}
A'râf Suresi 172-175 (Âyetlerin Sırları) 09.09.2001
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 102703

 


SOHBETİN ADI: A’RÂF SURESİ 172-175 (Âyetlerin Sırları)
TARİHİ: 09.09.2001

Sevgili izleyenler, dinleyenler, öğrenciler, can dostlarım, gönül dostlarım, hep beraber yeni bir zaman parçasını kullanmaya başladık; Allah’ın, sizlerin ve bizim bir arada olduğumuz bir zaman parçası. Allah’ın ülkesinde yaşıyoruz, mutluluk üçgeninde yaşıyoruz. O’ndan bahsetmenin huzuru içindeyiz ve O’nun Kur’an’ı Kerim’inden. Konumuz: Kur’ân-ı Kerim Tefsiri. Kod Numarası: 2. 1. 12. 7. Kur’ân-ı Kerim’in 7. Suresi, A’râf Suresi.

Ve âyet numarası: 172.

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).

Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”


Kelime kelime mânâya bakıyoruz:

ve iz ehaze: Çıkardığı zaman, ahzettiği zaman, tuttuğu zaman, aldığı zaman.
rabbu-ke: Senin Rabbin.
min benî âdeme: Âdemoğullarından.
min zuhûri-him: Onların sırtlarından.
zurriyyete-hum: Onların zürriyetlerini.
ve eşhede-hum: Ve onları şahit tuttu (şahitler kıldı).
alâ enfusi-him: Nefslerinin üzerine.
e lestu bi rabbi-kum: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

e lestu: Ben değil miyim?
bi rabbi-kum: Sizin Rabbiniz.

kâlû: Dediler.
belâ: Evet.
şehid-nâ: Biz şahit olduk.
en tekûlû: Demeniz, demenize karşı, dememeniz için.
yevme el kıyâmeti: Kıyâmet günü.
innâ: Muhakkak ki biz.
kun-nâ: Biz olduk.
an hâzâ: Bundan.
gâfilîne: Gâfiller, habersiz olanlar.

Cümlecikler olarak konumuza bakıyoruz:

ve iz ehaze rabbuke: Ve senin Rabbin aldığı zaman, ahzettiği zaman.
min benî âdeme: Âdemoğullarından.
min zuhûrihim: Onların (Âdemoğullarının) sırtlarından.
zurriyyetehum: Onların zürriyetlerini.
ve eşhedehum alâ enfusihim: Ve onları nefsleri üzerine şahit tuttu.
e lestu birabbikum: Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?
kâlû: Dediler ki.
belâ: Evet.
şehidnâ: Biz şahit olduk.
en tekûlû yevmel kıyâmeti: Kıyâmet günü dersiniz diye, dememeniz için.
innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne): Gerçekten biz bundan gâfildik (gâfillerdik).

Bu cümlecikleri toparladığımız zaman:

“Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye, senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman, onları nefsleri üzerine şahit tuttu. Ve şöyle buyurdu: Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? Dediler ki: Evet (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”

Burada, A’râf Suresinin 172. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ zamandan evvel, Âdem (A.S)'dan başlayarak bütün insanların sırtlarından, onların çocuklarını çıkarıyor, onlardan da onların çocuklarını çıkarıyor ve bütün Âdemoğullarını; baştan sona kadar bütün Âdemoğullarını etrafında topluyor. Orada, İndi İlâhi'de herkes Allah'ı görüyor, Allah’ı işitiyor; kalp gözüyle, kalp kulağıyla.

İlk insandan; Âdem (A.S)'dan son insana; kıyâmet günü yaşamakta olan son insanlara kadar herkes orada nefsiyle, ruhuyla ve fizik vücuduyla. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “e lestu bi rabbikum: Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Hepimiz diyoruz ki: “belâ: Evet.”

Belâ; biliyorsunuz, negatif suallerin pozitif cevabı. Cevap evetse, “belâ” kullanılıyor negatif suallerde.

Allahû Tealâ, nefslerini şahit tutuyor. Ve nefsler diyor ki: “Evet, Sen, bizim Rabbimizsin. Biz hepimiz, buna şahit olduk.” Bir cümle daha geliyor: “Kıyâmet günü, biz bundan gâfildik, haberdar değildik demeyesiniz diye, Allah bunu yaptı.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse burada Allahû Tealâ’nın dediği şey: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Ve nefsler şahit. Acaba elest bezminde olanlar bu kadar mı, elestu bi rabbikum günü sadece bunlar mı olmuş? Hayır. Bundan sonra Allahû Tealâ orada durmamış. Bundan sonra Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesinde anlattıklarını gerçekleştirmiş. Bütün etrafındaki insanlara demiş ki Allahû Tealâ: “Ben, sizin Rabbiniz olduğuma göre ey nefsler! Sizlerden yemin istiyorum; tezkiye ve tasfiye olarak, Bana teslim olacağınıza dair. Ey ruhlar! Sizlerden misak istiyorum; Bana dünya hayatını yaşarken geri dönüp, teslim olacağınıza dair. Ey fizik vücutlar! Sizlerden ahd istiyorum; şeytana kul olmaktan kurtulup Bana kul olacağınıza dair.”

Ondan sonra da Allahû Tealâ soruyor: “Sözlerimi işittiniz mi?” Hepimiz, kalbimizdeki kulaklarla işitmişiz Allahû Tealâ'nın söylediklerini. Diyoruz ki: “semi’nâ: İşittik.”

Allahû Tealâ diyor ki: “Öyleyse itaat edin. Yemin verin, misak verin, ahd verin; nefsler, ruhlar, fizik vücutlar.” Ve hepimizin nefsi de ruhu da fizik vücudu da Allah'a yemin, misak ve ahd veriyor. Ama Allahû Tealâ burada: “İşte bu, Allah'ın sizi bağladığı size vasiyetidir.” diyor, Allah’ın vasiyeti.

Bu konu, kelime kelime bakalım Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesine, Allahû Tealâ diyor ki:

5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).

Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.


vezkurû ni’metellâhi aleykum: Üzerinize olan Allah’ın ni’metini hatırlayın.
ve mîsâkahullezî: Ve o misakı ki.
vâsekakum bihî: Onunla size vasiyet etmişti.
iz kultum semi’nâ ve ata’nâ: Siz demiştiniz ki: “işittik ve itaat ettik.”
vettekûllâh(vettekûllâhe): Ve Allah’a karşı takva sahibi olun.
innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri): Allah sadırlarda olanı bilendir.

Burada Allahû Tealâ'nın bize vasiyet ettiği bir husus var. En'âm Suresinin 152. ve 153. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).

Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.

6/EN'ÂM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferraka bikum an sebîlihi, zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).

Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.


“ve bi ahdillâhi evfû: Allah ile olan ahdinizi ifa edin.” Daha doğrusu: “ahdillâhi: Allah’ın ahdini ifa edin.”

Allah'ın ahdi, Allah'ın vasiyetidir. Bu ahd, ruhumuzu, vechimizi yani fizik vücudumuzu, nefsimizi ve irademizi Allah'a teslim etmemizi emreder. Ama Allahû Tealâ'nın bizden aldığı yemindir, misaktir, ahddir; ruhumuzun, nefsimizin ve fizik vücudumuzun Allah'a verdiği yeminler. İrademizden Allahû Tealâ yemin almak gereğini duymuyor. Çünkü konu, otomatik olgunlaşan bir konu.

“zâlikum vassâkum bihî.” diyor Allahû Tealâ, “İşte bu üzerinize vasiyet edildi (Allah’ın ahdi sizin üzerinize vasiyet edildi).”

leallekum tezekkerûn: Umulur ki tezekkür edersiniz.

En’âm-153’de Allahû Tealâ devam ediyor:

ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen: İşte bu muhakkak ki, Allah’ın Sıratı Mustakîm’idir.
fettebiûhu: Ona (Sıratı Mustakîm’e) tâbî olun.
ve lâ tettebiûs subule fe teferreka bikum: Başka yollara (bunun dışında kalan, fırkaları oluşturan başka yollara, başka fırkalara) tâbî olmayın.
an sebîlih: Onun yolundan (bu yoldan).
“Bu yoldan sizi ayıran, bu yolun dışındaki fırkalara, hiçbir fırkaya tâbî olmayın (sizi bu fırkadan, bu yoldan (Allah’ın yolundan) ayıran başka hiçbir fırkaya tâbî olmayın).”
zâlikum vassâkum bihî: İşte bu, size onunla vasiyet verdiğidir.
leallekum tettekûn: Ve böylece takva sahibi olursunuz.

Hem takva sahibi olmanın yolunun mutlaka Sıratı Mustakîm’den geçtiğini Allahû Tealâ burada bizlere anlatıyor hem de Sıratı Mustakîm’in dışındaki hangi fırka olursa olsun ki 72 fırkanın daha var olduğunu söylüyor Peygamber Efendimiz (S.A.V). “O fırkalardan hiçbirine tâbî olmayın ki o fırkalar, sizi Allah'ın bu yolundan ayırırlar. İşte o yola (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olursanız, takva sahibi olursunuz.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse Allahû Tealâ'nın üzerimize bir vasiyeti var: “vassâkum: Size vasiyet etti.” diyor Allahû Tealâ. İşte bu vasiyeti, sadece ruhumuzu, vechimizi, nefsimizi değil, irademizi de Allah'a teslim etmemizi isteyen bir vasiyet. Öyleyse hepimiz için o vasiyete itaat etmek söz konusu, vasiyeti yerine getirmek söz konusu. Allah razı olsun.

A’râf Suresinin 173. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

7/A'RÂF-173: Ev tekûlû innemâ eşreke âbâunâ min kablu ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim, e fe tuhlikunâ bimâ fealel mubtilûn(mubtilûne).

“Veya fakat daha önce babalarımız da şirk koştu ve biz onlardan sonraki nesiliz. Hal böyle iken bâtılla amel edenlerin yaptıklarından dolayı mı bizi helâk edeceksin?” dersiniz diye.


Şimdi kelime kelimeden sonra cümleciklere bakalım:

ev: Veya, yahut.
tekûlû: Dersiniz.
innemâ: Fakat.
eşreke: Şirk koştu.
âbâu-nâ: Atalarımız, babalarımız, bizden önce gelen nesiller.
min kablu: Önceden, daha önce.
ve kun-nâ: Ve biz olduk.
zurriyyeten: Bir nesil.
min ba’di-him: Onlardan sonra.
e fe tuhliku-nâ: O zaman bizi helâk mı edeceksin?
bi-mâ: Nedeniyle.
feale: Yaptı (fiilleriyle yaptılar).
el mubtilûne: Bâtılla amel edenler.

Şimdi kelime kelimeden sonra, cümleciklere bakalım:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

ev tekûlû innemâ: Veya dersiniz diye (ve fakat dersiniz diye).
eşreke âbâunâ min kablu: Daha önce babalarımız da şirk koştu.
ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim: Ve biz onlardan sonraki nesiliz.
e fe tuhlikunâ: Hâl böyle iken mi bizi helâk edeceksin?
bimâ fealel mubtilûn: Bâtılla amel edenlerin yaptıklarından dolayı.

Allahû Tealâ, bu âyet-i kerimesinde sonraki nesillere hitap ediyor; babalarının şirk koştuğundan haberdar olan nesillere ve şirk koşmamak niyetinde olan nesillere.

Öyleyse cümlecikleri birleştirelim:

“Veya daha önce babalarımız da şirk koştu ve biz, onlardan sonraki nesiliz. Hâl böyle iken bâtılla amel edenlerin yaptıklarından dolayı mı bizi helâk edeceksin, dersiniz diye.”

Öyleyse A’râf Suresinin 172. ve 173. âyetleri bir bütünlüğü oluşturuyor. Allahû Tealâ, A’râf-172'de sadece Allah’ın: “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine verdiğimiz: “Evet, Sen, bizim Rabbimizsin.” cevabını alıyor. Nefslerimizi şahit tutuyor: “Kıyâmet günü, ‘Biz, Senin Rabbimiz olduğundan haberdar değildik.’ demeyesiniz diye.” diyor. Yani hepimiz ezelde Allah'ı gördük, Allah’ı işittik. Sonra bu dünyaya anne babalarımız sebebiyle Allahû Tealâ bizleri gönderdi. Ama önce hepimiz Allah’ı gördük, Allah’ı işittik. Ve görmekle kalmadık, Allahû Tealâ orada bizden yemin aldı, misak aldı, ahd aldı. Ve bize vasiyetini söyledi: Ruhumuzun, vechimizin, nefsimizin Allah’a tesliminin ötesinde, irademizin de teslimini istediğini Allahû Tealâ bize belirtti, bize vasiyet etti. Daha evvel; bugünkü nesillerden daha evvel bütün nebîlere vasiyet ettiğini, Allahû Tealâ ezelde bütün Âdemoğullarına vasiyet etmişti.

İşte vasiyetin arkasındaki birinci sebep: “Bizim bundan haberimiz yoktu dersiniz diye.” Veya: “Biz sonraki nesiliz. Bizden evvelkiler, Sana şirk koşmuşlardı. O bâtılla amel edenlerin amelleri dolayısıyla bizi mi helâk edeceksin, dersiniz diye.” diyor.

Allahû Tealâ, hepinizi birbirinizin üzerine nefslerinizle şahit kıldı. Herkes birbirinin şahidi hüviyetinde sevgili öğrenciler izleyenler ve dinleyenler.

Öyleyse böyle bir dizaynda sadece Allah'ın emirleri var sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Allah, emirlerini gönderir; bize düşen itaat etmektir. Ama arkasında yatanı eğer merak ediyorsanız, bilin ki Allah'ın bütün emirleri, sadece insan adı verilen bu mahlûku mutlu etmek içindir. Allah, insanı yaratmış bir tek sebeple; mutlu olsun diye insanoğlu. Allah’ın insandan istediği bir tek şey var; onun mutluluğu. Allah’ın insandan istediği tek şey; insanoğlunun mutluluğu.

Öyleyse saadet adını verdiğimiz bu nesneye dikkatle bakın. Mutluluk, Allah'ın bütün insanları yaratmaktan yegâne muradıdır. Kâinatta en çok sevdiği mahlûk olan insanın; üzerine titrediği insanın sadece mutlu olmasını istiyor. Ve onu, mutlu olabilecek olan bir dizaynla yaratmış Allahû Tealâ. Nefsini de ruhunu da fizik vücudunu da Allah'a teslim etmesini istiyor ki, mutluluğu yaşayabilsin.

Başlangıçta insanın nefsiyle ruhu devamlı bir çatışma içerisindedir. Çünkü nefs, %100 afetlerden oluşmuştur. Allah'ın bütün emirlerini kesinlikle yapmamak ister. Allah neyi yasak etmişse onları da mutlaka işlemek ister. İşte böyle bir dizaynda ruhumuz, Allahû Tealâ'nın bütün emirlerini mutlaka gerçekleştirmeyi istiyorsa yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemiyorsa nefs de bunların ikisinin de tam tersini istiyorsa, öyleyse karar mercii bir tane; akıl. Akla her ikisinin de müracaatı, kendi talebinin gerçekleşmesi istikametinde olacaktır. Onun için de aralarında vazgeçilmez bir kavga devamlı olarak var olacaktır. Bir mücâdele, bir kavga, bir anlaşmazlık, devamlı bir çekişme. Hep içinizde o iki sesi duyarsınız; Allah'ın emirlerini yerine getirmenizi isteyen sesi, Allah’ın emirlerine itaatsizlik etmenizi isteyen sesi.

İşte sevgili izleyenler, dinleyenler ve sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bütün insanlar, iç dünyalarında nefsleriyle ruhları arasındaki kavga sebebiyle hep huzursuzdurlar. Nerede kavga varsa, nerede kaos varsa orada huzur yoktur; mutsuzluk vardır, huzursuzluk vardır, belirsizlik vardır. Ayrıca insanlar, akılları hangi ortamda, o ortama göre şuur kazanmışsa onun dizaynı içinde olur. Ve bu dizayn, Allah'ın emirlerinin çiğnendiği, yasaklarının serbest bırakıldığı bir ortamsa akıl, nefse devamlı yeşil ışık yakacaktır. Her seferinde de nefsle ruh arasında mutlak bir kavga oluşacaktır. Yetmez, nefsin o olayı; Allah'ın yasak ettiği bir olayı vücuda getirmesi veya emrettiğini yapmaması hâlinde Allahû Tealâ, fizik vücuda, ruh da nefse mutlaka azap verecektir. Bu da ayrı bir huzursuzluk sebebi olacaktır insanoğlu için.

İşte Allah'ın emrettiği şey, bir sulh ve sükûna vararak insanoğlunun mutlu olmasıdır. Nasıl bir sulh ve sükûn? Ruhumuzun değişmesi söz konusu değil, çünkü tekâmülün son safhasında yaratılmış. Ve Allah'ın bütün emirlerini mutlaka yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özelliğin sahibi yani mutluluğun bütün vasıflarına sahip. Ama nefs, bunun tam tersi olarak hayata giriyor, kulvara giriyor. İşte onun için Allahû Tealâ, nefsin mutlaka tezkiyesini, mutlaka tasfiyesini emretmiş. Yani nefsimizin kalbindeki bütün afetleri, zikir adı verilen bir ibadetle yok etmek mecburiyetindeyiz. Aldığımız emir bu. Neden emir? Çünkü Allahû Tealâ, bizim mutlu olmamızı istiyor. Gerçekleştirirsek mutlu olur muyuz? Kesin. Kim daimî zikre ulaşıp da nefsindeki bütün afetleri yok ederse, o zaman nefsi de ruhun özelliklerine bürünür. Afetler bitmiştir, yerini faziletler almıştır. Bu fazıllar yani fazilet müessesesi, o kişinin Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir nefs yapısına sahip olduğunu gösterir. Öyleyse bu noktadan itibaren Allah'ın bütün emirlerine nefs de %100 itaat ediyor, ruh da %100 itaat ediyor, aralarındaki kavga bitmiştir. Öyleyse bu noktadan itibaren Allah'ın yasaklarını ruh da asla işlemek istemiyor, nefs de işlemek istemiyor. Gene tam bir paralellik, sulh ve sükûn hâli. Öyleyse iç dünyamızdaki kavga bitmiştir. Nefsimizle ruhumuz arasındaki kavga bitmiştir. İşte bu kavganın bitmesi noktasından itibaren biz insanlar mutluyuz, bu noktadan itibaren mutluyuz.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, biz insanız ve kulvara eşit şartlarda gireriz. Bütün insanlar; nefsleri tamamen afetlerle dolu, ruhları tamamen hasletlerle dolu olarak kulvara girerler. Bu noktada Allah'ın güzellikleri ile çirkinlikleri; Allah'ın bizlere verdiği nefsin afetleri ile ruhun hasletleri dengededir, eşit standartlardadır. Ruh sadece hayrı, nefs sadece şerri ister. Ve nefs karadır, ruh beyazdır. Nefs karanlıktır, ruh aydınlıktır.

Söz konusu olansa; hedefse nefsin de ruh gibi aydınlanması, nurla dolması, bütün afetlerden kurtulup, hasletlerin bir benzeri olan faziletlerle donanması. O zaman Allah'ın bütün emirlerine ikisinin birden itaat ettiği, Allah'ın bütün yasaklarını ikisinin birden yapmadığı bir ortam doğacaktır. İkisi arasındaki kavga bütünüyle bitecek, tam bir sulh ve sükûn hâli iç dünyamızda teessüs edecektir; tam bir barış, sulh ve sukûn, iç dünyamızda mutluluk.

Nefsimizin ve ruhumuzun aynı standartlara ulaşması, dış dünyamızdaki mutluluğu da vücuda getirir. Dış dünyamızda da mutluluğu yaşarız. Neden? Çünkü afetlerimiz artık yok olmuştur. Hiç kimseye bir kötü davranışınızın olması mümkün değildir. Öyleyse hiç kimseye Allah'ın yasak ettiği bir fiili işlemeyiz, hiç kimseyi üzmeyiz. Bu durumda başka insanlara hiç bir zarar vermemiz, hiçbir şekilde mümkün olmadığı için biz, başkasını rahatsız etmenin arkasından duyduğumuz huzursuzluğu, azabı, nefsimize ruhumuzun verdiği azabı, bize Allah'ın verdiği azabı yaşamayız. Yetmez, kimseyi zarardide etmediğimiz için onların bizden intikam alması da söz konusu değil. Bu sebeple de mutsuz olmayız. Yetmez, eğer bizden intikam alsalardı, biz de onlardan intikam almak için bir fırsat arayacaktık; nefsimiz olsaydı, nefsimizin intikam afeti mevcut olsaydı. İntikamımızı aldığımız zaman yeniden huzursuz olacaktık, yeni bir günah işlediğimiz için. Bu da mümkün değil. Yetmez, eğer biz onlardan bu intikamı alamasak, bu sefer intikam hissi, alınamamış intikama yani kine dönüşür ve stres başlar. Stres de huzursuzluk kaynağıdır. Bu da mümkün değil o noktada. Öyleyse Allahû Tealâ'nın bütün emirlerinin, biz insanları mutlaka saadete ulaştırmak için vücuda getirildiğinden hepimiz emin olmalıyız.

Bilmeliyiz ki bizi yaratan Allah, bizi çok seviyor. Bilmeliyiz ki Allah, bizden sadece ve sadece ve sadece mutlu olmamızı istiyor, bu kadar. Bütün emirleri, bizlere bu mutluluğu sağlamak üzeredir. Şeytansa Allahû Tealâ'nın bize verdiği her emri, bizi sıkıntıya sokan bir emirmiş gibi gösterir. Allahû Tealâ namaz emri vermiş, zikir emri vermiş, zekât emri vermiş. Bu emirlerinin her birisi bize derecat kazandırmaya yarar. Kimin kazandığı dereceler, kaybettiği derecelerden fazlaysa cennete girebilenler onlardır.

Öyleyse Allahû Tealâ, bizim ibadetimize ihtiyaç duymayandır. Ne namaz kılmamız Allah’a bir şey sağlar ne zekât vermemiz ne zikir yapmamız; ama onları bizim için vermiş. Eğer zikir yapmazsak, nefsimizin afetlerini yok edemeyiz. Yok edemezsek, Allah'ın dünya saadeti için gerekli olan ortamına asla ulaşamayız. Nefsimizin afetleri hep canlı durur, hep bizi devamlı günaha iter. Allah'ın emirlerini yerine getirmemek istikametinde, yasaklarını çiğnemek istikametinde devamlı huzursuz eder. Yetmez, şeytanın tesir sahası içindeyiz. Devamlı başka insanlarla kavga hâlinde olmamızı ister iblis ve bize tesir etmek için müsait imkânın sahibidir, nefsimizdeki afetler var olduğu sürece. Nefsimizdeki afetleri sıfırladığımız zaman şeytan, bizim kölemiz olur. Bize hiçbir şey yapması mümkün değildir. Allah'ın bütün emirlerini nefsimiz de yerine getirmek ister, ruhumuz da. İşte burası konunun hedef noktasıdır. Orada mutluluk vardır. Orada, iç dünyada mutluluk vardır. Orada, dış dünyada mutluluk vardır. Orada, Allah ile olan ilişkilerde mutluluk vardır; dört başı mamur bir mutluluk.

1- Kesintisiz bir mutluluk.
2- İç âleminizde, dış âleminizde ve Allah ile olan ilişkilerinizde; 3 ayrı cephede birden mutluluk.
3- Bu mutluluğu vücuda getiren, kesintisiz bir sulh ve sükûn hâli.

Her şey çok güzel değil mi sevgili kardeşlerim? Ne kadar güzel bir idealle Allahû Tealâ, bizleri yaratmış ve dünyanın hâline bakın, herkes mutsuz. Sadece bu hakikatleri bilmedikleri için sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Ama öğrenecekler, gelecek günlerde bütün dünya, Allah’ın ne söylediğini öğrenecek. Allah’ın zaten insanlık tarihi boyunca söylediği ama özellikle gizlenen Allah’ın hakikatlerini, yakın gelecekte bütün dünyanın öğreneceğini biliyoruz. Öyleyse o günlere doğru gidiyoruz inşaallah. Allah razı olsun.

A’râf Suresi, 174. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

7/A'RÂF-174: Ve kezâlike nufassılul âyâti ve leallehum yerci’ûn(yerci’ûne).

Ve işte böyle âyetlerimizi ayrı ayrı açıklıyoruz ki; böylece onlar, (Allah’a) dönsünler diye.


ve kezâlike: Ve işte böyle (böylece).
nufassılu el âyâti: Âyetleri tafsilatıyla (detaylarıyla) açıklarız.
ve lealle-hum: Ve böylece onlar.
yerciûne: Dönerler, rücû ederler.

Nereye rücû ederler? Allah’a rücû ederler. Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler cümlecik cümlecik bakıyoruz konumuza:

ve kezâlike: Ve işte böylece.
nufassılul âyâti: Âyetlerimizi ayrı ayrı açıklıyoruz.
ve leallehum: Ki böylece onlar.
yerci’ûn: Dönsünler diye (Allah’a dönsünler diye).

Birçok insan için batıldan dönsünler diye bir ifade kullanması söz konusu. Oysaki rücû Allah’adır.

Allahû Tealâ Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde diyor ki:

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.


“Onlar, yakin hâsıl ederek inanırlar ki ölmeden evvel Allah’a ruhlarını ulaştıracaklardır. Ölümden sonra da tekrar Allah’a ruhları rücû edecektir (geri dönecektir).”

Allahû Tealâ buyuruyor ki:

89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.

Ey mutmain olan nefs!

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.

Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.

(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.

89/FECR-30: Vedhulî cennetî.

Ve cennetime gir.


Ne diyor? “irciî ilâ rabbiki: Rabbine rücû et (Rabbine geri dön; geri dönerek Rabbine ulaş).”

Ruha hitap ediyor Allahû Tealâ, Allah’a rücû etmek.

Bakara Suresinin 156. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.


“O seçtiğimiz insanlar, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman (ki o seçtiğimiz insanları yılda bir iki defa imtihana tâbî tutarız; o imtihanlar sebebi ile bir musîbet isabet ettiği zaman) derler ki: innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Muhakkak ki biz, Allah içiniz. Allah için yaratıldık ve mutlaka Allah’a döneceğiz (Allah’a mutlaka ulaşacağız, ruhumuzu ölmeden evvel mutlaka Allah’a ulaştıracağız ve hidayete ereceğiz).”

Nitekim böyle yapanların hidayete erdiğini söylüyor bir sonraki âyet-i kerime:

2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).

İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.


“İşte hidayete erenler onlardır.” diyor Allahû Tealâ.

Yani ruhun hidayetinin, Allah'a rücû etmek olduğu bir kesin ifadeyle Allahû Tealâ tarafından anlatılmış. Öyleyse burada da Allahû Tealâ: “Âyetlerimizi açıklarız; vasiyetimizi açıklarız.” diyor, “Dönsünler diye.” diyor.

Bir açıdan bâtıldan dönsünler diye de düşünülebilir ama o zaman bir tartışma konusu ortaya çıkıyor. İnsanlar diyorlar ki: “Biz, zaten bâtıldan dönmüşüz. Namaz kılarız, oruç tutarız, zekât veririz, hacca gideriz, kelime-i şahadet getiririz. Biz kurtulmuşlardanız.” Ama kurtulamamışlar. Allah'a ulaşmayı dilemiyorlar yani dönüşü dilemiyorlar. Dönüşü dilemeyenlerin gidecekleri yer cehennemdir.

Öyleyse bâtıldan döndük zannedenler, aslında dönmüş değillerdir. Bir kısmını halletmişlerdir meselenin ve şeytanın o korkunç tuzağına düşmüşlerdir. Bu tuzaktan o insanların kurtuluşu söz konusu olmalıdır. O insanların bu tuzaktan kurtuluşu ise bedava bir olgu değil. Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'ini anlamalarına ve Allah'a dönmelerine bağlı. Onun için Allahû Tealâ nerede “rücû” kullanıyorsa, “yerci’ûn” kullanıyorsa bilin ki bu, Allah'a dönüştür.

Ruhu ölmeden evvel Allah'a ulaştırmak, Allahû Tealâ'nın üzerimize tam 12 defa farz kıldığı bir olaydır. Ve Allah'ın vasiyetinin temelinde de mutlaka ruhumuzun biz ölmeden evvel Allah'a ulaşması vardır. Onun için Allahû Tealâ, “rücû” kullanıyorsa, “yerci’ûn” kullanıyorsa, “dönüş” kullanıyorsa o unutmayın, Allah’a dönüştür; ruhun Allah’a ulaşmasıdır. Allah razı olsun.

A’râf Suresinin 175. âyet-i kerimesine geliyoruz:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

7/A'RÂF-175: Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne).

Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.


vetlu (ve utlu): Ve anlat, tilâvet et, oku.
aleyhim: Onlara, onların üzerlerine.
nebee: Haber.
ellezî: Ki o.
âtey-nâ-hu: Biz ona verdik.
(âtey-nâ: Biz verdik, hu: Ona.)
âyâti-nâ: Âyetlerimizi.
fenseleha (fe inseleha): Sonra o ayrıldı.
min-hâ: Ondan (Allah’ın âyetlerinden).
fe etbea-hu eş şeytânu: Şeytan onu kendine tâbî kıldı.
fe kâne: Ve böylece oldu.
min el gâvîne: Zarar görenlerden, azgınlardan oldu.

Cümlecikler:

vetlu aleyhim nebee: Onlara oku; anlat haberini.
ellezî âteynâhu âyâtinâ: Âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin (o kişi ki ona âyetler verdik).
fenseleha minhâ: Sonra o ondan (âyetlerden) ayrıldı.
fe etbeahuş şeytânu: Artık şeytan, onu kendisine tâbî kıldı.
fe kâne minel gâvîn: Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.

Cümleciklerin sonunda, cümleler şöyle oluşuyor:

“Onlara âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı. Artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o, zarar görenlerden oldu.”

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bildiğiniz gibi Allahû Tealâ, bize bir kitap yazdırdı. Kitabın adı, Risalet Nurları. Ve o kitapta âyetler var. Bu bir Allahû Tealâ’nın sohbet kitabı. Şeriatla ilişkili hiçbir şey yok içinde ve birçok kimse bu konuda kesin bir hükmün sahibi: “Allah, âyetlerini sadece peygamberlere (nebîlere) verir.” İşte bu âyet, A’râf Suresinin 175. âyet-i kerimesi, böyle bir şeyin kesinlikle (böyle bir düşüncenin kesinlikle) yanlış olduğunu, Allah’ın şeytana sonradan tâbî olacaklara bile, olanlara bile âyet indirdiğini, âyet verdiğini kesinlikle ifade ediyor.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bizim hakkımızda çok dedikodu yapılmıştır, hâlâ daha yapılmaktadır. Ama orada Risalet Nurları’nda ne yazıyorsa hepsi mutlaka Kur’ân-ı Kerim’de ispat edilmiştir.

Öyleyse Neml Suresinin 82. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği: “Kıyâmete yakın bir devrede yerden bir arz hayvanı çıkartacağız. İnsan gibi konuşacak ve o kitapta yazılı âyetlerin mânâsına varamadınız diyecek.” diyor, o devrede yaşamakta olan ve ona isyan edenlere.

27/NEML-82: Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn(yûkınûne).

Ve onların üzerine (Allah’ın Kitap’ta söylediği) söz vuku bulunca, onlara arzdan dabbe çıkardık (çıkarırız). İnsanların (Kitap’taki) âyetlerimize yakîn hasıl etmediklerini söyleyecek.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, A’râf Suresinin 175. âyet-i kerimesi, bu âyet-i kerime net olarak şunu söylüyor: “Biz, bir kişiye âyetler verdik; âyetler yazdırdık.” diyor Allahû Tealâ, “Sonra o, o âyetlerden ayrıldı ve şeytan, onu kendisine tâbî kıldı.”

Bırakınız bir Allah’ın Resûl’üne, şeytana tâbî olan kişiye bile Allah, âyet yazdırıyor. Bunu bir kesin ibret olsun diye Allahû Tealâ koymuş buraya 14 asır evvel. Bir gün böyle bir konunun gündeme geleceğini elbette biliyor Allahû Tealâ. Ayrıca o, bundan asırlarca evvel Allah’ın âyetler verdiği ve yoldan çıkan kişiyi de şeytanın yoldan çıkaracağını bilmiyor mu? Biliyor. Ama ona bile âyet verdiğini ispat için koymuş buraya bunu. Bu, insanlara ibret olmalı. İnsanlar hep zannettikleriyle amel ederler, aslını aramazlar. Bir gün aslı onlara gösterilince de o gösterene fena hâlde kızarlar; nefsleri, nefslerindeki kibir afeti bunu gerektirdiği için.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın âyet verdikleri sadece peygamberler değildir. Allahû Tealâ, görülüyor ki şeytana tâbî olmuş olan bir kişiye bile âyetler indirmiş. Allah razı olsun. Öyleyse böyle bir noktada sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, şunu net olarak ortaya koymak durumundayız. Allah ne isterse yapar. Diyor ki Allahû Tealâ:

10/YÛNUS-2: E kâne lin nâsi aceben en evhaynâ ilâ raculin minhum en enzirin nâse ve beşşirillezîne âmenû enne lehum kademe sıdkın inde rabbihim, kâlel kâfirûne inne hâzâ le sâhırun mubîn(mubînun).

Onlardan bir adama, "insanları uyarması, âmenû olanları (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenleri) müjdelemesi" için vahyetmemiz insanlara acaip (garip) mi geldi? Muhakkak ki onlar için, Rab’lerinin yanında (katında) sıddıklar makamı vardır. Kâfirler şöyle dediler: “Muhakkak ki bu, mutlaka apaçık bir sihirbazdır.”


“İçinizde bir kişiye Allah’ın vahyetmesi size acayip mi geldi ey insanlar!” Bu devre hitap ediyor Allahû Tealâ.

Onların arasından peygamber olmayan birisine Allahû Tealâ vahyediyor. Her zaman bunu yapmış, asırlar boyunca, insanlık tarihi boyunca. Bu, Allah için son derece tabiî. Ama ne diyor insanlar? “Peygamberlerden başkasına vahyedilmez.” İyi ama Allahû Tealâ, arıya vahyettiğini söylüyor, Nahl Suresinin 68. âyet-i kerimesinde.

16/NAHL-68: Ve evhâ rabbuke ilân nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne).

Ve senin Rabbin, balarısına, dağlardan, ağaçlardan ve onların (insanların) kurdukları çardaklardan, evler (kovanlar) edinmelerini vahyetti.


Hz. İsa’nın havarilerine vahyettiğini söylüyor. Onlar da mı peygamberdi?

5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).

Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.


Hz. Musa’nın annesine vahyettiğini söylüyor. O da mı peygamberdi?

28/KASAS-7: Ve evhaynâ ilâ ummi mûsâ en erdıîh(erdıîhi), fe izâ hıfti aleyhi fe elkîhi fîl yemmi ve lâ tehâfî ve lâ tahzenî, innâ râddûhu ileyki ve câılûhu minel murselîn(murselîne).

Ve Musa (A.S)’ın annesine şöyle vahyettik: "Onu emzirmesini ve onun için korktuğu zaman onu nehre atmasını (bırakmasını). Ve sen korkma, mahzun olma (üzülme). Muhakkak ki Biz, onu sana döndüreceğiz. Ve onu mürselinlerden (resûllerden) kılacağız."


Öyleyse sevgili kardeşlerim, Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimeside Allahû Tealâ diyor ki:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


“Biz, bütün kavimlere resûl göndeririz. Hangi kavme resûl gönderdiysek; ardarda göndeririz. Bütün kavimlerde her an resûl vardır.” diyor. Arkasından da diyor ki: “Hangi kavme resûl gönderdiysek, onu mutlaka inkâr ettiler.” diyor Allahû Tealâ.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir güzelliği daha burada bitirmek mecburiyetindeyiz zamanımız dolduğu için. Allahû Tealâ’nın huzurunda hepinizi selâmlıyorum. Allahû Tealâ’nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R