfiratun min rabbihim, ke men huve hâlidun fîn nâri ve sukû mâen hamîmen fe kattaa em’âehum.
Takva sahiplerine vaadedilen cennetin durumu şudur ki; içinde kokusu değişmeyen sudan nehirler, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet veren şaraptan nehirler ve saf (süzülmüş) baldan nehirler bulunur. Onlar için orada her çeşit meyve bulunur ve (onlar için) Rab’lerinden mağfiret vardır. (Bunların durumu), ateşte devamlı kalacak olan ve hamîm (sıcak kaynar su) içirilen, bu sebeple bağırsakları parçalanan kimsenin durumu gibi midir?
“huve hâlidun fîn nâri: Onlar ateşte devamlı, ebediyyen kalacaklardır.”
Muminûn-103:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne): Cehennemde ebediyyen kalacaklardır.”
18:
40/MU'MİN-76: Udhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ, fe bi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
Ebediyyen orada kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Artık kibirlenenlerin kalacakları yer ne kötü.
“udhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ: Cehennemin kapılarından içeri girin. Ebediyyen orada kalacaksınız.”
Nahl-29 (19. âyet-i kerime):
16/NAHL-29: Fedhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ fe lebi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
Haydi, orada ebediyyen kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin (büyüklük taslayanların) kaldığı yer ne kötüdür.
“fedhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ: Öyleyse içinde ebediyyen kalmak üzere cehenneme girin.”
Nebe-21, 22, 23:
78/NEBE-21: İnne cehenneme kânet mirsâdâ(mirsâden).
Muhakkak ki cehennem mirsad olmuştur.
78/NEBE-22: Lit tâgîne meâbâ(meâben).
Azgınlar için meab (sığınılacak yer) olarak.
78/NEBE-23: Lâbisîne fîhâ ahkâbâ(ahkâben).
(Onlar) orada bütün zamanlar boyunca kalacak olanlardır.
“inne cehenneme kânet mirsâdâ(mirsâden): İşte bu cehennem, bir gözetleme merkezidir.”
“lit tâgîne meâbâ(meâben) (22): Azgınların varacakları bir yerdir.”
“lâbisîne fîhâ ahkâbâ(ahkâben): Orada bütün zamanlar boyunca kalacaklardır.”
Nisâ-14:
4/NİSÂ-14: Ve men ya’sıllâhe ve resûlehu ve yeteadde hudûdehu yudhılhu nâran hâliden fîhâ.Ve lehu azâbun muhîn(muhînun).
Ve kim Allah'a ve O’nun Resûl'üne isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde ebedî kalacakları ateşe koyar. Ve onun için "alçaltıcı azap" vardır.
“yudhılhu nâran hâliden fîhâ: Ateşe girin, orada ebediyyen kalacaksınız.”
22: Nisâ Suresinin 93. âyet-i kerimesi:
4/NİSÂ-93: Ve men yaktul mu’minen muteammiden fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ ve gadıballâhu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azâben azîmâ(azîmen).
Ve kim, bir mü'mini taammüden (kastederek) öldürürse, o takdirde onun cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir ve Allah ona gazab etmiş ve ona lânet etmiştir. Ve (Allah), onun için "büyük azap" hazırlamıştır.
“fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ: Onların cezası, ebediyyen kalacakları cehennemdir.”
Nisâ-169 (23. âyet-i kerime):
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
“illâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden): Sadece cehennem tariki söz konusudur onlar için, cehennem yolu, cehenneme ulaştıran yol. Orada ebediyyen kalacaklardır.”
24. âyet-i kerime, Rad-5:
13/RA'D-5: Ve in ta’ceb fe acebun kavluhum e izâ kunnâ turâben e innâ le fî halkın cedîd(cedîdin), ulâikellezîne keferû bi rabbihim, ve ulâikel aglâlu fî a’nâkıhim, ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Eğer acayip buluyorsan (şaşıyorsan) (bil ki;) asıl onların: “Biz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten, mutlaka yeniden mi halkedileceğiz (yaratılacağız)?” sözleri acayiptir (şaşılacak şeydir). İşte onlar, Rab’lerini inkâr eden kimselerdir. Ve işte onlar, boyunlarında demir halkalar olanlardır ve işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalanlardır.
“ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Onlar için ateş ehli olmak söz konusudur, orada ebediyyen kalacaklardır.”
Tegâbun-10:
64/TEGÂBUN-10: Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâri hâlidîne fîhâ ve bi’sel masîr(masîru).
Âyetlerimizi inkâr edenler ve yalanlayanlar; işte onlar, ateş ehlidirler, orada (cehennemde) ebediyyen kalacak olanlardır. Ve (o) ne kötü varış yeri (ulaşılacak yer).
“ulâike ashâbun nâri hâlidîne fîhâ: Onlar ateş ehlidirler, orada ebediyyen kalacaklardır.”
26. âyet-i kerime, Tevbe-17:
9/TEVBE-17: Mâ kâne lil muşrikîne en ya'murû mesâcidallâhi şâhidîne alâ enfusihim bil kufr(kufri), ulâike habitat a'mâluhum ve fîn nâri hum hâlidûn (hâlidûne).
Müşriklerin, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olmaz. Kendilerinin (nefslerinin) küfürlerine (inkârlarına, kâfirliklerine) şahitler iken. İşte onların amelleri heba olmuştur. Ve onlar, ateşte ebedî kalacak olanlardır.
“ulâike habitat a'mâluhum: Onların amelleri yok olmuştur, silinmiştir, boşa çıkmıştır.”
“fîn nâri hum hâlidûn (hâlidûne): Ateşte devamlı kalacaklardır.”
Tevbe-63:
9/TEVBE-63: E lem ya’lemû ennehu men yuhâdidillâhe ve resûlehu fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ, zâlikel hızyul azîm(azîmu).
Allah ve O’nun Resûl'üne karşı, kim haddi aşarsa, artık onun için mutlaka orada ebediyyen kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmiyorlar mı? İşte bu, büyük rüsvalıktır (rezilliktir).
“fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ: Öyleyse onlar için muhakkak ki cehennem ateşi söz konusudur, ebediyyen kalacakları.”
28. âyet-i kerime; Tevbe-68:
9/TEVBE-68: Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum, ve leanehumullâh(leanehumullâhu) ve lehum azâbun mukîm (mukîmun).
Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, orada ebedî kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O (cehennem), onlara yeter. Ve Allah, onlara lânet etti. Ve onlar için ikâme edilmiş olan (devamlı kılınan) bir azap vardır.
“vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ: Ve kâfirler için cehennem ateşi vardır, orada ebediyyen kalmak üzere.”
29. âyet-i kerime, Yûnus-27:
19/MERYEM-27: Fe etet bihî kavmehâ tahmiluhu, kâlû yâ meryemu lekad ci’ti şey’en feriyyâ(feriyyen).
Böylece onu taşıyarak kavmine getirdi. (Kavmindekiler) dediler ki: “Ey Meryem! Andolsun ki sen, acayip (kötü) bir şey yaptın.”
“ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne): Onlar ateş ehlidirler, orada ebediyyen kalacaklardır.”
30. âyet-i kerime, Zumer-72:
39/ZUMER-72: Kîledhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ, fe bi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
(Onlara): “Orada ebediyyen kalmak üzere cehennemin kapılarından girin!” denildi. Artık kibirlenenlerin mesvası (kalacağı yer) ne kötü.
“kîledhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ: Öyleyse de ki: Denecek ki onlara; orada ebediyyen kalacağınız cehennem kapısından içeri girin.”
Zuhrûf-74; 31. âyet-i kerime:
43/ZUHRÛF-74: İnnel mucrimîne fî azâbi cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki mücrimler (suçlular), cehennem azabı içinde ebediyyen kalacak olanlardır.
“innel mucrimîne fî azâbi cehenneme hâlidûn(hâlidûne): Doğrusu suçlular için, muhakkak ki suçlular için, cehennemde devamlı olarak kalmak söz konusudur.”
Öyleyse bir defa bu husus, Kur’ân-ı Kerim’in temelini teşkil eder: Cehenneme giren kişi orada ebediyyen kalır, cennete giren kişi ebediyyen kalır.
Kıyâmet günü günahlarımız ve sevaplarımız tartılır. Kimin sevapları fazlaysa onlar cennete girerler, ebediyyen cennette kalırlar. Kimin de günahları fazlaysa onlar da cehenneme girerler, ebediyyen orada kalırlar. Ne cennete girenlerin cehenneme girmeleri, ne de cehenneme girenlerin cennete girmeleri söz konusu hiçbir zaman olmaz. Buna dair hiçbir âyet-i kerime Kur’ân-ı Kerim’de kimse bulamadı bugüne kadar, yani bir insanın cehenneme girdikten sonra cennete gireceğine dair veya cennete girdikten sonra cehenneme gireceğine dair.
Allah razı olsun.
Şimdi kardeşimizin “fırka-ı naciye dediği insanlar kurtulacak.” diyor. Meselenin aslına beraberce bakalım. Sebe Suresi 20. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
“Şeytan kıyâmet günü insanlara olan vaadini yerine getirdi. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç, bütün fırkalar şeytana kul oldular. Yani bir tek fırka hariç, bütün fırkalar cehenneme girecekler.”
Sahâbe soruyor, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e:
“-Ey Allah’ın Resûlü! Kaç fırka olacak?”
“Yetmiş üç.”
“-Bunlardan kaç tanesi kurtulacak?”
“Bir tanesi.”
“-Hangi fırka kurtulacak?”
“Fırka-ı Naciye.”
“-Özellikleri ne, karakteristikleri ne ey Allah’ın Resûlü?”
“Onlar da sizin ve benim gibi Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanlardır.”
Cevap böyle geliyor sevgili kardeşlerim. Öyleyse gerçekten 73 fırkadan 72’si kurtulacak ama Kur’ân-ı Kerim, “geri kalan 72’si cehenneme gidecek.” diyor. Hiçbir Kur’ân-ı Kerim âyet-i kerimesinde de cehenneme gidecek olan insanların oradan bir gün, cezalarını çektikten sonra cennete gitmeleri diye bir olay hiçbir yerde geçmiyor Kur’ân-ı Kerim’de.
31 tane âyet-i kerimeden bahsettim size sevgili kardeşlerim. İnsanlar, şeytanın yalanlarını doğru zannediyorlar ve kendileri inanmışlar, başkalarına da bu yalanlara inandırmaya çalışıyorlar. Şeytan böyle diyerek nereye ulaştıracak insanları? Yani: “Cehenneme girenler günahları kadar orada kalırlar, oradan da çıkarlar, sevapları kadar cennette kalırlar ama mutlaka sonunda cennete girerler.” Hayır, sadece sevapları günahlarından fazla olanlar cennete girebilir ve kıyâmet günü girer. Oradan bir daha cehenneme hiçbir zaman dönmezler. Ve gene kıyâmet günü cehenneme girenler cehenneme girer ve kalırlar, oradan asla çıkamazlar. Cehennem kapıları cehennemlik olanların oradan dışarı çıkmasına hiçbir zaman müsaade vermeyen bir kompüter sistemiyle, İlâhi kompüter sistemiyle donatılmıştır.
Öyleyse neden bahsediyoruz? Son derece açık ve kesin bir Kur’ân-ı Kerim kanunu. Allah’ın kanunu. Kimin günahları sevaplarından çoksa onlar cennete girerler; Muminûn-102
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
Ebediyyen orada kalırlar, otuz bir âyet-i kerime gereğince.
Kimin günahları sevaplarından çoksa onlar da cehenneme girerler, ebediyyen orada kalırlar; Muminûn-103, ve 31 tane, onunla beraber 31 tane âyet-i kerime.
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, cennet ve cehennem olayını burada bitiriyoruz. Kardeşlerimize sadece doğruyu söyleriz. Bunun ışığında kendilerini imtihan etmelerini isteriz, sorgulamalarını isteriz ama seçim hakkı her zaman hür iradenindir. Bütün insanların da hür iradesi söz konusudur. Bu kardeşlerimiz de elbette hür iradelerini diledikleri istikamette kullanırlar. “Sen böyle diyorsun, böyle de olsa biz onu yaşamak istemiyoruz.” diyebilirler ve yaşamazlar. Onların bileceği iş, kendi hayatlarından kendileri mesuller. Ama bu doğruları gördükten sonra da aynı şeyi söyleyebilecekler mi şimdi bize?
Peygamber Efendimiz (S.A.V)” ümmetim” dediği için diğer 72 fırka da hepsi kurtulacakmış. Bir süre cehennemde kalıp hafifçe leblebi gibi kavrulduktan sonra Allahû Tealâ onları cennete alacakmış. Böyle bir şeyin Kur’ân-ı Kerim’de nerede geçtiğini bize de acaba söylerler mi? İlmimiz artar. Allah razı olsun.
Şimdi gelelim Allahû Tealâ’nın ruhumuzun ölmeden ölmeden Allah’a ulaşmasını üzerimize farz kılmasına. Tam 9 defa direkt farz, 2 defa endirekt farzla tam 11 defa Allahû Tealâ ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını farz kılıyor, ölmeden evvel. Eğer bu kardeşlerimiz sadece bir defa insan ruhunun Allah’a ulaşacağını zannediyorsa burada da çok büyük bir yanılgının sahipleri. Çünkü Allahû Tealâ bakınız ne diyor Bakara Suresinin 45 ve 46. âyetlerinde:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“vesteînû bis sabri ves salât(salâti) ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne), ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).”
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Sabırla ve namazla (hacet namazıyla) Allah’tan istianeyi (size mürşidi göstermesini) isteyin.” diyor Allahû Tealâ, “talep edin, istianeyi isteyin Allah’tan. Ama bu zor bir iştir, büyük bir iştir, kebîratun bir iştir. Fakat huşû sahipleri için zor değildir.”
Huşû sahiplerinin vasfını veriyor Allahû Tealâ: “O huşû sahipleri ki yakîn hâsıl ederek kesin şekilde inanırlar ki; ruhlarını Allah’a mülâki kılacaklardır, ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklardır ve ruhlarını gene kesin şekilde inanırlar ki; Allah’a geri göndereceklerdir, ölümden sonra.”
Yani Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde onların bir kendi iradesiyle ruhlarını hayattayken Allah’a gönderecekleri, Allah’a mülâki kılacakları, bir de ölümden sonra ruhlarının Allah’a yeniden döndürüleceği olayı var. İnsan ruhu iki defa Allah’a dönüyor. Bir; hayattayken ulaşıyor ama öldüğümüz zaman tekrar geliyor başımızın üzerine, vücudumuzdan değil Allah’tan geliyor. Ve Azrail (A.S) ruhumuzu alıyor, 7 tane gök katını çıkarıyor ve ruhumuz tekrar Allah’a geri döndürülüyor. Birincisinde biz, hayatta olan, serbest iradenin sahibi olan kişiler ruhumuzu Allah’a ulaştırıyoruz. İkincisinde ölümümüzle birlikte artık biz bunu yapabilecek olan yetkinin sahibi olmuyoruz, çünkü ölmüş oluyoruz, irademiz yok. Onu kullanabilecek olan imkânlarımız yok. Ve ruhumuz Azrail (A.S) tarafından alınıp Allah’a ulaştırılıyor.
Buradan başlayalım ve farzlara bakalım beraberce. 11 defa Allahû Tealâ üzerimize farz kılmış.
1-Zumer-54:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
“ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerinize kabir azabı gelmeden önce Allah’a dönün, ruhunuzu Allah’a döndürün ve Allah’a teslim olun.”
Yani ruhunuzu Allah’a teslim etmeniz yetmez, fizik vücudunuzu da Allah’a teslim edeceksiniz, nefsinizi de Allah’a teslim edeceksiniz. 3 tesliminizi de gerçekleştireceksiniz.” diyor Allahû Tealâ.
Nitekim sadece ruhumuzun değil, üç emanetin de Allah’a teslimi esas kılınmış Nisâ-58’de:
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “innallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ: Allah, emanetleri ehline, o emanetlerin sahiplerine teslim etmenizi emreder.” diyor.
Emanetlerin; çoğul emanetler, üç tane olması ama emanetin sahibinin bir tek olması âyette, çok önemli. “Bütün emanetleri, emanetlerin üçünü de emanetlerin sahibine teslim edin.” diyor Allahû Tealâ. O Allah!
Emanetler:
1. emanet: Ruhunuz,
2. emanet: Fizik vücudunuz,
3. emanet: Nefsiniz.
Eğer Allahû Tealâ dünyadaki olaylardan bahsetseydi “emanetleri emanetlerin sahiplerine teslim ediniz” diyecekti; her ikisinde çoğul kullanacaktı. Ama “emanetler” diyor ve emanetlerin sahibini “ehli” kelimesini “ehline” diye bitirmiş: “ilâ ehlihâ: Onların ehline.”
Öyleyse böyle bir muhteva içerisinde Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman daha bir âyet söyledik. Ruhumuzun mutlaka Allah’a ulaşması üzerimize farz; 9 defa direkt olarak. Birşnci farzı söyledik.
2. farz: Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“munîbîne ileyhi vettekûhu: O’na dön. Allah’a dön.” diyor, “Ey ruh!” diyor. Ve böylece fizik vücudumuz için de diyor ki: “Takva sahibi ol. Allah’a ruhunu döndür, Allah’a dön ve takva sahibi ol.”
Sonra? Sonra 3. âyet-i kerime; Fecr-28:
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
“irciî ilâ rabbiki.” “Ey ruh!” diyor Allahû Tealâ, “Rabbine geri dön. Geri dönerek Rabbine ulaş. Rabbine rücû et.”
4. âyet-i kerime; Zâriyât-50:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
“fe firrû ilâllâh(ilâllâhi): Öyleyse Allah’a firar et. Allah’a kaç. Allah’a sığın.”
5. âyet-i kerime; Lokmân-15:
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
“vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye): O yola tâbî ol.” diyor, “kim ki o yolu takip ederek Bana ulaşmışsa, Bana vasıl olmuşsa sen de aynı yolu takip ederek sen de Bana ulaş.” diyor Allahû Tealâ.
Sonra 6. âyet-i kerime: Yûnus Suresi 25. âyet-i kerime. Sevgili kardeşlerim, şuna beraberce bir bakalım, 25 miydi, 125 miydi hatırlayamadım. Allah razı olsun. 25. âyet-i kerime, Allahû Teal3a diyor ki:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
“vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).”
Allahû Tealâ böylece diyor ki: “Allah, selâm yurduna, teslim yurduna davet eder yani Kendi Zat’ına davet eder.”
Nereden çıkartıyoruz onu? Çünkü arkasından da diyor ki: “Kimi o teslim yurduna ulaştırmayı dilerse onu Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.”
Sıratı Mustakîm’in ise insanların ruhlarını Allah’a ulaştıran yol olduğu kesinlik kazanıyor, hem En’âm-87, 88’de hem de Nisâ-175’te, Allahû Tealâ her ikisinde de Sıratı Mustakîm'in insanların ruhlarını Allah’a ulaştıracak yol olduğunu söylüyor.
6/EN'ÂM-87: Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim ve ihvânihim, vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
Ve onların babalarından, zürriyetlerinden (nesillerinden) ve kardeşlerinden onları seçtik. Ve onları Sıratı Mustakîm'e (Allah'a ruhu ulaştıran yola) hidayet ettik (ulaştırdık).
6/EN'ÂM-88: Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ibâdihî, ve lev eşrakû le habita anhum mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
İşte bu Allah’ın hidayetidir. Kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler heba olurdu (boşa giderdi).
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
Öyleyse Allahû Tealâ: “yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).” dediğine göre dilediğini, oraya ulaştırmayı dilediği kişiyi Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.” diyor. Belli ki Allahû Tealâ’nın Zat’ına bir davet söz konusu.
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
Ve 7. âyet-i kerime:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen): Allah’ın İsmi'yle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”
Sonra Allahû Tealâ bir olgudan bahsediyor: “Allah’ın İsmiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a dön. Allah’a ulaş.” Öyleyse ruhumuzun Allah’a geri dönmesi, Allah’a vasıl olması yedinci defa emrolunmuş oluyor.
Allahû Tealâ Zat’ına davet etmişti, Şûrâ-47’de bunun kesinleştiğini görüyoruz.
42/ŞÛRÂ-47: İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Rabbinize icabet edin (Allah’a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).
Allahû Tealâ diyor ki: “Üzerinize o değiştirilmesi mümkün olmayan gün (ölüm günü) gelmeden önce Allah’ın davetine icabet et,” diyor, “o gün gelmeden önce, ölmeden önce.”
Bu sözlerin her birinde Allahû Tealâ kuluna emir veriyor. Bir emrin yerine getirilmesi için kişinin hayatta olması gerek. Bunu gerçekleştirecek olan Azrail (A.S) değil, kişi. O Allah’a ulaşmaya karar verecek, o Allah’a ulaşmayı dileyecek, Allah da ona yardımcı olacak, ruhu Allah’a ulaşacak, diğer ruhlarla beraber saflar halinde yükselerek.
“Üzerinize o değiştirilmesi mümkün olmayan o gün yani ölüm günü gelmeden önce Allah’ın davetine icabet et.” buyuruyor Allahû Tealâ.
Nedir Allah’ın daveti? Allah’ın daveti ruhumuzun Allah’a ulaşması. Gördük; Yûnus Suresi 25. âyet-i kerime: “vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi).” diyor; “Allah selâm yurduna teslim yurduna davet eder.”
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
Böylece şunu görüyoruz. Allah, Allah’ın bizi davetine hepimizin icabetini istiyor.
9. âyet-i kerime: Ra’d-21:
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah’ın O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), Allah’a ulaştırırlar.” buyuruyor Allahû Tealâ.
Öyleyse burada 9 tane âyet-i kerime bize bu iradeyle, hayatta olan bir kişinin yapabilme kabiliyetiyle ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırılması kişinin üzerine 11 defa üzerine farz kılınıyor, 9 tanesini saydık; direkt olarak.
10. âyet-i kerime: Mâide-7:
5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
Allahû Tealâ diyor ki: “İşittik ve itaat ettik” dediniz. Biz de misâkinizi üzerinize yazdık,” diyor, “üzerinize yükledik.” diyor.
Öyleyse ne demiş Allahû Tealâ ezelde bize? “elestu birabbikum” demiş, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Sonra da demişiz ki biz: “kâlû: Dediler ki, “evet.” Hepimiz Allahû Tealâ’ya: “evet” demişiz, “Sen bizim Rabbimizsin.”
Bundan sonra ne olmuş? Allahû Tealâ nefslerimizden yemin istemiş, ruhlarımızdan misâk istemiş, fizik vücutlarımızdan ahd istemiş ve sormuş: “Sözlerimi işittiniz mi?” Cevap vermişiz: “semi’nâ: İşittik.” Allahû Tealâ da demiş ki: “Öyleyse itaat edin. Ey nefsler! Yemin verin tezkiye olacağınıza. Ey ruhlar! Misak verin Bana, fizik vücutlarınız ölmeden evvel ulaşacağınıza. Ve ey fizik vücutlar! Ahd verin Bana, şeytana kul olmaktan kurtulup Bana kul olacağınıza dair.”
Nefsler, ruhlar ve fizik vücutlar diyorlar ki: “İşittik.” Ve yemin veriyorlar, misâk veriyorlar, ahd veriyorlar. Allahû Tealâ soruyor: “İtaat ettiniz mi?” Hepimiz birden cevap veriyoruz: “ata’nâ: İtaat ettik.” Yemin de vermişiz, misak de vermişiz, ahd de vermişiz. Ve de onun üzerine Allahû Tealâ diyor ki: “Bu yenininizi, misakinizi ve ahdinizi üzerinize yükledim,” diyor, “bununla mükellef tuttum sizi.” diyor.
Bunlardan bir tanesi de ruhumuzun misâki. En’âm Suresinin 152. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
“ve bi ahdillâhi evfû: Allah ile olan ahdlerinizi (yani bu yeminlerin üçünü birden) yerine getirin.”
İşte böylece ruhumuzun biz ölmeden evvel Allah’a ulaşması, bizim tarafımızdan Allah’a ulaştırılması üzerimize tam 11 defa farz kılınıyor Allahû Tealâ tarafından. Ve bizim sevgili kardeşlerimiz de diyorlar ki: “Hayır, böyle değildir. Biz bu âyetleri tanımıyoruz.” Bu bir inkâr değil mi sevgili kardeşlerim? Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini inkâr edebilir misiniz? Öyleyse aklınızı başınıza toplayın. Kurtulacak olan veya kurtulmayacak olan sizlersiniz. Kendinizden sorumlu olan yegâne varlıksınız hepiniz. Öyleyse bu sorumluluk alanınıza dikkatle bakın. Orada ruhunuzun Allah’a ulaşması, Kur’ân-ı Kerim’de 11 defa üzerinize farz kılınmış ve siz şu anda bunu inkâr etmektesiniz.
Sanıyorum ki size bu ilmi öğretenler de aynı inkârı yapıyorlar. Çünkü onların ağababalarını da tanıyoruz burada. Onlar da aynı şeyi söylüyorlar: “İnsan ruhu hayattayken Allah’a ulaşamaz.” Nedenmiş biliyor musunuz? Çünkü insana hayat veren Allah değilmiş, ruhmuş. Böyle bir iddiası var, Süleyman Ateş isimli bir ateş profesörümüzün böyle bir iddiası var. Ateşli bir kardeşimiz, ateşi sebebiyle böyle söylüyor. Sevgili kardeşlerim, burada Kur’ân-ı Kerim var. Ve bu kadar âyeti, bu insanlar böyle öğretti diye bu kardeşlerimiz de reddetmiş oluyorlar ve kendilerine yazık ediyorlar.
Allahû Tealâ’nın bütün sahâbesi hepsi ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar, hidayete ermişler. İşte Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin ruhlarını Allah’a ulaştıklarını söylüyor.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Yetmez, bir defa daha söylüyor Allahû Tealâ Âli İmrân-20’de:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Diyor ki: “Habîbim! O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz fizik vücudumuzu da Allah’a teslim ettik. Sor bakalım o ümmîlere ve kitap sahiplerine, onların arasında da fizik vücutlarını (vechlerini) Allah’a teslim edenler var mı? Eğer varsa mutlaka onlar daha önce hidayete ermişlerdir, daha önce mutlaka ruhlarını Allah’a ulaştırmışlardır.”
Çünkü bu ikinci teslim. Bütün sahâbenin de fizik vücutlarını Allah’a teslim ettikleri, vechlerini Allah’a teslim ettikleri bu âyet-i kerimeye göre kesinlik kazandığına göre daha evvel onların ruhlarını Allah’a ulaştırdığı kesin. Dikkat edin; sahâbenin ikinci tesliminden bahsediyorum ve hepsi hayatta. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de ikinci teslimini yapmış, fizik vücudunu da Allah’a teslim etmiş ve hayatta. Çünkü Allahû Tealâ ona görev veriyor, hayatta olan resûlüne. Diyor ki: “Bu emrimi al da onlara tebliğ et.” Yaşıyor Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu emri aldığı zaman! Hayatta. Ruhu vücudundan ayrıldı diye ölmemiş. Hiç biriniz de ölmezsiniz, biz de ölmedik. Bunca binlerce kardeşimiz ölmediler ruhları Allah’a ulaştı diye. Ama ulaştırdılar.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bu can sizin canınız. Bu emanet size verilmiş, sorumlusunuz. Allah’ın emirlerini yerine getirmek mecburiyetindesiniz. Dilerseniz elbette getirmeyebilirsiniz ama o zaman cezayı üstlenmiş olmak mecburiyetindesiniz. Ceza; çıkacağınızı umut ettiğiniz ama hiçbir zaman çıkamayacağınız cehennemdir. Biz sadece ikaz ediyoruz sizi.
Allah razı olsun.
Denizli’den A. Ö. kardeşimiz diyor ki:
SORU: “El Mü’min; Allahû Tealâ’nın bir esmasıdır.” diyor. “Ama aynı zamanda” diyor, “kim mürşidine tâbî olursa kalbine îmân yazıldığı için o kişi bu 17 vasfın biri olan kalbine îmânın yazılmasıyla mü’min oluyor.” “Allahû Tealâ,” diyor, “güven kaynağıdır.”
(Bir taraftan nubüvvet vasfıyla gelen Allah’ın Resûlleri, diğer taraftan velâyet vasfıyla gelen Allah’ın Resûlleri var. Peygamber Efendimiz (S.A.V), nebîlerin, nübüvvet vasfıyla gelenlerin, “kutup” kelimesini kullanmış kardeşimiz burada, o kutuptan gelenlerin sonuncusu Peygamber Efendimiz (S.A.V), o nebîydi, nebîlerin sonuncusuydu.)
“Onları güvenli kılan Allah’tır.” diyor. “Cibril Emin’i de güvenli kılan gene Allah’tır.” diyor. “Bu kerîm olan, emin olan Cebrail (A.S) vasıtasıyla Allah Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir.” diyor A. kardeşimiz. “O Hazreti Muhammed de emindi.” diyor. “Emin olan peygamberimiz.” diyor. “Ve sahâbe de Allahû Tealâ’nın da resûlünün de methine mazhar olmuştur.”
(Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ sahâbeyi meth ediyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de hayatı boyunca bu güzellikleri, beraber yaşadığı sahâbeyi evet hep meth etmiştir. Gerçek de budur, methine lâyık kılar.)
Bizden de bahsediyor A. kardeşimiz, A. Ö. Hoca Hanım. “Ahsen bir şekilde ulaştırıyor.” diyor. Şimdi Sonuca doğru yaklaşıyoruz.
“Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında Resûl sahâbeden razı olmuş, sahâbe de birbirinden razı olmuşlar.” “Şimdi” diyor kardeşimiz, “sıra bizde.” “Bu bizim devrimiz.” diyor. “İkinci asr-ı saadetin başındayız; Önce size lâyık olmak, sonra Allah’a lâyık olmak, hem hal ile (yani davranış biçimleriyle) hem kavl ile (yani sözleriyle) ve hem de kalbî düşünceleriyle.”
(Hal; yaşanılan olaylar dizisi, kavl; söz, kavl de kavlimiz; sözümüz.)
“Hal ile kavl ile ve düşünce standartlarında,” diyor, “mü’min olabilmek için bu konudaki tavsiyelerinizi bekliyorum.” diyor.
CEVAP: Şimdi Allahû Tealâ’nın bir “âmenû” kelimesi var Kur’ân-ı Kerim’de geçen. Mü’min olmaktan emin olmaya kadar bütün kademeleri ihtiva ediyor. Takva müessesesine baktığımız zaman bir başlangıç takvası görüyoruz. Kişi âmenû olduğu an, Allah’a ulaşmayı dilediği an o kişi başlangıç takvasında. Sonra bu kişi mürşidine ulaşıyor; ön takvanın sahibi oluyor. Sonra bu kişi ruhunu Allah’a ulaştırıyor; gerçek takvanın sahibi oluyor. Allah’a ruhunu teslim ettiği zaman İslâm olmanın da birinci teslimini gerçekleştiriyor. İslâm olmak, teslim olmak demek bildiğiniz gibi. Birinci teslim. Gerçek takva; birinci teslim. Sonra kişi fizik vücudunu da Allah’a teslim ediyor; ekber takva, üst takva ve İslâm olma nın, Allah’a teslim olmanın ikinci teslimi; fizik vücudun teslimi. Ve kişi üçüncü teslimini tamamlıyor, azim takvanın sahibi oluyor. İşte bu azim takva, kendi dizaynı içerisinde kişiyi Allah’a köle olmanın sonuna kadar götürüyor. Hepsini azim takvanın içinde kabul ediyoruz. Ama mü’min olma standartları azim takvanın başlangıç noktasından daha öteye geçiyor.
*Âmenû olduğunuz andan itibaren Allah’a inanıyorsunuz; 1.
*Allah’a ruhunuzu ulaştıracağınızı da inanıyorsunuz, ölmeden evvel.
İnanmıyorsanız zaten Allah’a ulaşmayı dileyemezsiniz. Ölmeen evvel Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin kurtulması mümkün değildir.
Bu Almanya’lı kardeşlerimize de bir defa daha söylemek mecburiyetindeyim ki; eğer Allah’a ulaşmayı dilemezlerse kurtuluşları hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü Allahû Tealâ son derece açık olarak Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde bu filmi bitirmiş. Film sona ermiş. Diyor ki:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“innellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne), ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).”
Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Onlar Bize mülâki olmayı dilemezler. Yani insanlardan bazıları Bize mülâki olmayı; ruhunu dünya hayatındayken Bize ulaştırmayı dilemezler. Böyle bir dilekleri yoktur. Onlar dünya hayatından razı olurlar.” diyor.
Yani: “Onları manevî hayat alâkadar etmez. Onlar dünyada para kazanmaya çalışırlar. Şan şöhret peşinde koşarlar. Dünya malları onları alâkadar eder. Servetleriyle sahip olduklarıyla oyalanırlar. Onlar, onunla; dünya hayatının ni’metleriyle, dünya hayatında elde ettikleri nesnelerle mutmain olurlar. Dünya hayatının getirileriyle tatmin olurlar. Manevî tatminleri diye bir şey yoktur onların.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır.” diyor.
İşte sonucu söylüyor: “Onların gideceği yer ateştir, cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ, “kazandıkları dereceler itibariyle.”
Kim bu insanlar? Allah’ın âyetlerinden gâfil olan insanlar. Yani Allah’a ulaşmayı kim dilemezse, o dilemeyen kişi Allah’ın Allah’a ulaşmayı farz kıldığından haberdar olmayan kişidir, öyle değil mi? Eğer dilemiyorsa o zaman böyle bir âyetin mevcut olmadığını düşünüyor, öyle zannediyor demektir. Öyleyse bu, Allah’ın bu âyetlerinden; Allah’a ulaşmayı dileme konusundaki âyetlerinden gâfil o kişi. Ondan gâfil olduğu zaman zaten film bitiyor. Kurtuluşu hiçbir şekilde mümkün değil. Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilemezse onun kurtuluşunun mümkün olmadığını söylüyor.
Şimdi bu kardeşlerimiz, İslâm’ın beş tane şartını yerine getirerek kurtulacaklarını zannediyorlar ya? Onlar, onları 50 sene 60 sene yapsalar, hayatları boyunca yapsalar gene kurtulamazlar. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiç kimsenin kurtulması mümkün değildir. Öyleyse niçin mümkün değildir? Arkasında ne var? Allah’ın âyetlerinden haberdar olmamaları. Bir kısmı haberdar oluyor, onlar da yalanlıyor. Onlar da yalanladıklarından dolayı gene cehenneme gidecekler. Çünkü Allahû Tealâ 11 defa farz kılıyor, hayattayken bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırmasını. Onlar diyorlar ki: “Hayır, Allahû Tealâ onu söylemiyor. Hayattayken hiç kimsenin ruhu Allah’a ulaşamaz. Bu âyetler bize çok yabancı geliyor.” diyor kardeşlerimiz. Tabii yabancı gelecek. Çünkü bilmiyorsunuz âyetleri. Ama öğrendikten sonra da gene itaat etmeyecek misiniz Allah’ın emrine?
Şeytan bu sefer de onların içine şöyle bir kuşku koyuyor: “Bunca âlim, işte bu kadar âlim yaşıyor dünya üzerinde, hiç birisi size bunları söylemiyor. Söyleye söyleye bir bu var. Öyleyse o kadar âlime mi inanacaksınız yoksa ona mı?”
Biz de size, böyle düşünenlere hep şunu söyleriz: Kur’ân-ı Kerim’e mi inanacaksınız yoksa o âlimlerin Kur’ân’a tamamen ters düşen iddialarına mı? Şeytanın onlara kabul ettirdiği iddialarına mı? Sahâbenin yaptıklarına mı inanacaksınız yoksa bugünkü dîn adamlarının tatbikatına mı?
Allahû Tealâ bunu dedikten sonra, yani “Allah’a ulaşmayı dilemeyen cehenneme gider” dedikten sonra sahâbenin hepsinin Allah’a ulaşmayı dilediğini ispat ediyor ediyor, Ra’d Suresi 20, 21, 22. âyetleriyle:
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
“Onlar,” diyor Allahû Tealâ, “Allah’ın Allah’a ulaştırmasını emrettiği şeyi; ruhlarını Allah’a ulaştırırlar.” diyor.
Kimlermiş o ulaştıranlar? “Onlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir.”
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’a ulaşıyor. Bakıyoruz ki Zumer-18’de de Âli İmrân-20’de de Allahû Tealâ sahâbenin Allah’a ruhlarını ulaştırdıklarını kesinleştirmiş.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Öyleyse hepsi Allah’a ulaşmayı dilemişler. Şimdi dilemiyorlarsa insanlar, o zaman kurtulmaları mümkün değil. Yetmez; ikinci safhada mürşide ulaşmak var. Eğer bir insan mürşidine ulaşırsa 3 sebepten daha kurtuluşa ulaşır: Birincisinde salt Allah’a ulaşmayı dilediği için kurtulur kişi. Hayatı orada bitti, hiç amel yapamadan öldü kişi; ama Allah’a ulaşmayı diledi. Allahû Tealâ anında gördü, işitti, bildi kalbindeki Allah’a ulaşma talebini. O kişi mutlaka kurtulur. Ve ne kadar ibadet ederse etsin insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiçbirisinin kurtuluşu mümkün değildir.
İkinci safha: Mürşide ulaşma safhası. Niçin insanlar 3 açıdan daha kurtuluşa ulaşırlar? Şunun için:
1- Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesine göre bütün günahları sevaba çevrilir.
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
Ne olur sevaba çevrilirse? Allahû Tealâ Muminûn-102’de diyor ki:
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
“Kimin kıyâmet günü sevapları fazlaysa, onlar mutlaka cennete girerler. Ebediyyen orada kalırlar.”
Öyleyse günahları sevaba çevrildikleri için kurtuluyorlar. Mürşide ulaşan herkes o gün mü’min oluyor. Nefs tezkiyesine başlıyor, günahları sevaba çevriliyor.
2. sebep: Dalâletten kurtuluyor. Mürşide tâbî olan kişi, 10 âyet-i kerime gereğince dalâletten kurtuluyor, hidayete adım atıyor. Hidayete ermiyor tabii o anda, mürşide ulaştığı anda. Daha 7 tane kademe geçecek, nefs 7 açıdan tezkiye olacak, Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerinde. Ruh da 7 tane gök katını aşacak, Allah’ın Zat’ına ulaşacak ve o zaman kişi hidayete erecek. Ama mürşidine ulaştığı anda dalâletten kurtulduğu kesin. Hidayete ermemiş ama hidayet yoluna girmiş. Hidayete adım atmış, hidayetin içinde. Hidayetin sonuna ulaşmamış, hidayete ermemiş ama hidayete adım atmış, hidayet yolunun içinde.
Şimdi meselelerimize baktığımız zaman mü’min olma safhasının emin olmaya kadar ulaştığını görüyoruz. Âmenû olan bir kişi artık Allah’a inanmak açısından, inanç açısından mü’min olmuştur. Çünkü kim kardeşlerimizden âmenû olduysa, Allah’a ulaşmayı dilediyse, dilediği an o Allah’a ruhunu ulaştıracağından da emin. Buna inanıyor kesinlikle. Allah’a da inanıyor ki âmenû olmuş. Allah’a inanmasa inanmadığı bir Allah’a ruhunu nasıl ulaştıracak?
Öyleyse nasıl Allah’a ulaşmayı dilemek ön takvayı, başlangıç takvasını oluşturuyorsa mürşide ulaşmak ikinci takvayı oluşturuyorsa, ya da Allah’a ulaşmayı dilemek başlangıç takvasını, mürşide ulaşmak ön takvaya ulaştırıyorsa, ruhunu Allah’a ulaştırdığı zaman kişi takvaya ulaşıyorsa, fizik vücudun tesliminde üst takvaya ekber takvaya ulaşıyorsa, nefsinin tesliminde azîm takvaya ulaşıyorsa aynı standartlar mü’min olmak standartları için de geçerlidir. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi Allah’a ulaşıyor. Ve böyle bir eğitim görürse, Kur’ân eğitimi görürse Kur’ân’ın söylediklerine bu kişi kalbini verirse, o zaman o kişi mutlaka mürşidine ulaşacak, ulaştığı gün Allahû Tealâ kalbine îmânı yazacaktır. Ve âmenû olan kişi de aynı kökten gelen, îmân kelimesinden gelen bir inancın sahibi, Allah’a ulaşacağına da kesin şekilde inanıyor ama kalbine henüz îmân yazılmamış, başlangıç mü’min kademesinde, başlangıç mü’mini. Ne zaman ki kalbine Allahû Tealâ îmân yazıyor, o zaman o kişi ön îmânın sahibi oluyor. Yani kalbine artık îmân yazılmış. Ama îmânın diğer safhalarını sonra yaşayacak. Ruhu Allah’a ulaştığı zaman Allah’a ruhunu teslim etmenin üst îmânına sahip oluyor.
Daha sonra bu kişi fizik vücudunu da, fizik vücudunu Allah’a teslim ediyor; ekber îmânın sahibi oluyor. Nefsini de Allahû Tealâ’ya teslim ediyor; azîm îmânın sahibi oluyor. Ama daha ötesi var sevgili kardeşlerim, bu kişi salâh makamına ulaşıyor ve salâh makamının 4 kademesiyle Allah’a kul olmakla yetinmiyor, Allah’a köle olmayı talep ediyor. Allahû Tealâ talebini kabul ediyor, kulunun iradesini önce bağlıyor, sonra ref ediyor ve kişi iradesini de Alah’a teslim ediyor. İşte burası, îmânın, mü’min olmanın emin olma kademesidir. Çünkü gaybî îmân ru’yetullaha dönüşmüştür. Kalp gözüyle Allahû Tealâ Zat’ını o kişiye göstermiştir, kişi emindir.
İşte Allah’a karşı takva sahibi olmanın azîm takvasının nihayetinde nereye insan ulaşırsa, Allah’a ne zaman köle olursa, o zaman îmânın son noktasına ulaşır kişi. Emin olmaktır bu. Allah’ın her söylediğinden kişi emindir. Kendi hayatının şu kadarcık kıymeti yoktur. O Rabbine her şeyini bağlamıştır. Rabbi onu hangi kademede nasıl isterse, nasıl hareket ettirirse öyle hareket edecektir. Allah’ın iradesine bağlanmıştır. İşte burası îmânın son kademesidir. Öyleyse takvada insanların o azîm takvaya ulaşmaları bir son içeriyor ama o da kendi arasında kademelere sahip. Ama îmânda kesinlikle bir son nokta var; emin olma.
Şimdi Allahû Tealâ huşû sahiplerinden bahsediyor; Kaf Suresi 33. âyet-i kerime:
50/KAF-33: Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi kalbin munîbin.
Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalple (Allah’ın huzuruna) gelenler (için).
“Onlar ki” diyor, “gaybda Rahmân’a huşû duyarlar.”
Ama Allah’a inandıkları kesin. Allah’a inanıyorlar ama Allah onlar için bir gayb; göremiyorlar Allahû Tealâ’yı. Ama O’na karşı huşû duyuyorlar. Huşû duyanların temel özellikleri neydi? Allah’a ruhlarını ölmeden evvel ulaştıracaklarına kesin şekilde inanıyorlar. Yakîn hasıl ederek, “inne: Muhakkak ki” inanıyorlar, yakîn hasıl ederek inanıyorlar. Emin olan kişi ise bu gaybî îmânın sona erdiği, tahkîki îmâna ulaştığı yer, îmânın en üst kademesi, emin olduğu yer. Allah’ın Zat’ını görmüş, Allahû Tealâ kendisine cezbe verdiği zaman Allah’ta ne olduğunu da görmüş. Aynı anda cezbe veren Allah ne yapıyor acaba? Onu da görmüş. Öyleyse böyle bir dizaynda emin olmak var. İşte orası mü’min olmanın son noktasıdır.
Öyleyse sahâbeye beraberce bakalım. Hepsi emin olmak vasfının sahibi olmuşlar. Çünkü Allahû Tealâ tarafından irşad makamlığına tayin edilmişler ve onlara tâbî olunmuş. Bunun için İslâm’ın beş tane şartını yaşamak durumundasınız. Tasavvufun içindekiler bunun için hayatlarını sarfediyorlar, tasavvuf hayatını yaşıyorlar, başkaları için yaşıyorlar. Allah için yaşıyorlar; rmin olma noktasına bir gün gelebilmek için yaşıyorlar. Allah her şeye kaadirdir. Kapılar herkese ardına kadar açıktır. Herkes kendi kabiliyeti ölçüsünde gidebileceği yere kadar gider. Ama ideali için her şeyi göze alan kişi, o kişi sonuna mutlaka ulaşır; emin olma noktasına.
Öyleyse dikkat edin; emin olmanın zirvesinde her zaman devrin imamı vardır. Her devirde tasarrufta olan tek kişi o noktada Allah’ın Allah’ın azatsız kölesi olmuştur. Emin olmuştur ama emin olmanın şahikasındadır. Hepinize kapılar açık, bundan bir evvelki kademeye kadar yani Allah’a, iradenizin Allah tarafından bağlanması ve iradenizin ref’i. Hepiniz için emin olma noktası açıktır. Öyleyse îmânınızı emin olma noktasına kadar ulaştırmalısınız inşaallah.
Allah razı olsun.
İstanbul’dan bir kardeşimiz diyor ki:
SORU: “Sabikûn kimleri ifade ediyor Kur’ân-ı Kerim tabiriyle tam olarak?” diyor, “kaç grupta incelenmiş?”
CEVAP: Bugün başka bir sebeple daha sabikûnu anlattık sizlere. Sabikûn; ulûl’elbab kademesini, ihlâs kademesini ve salâh kademesini ifade eder. Yani Kur’ân-ı Kerim’deki 28 basamaktan 26, 27 ve 28. basamakları ifade eder.
Öyleyse sabikûnun dizaynında temelde 3 grup var:
*Ulûl’elbab makamı,
*İhlâs makamı,
*Salâh makamı.
*Hepsinin müşterek özelliği; daimî zikrin sahibi olmaları,
*Hepsinin müşterek özelliği; hikmetin mutlaka sahibi olmaları. Yani hepsi hüküm sahibi, hepsi hayır sahibi, hepsi tezekkür sahibi. Bunun ötesinde hepsinin kalp gözü açık, hepsinin kalp kulağı açık.
Ama ulûl’elbab da Allah’a kul olanlar ve sabikûn da af edersiniz; Allah’a kul olanlar ve köle olanlar diye ikiye temel ayrı grupta toplanıyor. Bunun ötesinde hikmetin sahipleri, hikmetin ötesinin sahipleri olmak üzere gene ikiye ayrılıyorlar. Ulûl’elbab makamıyla ihlâs makamı; hikmet sahiplerini, salâh makamı; hikmetin ötesini ifade ediyor.
Öyleyse böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın ifade buyurduğu şey, sabikûn denilen kişilerin özellikleri. Sahâbe misal olarak verilmiş Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
*Hazz-ul azîmin sahipleri olduğunu ifade ediyor Allahû Tealâ.
*Mürşid olduklarını ifade ediyor Allahû Tealâ.
*Allah’ın onlardan razı olduğunu ifade ediyor Allahû Tealâ.
*Ve onların sabikûn-el evvelîn olduğunu ifade ediyor.
Bir de Kur’ân-ı Kerim sabikûn’u; evvelki sabikûnlar (sahâbe) diye sonraki sabikûnlar (ikinci asr-ı saadeti yaşayacak olanlar) diye gene ikiye ayırıyor. Öyleyse sabikûnun standartları, 26, 27, 28 basamakları ifade ediyor, 26, 27, 28. basamaklar; son üç basamak. Kendi aralarında birçok açılardan Allahû Tealâ değerlendirme yapmış durumda.
Allah razı olsun.
(Ümit ediyorum ki B. kardeşimizin sözleri anlaşılabiliyor artık. Mikrofonu ona biraz daha yaklaştırdık. Ama bir ara çok yakın oldu, o zaman da orada mahsurları görüldü. Şu anda bir orta nokta gibi görünüyor bize.)
Denizli’den arayan H. E. Kardeşimizin suali şöyle:
SORU: “İnsanı Allah mutlu olması için yarattı diyorsunuz.” diyor. “Mutlu olabilmek için insanın hangi şartları yerine getirmesi gerekir ki hem dünya saadetine hem de ahiret saadetine ulaşsın?” diyor kardeşimiz.
CEVAP: Biliyorsunuz ki cennet saadeti çok kolay elde edilebilen bir muhteva taşır. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse bu dileği aynı anda Allahû Tealâ tarafından görülür, işitilir ve bilinir. Ve o kişi mutlaka bu andan itibaren cenneti hak etmiştir. Hiç ibadet yapmadan ölse bile gideceği yer, sırf Allah’a ulaşmayı dilediği için mutlaka Allah’ın cennetidir. Bu kadar açık ve kesin bir gerçekten bahsediyoruz. Buna rağmen insanların çoğu bizi dinliyorlar da Allah’a ulaşmayı gene dilemiyorlar. Şu şeytan nasıl bir mahlûksa hayretle bakmak lâzım ki insanları kurtuluştan men edebilecek olan yalanları onlara kabul ettirebiliyor, gerçekten hayretâmiz bir olay.
Diyor ki Allahû Tealâ:
“Eğer Bana ulaşmayı dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir.” diyor. Açık ve kesin âyetlerini koymuş.
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“Bana ulaşmayı dilerseniz gideceğiniz yer cennettir.” diyor, hem Vel Asr Suresi-1,2 âyetler, hem de Allahû Tealâ Mulk Suresinin 7, 8, 9. âyetlerinde 8, 9, 10âyet te dahil bunu bir defa daha ispat ediyor:
103/ASR-1: Vel asri.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.
67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).
(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.
67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).
Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”
67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).
Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.
Öyleyse bu muhteva içerisinde bir insan Allah’a ulaşmayı dilerse hiç ameli olmasa da mutlaka cennete gireceğine göre nasıl oluyor da insanlar bu kadar açık, bu kadar kolay, bu kadar kesin bir olguya sırtlarını çevirebiliyor? Arkasında şeytan var sevgili kardeşlerim. İnsanları nasıl kandırıyor; “Bu kadar âlim bilmiyor da o mu biliyor?” diyor, “Bir düşün,” diyor, “sen bakalım.” Bu kadar âlim var yeryüzünde yaşayan, o insanlar bilmiyor da bu mu biliyor?” diyor. O kardeşlerimize de biz şunu söylüyoruz. Diyoruz ki: “Kur’ân-ı Kerim’e mi inanıyorsun yoksa âlimlere mi?” Kim Kur’ân-ı Kerim’in zıddına bir şeyi ilim olarak başkasına yutturmak isterse bu keenlemyekündür; sıfırdır değeri, yoktur, mevcut değildir. Öyleyse bir tarafta Kur’ân-ı Kerim var ve sahâbenin Kur’ân-ı Kerim’deki o emri uyguladığının kesinliği var.
Şimdi biz soruyoruz:
*Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e mi inanıyorsunuz yoksa devrimizin âlimlerine mi? 1.
*Sahâbeye mi inanıyorsunuz yoksa bu devirdeki İslâmî uygulama yapanlara mı?
*3- Kur’ân-ı Kerim’e mi inanıyorsunuz, onların yazdığı kitaplara mı?
Cevap verin bana. Kim şu anda beni dinliyorsa hepinize sesleniyorum; sahâbeye mi yoksa bugünün dîn uygulayıcılarına mı? Onların uygulamalarını mı? Sahâbenin dînî uygulamasına mı bakıyorsunuz, değer veriyorsunuz? Size göre değerli olan, tatbik edilmesi lâzım gelen sahâbenin uygulaması mı, dîn uygulaması mı, yoksa bugünün insanlarının dîn uygulaması mı? İkisinden birini tercih edeceksiniz.
İkincisi: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in mi söyledikleri doğrudur yoksa bugünkü âlimlerin söyledikleri mi doğrudur?
Üçüncüsü: Kur’ân’ın söylediği mi doğrudur yoksa bugünkü âlimlerin yazdığı kitapların söyledikleri mi doğrudur?
Tercihinizi ona göre yapın. Biz diyoruz ki:
*Peygamber Efendimiz (S.A.V) doğruyu söyler.
*Kur’ân doğruyu ifade eder.
*Sahâbenin yaptıkları doğrudur.
Bunların üçünün de kaynağı Kur’ân.
* Kur’ân, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediklerini söylüyor.
* Kur’ân, sahâbenin yaptıklarını ifade ediyor.
* Kur’ân, hükümlerini, Allah’ın hükümlerini veriyor.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemek.
*Kur’ân’a bakıyoruz; bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler.
*Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e bakıyoruz; sahâbeye Allah’a ulaşmayı dileme emrini vermiş. *Kur’ân’a bakıyoruz; Allah’a ulaşmayı dilemeyi farz kılmış, ulaşmayı dilemeyenin gideceği yerin cehennem olduğunu açıklıyor, dileyenin mutlaka cennete ulaşacağını söylüyor: Konunun başlangıcı.
Mutlu olmanın da cennet saadetine ulaşmak söz konusuysa cennet mululuğunun başlangıcı burasıdır. Kişi doğrudan Allah’ın cennetine gider; sadece Allah’a ulaşmayı dilediği için.
İnsanlar ne kadar çok yalanlar uydurmuşlar, ne kadar çok masallar anlatmışlar ve zaman içerisinde hepsi değişmiş, değişmiş, Kur’ân’a tamamen ters düşen masallar olmuş. Ama Kur’ân duruyor. Kur’ân’ın hakikatleri Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından da söylenmiş, sahâbe tarafından da tatbik edilmiş ve hepsi mevcut. Duruyor. Öyleyse tatbikat ondan yapılmayacak mı?
* Hâkim olan Kur’ân-ı Kerim.
* Hâkim olan Peygamber Efendimiz (S.A.V).
*Hâkim olan sahâbenin uygulamaları.
Ve Kur’ân-ı Kerim hepsini ifade ediyor. İslâm’ın beş safhasına da bakıyoruz; Kur’ân-ı Kerim safhayı açıklıyor, Kur’ân-ı Kerim bunun farz olduğunu söylüyor. Gerçekleştirmeyenlerin cehenneme gideceğini, gerçekleştirenlerin cennete gideceğini söylüyor. Ve sahâbenin Allah’ın bu farzını mutlaka yerine getirdiğini söylüyor.
Öyleyse tercihi siz yapacaksınız. Eğer biz bir şey söylüyorsak bunu Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber söylüyoruz. Onun söylediğiyle bizim söylediklerimiz aynı. Eğer biz bir şey söylüyorsak, sahâbenin onu mutlaka yaptığını size ispat ediyoruz. Eğer biz bir şey söylüyorsak onun Kur’ân-ı Kerim’de mutlak olarak varlığını size ispat ediyoruz. Öyleyse biz yalnız değiliz; Allah bizimle beraber, Kur’ân-ı Kerim bizimle beraber, Peygamber Efendimiz (S.A.V) bizimle beraber, hepsi ayrı bir ispat vasıtası.
İşte kardeşimiz mutluluğu soruyor. Cennet mutluluğu mu istiyorsunuz? Allah’a ulaşmayı dileyin. Gerisi Allah’a ait, siz bir şey yapmayacaksınız. Allah size namaz kılmayı sevdirecek, zekât vermeyi sevdirecek, oruç tutmayı sevdirecek, zikir yapmayı sevdirecek, bütün güzellikleri O size sevdirecek. Güzellikleri yaşayacaksınız. Ama Allah’a ulaşmayı siz dileyeceksiniz. Dilemezseniz olmaz! Mutlaka dilemek mecburiyetindesiniz.
Öyleyse böyle bir vakıadan hareketle en alttaki cenneti Allah’a ulaşmayı dilemekle hak ettiniz. Ama diyorsunuz ki: “Dünya saadeti de.” Bu noktada dünya saadetinden faydalanamazsınız. Çünkü nefsinizin kalbinde temizleme ameliyesi başlamadı. Başlaması için ne yapacaksınız? Mürşidinize ulaşacaksınız. Ve bir üstteki cenneti elde edeceksiniz.
Mürşidinize ulaşdığınız an bir üstteki cenneti hak etmenin 3 sebebi var:
1-Bütün günahlarınız sevaba çevrildiği için.
2-Dalâletten kurtulup hidayete adım attığınız için, hidayet yoluna ulaştığınız için, hidayet yoluna çıktığınız için.
3.’sü: Kalbinize îmân yazıldığı cihetle mü’min olduğunuz için.
Öyleyse böyle bir dizaynda kim mürşidine ulaşırsa, dikkat edin; Alah’a ulaşmayı dilemeyen bir insanın bir mürşide ulaşması, onun önünde tövbe etmesi hiçbir şey ifade etmez. Bir insan mürşidin önünde tövbe etmese de eğer Allah’a ulaşmayı dilemiş de bir mürşide ulaşacak kadar zaman bulamamışsa, Allahû Tealâ ona bu hayat hakkını vermemişse Allah’a ulaşmayı dilediği için o kişi mutlaka Allah’ın cennetine girer. Ama Allahû Tealâ ona hayat vermiş; mutlaka Allah ona mürşidi sevdirecektir. O kişi mutlaka mürşidine, mürşidini sevdiği için, onunla arasında bulunan hicab-ı mesture adlı perdeyi Allahû Tealâ aldığı için tâbî olacaktır. Tâbî olunca üç sebepten daha Allah’ın cennetine gidecektir.
Tekrar edelim:
*Dalâletten hidayete adım attığı için; 1.
*Mü’min olduğu için; 2.
*Ve Allah onun bütün günahlarını sevaba çevirdiği için; 3.
Daha üstün cenneti istiyor kişi; o zaman hayatı devam ediyorsa o da yoluna devam edecek, nefs tezkiyesine başlayacak. Her %7 nefsinin kalbinde faziletler oldukça o kişinin ruhu birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci gök katlarına ulaşacak. Yedinci katın yedinci âleminden de Allah’a ulaşacak. Allah’ın Zat’ında ifna olacak. Böylece kişi ruhunu Allah’a teslim etmiş olacak; birinci teslimi, İslâm olmanın birinci safhasını, birinci teslimi tamamlayacaktır.
İslâm, 3 teslimden ibarettir:
*Ruhun teslimi,
*Fizik vücudun teslimi,
*Nefsin teslimi.
Birinci teslimini kişi tamamlamıştır, 22. basamakta. Ruhu Allah’a ulaşıp Allah’ın Zat’ında ifna olmuştur, yok olmuştur. Kişi bu noktada üçüncü cennetin sahibi olur ama dünya saadetinin de yarısından fazlasına sahip olur. Çünkü 7 kademede nefsinin kalbindeki nurlar başlangıçta sıfırken, nefsinin kalbi %100 karanlıklarla doluyken bu noktada, ruhunu Allah’a ulaştırdığı noktada nefsinin kalbindeki nurlar, Allah’ın nurları; faziletler %50’yi aşmıştır, %51’e ulaşmıştır. Karanlıklarsa; şeytanın hâkimiyet alanıysa %100’den %49’a düşmüştür. Burada kişi sadece üçüncü cennetin sahibi olmaz, aynı zamanda dünya saadetinin de yarısından fazlasının sahibi olmuştur. Sonra kişi beka makamını geçecek, zühd makamını geçecek, muhsinler makamına gelecek; fizik vücudunu da Allah’a teslim edecek, ikinci teslimini de gerçekleştirecek. Dünya saadetinin de %90’ına sahip olacak.
Fenâ makamında nefsinin kalbindeki afetlerin %50’nin altına düşmesiyle dünya saadetinin %50’sinden %51’ini elde eden bu kişi, fenâ makamında bunu %61’e çıkarır, dünya mutluluğu %60’ı aşar. Beka makamında %70’i aşar, zühd makamında %80’i aşar. Fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği muhsinler makamında %90’ı aşar. Nefsinin kalbindeki karanlıklar, sadece %9 kalmıştır. Bu noktada fizik vücut da Allah’a teslim olur, İslâm olmanın ikinci teslimi, ikinci safhası. Ve kişi daimî zikre ulaşır; ulûl’elbab makamındadır ve arkasından ihlâs makamına ulaşır. Daimi zikirde kişi nefsini de Allah’a teslim eder. Böylece Allah’a teslim olmak anlamına gelen İslâm’ın üç teslimi de tamamlanmış olur, birinci, ikinci ve üçüncü teslimler.
Öyleyse bu muhteva içerisinde var olacaksınız. Burada cennet saadetinin beşinci kademesine ulaştınız, beşinci cennete ulaştınız, beşinci kat cennet sizin oldu. Dünya saadetininse tamamına ulaştınız. Daha sonra Allahû Tealâ sizi Tövbe-i Nasuha davet edecek, altıncı cennete ulaşacaksınız salâh makamında ve daha sonra Allah’a köle olacaksınız, yedinci cennete de ulaşacaksınız, en üst seviyedeki cennete de ulaşacaksınız. Ve cennet saadeti yedi safhada tamamlanacak. Ama siz daimî zikre ulaştığınız zaman dünya saadeti de sizin olacak.
Bu noktaya kadar sizlere cennet saadetinin yedi safhasını ve dünya saadetinin tamamını anlatmış olduk. Zikir yoluyla elde ettiğiniz bir dünya mutluluğu. Ama daimî zikre bir türlü yaklaşamıyorsunuz, zikriniz bir türlü istediğiniz gibi artmıyor. O zaman mutluluğun acaba başka bir yolu yok mu acaba dünya mutluluğunun? Var. Ne zaman kendinizi başkalarının mutluluğuna adarsanız, Allah için başkalarına hizmet etmeyi amaç edinirseniz, dünya hayatını yaşarken hedefiniz sadece başkalarını mutlu etmek olursa o zaman hayatınızın her dakikasında, her saatinde mutluluğu yaşarsınız. Hiçbir şey sizin mutluluğunuzu bozamaz.
Ne zaman bir başkasına mutluluk vermek için, onu memnun etmek için bir gayretin içine girerseniz ne olur? Böyle bir gayretin içine girerseniz mutlu olursunuz. Ne zaman düşünmeye başlarsanız; “Acaba ben falancayı memnun etmek istiyorum, ona ne yapabilirim?” Bunu düşünmeye başladığınız andan itibaren Allah size mutluluğu yaşatmaya başlar. Düşünmeye başladığınız andan itibaren, yapmaya başladığınız andan itibaren değil. Düşündüğünüz anda artık siz Allah’ın ülkesinde yaşayan bir insansınız. Yani bir kenarı Allah olan, ikinci kenarı ruhunuz olan, üçüncü kenarı da işlediğiniz hayırlar olan bir mutluluk üçgeninde yaşarsınız. Ve burası sıfır noktasının, apsis ekseninin üzeridir; Allah’ın ülkesi, pozitif âlem. Ama apsis ekseninin altı, orası negatif âlemdir, sıfırın altındaki negatif rakamların âlemi; şeytanın âlemi.
Ne zaman bir insana haddini bildirmek isterseniz, ne zaman maksadınız insanlara eza vermekse, onları üzmekse, onları huzursuz etmekse o zaman şeytanın âleminde yaşayan mutsuz bir insan olursunuz, bu işi yapmaya çalıştığınız süreç içerisinde. Gene bir üçgen içindesiniz; mutsuzluk üçgeni. Bir kenarı nefsiniz, ikinci kenarı şeytan, üçüncü kenarı, işlediğiniz şerler, günahlar, kaybettiğiniz dereceler. Ve mutsuz bir insan olursunuz. Ama mutlu olmak elinizde.
Sevgili kardeşlerim, zannetmeyin ki; başkalarının mutluluğu için hazinelere sahip olmanız lâzım, o hazineleri verirseniz mutlu olacaklar. Hayır. Bir güler yüzünüz, bir ilgi göstermeniz, bir kişinin bir küçücük problemine çözüm getirmeniz veya büyük problemlerine kendinizi adamanız. İnsanların dertlerine deva olmayı kendinize usul ittihaz etmeniz. Dikkat edin; etrafınızda her zaman bir sürü insan var. Bu insanlardan her biri sizin için bir mutluluk kapısıdır, bir insan için, onun mutluluğunu düşündünüz, harekete geçtiniz, düşünüyorsunuz. Tatbik ettiniz, diyelim iki üç saatinizi aldı bu. Tatbik ettiniz. Onu düşündüğünüzden tatbik ettiğiniz noktaya kadar mutlu bir insan olarak yaşarsınız; Allah’ın ülkesindesiniz. Ona onu mutlu edecek olan şeyi verdiniz. Bir ikinci kişi, hemen anında etrafınızda olan ilk insandır, onu mutlu etmek için bir çözüm arayın. Ona ne yapacaksınız da onu mutlu kılacaksınız, düşünün. Mutlaka onu memnun edecek olan bir güzel söz, bir gönül alma, bir ilgilenme her zaman sizin için söz konusudur. Öyleyse ikinci kişiye de birkaç saatinizi harcayabilirsiniz, birkaç dakikanızı harcayabilirsiniz. Onu memnun etmek için bir gayretin içinde olursunuz. Bu süreç içerisinde de gene mutlu oldunuz, o da mutluluğu yaşadı veya yaşayamadı ama siz mutlaka mutluluğu yaşarsınız. Bu olayı bitirdiniz, bir üçüncü kişi. Akşama kadar kim bilir kaç kişiyle muhatap oluyorsunuz, her gün. Onların her birine mutluluk verebiliyor musunuz? Sizi gördükleri zaman yüzleri gülüyor mu? İçleri ferahlıyor mu? Yüzlerinden sizi görmenin onları ne kadar mutlu ettiği belli oluyor mu? İşte o zaman siz onlar için bir mutluluk reçetesisiniz, onlar için yaşıyorsunuz. Bazen siz insanlara ne kadar mutluluk vermeye çalışsanız o insanların mutlu olamadığını göreceksiniz. Eğer istediğiniz şey onların nefslerine zor geliyorsa, o insanlar mutlu olamayacaklardır. Ama siz onları mutlu etmek için bunu onlardan istediğiniz cihetle siz gene mutlusunuz.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, kendinizi başkalarına adayın, başka insanların mutluluğuna adayın. Öyle davranın ki herkese; onların nefslerinin onlara verdiği huzursuzluk hariç siz onlar için hep bir ışık olun. Onların yüzlerinden anlarsınız; seviliyor musunuz yoksa sevilmiyor musunuz? Eğer seviliyorsanız bunun arkasında onlara olan bu güzel davranışlarınız mutlaka vardır. Unutmayın; mutluluğunuz, başkalarına verebileceğiniz mutluluğun iki katıdır.
Öyleyse mutlu olabilmeniz başkalarına mutluluk verebilmenize bağlı. Bütün insanlar mutluluğunuzun kapısıdır. Bunun için de sahip olduğunuz şeylerin ötesinde bir şeye ihtiyacınız yok. Sizde mevcut olanlar başkalarına mutlu etmek için bir hazinedir. Bu hazineleri kullanın sevgili kardeşlerim. Başkalarını mutlu etmeye çalışın. Başkaları hakkında dedikodu etmeyin. İnsanlar hakkında yanlış şeyleri başkalarına aktarmayın. Eğer dert yanacaksanız, bunun muhatabı etrafınızdaki insanlar değildir. Toplantı yaptığınız zaman bir toplantıda başkalarını şikâyet etmeyin. Hem kendi vaktinizi hem de sizi dinleyen insanların vaktini boşuna sarfetmeyin, israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.
İnsanlardan her kim hakkında bir şikâyetiniz varsa, bunun muhatabı etrafınızdaki insanlar değildir, bunun muhatabı Allah’tır. Ne zaman O’nunla konuşursanız mutlaka sizi duyar, Siz O’nu duyabilmek vasfına ulaştığınız zaman cevabı da alacaksınız Allahû Tealâ’dan. Ama muhatabınız başka insanlar değildir.
Etrafınızdaki insanlara başkalarını çekiştirmeyin. Başkaları hakkında dedikodu etmeyin. Böyle yaptıran size, nefsiniz ve kör şeytandır. Ama sonunda hep mahcup olursunuz, huzursuz olursunuz. Eğer başkalarından bahsedecekseniz onların güzel taraflarından bahsedin. Hem başka insanlara örnek olur o kişinin davranışı, hem de o kişi biraz utanır ama bundan mutluluk da duyar. Dilinizi, Allah’ın güzelliklerini, insanların Allah’a karşı olan güzel davranışlarını anlatmanın ötesinde kimsenin kalbini kıracak bir dizayn içinde kullanmayın. Başkalarının zamanı kıymetlidir. Uluorta problemlerinizi herkese anlatıp onların kıymetli zamanlarını ve kendi kıymetli zamanınızı sakın israf etmeyin.
Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi sevgili kardeşlerim? Allah’ın en kıymetli hazinesi zamandır. Yaşlandıkça bunun kıymetini daha iyi anlayacaksınız. Çok zamanınızın kalmadığını düşüneceksiniz. Bütün güzellikleri insanlara yaşatmak için daha büyük bir çaba harcamak mecburiyetini duyacaksınız. Şikayet etmeyin. İnsanları, insanlara çekiştirmeyin. Dertlerinizin arzedileceği meclis, sizin sohbet meclisiniz değildir.
Öyleyse sözlerime dikkatle bakın. Hem başkalarını mutlu etmek istiyorsanız, hem siz mutlu olmak istiyorsanız, etrafınızdaki insanlarla ilgilenin. Onlara güler yüz gösterin. Her halinizle onların hepsine onları sevdiğinizi, onlar için bir şeyler yapmak istediğinizi, hedefinizin daima onlara mutluluk sağlamak olduğunu ispat edin. Siz mutlu olursunuz, onları mutlu ettiğinizin iki katı. Sabahtan akşama kadar 10 kişiye mutluluk için gayret ettiğinizi ve bunun için gününüzü harcadığınızı düşünün. O 10 kişinin yaşadığı toplam mutluluk var ya, her birinin yaşadığını biraraya getirin, o hepsinin toplamının iki katı mutluluğu siz yaşamış olacaksınız. Her mutluluk ulaştırdığınız kişi sizin mutluluğunuzun anahtarı olacak, iki katını Allahû Tealâ ve ruhunuz size ve nefsinize yaşatacaktır.
Öyleyse mutlu olmak güzel bir şey sevgili öğrenciler, izleyenler dinleyenler ve uzaklarda değil, hepinizin elinin içinde. Siz isteyin, tevekkülünü tatbik edin, ne kadar kolay olduğunu ve bunun ne kadar bir büyük güzellik olduğunu bir yaşamaya başlarsanız zaten vazgeçemezsiniz. Etrafınızdaki insanların mutluluk kaynağı olursunuz. Böyle olmayı istemez misiniz? İstiyorsanız, öyleyse soruyorum; neden bunu yapmak yerine sözlerimizden mutluluk duyacağınıza üzülüyorsunuz sizden bunu istediğimiz için?
Sevgili kardeşlerim, bizim huzurumuzdan mutsuz çıkan insanların sayısı son derecede azdır. Ve kim mutsuz çıkıyorsa bilsin ki o nefsine bir defa daha yenilmiştir. Ondan nefsine hâkim olmasını istemişizdir ve bu ona şeytan tarafından öylesine güç gösterilir ki; kişi oradan, yanımızdan böyle bir talepte bulunduğumuz için onlardan, huzursuz bir şekilde ayrılır. Çok nadir olarak bu olayı yaşarız ama yaşarız.
Sevgili kardeşlerim, burada dikkat etmeniz lâzım gelen şey şu: Siz daima başkaları için yaşayacaksınız. Biz daima başkaları için yaşıyoruz, sizler için yaşıyoruz. Ne söylemişsek, sizin nefsinizin hangi konudaki hatalarınızı size söylemişsek, bu sizin mutluluğunuzu sağlamak için. Biz insanları üzmekten sadece hüzün duyarız. Herkesin en iyiye ulaşması bizim idealimizdir, hiçbir zaman bunun dışında bir davranışın sahibi olmayız. Öyleyse dikkat edin sevgili kardeşlerim, muhtevanızda siz varsınız. Başkasına hizmet ettiğiniz sürece mutluluğu bütün boyutlarıyla yaşarsınız.
Allah razı olsun.
Kuşadası’ndan arayan C. M. kardeşimiz diyor ki:
SORU: Sıratı Mustakîm emr âlemi midir?
CEVAP: Evet, Sıratı Mustakîm emr âlemidir. Emr âleminin adı Sıratı Mustakîm’dir. Yani zemin kattan başlayan, yedi tane gök katını aşan, Allah’a kadar ulaşan, iki yatay iki dikey yoldan oluşan bir bütün, Sıratı Mustakîm.
Ve C. Soruyor: “Öyleyse Sıratı Cehîm karşıt emr âlemi midir?”
Evet, Sıratı Cehîm de; cehenneme ulaştıran yol da karşıt emr âlemidir.
Allah razı olsun.
İzmir’den S. A. kardeşimiz diyor ki:
SORU: “Fâtihâ Suresinde Sıratı Mustakîm’de olanların, başlarının üzerinde ni’met olanlar olduğunu buyuruyor Allahû Tealâ. Bu başları üzerine ni’met verilenler kimlerdir? Vasıfları nelerdir?” diyor.
CEVAP: Peygamber Efendimiz (S.A.V), sahâbenin sorusuna diyor ki: “O mü’minler var ya,” diyor, “Onlar da sizin ve benim gibi Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanlardır.”
Allahû Tealâ Sıratı Mustakîm üzerinde olanların, başlarının üzerinde ni’met bulunanlar olduğunu söylüyor:
1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).
O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
“sırâtallezîne en’amte aleyhim: Sıratı Mustakîm öyle bir yoldur ki; o öyle bir yoldur ki; üzerlerine, başlarının üzerlerine ni’met verilenlerin, başlarının üzerinde ni’met olanların yoludur.”
Sadece insanların başının üzerinde bu ni’met varsa o kişi Sıratı Mustakîm’in üzerinde olabilir. Nedir o? Devrin imamının ruhu. Bir insan Allah’a ulaşmayı dilerse Allah ona mutlaka mürşidini sevdirecektir. O kişi mutlaka Allahû Tealâ’dan mürşidini soracak ve Allahû Tealâ ona gösterecek, o da gidip ona tâbî olacaktır. Tâbî olduğu anda eğer o kişi Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dilerse zaten bunlar tahakkuk eder. Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişi ancak Allahû Tealâ’ya sorduğu zaman mürşidini Allahû Tealâ ona gösterir. Ve gösterdiği zaman o kişiye ulaşan mürid onun önünde tövbe ettiği anda yedi tane şahidin huzurunda kalbindeki Allah’a ulaşma talebi görülecektir. Ve devrin imamının ruhu kişinin başının üzerine yerleşecektir. İşte bu, ni’mettir.
Bu noktadan itibaren Allah’ın o kişiye verdiği bütün ihsanlar ni’met hüviyetini alır.
*Mürşidinize ulaştığınız anda kalbinin mührünün açılması bir ni’mettir.
*Kalbinizin içindeki küfür kelimesinin alınması; ikinci bir ni’mettir.
*Kalbinizin içine îmânın yazılması üçüncü bir ni’mettir.
*Başınızın üzerine devrin imamının ruhunun gelmesi; dördüncü bir ni’met.
*Ruhunuzun vücudunuzdan ayrılarak Allah’a doğru yola çıkması; beşinci ni’met.
*Bütün günahların sevaba çevrilmesi; altıncı ni’met.
*Nefs tezkiyesine başlamanız; yedinci ni’met.
*Fizik vücudunuzun şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmaya başlaması vesaire vesaire, hepsi birer ni’mettir.
Başınızın üzerine gelen devrin imamının ruhu da bunun gibi bir ni’mettir vee sadece bu, böyle bir ni’met kimin başının üzerinde bulunuyorsa onlar dalâletten kurtulmuşlardır, hidayete ermişlerdir. Zaten Fâtiha Suresinin sonu “ve lâd dâllîn(dâllîne).” diye geçiyor. “Dalâlette olanlar da” diyor Allahû Tealâ, “Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunamazlar.” Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlar sadece mürşidlerine ulaşmış olanlardır.
10 âyet-i kerime mürşidine ulaşamamış olan bir kişinin dalâlette olduğunu söylüyor. Ve dalâlette olan insanlara dikkatle baktığımız zaman şunu görüyoruz; insanlar dalâlette. Başlarının üzerinde mürşidin ruhu yok, çünkü mürşidlerine tâbî olmamışlar. Devrin imamının ruhu da gelip başlarının üzerine yerleşmemiş.
Bir defa daha söyleyelim Mucâdele Suresinin 22. âyet- kerimesini:
“Onların üzerine yani başlarının üzerine Allah’ın Katından ruh gönderilir ve onların kalbinin içine îmân yazılır.”
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
Öyleyse kalbinin içine îmân yazılan kişi mü’mindir. Ve başının üzerinde o ni’met; devrin imamının ruhu, Allah’ın katından gelen ruh bulunduğu için.
İşte Ruh-ul Kudüs, mukaddes ruh acaba nasıl bir ruhtur diye merak ediyorsunuz, başınızın üzerindeki ni’met için Allah’ın kullandığı ni’met kelimesiyle ifade ediliyor.
İşte Allahû Tealâ, işte siz. Mutlu olmak istiyorsunuz, bir tane yol var; Allah’ın yolu. Ama binlerce de mürşid var. Ne var ki hepsi aynı hedefi sağlar. Başınızın üzerine hangi mürşide tâbî olursanız olun, eğer gerçekten tâbî olabildiyseniz, yani Allah’a ulaşmayı diledikten sonra gidip mürşidinizi Allah’tan sormuşsanız, o göstermişse, ona ulaşmışsanız, başınızın üzerinde mutlak ni’met oluşur, o devrin imamının ruhudur.
Allah razı olsun.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Denizli’den F. Z. kardeşimiz diyor ki:
SORU: Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Allah’ın fazl-ı kereminden isteyiniz. Çünkü O sizin istemenizden hoşlanır.” buyuruyor. Başka bir hadîste ise: “Çölde üzerinde bütün yüküyle hayvanını yitiren bir insan onu bulunca nasıl sevinirse sizin duanızdan Allahû Tealâ öyle sevinir.” buyuruyor. Muhterem Efendimiz, Allah’ın hoşlanması ve Allah’ın sevinmesi nasıl olur? Bu hususu bizlere açıklayabilir misiniz?
CEVAP: Allahû Tealâ hepinizin Rabb’idir. O’na müracaatınız O’nu sevindirir. Kim Allah’a müracaat edip dua ederse Allahû Tealâ o kulundan hoşlanır. Çünkü bunun mânâsı; Allah’ı Rabb mevkiine koymaktır. Nefsini, her zaman bütün emirlerine itaat ettiği nefsini rab mevkiinden indirip Allah’tan bir şey istediğiniz zaman Allah’ı Rab mevkiine, Rab mertebesine koyuyorsunuz. O sizin Rabbiniz, O’ndan istemek yetkisinin sahibisiniz. O da size dilediğiniz her şeyi vermek imkânının ve yetkisinin sahibi. İkinizin arasındaki ilişkide, dikkat edin; alabileceğiniz şey her zaman bir hudutla hudutludur. Bu hudut, sizin liyâkatinizdir. Neye lâyıksanız, istediğiniz takdirde Allahû Tealâ bunu derhal size verecektir. Her liyâkatin bir mükâfatı mutlaka vardır, her liyâkat kademesinin bir mükâfatı. Öyleyse talep mevkiindesiniz. Allah’tan talep etmek, istemek yetkisinin sahibisiniz.
Bir insan düşünün. Diyor ki: “Allah benim kalbimden geçenleri biliyor mu, bilmiyor mu?” Cevap veriyoruz: Biliyor. “Ee, öyleyse neden benden onları istememi istiyor? Mademki biliyor, öyleyse yapsın benim istediğim şeyleri.” Sevgili kardeşlerim, bu bir bencillik değil mi? Siz Allah’tan istemiyorsunuz. Üstün olan O. Sizi yaratan O. Düşünün; fizik vücudunuzla, nefsinizle ruhunuzla sizi yaratan O Allah. Her uzvu çalışan bir vücudun sizi sahibi kılan O Allah. Aklınızı size hediye eden, zamanınızı, zaman adı verilen bu faktörün içinde sizi yaşatan O Allah. Ve yetmez, diyor ki: “Ben her şeyin sahibiyim, Benden isteyin, vereyim, bundan memnun olurum.” diyor. Öyleyse siz O’ndan talep edeceksiniz, O da sizin liyâkatinizi yükseltmek için harekete geçecek. Neden? Talep ettiğiniz şeyler ki şu andaki liyâkat seviyenizin üzerinde. O zaman daha üst bir liyâkat seviyesine ulaştırmak için Allah size yardıma başlar. O seviyeye ulaştığınız anda da onu mutlaka, dilediğiniz şeyi size teslim eder. Onun için Allahû Tealâ’nın istediğiniz anda vermesini değil, Allah’ın vermesini isteyin. O sizi mutlaka o seviyeye ulaştıracak ve verecektir.
Bakınız şimdi ne diyor Allahû Tealâ:
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
“ucîbu da’veted dâi izâ deâni: İnsanlar dua ediyor ya,” diyor, “dua ettikleri takdirde Biz onların duasına icabet ederiz.”
“Hah!” diyeceksiniz, “işte tamam. O zaman hemen versin.” “Hayır.” diyor Allahû Tealâ, “Hemen vermem.”
Devam ediyor: “felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne): Ama onlar da Bizim davetimize icabet etsin. Mü’min olsunlar ve irşada ulaşsınlar.
İşte sizin Allah’tan istediğiniz şeyleri Allah’ın yerine getirmesi için mü’min olmanız lâzım. Yani mürşidinize ulaşmanız söz konusu. Buradan başlıyor. Bunun mânâsı ne? Siz artık Sıratı Mustakîm’e ulaştınız. Adım adım yolunuzda mutlaka yükseleceksiniz. Ve Allahû Tealâ size, yükselmenize yardımcı olacak. Mü’min olduğunuzdan irşada ulaşıncaya kadar geçen süreç içerisinde dilekleriniz birer birer, birbirinin arkasından gerçekleştirecek. Lâyık kılacak Allahû Tealâ, size mükâfatınızı verecek. Daha üst seviyeden istediğiniz bir şey için sizi lâyık kılacak, gene mükâkafınızı verecek. Hayatınız böylece yükselen bir spiral içerisinde ihtiyacınızın artması, liyakâtınızın artması, mükâfatınızın artması. İştiyakınızın artması, liyâkatınızın artması, mükâfatınızın artması diye yukarı doğru yükselen bir spiral içinde hayatınızı devam ettireceksiniz.
Dikkat edin; Allahû Tealâ taleplerinize icabet etme noktasını îmân noktası olarak gösteriyor. Mü’min olma noktası olarak gösteriyor. Mürşidinize tâbî olmak noktası olarak gösteriyor. Niçin? Tekâmül bundan sonra başladığı için. Nefsinizde nefs tezkiyesi başlayacak. Ruhunuz Allah’a doğru yola çıkacak. Devamlı tekâmül üzere olacaksınız. Ve Allahû Tealâ da size, lâyık kıldığınız her şeyi o zaman parçaları içinde mutlaka sağlayacaktır. Allah razı olsun.
Ve Allahû Tealâ, siz O’ndan ne zaman bir dilekte bulunursanız; “Bu kulum, Beni, nefsini Rabb yerine koymaktan vazgeçip şu anda Beni Rabb yerine koydu. Demek ki ona yardım etmem için gerekli vesileyi hazırladı.” Böyle düşünür Allahû Tealâ. Bütün isteği, bütün dileği, bütün hedefi size yardım edip sizi mutlu etmektir. Ama bunu sizin iradenize bağlamış. Hiçbir insan Allah’a ulaşmayı dilemedikçe mutluluğu yaşayamaz, ne cennet mutluluğunu ne de dünya mutluluğunu. Dediğim gibi cennet mutluluğu daha Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda gerçekleşmiştir. Dünya mutluluğu yavaş yavaş elde edilir. Ama Allah’a ulaşmayı dilemezseniz dünya mutluluğunu hiçbir zaman elde edemezsiniz. Sadece yaşarsınız dünya üzerinde.
Öyleyse ne zaman Allahû Tealâ’dan bir talepte bulunursanız bulunun, O’na lâyık olun veya olmayın, Allahû Tealâ bundan mutlaka mutluluk duyar. Sizin samimiyet derecenizi de talebinizden derhal bilir, kalbinizden derhal bilir ve sizi o mutluluğa ulaşabilecek olan bir noktaya mutlaka ulaştırmak için harekete geçer. Neticede mutlaka siz vazgeçmedikçe ulaştıracaktır. Şu kanunu hiç unutmayın; liyâkat mükâfat kanunu. Liyâkatınız nereye yükselirse onu alabilirsiniz.
Öyleyse liyâkatinizin ulaşmadığı bir yerdeki bir şeyi isteyemez misiniz? İsteyebilirsiniz. Özellikle istemelisiniz. Çünkü bu talebiniz Allah’ın mutlaka hoşuna gidecektir ve sizi o noktaya ulaştırmak için Allahû Tealâ harekete geçecektir, yardımlarıyla. Ama şunu unutmayın, Allah’ın kanunu Allah’ın size 700 katlı bir saray inşa etmesi için sizin mutlaka bodrum katını inşa etmenizdir. İlk adım daima sizden, geri kalanı Allah’tan. Kendi ihsanı olan o 700 katlı sarayı size hediye eder, sanki siz omu yapmışsınız gibi bir de onun mükâfatını verir.
Öyleyse Allahû Tealâ’dan isteyin, çekinmeyin. İsteyin, O mutlu olur. Allahû Tealâ sizin bunu istemenizden memnuniyet duyar. Çünkü bir tek gayesi var; sizi mutlu etmek. Öyleyse siz istediğiniz zaman mutluluğa teşne oluyorsunuz. O’nun gereğini de hazırlamak için hazırsınız demektir. Allahû Tealâ size olan yardımlarıyla adım adım iştiyakinizi, liyâkatinizi ve mükâfatını artıracaktır. İstediğiniz mükâfata hemen ulaşmayacaksınız, ulaşamayacaksınız. Ama o noktaya ulaşmak için geçmeniz lâzım gelen her yerden sizi geçirerek yukarılara doğru taşıyacaktır Allahû Tealâ. Mutluluğu yaşayacaksınız.
Allah razı olsun.
İstanbul’dan İ. Bey kardeşimiz diyor ki:
SORU: “Huşû sahibi olmak ne demektir?” diyor. “Camiye gittiğimizde” diyor, “bazen tüylerimiz ürperiyor, huşû bu mudur?” diyor, “yoksa başka bir olay mı?”
CEVAP: Sevgili izleyenler, huşûnun işaretlerinden biri de gerçekten insanın tüylerinin diken diken olması. Üst huşûya ulaştıktan sonra artık bu olay kalmaz, çünkü hep huşû içinde yaşamaya başlayacaksınız. Ama başlangıçta bir kişinin tüylerinin diken diken olması da onun geçici bir huşûyu yaşaması demektir. Huşû sahibi olanların tüyleri ürperir diye bir olay söz konusu değil. Tüylerinin ürpermesi anlık bir huşûnun yaşanmasının işaretidir. Ama huşûyu devamlı kılan, daimî zikirdr.
Öyleyse muhtevaya dikkatle bakın. Huşû müessesesini sakın tüylerinizin diken diken olmasında aramayın. “Benim tüylerim diken diken oluyor, öyleyse ben huşû sahibiyim.” diye düşünmeyin.
Huşû sahibi olabilmeniz için inanç sisteminizi bir gözden geçirin.
Madde-1: Allah’a ulaşmayı diliyor musunuz?
Madde-2: Ruhunuzu ölmeden Allah’a ulaştıracağınıza, ruhun, evvelâ ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşması lâzım geldiğine inanıyor musunuz? 2 oldu.
3- Siz de Allah’ın söz vermesi dolayısıyla “Kim Bana ulaşmayı dilerse Ben onun ruhunu mutlaka Kendime ulaştırırım.” sözünü Allah vermesi dolayısıyla Allah’a ruhunuzu mutlaka ulaştıracağınıza inanıyor musunuz?
Eğer böyleyseniz huşû sahibisiniz. Ön huşûnun sahibisiniz. Mutlaka huşû sahibi olacaksınız. Mutlaka ruhunuzu Allah’a ulaştıracaksınız. Tüyleriniz diken diken olsa da huşû sahibisiniz, olmasa da huşû sahibisiniz.
Kurt demiş ki arkadaşı tilkiye: “Şu karşıdaki,” demiş, “beyaz atı görüyor musun?” Tilki demiş: “Görüyorum.” “Bak,” demiş, “şimdi o atı ne hale koyacağım.” “O atı” demiş, “şimdi,” demiş, “yemek için hazır bekle.” “Bak” demiş, “neler yapacağım şimdi.” “Yalnız,” demiş, “bana dikkatle bak. Tüylerim,” demiş, “diken diken oldu mu?” Tilki kurda bakmış: “Yook,” demiş,“öyle bir şey görmüyorum.” “Kulaklarım dikildi mi?” “Kulakların da dikilmedi.” demiş. “Peki, bıyıklarım dikildi mi?” “Onlarda da” demiş, “dikilme görmüyorum.” “Öyleyse ” demiş, “kuyruğum dikilmiştir mutlaka.” “O da,” demiş, “dikilmedi.” Kurt demiş ki: “Senin bir gözlükçüye, doktora ihtiyacın var. Bak şimdi görürsün.” demiş, “Ne olacak.” Kurt bütün gücüyle atın üzerine atlamış. Atlamış da, at bütün söylenenleri duymuş, hazırda bekliyor. Kurt, atın üzerine atıldığı anda bir çifte yemiş ki; 5-6 metre yukarı çıktıktan sonra pestil gibi yere düşmüş kurt. Tilki su dökerek ayıltmış kurdu. Kurt demiş: “Tamam mı?” demiş, “atı öldürdüm değil mi?” demiş, “Yiyor muyuz atı şimdi?” Demiş: “Atı filan yiyemiyoruz da” demiş, “hani bana bir şey sormuştun,” demiş, “gözlerin,” demiş, “fel fecir okuyor, kulakların da dikildi, bıyıkların da dikildi, kuyruğun da dikildi.” demiş. “Bütün şartları oluşturdun” demiş “arkadaş.”
Demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi? Ara sıra böyle fıkralarla anlatmak istediğimin bir başka açıdan daha belirtmek istiyorum.
Sevgili kardeşlerim, unutmayın; Allah sizin dostunuzdur. Sizin O’na müracatınız O’nun her zaman istediği bir şeydir. Diyor ki: “Siz günahlar işleyip de Bana müracat eden kişiler olmasaydınız, Biz sizi değiştirirdik de yerinize başka bir toplum koyardık. Onları getirirdik ki onlar Bize müracat etsinler diye. Allah O’na müracat etmenizi istiyor.
5/MÂİDE-54: Yâ eyyuhâllezîne âmenû men yertedde minkum an dînihî fe sevfe ye’tîllâhu bi kavmin yuhıbbuhum ve yuhıbbûnehû ezilletin alâl mu’minîne eizzetin alâl kâfirîn(kâfirîne), yucâhidûne fî sebîlillâhi ve lâ yehâfûne levmete lâim(lâimin) zâlike fadlullâhi yu’tîhi men yeşâu vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar (Allâh’a ulaşmayı dileyenler)! Sizden kim dîninden dönerse, o zaman Allah onun yerine (başka) bir kavim getirecektir öyle ki, (Allah) onları sever ve onlar da O’nu (Allah’ı) severler. Mü’minlere karşı daha alçak gönüllü, kâfirlere karşı daha izzetlidirler (başları dik, vakarlı, şereflidirler). Allah’ın yolunda cihad ederler. Hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine (lütfedip) verir. Allah Vâsi’dir (fazlı ve lütfu geniştir), Alîm’dir (herşeyi en iyi bilendir).
Ve bu istikamette olaylara baktığımız zaman huşûyu da tüylerin ürpermesi olarak almayın sadece. Kurdu hatırlayın hep. Ama Allah’ı düşündüğünüz zaman içinizde bir şeyler oluyor mu? Bir ılıklık geliyor mu içinize? Ona karşı sevginizi etrafa haykırmak istiyor musunuz? Ruhunuzu O’na ulaştıracağınızdan emin misiniz? İşte bunların hepsi huşûnun anahtarları.
Allah razı olsun.
Kuşadasından A. ve CB. kardeşlerimiz diyorlar ki:
SORU: “Allah’ın istediği şekilde değişebilmek için ne yapmalıyız? Hangi konuya ağırlık vermeyi bize söyleyebilir misiniz?”
CEVAP: Herkes için bütün güzellikler, Allah’ın taleplerini kişilerin yerine getirmesine bağlı. Allah’a yakın olacağız. Allah yolunda karşılıksız hizmeti kendimize şiar edineceğiz. Karşılıksız hizmetten bahsediyorum. Bütün insanlar için hizmet etmek, Allah yolunda hizmet etmek, Allah’ın emrinde, emredildiği bir dizayn içerisinde doğru görüşlerle hedefe yürümek.
Öyleyse kendi kendinize sorun: “Benden Allah için bir şeyler yapmam istendi mi?” Cevabını kendiniz verin. “Ne ölçüde bunu başardım? Görüşlerim doğru muydu? Ulaştığım yerde bana düşen görevi yaptığımın huzurunu duydum mu?” diye sorun kendinize. Ve hatalarınızı birer birer çıkaracaksınız, yakalayacaksınız. Onları düzeltmek kararı almadıkça hedeflerinize ulaşamazsınız. Allah için yaşamak mecburiyetindesiniz. Sizden beklenen hizmetler başkalarının işlerini güçleştirecek hizmetler değil; kolaylaştıracak hizmetler. Bir hizmet yaptığınız zaman bunu niçin yaptığınızı kendi kendinize sorun, Bu hizmetle ulaşmak istediğiniz hedefin ne olduğunu kendi kendinize sorun. Hizmetiniz amacına ulaştı mı, ona dikkatle bakın. Eğer bir hedefe yönelik olarak çalışıyorsanız, o hedefi gerçekleştirip gerçekleştirmediğinize dikkatle bakın. Gayret etmek asıldır. Ama gayret etmek tek başına neticeye ulaşmaz. Gayretin sonunda mutlaka hedefe ulaşmalısınız. Hedef, Allah’ın emrini O’nun istediği biçim ve boyutta yerine getirmektir. Şimdi kendi hayatınıza dikkatle bakın; nerelerde ne yaptınız, hangi sonuçla karşılaştınız?
Unutmayın, insanlara küsmekle bir yerlere varamazsınız. Herkesle en iyi standartlar içinde olacaksınız. Dikkat edin; sizden bir hizmet isteniyorsa o hizmetin bir hedefi vardır. Hizmeti o hedefe ulaşacak şekilde yapacaksınız. Ve bunu yapabildiğiniz zaman ehil olacaksınız. Öyleyse Allah yolunda hepimiz sadece bir hizmetçiyiz. Biz hizmetçiden de daha ötedeyiz; biz köleyiz, Allah’ın azatsız kölesi. Ama sadece O’nu düşünürüz. Sahibi olduğumuz dünyaya ait olan şeylerin ya da şu hayatın bizim gözümüzde şu kadarcık bir değeri yoktur. Şu anda Allahû Tealâ’nın bu işi bitirmesi söz konusuysa şu an hazırız. Öyleyse dikkat edin, ne bize ait, ne size ait bir şey yok. Hepsi O’nun. Öyleyse şu emaneti O’nun için kullanacağız.
Bir tim çalışması yaptığınız zaman, bu çalışmada size ait olan sorumlulukları ait olduğu standartlarda bir hedefe ulaşabilecek istikamette vermek mecburiyetindesiniz. Çok çalışıyor olabilirsiniz ama görüşleriniz yanlışsa, hizmetiniz sizden istendiği gibi değil, sizin istediğiniz şekilde şekilleniyorsa o zaman siz size düşeni yapamıyorsunuz. Eğer bir sorumluluk altına girmek istiyorsanız, bu, kaybetme halinde sizi üzebilecek olan bir sonuçla bir vasıtayla birleşmelidir, kaybettiğiniz takdirde başkalarını üzecek olan bir vasıtayla değil.
Öyleyse hedeflerinizi iyi seçin. Mutlu olmanız her zaman mümkündür. Ama geçmişin o günlerinden bu tarafa çok dersler alarak bir yerlere varmanız lâzım. Allahû Tealâ’nın İndinde, unutmayın her zaman sevilirsiniz. Size düşeni yaptığınız zaman Allahû Tealâ mutlaka her zaman her yerde daha fazlasını, kat kat fazlasını 700 kat fazlasını öder.
Allah razı olsun.
Almanya’dan bir hanım kardeşimiz şunları yazıyor:
SORU: “Kardeşimle aramızda kötü şeyler geçiyor.” diyor. “Sen artık benim eski ablam değilsin.” diyormuş kardeşi. “Onun için manevî yardımlarını kabul etmiyorum.”
(Kardeşine bu hanım kardeşimiz herhalde manevî birtakım yardımlar yapıyor. Bu yardımlarım ne olduğunu ben de bilmek isterdim. Böylesine insanları bıktıran bir manevî yardım dizisi. Şimdi kardeşinin neler söylediğine beraberce bakalım.)
“Sen artık benim eski ablam değilsin. Onun için manevî yardımlarını kabul etmiyorum. Bütün günahım boynuna.”
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, bir insan başka birisne: “Benim günahlarım senin boynuna olsun.” demekle onun günahları o kişinin boynuna gitmez. Boşuna hayallerle yaşamayın. Günahlarınız gene sizin. Ne yaparsanız yapın, onları başkasına yükleyemezsiniz.
Ayrıca başkası size şöyle söylüyor veya böyle söylüyor diye bundan üzülmek, çok cahilce bir olay. Herkes bir şeyler söyler, bunun arkasındaki niyete dikkatle bakın. Acaba niyet nedir? Eğer karşımızdakinin niyeti bizi mutlu kılmak istikametinde ise onları acaba biraz düşünemez miyiz; “Acaba böyle bir şeyi ben de bir denesem ne olur, ne kaybederim ki?” diye? Ama aksi de her zaman varid.
“Beni dînden nefret ettirdin.” diyormuş kardeşi.
Şimdi bu kardeşimizin, hanım kardeşimizin kardeşine ne söylediğini ben de baya merak etmeğe başladım, kardeşinizi dînden nefret ettirecek kadar bir şeyler.
“Yaşamda her konuyu Allah’a bağlayıp beni de kendine benzetmek istiyorsun.”
Eğer konu buysa, burada bir yanlış yok. Her konu gerçekten Allah’a bağlıdır. Her şey Allah’ın elindedir. Ama dikkat edin; bu elinde oluş hiçbir zaman Allah’ın bizi üzmesi şeklinde tecelli etmez. Hep Allahû Tealâ bizim mutluluğumuzu ister. Mutluluğumuz için her şeyi yapmaya hazırdır. Ama biz kendi kendimizi mutsuz etmek istiyorsak ona da Allah karışmaz. Şimdi bu kardeşimiz eğer yaşamdan nefret ediyorsa kendine düşenleri yapmıyor demektir. Ablası bunları söylese de yapmıyor demektir, söylemese de yapmıyor demektir. Yani yaşamdan, hayattan nefret eden bir kişi Allah ile barışık değildir, kendisiyle barışık değildir. Nefsiyle ruhu devamlı kavgalı olan bir insandır. Huzura ve sükûnete da hiçbir şekilde ulaşamaz. Nefsi ona hep başkalarını suçlu göstermeye çalışır. Şeytan hep saklanıp başkalarını düşman olarak göstermek peşindedir. Aslında bu kardeşimizin kardeşini mutsuz kılan şey, onun nefsi ve şeytan, ikisi beraber.
Şimdi kardeşimiz devam ediyor sözlerine: “Annemi de kendine benzettin. Annem oturup tesbih çekmekten bacağı sakat kaldı.”
Sevgili kardeşlerim, tesbih çekmenin bir insanın bacağını sakat edebileceği düşüncesi beni sakat etti.
“Sen hastalıklı gibi titredikçe herkes seni konuşuyor.”
Anlaşıldı, bizim hanım kardeşimizin cezbesi var ve diğeri de tabii cezbenin onun elinde olmadığını, Allahû Tealâ tarafından verildiğini ve cezbe gelince insanın elinde olsa da olmasa da mutlaka titrediğini o kardeşimiz henüz bilmiyor. O kardeşimiz sahâbenin de cezbeli olduğunu bilmiyor, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de cezbeli olduğunu bilmiyor, bizim de cezbeli olduğumuzu bilmiyor, etrafımızdan binlerce kişinin cezbeli olduğunu bilmiyor. Ve cezbeyi bir hastalık zannediyor. Vaktiyle bizi de bu titreme konusunda doktorlara götürmek isteyen bir sürü insan çıkmıştı. Allah razı olsun.
Cezbeyi açıklamaya çalışmış kardeşimiz ona. O da demiş ki; “Peygamber Efendimiz (S.A.V) yüz yıllar önce ölmüş, seninle ne ilgisi var?” İşte böyle söylüyormuş.
“Şimdi ben ne yapayım?” diyor kardeşimiz.
Şunu anlıyorum ki; kardeşinin de kendisi gibi mutlulukları yaşamasını isteyen, bu yazıyı bize ulaştıran kişi, kardeşimiz, kardeşinin üzerine biraz fazlaca düşmüş.
Onu kendi haline bırakmalısınız; madde-1. Davranışlarınızla örnek olacaksınız. Tasavvufta olan bir kişinin mutlu olduğunu, o sizin “Ben mutluyum.” demenizden çıkartamaz. Ama o davranışlarınız gerçekten mutluluk sergiliyorsa sadece ona değil, etrafınızdaki herkese “Bak bu tasavvufu yaşıyor, o mutlu bir insandır. Örnek alınması lâzım gelen bir insandır. O etrafındaki herkese yardımcıdır. Herkese sadece mutluluk ulaştırır.” Eğer öyle görmüyorsa sizi, siz de onu kurtaracağım diye onun başına ekşiyorsanız, bunun neticesi işte budur. Öyle davranışlarda bulunmalısınız ki o “İşte tasavvufta olanların davranışı buysa ben de tasavvufta olmak istiyorum.” diyecek. Ya da hiçbir zaman söylemeyecek bunları. Onu zorlamayın, olduğu yerde bırakın. Dilediği gibi yaşamaya devam etsin. Ama siz değişin. Sözlerinizle ne kadar mutlu olduğunuzu anlatmaya çalışmayın, davranışlarınız bunu göstersin. Sadece ona karşı değil bütün etrafınızdaki kişilere karşı. Ve böylece tasavvuf, örnek alınacak, özenilecek bir özellik göstersin.
Allah razı olsun
Bir öğrencimiz de diyor ki:
SORU: Tayyi mekân ve rabıta hangi basamaklarda kurulur? Tayyi mekân ve rabıta nasıl yapabiliriz? Ayrıca velâyet kademelerinde ilerlerken rabıtanın önemi nedir? Açıklar mısınız? Allah razı olsun.”
Kardeşimizin son sualini de okumak istiyorum. “Parasal yönden çok sıkıntıdayım. Allahû Tealâ’nın bu konuda yardım etmesi için hangi esmayı çekmeliyim? Sabah namazlarına kalkamıyorum. Nasıl bir yol izlemeliyim? Tâbî olalı bir buçuk sene oldu, ibadetlerden ilk zamanlarda aldığım zevki artık alamıyorum. Zikirlerimi çekemiyorum. Namazlarımı kılamıyorum. Nasıl bir gayretin içinde olmam lâzım?”
CEVAP: Sevgili kardeşimiz namazlarını kılmıyor, zikirlerini çekmiyor. Sabah namazlarına kalkamıyor, zaten ötekileri uyanıkken de kılmıyor. Böyle bir statüde Allah’ın bu kardeşimizin mutlu olması için önerdiği hiçbir şeyi yapmayan bir kardeşimiz var ve bana tayyi mekânı soruyor, rabıtayı soruyor.
Tayyi mekân da rabıta da sen bütün ibadetleri yapmaya başladığın zaman, nefs tezkiyesini ve tasfiyesini oluşturduğun zaman adım adım gerçekleşir. Hem namazlarını kılmayacaksın, ibadetlerini yapmayacaksın, zikrini yapmayacaksın, hem de tayyi mekânı yaşayabileceğini mi zannediyorsun? Böyle bir şey olabilir mi bir düşün bakalım. Allahû Tealâ mükâfat verirse o mükâfatı Allahû Tealâ liyâkate göre verir.
Bu noktalarda ibadetten hoşlanmayan, ibadetlerini yapmayan bir kardeşimizi görüyorum. Ve bu kardeşimiz bana: “Hangi esmayı çekersem sıkıntılarımdan, borçlarımdan kurtulabilirim?” diyor.
Sıkıntıdan kurtulabilmek için gerekli bazın sahibi olmak mecburiyetindesin. İbadetlerini yapmak durumundasın. Eğer yapmıyorsan o zaman hangi esmayı çekersen çek, neticeye ulaşamazsın. Olaylar beraber yürüyecek. Bir taraftan yaptığın zikirle nefsinin afetleri azalacak ve uygun bir ortama gireceksin esmaları çekmek için. Ve esmalar senin istediğin istikametlerde hedefe yaklaştıracak.
Bu aşamada, ibadetlerin hiçbirisini yapmadığın böyle bir ortamda ne tayyi mekân ne rabıta senin için mümkün olan bir şey değildir. Eğer tövbe almışsan bir defa daha tövbe almanı evvelâ tavsiye ederim. Bu ikinci tövbeden sonra kendine dikkatle bak, ibadetlerini yapmak istiyor musun? Eğer böyle bir istek yoksa içinde o zaman bu söylediğin şeylere ulaşman çok kolay görünmüyor. Allahû Tealâ hiç kimseyi zorlamaz. Herkese yaptığının karşılığını öder. Sen de bu kanunun dışında değilsin. Neyi Allah için yaparsan, Allah’tan onun karşılığını alırsın. Şu anda Allah için hiç bir şey yapmıyorsun. Karşılık alamazsın. Ama biz senin için bütün bunlara rağmen dua ederiz. En kısa sürede tövbeni tazeleyip yeniden Allah’ın sana verdiği bu hayattan zevk almaya çalış. Yaşıyorsun. Allah’ın sonsuz ni’metlerine sahipsin. Sağlıklısın. Bütün güzellikleri yaşamak için Allahû Tealâ bütün imkânları vermiş sana. Ama bunları nefsin ve şeytan sebebiyle iyi kullanamıyorsun. Ama en azından bir güzelliği sezdim; başkalarını da kabahatli görmüyorsun bu konuda. Çok güzel bir şey bu. Sende ümit olduğunu gösteren çok ciddi ve güzel bir olgu. Bir evvelki kardeşimiz gibi başkalarını suçlayıp duran bir hüviyetin yok. Öyleyse bugünden itibaren ibadetlerini yapmaya başla. Sonra da inşaallah bütün söylediklerinin cevabını sana ulaştıralım.
Sevgili izleyenler ve dinleyenler, burada bu akşamki sohbetimiz bitiyor. Böyle bir dizaynda hepinizi çok sevdiğimi bir defa söylemek, haykırmak istiyorum. Bütün güzellikleri gene beraber yaşadık. 6 buçuk saatten fazla bir zamandır hamdolsun ki beraberiz. Bu bizim için sonsuz bir mutluluğu ifade eder. Öyleyse Allah’ın yolunda bütün güzellikleri yaşamak için hazır olalım.
Sözlerimizi inşaallah bu noktada tamamlıyoruz. Hepinize sonsuz mutluluklar diliyoruz. El Fatihâ meassalâvât.
SORU: “Sevgili Efendimiz, hürmetle ellerinizden öpüyoruz. Eşim evden ayrıldı. El Câmiu El Vedûd ve Es Selâm esmalarını çekiyorum. Doğru mudur? Doğruysa dua eder misiniz? Allah razı olsun.” diyorlar.
CEVAP: Evet, özellikle Es Sabûr esması bu esnada, bu sırada en çok çekmemiz lâzım gelen. Allah razı olsun.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm. El Fâtiha meassalâvât.
Ey Yüce Allah’ım! Bu Fatihâ’yı dünyanın her tarafındaki şehitlerimize hediye eyledik, kabul eyle Ya Rabbim. Bir de kardeşlerimizin yakın geçmişte ölen akrabalarına, arkadaşlarına etraflarındakilere hediye eyledik, kabul eyle Ya Rabbim.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, üniversitemizin mensupları, vakfımızın mensupları, radyolarımızın, televizyonlarımızın mensupları, dergimizin mensupları, tüm kardeşlerimiz, bizleri mensubumuz olmadan izleyenler, dinleyenler, hepinize sesleniyorum. Bütün gönlümüzce hepinizin mutlu olması için Allahû Tealâ’ya dua ederiz, dünya mutluluğunuz için ve cennet mutluluğunuz için. Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırması, zülcenahayn olmanız için dualarımız. Dünya saadetinin de ahiret saadetinin de iki kanadının sahibi olmanızı dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R