SOHBETİN ADI: EN'ÂM SURESİ 120-124 (Âyetlerin Sırları)
TARİH: 24.06.2001
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir aradayız. Yüce Rabbimiz bizleri bir defa daha beraber kıldı, bir defa daha Kur'ân-ı Kerim tefsiri yapmak üzere.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Kur'ân-ı Kerim tefsiri, birçok insan için birtakım kitapların okunmasıyla, öğrenilmesiyle şekillenmiş sayılır. Oysaki Kur'ân-ı Kerim tefsiri demek, Kur'ân'ın ruhunun açıklanması demek. Böyle bir şey içinse mutlaka Allah'ın öğretisi gerekli.
Öyleyse Kur'ân-ı Kerim tefsirlerini; meallerini değil tefsirlerini okuduğumuz zaman buradan alacağınız feyzi alamazsınız. O âyette Allahû Tealâ neyi vermişse tefsiri yapanın fikrine göre, o açıklama yapılır size sadece. O âyetin hangi âyetlerle hangi standartlarda bir illiyet rabıtası içinde olduğu konusu bilinmez. Kur'ân-ı Kerim'in bütünüyle o âyet kıyas edilmez, edilemez. Allah öğretmedikçe bu mümkün değildir.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, dersimiz, konumuz, sizlerle tezekkür edeceğimiz konu: Kur'ân-ı Kerim Tefsiri. Kod Numarası: 1.2.12.6. Kur'ân-ı Kerim'in 6. Suresi, En'âm Suresi.
Âyet-120 ile inşaallah başlıyoruz.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
6/EN'ÂM-120: Ve zerû zâhirel ismi ve bâtınehu, innellezîne yeksibûnel isme se yuczevne bimâ kânû yakterifûn(yakterifûne).
Ve günahın açıkta olanını da, gizli olanını da terkedin. Muhakkak ki; günah işleyenler (kazananlar), kazandıklarından dolayı yakında cezalandırılacaklar.
Kelime kelime mânâ:
ve zerû: Ve terk edin, hazer edin.
zâhire el ismi: Açıkta olan günahı (ismin; günahın zahirî olanını).
ve bâtıne-hu: Ve onun gizli olanını.
inne ellezîne: Muhakkak ki onlar.
yeksibûne el isme: Günah işliyorlar (günahı kazananlar).
(yeksibûne: İktisap edenler, kazananlar; kesebe).
se-yuczevne: Yakında cezalandırılacaklardır, karşılık göreceklerdir.
Türkçemizde ceza müessesesi, birinin yaptığı hataya karşılık ona mukabilini ödetmek. Bu, onu cezalandırmak oluyor. Zaten ceza kelimesinin harflerini kullanmış Allahû Tealâ, ceza kelimesinin kökünden kelimeyi kullanmış: “yuczevne.” diyor, “Onlar cezalandırılacaklardır.”
bi-mâ: Sebebiyle.
kânû: Oldu.
yakterifûne: Yüklendiler, kazandılar, iktisap ettiler.
Yukarıda da kazananlar geçiyor; iktisap etmek, burada da: “yakterifûne.”
Böylece cümlelere geçtiğimiz zaman şunu görüyoruz:
ve zerû zâhirel ismi ve bâtınehu: Günahın zahirî olanını (açıkta olanını) da gizli olanını da terk edin (bırakın).
innellezîne yeksibûnel isme: Muhakkak ki günah işleyenler (günah kazananlar, iktisap edenler).
se yuczevne bimâ kânû yakterifûne: Kazandıklarından dolayı cezalandırılacaklardır.
Öyleyse iki cümle var, bütünleyelim cümleleri:
“Günahın açıkta olanını da gizlide olanını da terk edin.”
(1. cümle.)
“Muhakkak ki günah işleyenler, kazandıklarından dolayı yakında cezalandırılacaklardır.” (2.cümle.)
121. âyet-i kerimeye geçiyoruz inşaallah. Allah razı olsun.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
121. âyet-i kerime:
6/EN'ÂM-121: Ve lâ te’kulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi ve innehu le fısk(fıskun), ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum ve in eta’tumûhum innekum le muşrikûn(muşrikûne).
Ve üzerine Allah’ın ismi anılmayan şeylerden yemeyin. Ve muhakkak ki; o fısktır. Ve şeytanlar, mutlaka sizinle mücâdele etmeleri için dostlarına vahyederler. Ve şâyet onlara itaat ederseniz (uyarsanız), mutlaka siz müşrikler olursunuz.
Allahû Tealâ buyuruyor, kelime kelime:
ve lâ te'kulû: Ve yemeyin.
mimmâ (min mâ): …den, dan, o şeylerden.
“O şeylerden yemeyin ki.”
lem yuzkeri ismu allâhi: Allah'ın İsmi zikredilmeyen, anılmayan.
aleyhi: Onun üzerine (üzerinde).
ve inne-hu: Muhakkak ki o (muhakkak ki bu).
le fıskun: Gerçekten fısktır.
ve inne eş şeyâtîne: Şüphesiz şeytanlar, muhakkak ki şeytanlar.
le yûhûne: Mutlaka vahyederler, fısıldarlar, gizlice öğütlerler.
ilâ evliyâi-him: Dostlarına.
Evliya, dostlar demek. Türkçede evliya kelimesi, “ermiş, Allah'a dost olmuş” istikametinde kullanılır. Ama Arapçada lugât mânâsı: Velî; dost, evliya da onun çoğulu; dostlar. Şeytanın dostları da evliya adıyla anılıyor, Allah'ın dostları da evliya adıyla anılıyor. Burada “evliyâihim.” diyor Allahû Tealâ, onların, şeytanların dostlarına.
li yucâdilû-kum: Sizinle mücâdele etmeleri için.
ve in: Ve eğer.
eta'tumû-hum: Onlara itaat ederseniz.
inne-kum: Şüphesiz siz.
le muşrikûne: Mutlaka müşrikler olursunuz.
“Şüphesiz siz de müşrikler olursunuz.”
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Cümle cümle konumuza bakalım:
ve lâ te’kulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi: Üzerine Allah'ın adı anılmayanlardan; anılmayan şeylerden yemeyin.
ve innehu le fıskun: O muhakkak ki fısktır.
ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum: Muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için dostlarına vahyederler, fısıldarlar.
ve in eta’tumûhum innekum le muşrikûn: Şayet onlara itaat ederseniz (uyarsanız), muhakkak ki siz müşrikler olursunuz.
“Muhakkak ki siz müşrikler olursunuz.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse burada Allahû Tealâ'nın söylediği şey: “Üzerine Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin.” Yani: “Bir şeyi yerken mutlaka besmele ile yiyin.” diyor Allahû Tealâ. Allah'ın adını anın. “Bismillâhirrahmânirrahîm.” deyin. Hatta: “Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm deyin, öyle yiyin.” diyor Allahû Tealâ. “Her olayın başlangıcında mutlaka bunu tatbik etmelisiniz.” diyor Allahû Tealâ.
Tabiî bu herhangi bir şeyin yenilmesi sırasında:
*Her neyi yerseniz yiyin; mutlaka besmele ile yiyin; 1. madde.
*İkincisi; boğazlanan hayvanlar söz konusuysa orada da sadece Allah'ın adına kesilen hayvanların etinden yiyin.
Allahû Tealâ'nın genel anlamda söyledikleri bunlar.
Öyleyse muhtevayı 3 cümlede toparlayabiliriz:
“Üzerine Allah'ın adı anılmayan şeylerden yemeyin. O, muhakkak ki bir fısktır.” 1. cümle.
“Muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücâdele etmeleri için dostlarına vahyederler.” 2. cümle.
“Şayet onlara itaat ederseniz (uyarsanız, tâbî olursanız), muhakkak ki siz müşrikler olursunuz.” 3. cümle.
Yani: “Allahû Tealâ'nın emrettiği standartların dışına çıkarsanız, ötekilerle (bunlara itaat etmeyenlerle) aynı standartlara girersiniz.” diyor Allahû Tealâ. Hem “fısk” adını veriyor buna, hem de onlara uyarsanız sonucu bildiriyor: “Onlar müşrik oldukları için, putlara taptıkları için, Allah'tan başka Allah'lar edindikleri için siz de onların seviyesine düşersiniz. Onlar gibi fıskta olursunuz.” diyor Allahû Tealâ.
Ve biliyorsunuz ki fısk müessesesi, bir insanın, devrin imamına veya kendi ülkesindeki resûle veya en azından bir mürşide tâbî olmaması süresince, kişinin durumu fâsık hüviyetindedir. O kişi fıska düşmüş olarak kabul ediliyor Allahû Tealâ tarafından. Burada ise Allahû Tealâ farklı bir fısk hüviyeti çıkartıyor. “Eğer bir şeyi yerken besmele ile yemezseniz, o zaman siz de Allah için yememiş olursunuz bunu. Onların, fıskta olanların durumuna düşersiniz bir şeyler yediğiniz sürece.” diyor Allahû Tealâ. Çünkü İslâm hüviyetindeki bir insanın her yediğini, her içtiğini mutlaka besmele ile yemesi ve içmesi lâzım.
Allah razı olsun.
Âyet-122'ye geliyoruz. En'âm Suresi, 122. âyet:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
6/EN'ÂM-122: E ve men kâne meyten fe ahyeynâhu ve cealnâ lehu nûran yemşî bihî fîn nâsi ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ, kezâlike zuyyine lil kâfirîne mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ölü (Allah’a ulaşmayı dilememiş) iken (ona on iki ihsan vererek) dirilttiğimiz ve insanlar arasında onunla yürüyeceği nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup, ondan çıkamayacak kimse gibi midir? Böylece kâfirlere, yapmış oldukları şeyler süslü gösterildi.
Diyor ki Allahû Tealâ:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kelime kelime:
e ve men: Ve o kişi ki.
kâne meyten: Ölmüş olan, ölü iken (ölmüş, öldü).
fe ahyeynâ-hu: Böylece, sonra onu dirilttik (kendisini dirilttiğimiz).
ve cealnâ: Ve kıldık (kıldığımız, verdiğimiz).
lehu: Ona, kendisine.
nûran: Nur.
“Bir nur verdiğimiz.”
yemşî: Yürür (yürümeye).
Yani: “Yürümesi için kendisine bir nur verdiğimiz (bir nur kıldığımız) ve ölüyken dirilttiğimiz o kişi ki.” oluyor.
fî en nâsi: İnsanların içinde.
ke men meselu-hu: Tıpkı onun gibi.
fî ez zulumâti: Karanlıklar içinde (karanlıklarda).
leyse bi-hâricin: Çıkamayacak olan (bir çıkışı olmayan).
min-hâ: Oradan.
kezâlike: İşte böyle.
zuyyine: Süslü, güzel gösterilir (tezyin edilir).
li el kâfirîne: Kâfirler için, kâfirlere.
mâ kânû ya'melûne: Yapmış oldukları şeyler.
“Yaptıkları şeyler, süslü ve güzel gösterilir.”
Öyleyse cümleler halinde bakalım, konumuza girelim.
Allahû Tealâ diyor ki:
e ve men kâne meyten: O kişi ki ölüyken.
fe ahyeynâhu: O zaman onu dirilttiğimiz (ölü iken dirilttiğimiz).
ve cealnâ lehu nûren yemşî bihî fîn nâsi: Ve insanlar arasında onunla yürüyeceği nur verdiğimiz kişi.
ke men meseluhu fîz zulumâti leyse bi hâricin minhâ: Karanlıklar içinde olup, ondan çıkamayacak kimse gibi midir?
kezâlike zuyyine lil kâfirîne mâ kânû ya’melûn: Böylece kâfirlere yapmış oldukları şeyler süslü gösterilir.
Cümleleri bütünleştirirsek iki cümle görüyoruz:
“Ölü iken dirilttiğimiz ve insanlar arasında onunla yürüyeceği nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde olup, ondan çıkamayacak kimse gibi midir?” 1. cümle.
“Böylece kâfirlere yapmış oldukları şeyler süslü gösterilir.” 2. cümle.
Acaba Allahû Tealâ ne demek istiyor: “Ölü iken dirilttiğimiz?” Kimler ölüydü? Allahû Tealâ “ölü” diyordu ve misal veriyordu:
“Onların sana baktığını görürsün, seni gördüğünü zannedersin ama görmezler. Onlar bakarlar, fakat görmezler. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar mezardaki ölüler gibidirler. Sen onlara, o ölülere işittiremezsin.” diyor Allahû Tealâ.
7/A'RÂF-198: Ve in ted’ûhum ilel ilâl hudâ lâ yesme’û, ve terâhum yenzurûne ileyke ve hum lâ yubsırûn(yubsırûne).
Ve onları eğer hidayete (Allah’a ulaşmaya) çağırırsanız işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün ve onlar görmezler.
27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini işittiremezsin.
35/FÂTIR-22: Ve mâ yestevîl ahyâu ve lâl emvât(emvâtu), innallâhe yusmiu men yeşâu, ve mâ ente bi musmiin men fîl kubûr(kubûri).
Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.
Öyleyse burada Allahû Tealâ'nın koyduğu bir genel dizayn var; ölü olan kişi. Peki bu kişiyi; ölü olan bu kişiyi, kişilerden birisini Allah seçiyor. Ona yardımcı oluyor. Etrafında vücuda getirdiği olaylarla o kişi idrak ediyor ki Allah'a ulaşmayı dilemesi lâzım. Ve Allah'ın yardımıyla kişi, Allah'a ulaşmayı diliyor. Dilediği anda diri mi? Hâlâ ölü.
*Allahû Tealâ Rahim esmasıyla tecelliye başlıyor; bir.
*Gözlerinin üzerindeki hicab-ı mesture adlı perdeyi alıyor. İrşad makamına bakan bu kişi sadece bakmıyor, artık onun irşad makamını temsil ettiğini görüyor. Yani iç dünyasında düşünce sisteminde artık o bir mürşid, görüyor.
*Allahû Tealâ kulaklarındaki vakrayı alıyor, kişi irşad makamının sözlerini işitiyor ve davete icabet edecek. Davete icabet edecek hâle geliyor, mânâya varıyor yani işitiyor.
Kulaklar duyar ama işitmez. İşiten, mânâya varan zihindir. Zihin de vakra isimli bir engel sebebiyle işitemiyorsa kişi, sadece kulaklarıyla duyar. Ama işitmez. O kişi aslında sağırdır. Allahû Tealâ'nın dizaynına göre sağırdır.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, burada bir dizayn görüyoruz. Bu kişinin kalbinde ekinnet var; idraki önleyen bir ilâhi kompüter. Allahû Tealâ onu da alıyor, yerine ihbat koyuyor; idraki sağlayan başka bir ilâhi kompüter. Ve kişi idrak ediyor. Görüyor, işitiyor, aklediyor, idrak ediyor. İşte bu kişi artık ölü değildir. Davete icabet edebilecek bir seviyeye gelen bir diridir.
Allahû Tealâ: “Ölü iken dirilttiğimiz” demekle, kulaklarında vakra olan, gözlerinde hicab-ı mesture olan, kalbinde ekinnet olan, duymayan, işitmeyen, konuşmayan bir sağır, dilsiz ve körü tarif ediyor. Mezardaki ölüler gibi, onlar nasıl görmezlerse, duymazlarsa, bilmezlerse dünyada olanların yaptıklarını, bu insanları da Allahû Tealâ ölü kabul ediyor.
“Ve insanlar arasında onunla yürüyeceği bir nur verdiğimiz kişi.” diyor.
Ne demek bu? İki mânâyı birden ihtiva ediyor konu. Kalbine, o kişinin kalbine Allahû Tealâ îmânı yazıyor. Îmân kelimesi, o kişinin nefsinin kalbinde nurların toplanmasına, fazılların toplanmasına sebebiyet veriyor. Fazıllar, biliyorsunuz ki Allah'ın nurları. Fazl, rahmet ve salâvât, 3 grup nuru temsil eder. Ve bu noktadan sonra ancak başının üzerine devrin imamı geldikten sonra Allahû Tealâ, o kişinin kalbine îmânı yazar. Îmân kelimesi aslında bir nurdur; tezyin edici bir nurdur. Çekim gücünün sahibidir. Ve bu îmân kelimesinin nurunun çekimiyle fazıllar, îmân kelimesinin etrafında toplanmaya başlar. Bu, nur toplanmasıdır. O kişi başkalarından Allah'a göre farklı bir insandır. Onun kalbinde, o kişi başkalarıyla beraber olduğu zaman onu başkalarından ayıran nur var.
*Îmân kelimesinin nuru var; 1.
*Bir de fazılların nuru var; 2.
*Bir başka nur daha var; devrin imamının ruhu.
Öyleyse Allahû Tealâ'nın kendilerine nur verdiği insanlar, 3 ayrı cepheden nurlanmış durumdalar.
1- Kalplerindeki îmân kelimesi bir nurdur.
2- Bu îmân kelimesinin çekim gücüne kapılan fazıllar bir nurdur.
3- Ayrıca kalbe gelen salâvât ve rahmet partikülleri de birer nurdur.
Ve yetmez, o kişinin başının üzerinde devrin imamının ruhu var, o da Allahû Tealâ tarafından bir nur olarak değerlendiriliyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V) için de Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim'de bir çok defa nur adını kullanıyor. Kur'ân-ı Kerim için de Allahû Tealâ nur adını kullanıyor. Öyleyse nur, çok ayrı ayrı mânâlara Kur'ân-ı Kerim'de kullanılmış kelimedir.
Öyleyse ne zamanki mürşidimize tâbî oluyoruz Allah'ın verdiği 10 tane ihsanla, o zaman biz bir diriyiz. Ve ayrıca nurumuz da var:
*Başımızın üzerindeki ruh (devrin imamının ruhu).
*Kalbimizdeki îmân kelimesi.
*Ve kalbimizde toplanmaya başlayan -ancak ondan sonra toplanmaya başlayan- fazıllar.
Şimdi burada Allahû Tealâ bir başka konuya daha girmiş: “Karanlıklar içinde bocalayan, ondan çıkamayan kimse gibi midir?” diyor. Ve bu kişilerin niteliğini veriyor: “Böylece kâfirlere yapmış oldukları şeyler süslü gösterilir.” diyor.
O karanlıklar içinde bocalayan, kalplerinde nur bulunmayan kişilerin; başlarının üzerinde nur bulunmayan kişilerin kâfirler olduğunu Allahû Tealâ koymuş. Öyleyse: “Nur verdiğimiz kimse kâfir olmayandır.” diyor Allahû Tealâ bu âyet-i kerimesinde. Allah'ın nur verdiği kişi, kalbinin içine Allah'ın nurunun girmiş olduğu kişi, evvelâ îmân kelimesinin girmiş olduğu kişidir.
Biliyorsunuz, küfür kelimesi karanlıkları temsil eder ve karanlıkları kendisine çeker. Kişi mü'min olduğu güne kadar kalbinin içinde küfür kelimesi yazılıdır. Ve karanlıkların kalpte daha çok konsantre olmasını temin eden, o küfür kelimesinin çekim gücüdür. Ne zamanki Allahû Tealâ kalbimizin mührünü açıyor; mürşidimize ulaştığımız zaman, tövbe ettiğimiz zaman, devrin imamı başımıza; başımızın üzerine geldiği noktadan sonra Mucâdele-22'ye göre, kalbimizin üstündeki küfür kelimesini dışarı atıyor mührü açtıktan sonra. Karanlıkların çekim alanı yok oluyor ve kalbimize bir nur yazıyor Allahû Tealâ, îmân kelimesini bir nur olarak yazıyor.
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
Yetmez, bu kelimenin, îmân kelimesinin çekim gücü sebebiyle kalbimizin içinde Allah'ın nurları; fazıllar, kalbimizin etrafında (îmân kelimesinin etrafında), kalbin içinde toplanmaya başlıyorlar. Ve bu nur, kalplerinde îmân kelimesi, îmân nuru bulunmayan ve kalplerinde bu îmân kelimesinin oluşturduğu nur bulunmayan, fazl bulunmayan insanlar, onlar kalplerinde küfür kelimesi olanlardır, kâfirlerdir.
Bu âyet, tek başına nurun sahiplerinin kâfir olmadıklarını ifade ediyor. Son derece açık bir hüviyet var burada. Küfür kelimesinin o kalpte bulunduğunun kesin işareti var burada; eğer bir insanın kalbinde küfür kelimesi varsa o kalp mühürlü. Bakara Suresi 6 ve 7. âyet-i kerimeler:
2/BAKARA-6: İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).
Onlar muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir (birdir), mü’min olmazlar.
2/BAKARA-7: Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun, ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Allah onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) azap vardır.
“Habîbim! Sen o kâfirlere söylesen de söylemesen de birdir. Onların kalpleri mühürlüdür. O kâfirler mü'min olmazlar.”
Bütün kâfirlerin kalpleri mühürlü. Allahû Tealâ burada ikinci bir ayrım yapıyor:
*Karanlık olan kalpler.
*Aydınlık olan kalpler.
Karanlık olan kalpler, kâfirlerin kalpleri. Neden? Küfür kelimesi karanlıkları kendisine çeken bir gücün sahibidir, bir çekim kuvvetinin sahibidir. Îmân kelimesi, nurları kendisine çeken bir gücün sahibidir. Çekim kuvvetinin, atraksiyonun, atraktiv bir gücün sahibidir. Ve onun çekim gücüyle Allahû Tealâ'dan gelen, şartları tamamlanmış olan bir kişinin, kalbindeki 7 şart tamamlanmış olan bir kişinin kalbine Allahû Tealâ'nın nurlarının girişi. Ekinnet alınmış, yerine ihbat konulmuş, kalbin nur kapısı Allah'a döndürülmüş ve göğsünden kalbine yol açılmış kişinin. Bu noktadan sonra zikir yapan kişinin, rahmet, fazl ve salâvât partikülleri geliyor göğsüne. Kalbine ulaşıyor. Mührü kalbin alt boyutuna indiriyor. Zülmanî kapıyı mühürlüyor o mühür. Rabbanî kapıdansa, yukarıdansa rahmet, fazl ve salâvât nurları, 3 ayrı nur giriyor. Bunlardan fazıllarsa nefsin kalbine girip yerleşiyor. İşte bu nur, o kişinin başkalarından farklı bir nura sahip olduğunun kesin işaretini taşır. Bu nuru vücuda getirense, orada kalmasını temin edense kalpteki bir başka nurdur; îmân kelimesi.
Küfür kelimesi karanlığı temsil eder, karanlığın ifadesini temsil eden bir karanlık yazıdır. Îmân kelimesi nuru temsil eden, kalbimize Allahû Tealâ'nın yazdığı bir nurlu yazıdır. Bu sebeple adına “îmân nuru” der Allahû Tealâ, îmân kelimesinin bir nur olduğunu ifade etme sadedinde. Ayrıca yetmez, kalbe yazılan îmân kelimesidir ki fazılları etrafında biriktirecektir. Biriktirince fazıllar, nur olmanın tabiî neticesi olarak kalbi aydınlatacaklardır. Ve o kişiye Allahû Tealâ yürümesi için bir nur vermiştir. Ne demek yürümesi için? Allah'a doğru yürümesi için. Yani ruhunun Allah'a ulaşması için. Karanlıkta olan insanların içinde o bir meş’aledir. O bir nurdur ve Allah'a gidebilen sadece o nurun sahipleridir.
Bir tek âyette görüyorsunuz ki sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ çok şey söylüyor. Bir defa kâfirlerin karanlıkta oldukları kesinlik kazanıyor. Kâfir olmayanlar, mü'min olanlar ancak nurun sahipleri. Kendisine nur verilenler kâfirler değil. “Kâfirlere yaptıkları süslü gösterilir.” diyor Allahû Tealâ. Ama ya kendilerine süslü gösterilmeyenler? Onlar mü'minler, kalplerinde nur olanlar.
Allah razı olsun.
Âyet-123'e geliyoruz inşaallah.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
6/EN'ÂM-123: Ve kezâlike cealnâ fî kulli karyetin ekâbire mucrimîhâ li yemkurû fîhâ, ve mâ yemkurûne illâ bi enfusihim ve mâ yeş’urûn(yeş’urûne).
Ve işte böylece, her kasabada (şehirde) onun mücrimlerini (günah işleyenlerini), orada sahtekârlık (hile) yapmaları için liderler yaptık. Kendilerinden başkasını aldatmazlar ve farkında değiller.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
ve kezâlike: Ve işte böylece.
cealnâ: Kıldık, Biz kıldık.
fî kulli karyetin: Her kasabada (her karyedeki, her ülkedeki).
ekâbire: Önde gelenler.
mucrimî-hâ: Onun mücrimlerini (günah işleyenlerini).
“Oranın günahkârları kıldık (mücrimleri, suçluları kıldık).” diyor Allahû Tealâ.
li yemkurû: Hile yapsınlar diye.
fî hâ: Orada.
ve mâ yemkurûne: Ve hile yapamazlar (ve yaptıkları şey, yaptıkları hile).
illâ: Ancak.
bi enfusi-him: Kendilerini (kendileri içindir, kendilerinindir, kendilerine aittir).
ve mâ yeş'urûne: Ve bunun şuuruna varmazlar, farkında değiller.
Şimdi cümle cümle bakalım konumuza:
“ve kezâlike cealnâ fî kulli karyetin ekâbire mucrimîhâ li yemkurû fîhâ: Ve işte böylece her kasabada (her şehirde, her yerleşme yerinde) onun mücrimlerini (cürüm işleyenlerini, günah işleyenlerini), orada sahtekârlık (mekr, hile) yapmaları için ekâbir yaptık (liderler yaptık). Oranın önde gelenleri, büyükleri yaptık.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, ifadeye dikkat edin: Dünyanın her tarafında, her devirde bu olmuştur. Mücrimler (cürüm işleyecek olanlar), dostlarını seçerler. Onlar birbirine dayalı olarak cürüm ağlarını kurarlar. Allahû Tealâ burada son derece açık olarak söylüyor ki: “Her kasabada (her şehirde, her ülkede) mücrimleri ekâbir yaparız.” diyor Allahû Tealâ, “Önde gelenler yaparız. “Orada sahtekârlık yapmaları için (mekr yapmaları için). Ama onlar, kendilerinden başkasını aldatamazlar ama farkında değiller.”
Sevgili öğrenciler, izleyenler, öyleyse sadece iki tane cümle var:
“İşte böylece, her kasabada, şehirde, onun mücrimlerini (günah işleyenleri) orada sahtekârlık (hile, mekr) yapmaları için liderler yaptık.” 1. cümle bu.
2. cümlede: “Kendilerinden başkasını aldatamazlar ama farkında değiller.” diyor Allahû Tealâ.
Bütün dünyada, her yerde insanlık tarihi boyunca hep böyle olmuş. Hep ekâbir, hile yapanlardan oluşmuş. Allahû Tealâ, onların böyle yapmasına müsaade ediyor. Onların kendilerini aldatması söz konusu olduğu için, başka insanlara zulüm yapılması söz konusu olduğu için. En'âm Suresinin 123. âyet-i kerimesi, bu konuda çok önemli bir noktaya dokunuyor, konuya dokunuyor. Her ülkede ekâbir (büyükler) hep hile yapmaya, genel çerçeve içinde hile yapmaya yönelik kişiler. Ve hilelerini rahatlıkla yapabilmeleri için Allahû Tealâ onlara zemin hazırlıyor. Yaptıkları, aslında kendilerinden başkasına bir zarar vermiyor.
Gerçekten sevgili izleyenler ve dinleyenler, birçok insan bu dünyayı bir bütün zannederler. Dünya hayatı, asıl yaşayacağınız hayatın; sonsuz hayatın yanında bir hiçtir. Burada size yapılan zulüm, burada size yapılan işkence, burada size yapılan haksızlık, şu dünyanın geçici bir metaıdır. Ama kıyâmet gününden sonraki o sonsuz hayatınızda burada size yapılan zulmün sonsuz katı onlara ödettirilecektir.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, şu dünyayı her şey zannedenler, bu dünyada yaptıklarının karşılığını mutlaka orada ödeyeceklerdir, binlerce kat, milyonlarca kat olarak, sonsuz kat olarak. Buradaki hayatınız, imkânsız ama 200 yıl yaşadığınızı düşünelim, orada 200 trilyon, belki 200 katrilyon yıl yaşayacaksınız. Bir sonsuz hayatın sahibi olacaksınız. Ya zulüm yapanlardan olacaksınız; ekâbirden ya da zulüm görenlerden olacaksınız; halk olacaksınız. Birinde Allah'ın cennetlerinde olacaksınız, diğerinde cehennemde.
İşte bu dünyanın geçici metaına aldanıp da bu dünyada bir mevki sahibi olan kuvvetin sahipleri bu sebeple hep aldanmışlardır. Hep başkalarına zulmetmişlerdir. Onun için Allahû Tealâ âyet-i kerimesinde: “Meğer Allah, resûllerini adalet için göndermiş derler.” diyor,
“Musa'nın kendi kavminden bir kısmı vardı ki bil kıst ile (adaletle) hükmediyorlardı. İnsanları münkerden nehyediyorlardı ve ma’rûf ile emrediyorlardı.”
7/A'RÂF-159: Ve min kavmi mûsâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve Musa (A.S)’ın kavminden bir ümmet vardır. Hakk’a hidayet ederler (hidayete ulaştırırlar). Ve onunla (hak ile) adaletle hükmederler.
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îmân ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îmân etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.
Öyleyse yeryüzünün adaletle dolduğu bir güne doğru, dolacağı bir güne doğru yaklaşıyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Zulüm sonsuza kadar devam etmez. Mutlaka zulmün sonu gelir. Zâlimlerin cezasını Allah verir. Allah'ın intikamı korkunç olur. Öyleyse yeryüzünün adaletle dolacağı, bollukla dolacağı, herkesin birbirini seveceği bir güne ulaşacak dünya. O gün çok uzaklarda değil, bütün zulümlerin sona ereceği bir dünya günü.
Âyet-124'te Alahû Tealâ buyuruyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
6/EN'ÂM-124: Ve izâ câethum âyetun kâlû len nu’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye rusulullâh(rusulullâhi), allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu, se yusîbullezîne ecremû sagârun indallâhi ve azâbun şedîdun bimâ kânû yemkurûn(yemkurûne).
Onlara bir âyet geldiği zaman: “Allah’ın resûllerine verilen şeyin aynısı bize de verilmedikçe (verilinceye kadar) asla inanmayız.” dediler. Risaletini kime vereceğini Allah, en iyi bilendir. Cürüm işleyen (günah işleyen) kimselere, yapmış oldukları hile(ler) sebebiyle yakında Allah’ın huzurunda bir zillet (küçüklük, aşağılık) ve şiddetli azap isabet edecektir (gelecektir).
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kelime kelime mânâsına giriyoruz:
ve izâ: Ve olduğu zaman, ise, o takdirde, o zaman ki.
câet-hum: Onlara geldi (gelir).
âyetun: Bir âyet.
“Onlara bir âyet geldiği zaman.”
kâlû: Derler ki, dediler ki.
len nu'mine: Asla inanmayız (inanmayacağız).
hattâ: Oluncaya kadar (o güne kadar, o ana kadar).
nu'tâ: Bize verilsin.
misle: Gibi, misli gibi.
mâ ûtiye: Verilen şey.
rusulu allâhi: Allah'ın elçileri (elçilerine).
allâhu: Allah.
a'lemu: en iyi, çok iyi bilir (bilir).
haysu: Hangisine, kime.
yec'alu: Yapar, kılar.
risâlete-hu: O'nun elçiliğini.
Yani: “Kimi resûl yapacağını (kime risalet vereceğini) Allah en iyi bilir (Allah çok iyi bilir).”
se yusîbu ellezîne: Ki onlara isabet edecek.
ecremû: Cürüm işlediler, günah işlediler.
sagârun: Küçüklük, zelillik, aşağılık.
inde allâhi: Allah'ın katında.
ve azâbun: Ve bir azap.
şedîdun: Şiddetli.
bi-mâ: ...den dolayı, sebebiyle.
kânû yemkurûne: Yaptıkları hileler (sebebiyle).
Âyet 124, cümle cümle:
ve izâ câethum âyetun: Onlara bir âyet geldiği zaman.
kâlû len nu’mine hattâ nu’tâ misle mâ ûtiye rusulullâhi: Allah'ın resûllerine verilenlerin aynısı bize de verilmedikçe; verilinceye kadar asla inanmayız (Allah'ın resûllerine verilenlerin aynısı bize de verilinceye kadar) asla inanmayız, dediler.
allâhu a’lemu haysu yec’alu risâletehu: Kime risalet vereceğini (risaletini kime vereceğini), Allah çok iyi bilir (kime risalet vereceğini Allah çok iyi bilir).
se yusîbullezîne ecremû sagârun indallâhi ve azâbun şedîdun bimâ kânû yemkurûn: Cürüm işleyen kimselere; günah işleyen kimselere (burada cürüm geçiyor, “ecremû.” diyor Allahû Tealâ), yapmış oldukları cürümler (sahtekârlıklar) sebebiyle yakında Allah'ın huzurunda bir zillet (küçüklük, aşağılık) ve şiddetli bir azap isabet edecektir.
Allahû Tealâ diyor ki cümleleri birleştirirsek:
“Onlara bir âyet geldiği zaman, ‘Allah'ın resûllerine verilenlerin aynısı bize de verilinceye kadar asla inanmayız.’ dediler.” 1. cümle.
“Kime risalet vereceğini Allah çok iyi bilir.” 2. cümle.
“Ve cürüm işleyen kimselere, yapmış oldukları cürümler sebebiyle yakında Allah'ın huzurunda bir zillet (küçüklük, aşağılık) ve şiddetli bir azap isabet edecektir.” 3. cümle.
sagâr, sâgir, asgar: Küçük demek.
Zillet: Küçüklük, aşağılık anlamına geliyor.
Âlem-i asgar, âlem-i kebir. Âlem-i asgar; küçük âlem, âlem-i kebir; büyük âlem.
Bir atom, bir hidrojen atomu bir küçük âlemi temsil eder; âlem-i asgarı. Bir güneş sistemi âlem-i ekberi temsil eder. Yani mikro âlem, makro âlem; âlem-i asgar, âlem-i kebir. Sagir, asgar, asgarî, âzam da büyük anlamına geliyor. Asgarî, azamî diye Türkçede kullanılır. Asgarî; en küçük olabilecek, azamî; en büyük olabilecek ölçü anlamına geliyor.
Burada: “Allah'ın resûllerine verdiklerini, Allah bize de vermedikçe asla inanmayız.” diyorlar insanlar. Ve bir marifet yaptıklarını zannediyorlar. Oysaki yaptıkları sadece kendilerini Allah'ın huzurunda küçültüyor sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.
Öyleyse böyle bir dizaynda sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Allahû Tealâ'nın hepinize sonsuz mutluluklar ihsan etmesini, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.
Allah hepinizden razı olsun.
Kısa bir aradan sonra tekrar bir arada olmak üzere sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R