}
Hûd Suresi 1-7 (Âyetlerin Sırları) 26.12.2001
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 103130

 


SOHBETİN ADI: HÛD SURESİ 1-7 (Âyetlerin Sırları)
TARİH: 26.12.2001

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

Yüce Rabbimize, Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bizleri bir defa daha bir araya getirdi, Kur’ân tefsiri için, Kur’ân’ın ruhunu sizlere anlatabilmemiz için, açıklamalarda bulunabilmemiz için. Öyleyse Kur’ân’ı Kerim, Allah’ın dizaynını içeriyor. Kur’ân-ı Kerim’le Allah, bütün kâinata mesajlarını veriyor.

Bugün konumuz: Kur’ân-ı Kerim Tefsiri.
Kod Numarası 2.1.12.11.

Kur’ân-ı Kerim’in 11 numaralı suresi, Hûd Suresi konumuz.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Hûd Suresi, Mekke’de nazil olmuştur. 123 âyet ve 12, 17 ve 114. âyetleri Medine’de nazil olmuş. Bu elimizdeki Kur’ân-ı Kerim, Kur’ân-ı Kerim’in son şeklidir, Peygamber Efendimiz (S.A.V) tarafından dizayn edilen.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Hûd Suresinin 1. âyet-i kerimesinden inşaallah başlıyoruz.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-1: Elif lâm râ kitâbun uhkimet âyâtuhu summe fussılet min ledun hakîmin habîr(habîrin).

Elif, lâm, râ. (Bu), âyetleri muhkem kılınmış (sağlamlaştırılmış), sonra Hakîm (hüküm sahibi, hikmet sahibi) ve Habîr (herşeyden haberdar) Olan’ın katından fasıl, fasıl açıklanmış bir Kitap’tır.


Kelimelerine bakıyoruz:

kitâbun: Bir kitaptır.
“O Kur’ân-ı Kerim, bir kitaptır.”
uhkimet: Muhkem kılındı (sağlamlaştırıldı, tahkim edildi).
âyâtu-hu: Onun âyetleri.
summe: Sonra.
fussılet: Ayrı ayrı açıklandı (tafsil edildi, fasılları anlatıldı).
min ledun: Katından, tarafından.
(Allahû Tealâ’nın katından, Allah’ın tarafından, Allah’ın bilinmeyen yönlerinden, gizlisinden).
hakîmin: Hikmet sahibi, hüküm sahibi olan.
habîrin: Her şeyden haberdar olan.

elif, lâm, râ: Üç harf. Bunlar mukattaat harfleri. Rahmetli Reşat Halife tarafından yapılan bir incelemede, Kur’ân-ı Kerim’in bütün harflerini Reşat Halife bilgisayara harf olarak dizayn ediyor ve bu konudaki araştırmasını yapıyor. Genel olarak şu sonuç çıkıyor ki ortaya; hangi surede mukattaat harfleri varsa elif, lâm, râ gibi, bu harflerin toplamı o surelerde 19 çıkıyor genel olarak. Ama çıkmadığı âyetler de var olduğu için birtakım farklı teviller de ortaya çıkmıştır. Ama genel çerçeve içerisinde bu kalın çizgilerle söylenebilir ki Allahû Tealâ, burada bir işaret veriyor. Bu surede %80’den daha fazla ihtimalle elif, lâm ve ra harfleri 19’un katı kadar. Söylediğimiz gibi bazı surelerde bu hedefe ulaşılamadığı için konu muallakta kalmıştır, boşlukta kalmıştır. Tam olarak irdelendiği zaman bütün surelerde bunun, bu hedefe ulaşılamadığı görülmüştür. Ama ekseriyetle Reşat Halife’nin dediği doğrudur. Aslında bunu tetkik etmek zor değil. Yani bir Hûd Suresi alınarak oradaki bilgisayara geçirilen harflerin sayısı hesaplandığında bunun doğru olup olmadığı hemen belli olur. Toplam rakamı 19’a böleceksiniz sadece. Eğer artan bir değer yoksa o zaman doğrudur.

Şimdi cümleciklere bakıyoruz:

elif, lâm, râ: (Aynen) elif, lâm, râ.
kitâbun: Bir kitaptır.
uhkimet âyâtuhu: Onun âyetleri muhkem kılındı (sağlamlaştırıldı, tahkim edildi).
summe fussılet: Sonra fasıl fasıl açıklandı.
min ledun: Katından (tarafından).
hakîmin habîr: Hakîm (hüküm sahibi ve hikmet sahibi) ve Habîr (her şeyden haberdar olan).

Şimdi cümlecikleri bağlıyoruz:

“Elif, lâm, râ. Âyetleri muhkem kılınmış (sağlamlaştırılmış), sonra Hakîm ve Habîr olanın katından ayrı ayrı açıklanmış olan bir kitaptır.”

Burada Allahû Tealâ “fussılet” demekle, fasıl kökünden gelen bir muhteva açıklıyor bizlere. Bu cümleden olarak, mufassal kelimesi, fasıl kelimesi, buradaki “fussılet” kelimesi hep aynı istikamette kullanılıyor. Aynı kökten geliyor ve Türkçemizde, biraz yaşları ilerlemiş olanlar bu kelimelere aşinadır. Tafsilat kelimesi de zamanımızda detay deniyor. Mufasal; tafsilatlı, detaylı.

Allahû Tealâ burada Kur’ân-ı Kerim’den bahsediyor: “Âyetleri sağlam kılınmış.” Ne demek istiyor Allahû Tealâ? Yani âyetleri başka âyetlerle mutlaka bir illiyet rabıtasıyla bağlanmış ve birçok yerde bilgiyi parça parça aldığınız ve ana teme bağladığınız zaman, hepsinin arasında muhteşem bir korelasyon görüyorsunuz, muhteşem bir bağlantı, dizayn ve uygunluk, mutabakat, tetabuk etme görüyorsunuz.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’ini incelerken bilin ki; Allah’ın Kitab’ıyla karşı karşıyasınız. Bizlerin çok ötesinde, bir muhteşem dizayn içerisinde bizleri de yaratan Allah, Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir. İnsan deyip geçmeyin sevgili kardeşlerim. Eğer bizim bilim ve ekonomi konularındaki konuşmalarımıza dikkat ederseniz, insanların Allah’ın sırlarının %95’inden fazlasını henüz çözemediğini göreceksiniz, bilim ve teknoloji bu kadar ileri gitmesine rağmen. O Allah’tır. Bizler de sadece birer mahlûkuz.

Öyleyse Hûd Suresinin 1. âyet-i kerimesi burada tamamlanıyor. Gelelim 2. âyet-i kerimeye:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-2: Ellâ ta’budû illâllâh(illâllâhe), innenî lekum minhu nezîrun ve beşîr(beşîrun).

(Bu kitap), Allah’tan başkasına kul olmamanız içindir. Muhakkak ki ben, O’ndan (O’nun tarafından) sizin için bir uyarıcı ve müjdeciyim.


ellâ (en lâ) ta’budû: Kulluk etmemeniz (içindir).
illâ allâhe: Allah’tan başkası.
inne-nî: Muhakkak ki ben.
lekum: Sizin için.
min-hu: Ondan.
nezîrun: Bir uyarıcı.
ve beşîrun: Bir müjdeleyici.

Burada cümleciklere baktığımız zaman şunu görüyoruz:

ellâ ta’budû: Kulluk etmemeniz.
illallâhe: Allahtan başkasına.
innenî: Muhakkak ki ben.
lekum minhu: O’ndan (O’nun tarafından) sizin için.
nezîrun ve beşîrun: Bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.

O zaman cümlecikleri topladığımız zaman şöyle bir mânâ çıkıyor:

“(Bu kitap) Allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir.”

Bu kitap geçmiyor âyette ama 1. âyetin bir devamı.

“Allah’tan başkasına kul olmamanız içindir (kulluk etmemeniz içindir, ibadet etmemeniz içindir). Muhakkak ki ben O’ndan (O’nun tarafından, Allah tarafından) sizin için uyarıcı ve müjdeciyim.”

“Bir uyarıcıyım ve müjdeciyim.” de denilebilir, Türk dil uyumuna göre Türkçedeki. “Sizin için uyarıcı ve müjdeceyim Allah’tan.” Burada “bir” kelimesi ilâve edilebilir. “Sizin için O’ndan (Allah tarafından), sizin için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” neticesine ulaşılıyor. Bir defa daha Allahû Tealâ, “nezîrun” ve “beşîrun” kullanıyor.

Sevgili kardeşlerim, bütün peygamberler aynı zamanda resûldür, aynı zamanda da nezirdir. Ama bütün resûller peygamber değildir. Ama bütün resûller aynı zamanda mutlaka nezirdir. Bir defa daha söylemekte fayda görüyorum ki; bütün kavimlerde, dünya üzerinde ne kadar kavim varsa bütün kavimlerde şu anda Allah’ın bir resûlü yaşamaktadır. Allahû Tealâ: “kulli kavmin min resûl.” diyor, “Bütün kavimlerde resûl vardır.”

10/YÛNUS-47: Ve li kulli ummetin resûlun, feizâ câe resûluhum kudıye beynehum bil kıstı ve hum lâ yuzlamûn(yuzlamûne).

Her ümmetin bir resûlü vardır. Onlara, resûlleri geldiği zaman onların aralarında adaletle hükmolundu. Onlara zulmedilmez.


13/RA'D-7: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihî, innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd(hâdin).

Ve kâfirler derler ki: “O’nun üzerine Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Sen, sadece bir uyarıcısın ve bütün kavimler için hidayetçi vardır (zamanın her parçasında ve bütün kavimlerde).


Allahû Tealâ diyor: “Biz, bütün kavimlere onların dilleriyle emirlerimizi tebliğ etsinler diye, onların dilleriyle konuşan, içlerinden resûl beas ederiz.” buyuruyor Allahû Tealâ.

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bir nebî resûldü, peygamber resûldü. Tabiatıyla aynı zamanda bir nezirdi. Onun için görevi, nezretmek (uyarmak) ve büşretmek (müjdelemek).

Allah razı olsun.

Hûd Suresinin 3. âyet-i kerimesine geliyoruz.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-3: Ve enistagfirû rabbekum summe tûbû ileyhi yumetti’kum metâan hasenen ilâ ecelin musemmen ve yu’ti kulle zî fadlin fadlehu, ve in tevellev fe innî ehâfu aleykum azâbe yevmin kebîr(kebîrin).

Ve Rabbinizden mağfiret istemeniz, sonra O’na tövbe etmeniz, belirlenmiş bir zamana kadar sizi güzel bir meta ile metalandırması (geçindirmesi) ve her fazl sahibine, fazlını vermesi içindir. Ve eğer (geri) dönerseniz o zaman ben, büyük günün azabının sizin üzerinize olmasından korkarım.


ve en istagfirû: Ve mağrifet istemeniz.
rabbe-kum: Sizin Rabbinizden.
summe: Sonra.
tûbû: Tövbe edin.
ileyhi: O’na.
yumetti’kum: Sizi metalandırır, faydalandırır, geçindirir.
metâan: Bir meta (ile), bir fayda (ile).
hasenen: Güzel.
ilâ ecelin: Bir zamana kadar.
musemmen: Belirlenmiş.
ve yu’ti: Ve verir.
kulle: Her, tüm, hepsi, bütün.
zî: Sahip.
fadlin: Fazl.
fadle-hu: Onun fazlını.
ve in: Ve eğer.
tevellev: Yüz çevirirseniz, dönerseniz.
fe innî: O zaman muhakkak ki ben.
ehâfu: Korkarım.
aleykum: Size, sizin üzerinize.
azâbe: Azap(tan).
yevmin kebîrin: Büyük gün.
“O zaman sizin üzerinize büyük günün azabından korkarım.”

Cümleciklere bakıyoruz:

ve enistağfirû: Ve mağfiret istemeniz.
rabbekum: Rabbinizden.
summe tûbû ileyhi: O’na tövbe etmeniz sonra.
yumetti’kum metâan hasenen: Sizi güzel bir metayla metalandırması (geçindirmesi).
ilâ ecelin musemmen: Belirlenmiş ecele (hayatta kalacağınız sürenin sonuna) kadar.
ve yu’ti kulle zî fadlin: Ve her fazl, sahibine vermesi içindir.
fadlehu: Fazlını.
ve in tevellev: Ve eğer geri dönerseniz.
fe innî ehâfu: O zaman ben korkarım.
aleykum: Sizin üzerinize (olması).
azâbe yevmin kebîrin: Büyük günün azabı.

Kelimeleri birleştirdiğimiz zaman şöyle çıkıyor cümle:

“Ve Rabbinizden mağfiret istemeniz, sonra O’na tövbe etmeniz, belirlenmiş bir zamana kadar sizi güzel bir meta ile metalandırması (geçindirmesi) ve her fazl sahibine fazlını vermesi içindir.”

Yani 1. âyet-i kerimedeki cümlenin devamı, 3. âyet-i kerimeye kadar uzuyor. Kitap niçin indirilmiş, Kur’ân-ı Kerim niçin indirilmiş?
“Ve eğer geri dönerseniz (yüz çevirirseniz), o zaman ben, büyük günün azabının sizin üzerinize olmasından korkarım.”

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allahû Tealâ’nın dizaynı, tövbe ile noktalanıyor. Dikkat edin: “tûbû ileyhi.” diyor Allahû Tealâ, ve “tûbû” kelimesini “enistağfirû” diye bağlamış. Yani Allahû Tealâ’dan mağfiret dileyici bir tövbe, yani tâbiiyete ait olan bir tövbe. Bu tövbenin sonunda Allah’a doğru ruhun yola çıkması söz konusu. “tûbû ilallâhi” oluyor o zaman. Allah’a doğru yola çıkma tövbesi, sadece o tövbe istiğfarı içerir, mağfireti içerir.

Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın Kur’ân’ı indirmekten muradı, insanlara tövbeyi öğretmek, insanların Allah’a teslimini öğretmek.

Ve bir evvelki âyette Allahû Tealâ: “Bu kitap, Allah’tan başkasına kul olmamanız içindir.” diyor. Öyleyse Allah’tan başkasına kul olmama dizaynı, söz konusu olan dizayn bu.

Şimdi Allahû Tealâ’nın bu dizaynına baktığımız zaman, buradaki mağfiret kelimesinin gerçek anlamıyla karşılaşıyoruz. Biliyorsunuz ki Allah’a kul olmanın standartları tövbeyle başlıyor. Nasıl bir tövbe? Bir mürşidin önünde veya resûlün önünde tövbe. Bu tövbenin sağlıklı bir şekilde vücuda gelebilmesi için kişinin daha evvel Allah ile olan ilişkilerinde bir yere ulaşması lâzım. Kişinin daha evvel Allah ile olan ilişkilerinde Allah’a ulaşmayı dilemesi şart. Bu dilek üzerine Allahû Tealâ, ona 10 tane ihsan vererek ihsanlarıyla onu mürşidine ulaştırırsa bu noktadan itibaren kişinin kulluğu söz konusu olacaktır. Kulluğun başlangıcı, 10 tane ihsanla tövbedir. Bu tövbe, mağfiret ihtiva eder. Yani kişinin günahlarının sevaba çevrilmesini ihtiva eder.

Öyleyse hem manevî açıdan Allahû Tealâ’ya tövbe etmek hem Allahû Tealâ’dan bu dünyada kendisine Allah’ın hasene vermesini talep etmek. Dikkat edin, Allahû Tealâ burada: “Dünyada size geçinecek olan, geçineceğiniz bir şeyler verir (meta verir).” diyor, ama arkasından “hasene” kullanmış. Yani “Sizin,” diyor Allahû Tealâ, “Talebiniz, Bizden mağfiret dilemek. Mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemek, 1. madde. Sonra Allah’ın vereceği 10 ihsanla mürşidinize ulaşıp onun önünde tövbe etmek Allah’a ve Allah’tan mağfiret dilemek. Ondan sonra da gene dilekleriniz olacak. Bu kitap, size Allah’tan ayrıca hasene ile haseneyi ifade eden Allah’ın sizi metalandırması söz konusu olmalıdır.” diyor Allahû Tealâ. Yani Allah’ın bizlere geçinmemiz için şu dünya hayatında birtakım meta vermesi, mal vermesi, birtakım güzellikleri bize ulaştırması, asıl hedefine dayalı Allahû Tealâ’nın. Allah’ın asıl hedefi: Ahsen, haseneli, hasene ile mal vermek.

Biliyorsunuz insanlar var: “Bize dünyada para ver.” derler. “Nasıl verirsen ver; helâl olsun, haram olsun biz isteriz ve onu nasıl harcayacağımıza da karışma.” derler onlar Allahû Tealâ’ya. Allahû Tealâ diyor ki: “Onları isteyenlere onları veririz. Ama kim Bizden dünya için hasene isterse, âhiret için de hasene isterse ona da ondan veririz.” diyor.

2/BAKARA-200: Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ(zikren), fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ ve mâ lehu fîl ahirati min halâk(halâkın).

Böylece (hacca ait) ibadetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allah’ı zikredin. Fakat insanlardan kim: “Rabbimiz bize dünyada ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur.

2/BAKARA-201: Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr(nâri).

Ve onlardan (insanlardan) kim: “Rabbimiz bize dünyada hasene (güzellik ve iyilikler) ver ve ahirette de hasene (güzellik ve iyilikler) ver. Bizi ateşin azabından koru.” derse...

2/BAKARA-202: Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb(hısâbi).

İşte onlar ki, onların, kazandıklarından (kazandıkları derecelerden dolayı) nasibi vardır. Ve Allah, hesabı çabuk görendir.


İşte burada metaın, Allah’ın bizi dünyada geçindirecek olan faydanın; yemeğimizin, içeceğimizin ve Allah’ın bize sağlayacağı manevî ihsanların hepsi hasene hüviyetinde olmalı. Biliyorsunuz ki hasenat, seyyiatin karşılığıdır. Seyyiat; kaybedilen dereceler, kaybedilen derecelere sebebiyet veren olaylar. Hasenat; kazanılan dereceler, kazanılan derecelere sebebiyet veren olaylar. Öyleyse Allahû Tealâ’nın bize hasenen meta vermesi, şu dünyada geçinecek olan bir şeyler vermesi ve bunu hasene olarak vermesi; işte konunun önemli yeri burası. Kur’ân-ı Kerim, hepimize Allahû Tealâ’dan bu dünya için geçinecek olan bir şeyler dilememizi emrediyor. Ama bunun haseneden olması, hasenat hüviyetinde olması önemli. Ve “Bu kitabı,” Allahû Tealâ, “Size bunun için indirdim.” diyor. “Benden isteyin, ama hasenat olarak isteyin. Yoksa” diyor, “Siz şu dünyada haram şeyler kazanmak isterseniz, Biz size onu da veririz. Razı olmayız ondan, rızamız yoktur. Yetmez, bunun karşılığında gideceğiniz yer cehennemdir.” diyor.

Burada evvelâ Allahû Tealâ’ya bir tövbe etmek söz konusu. Bu tövbenin istiğfarı ifade etmesi söz konusu. Yani bu tövbe Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişinin Allahû Tealâ’dan 10 tane ihsan aldıktan sonra mürşidin önünde yaptığı tövbeyi ifade ediyor ki; bunun neticesinde Allahû Tealâ o kişinin kalbinin mührünü açacaktır, kalbinin içindeki küfür kelimesini alacaktır, kalbinin içine îmânı yazacaktır ve o kişi böylece mü’min olacaktır. Nefs tezkiyesine başlayacaktır ve Allahû Tealâ, onun bütün günahlarını sevaba çevirecektir.

Furkân-70:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).


İşte bu günahların sevaba çevrilmesi olayı, mağfirettir. Bu mağfireti insanların sağlaması için Allahû Tealâ bütün insanlara bir yol açıyor. Sonra mı? 4. âyet geliyor. Allah razı olsun.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-4: İlâllâhi merciukum, ve huve alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).

Sizin dönüşünüz Allah’adır ve O, herşeye kaadirdir.


İşte bir evvelki âyetin sonucu.

ilâ allâhi: Allah’adır.
merciu-kum: Sizin dönüşünüz.
ve huve: Ve O.
alâ kulli şey’in kadîrun: Her şeye kaadirdir.

ilâllâhi merciukum: Sizin dönüşünüz Allah’adır.
ve huve alâ kulli şey’in kadîrun: O, her şeye kaadirdir.

Ve iki cümleciği birleştirirsek:

“Sizin dönüşünüz Allah’adır ve O, her şeye kaadirdir.”

Burada Allah’a bütün insanların dönüşü söz konusu. Herkes ifade edildiğine göre, bu dönüş dünya hayatında insanın ruhunu Allah’a ulaştırma istikametindeki bir hüviyete ulaşmıyor. Herkesin kıyâmet günü, haşr meydanından sonra İndi İlâhi’ye ulaşması ve hayat filmlerini orada seyretmesi olayı. Herkes orada olacak. Cehenneme gidecek olanlar da cennete gidecek olanlar da herkes orada olacak.

Öyleyse sevgili öğrenciler izleyenler ve dinleyenler, bu “ilâllâhi merciukum,” her yerde geçiyor. Mâide-105’te geçiyor: “ilâllâhi merciukum cemîân: Sonra hepinizin dönüşü Allah’adır.” şeklinde.

5/MÂİDE-105: Yâ eyyuhâllezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izâhtedeytum, ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).

Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizin sorumluluğu üzerinize borçtur). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.


Neden? Herkes mutlaka kıyâmet günü dirilecek. Önce mahşer meydanında toplanacak. Orada bir defa daha öldürülecek, yeniden diriltilecek aynı yaşta olarak. Sonra da herkes mahşer meydanından İndi İlâhi’ye ulaşacak. İndi İlâhi’de herkesin hayat filmleri var; rakamlı, 3 boyutlu filmler. Herkes orada kendilerine hiç Allah’ın zulmetmediğini, hiçbir haksızlığa uğratılmadıklarını görecekler.

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, insanlar belli bir hayat yaşar, hayatlarının sonunda da mutlaka ölürler. Ölen insanın ruhu mutlaka Allahû Tealâ’ya ulaşır. Bu da Allah’a dönüştür. Herkesin ruhu mutlaka Allah’a geri döner. Ama bu insanlardan bir kısmının ruhu, o kişiyi evliya yapacak hüviyette, Allah’ın evliyası yapacak hüviyette geri döner. Yani o kişi, Allahû Tealâ’nın indinde bir işlemi gerçekleştirmek üzere yola çıkan insandır; ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmak konusunda. İşte o zaman farklı bir dizayn var. O kişinin ruhu, o kişi hayattayken Allahû Tealâ’ya ulaşır. O zaman o insan Allah’ın evliyası olur. Bu, o kişinin 3. kat cennetin sahibi olduğunu kesinleştirir ve kişinin dünya hayatının yarısından fazlası da mutlulukla geçer bu aşamada. Allah’ın bütün insanlara emri de o dur; “Ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırın.” diye Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de 12 defa farz kılmış.

İşte Hûd Suresinin 5. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-5: E lâ innehum yesnûne sudûrahum li yestahfû minhu, e lâ hîne yestagşûne siyâbehum ya'lemu mâ yusirrûne ve mâ yu'linûn(yu'linûne), innehu alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

Gerçekten onlar, O’ndan (Allah’tan) gizlenmek için, göğüslerini bükmüyorlar mı? Böylece elbiselerini perde (örtü) yapmıyorlar mı? (Allah, onların) gizledikleri şeyleri ve açıkladıkları şeyleri bilir. Muhakkak ki O, sinelerde olanı bilendir.


Kelimelere bakıyoruz:

e lâ: Değil mi?
inne-hum: Muhakkak ki onlar.
yesnûne: Bükerler.
sudûra-hum: Göğüslerini.
li yestahfû: Gizlemek için.
min-hu: Ondan.
e lâ: Değil mi?
hîne: O zaman, o vakit, böylece.
yestagşûne: Perde (örtü) yaparlar, perdelerler.
siyâbe-hum: Elbiselerini.
ya’lemu: Bilir.
mâ yusirrûne: Gizledikleri şeyler(i), sır olanlar(ı).
e mâ yu’linûne: Ve açıkladıkları şeyler (alenî olan).
(yusirrûn; sır kelimesinden geliyor, yu’linûn da alenîden geliyor.)

inne-hu: Muhakkak O.
alîmun: Bilir.
bi zâti es sudûri: Göğüslerinin sahip olduklarını.

Cümleciklere bakıyoruz:

e lâ innehum yesnûne sudûrahum: Gerçekten onlar göğüslerini bükmüyorlar mı?
li yestahfû minhu: O’ndan gizlenmek için
e lâ hîne yestagşûne: Böylece perde (örtü) yapmıyorlar mı?
siyâbehum: Elbiselerini.
ya’lemu mâ yusirrûne: (Allah) onların gizledikleri şeyleri bilir.
ve mâ yu’linûne: Ve açıkladıkları şeyleri.
innehu alîmun: Muhakkak O, bilendir.
bi zâtis sudûr: Sînelerde olanı.

Şimdi cümlecikleri cümle haline getirdiğimiz zaman şu oluyordu:

“Gerçekten onlar, O’ndan gizlenmek için göğüslerini (eğilerek) bükmüyorlar mı? Böylece elbiselerini perde (örtü) yapmıyorlar mı? (Allah) onların gizledikleri şeyleri ve açıkladıkları şeyleri bilir. Muhakkak ki O, sînelerde olanı bilendir.”

Yani insanların Allah’tan bir şeyler saklamaya boşu boşuna uğraştıklarından bahsediyor Allahû Tealâ. Zavallı insanlar Allahû Tealâ’dan bir şeyleri saklayabileceklerini düşünüyorlar, eğip bükülüyorlar, örtü yapıyorlar akılları sıra, Allahû Tealâ’dan bir şey gizlemenin mümkün olmadığını bilmedikleri için. Bilmiyorlar ki Allah onları da kaplıyor, ihata ediyor ilmiyle. Kalplerinden, zihinlerinden geçen, aklın onlara ulaştırdığı her şeyi, Allah o kişiyi de ihata ettiği için mutlak olarak bilir. Öyleyse insanlar ister açıklasınlar, ister gizlesinler; Allah’a göre fark etmez. Allah, onların açıkladıklarını da gizlediklerini de bilir.

6. âyete geçiyoruz inşaallah:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-6: Ve mâ min dâbbetin fîl ardı illâ alâllâhi rızkuhâ ve ya'lemu mustekarrahâ ve mustevdeahâ, kullun fî kitâbin mubîn(mubînin).

Ve yeryüzünde yürüyen bir canlı yoktur ki; onun rızkı, Allah’ın üzerine (Allah’a ait) olmasın. Ve onun karar kıldığı (kaldığı) yeri ve onun emanet (geçici) durduğu yeri bilir. Hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir.


ve mâ: Ve yoktur.
min dâbbetin: Yürüyen bir canlıdan.
fî el ardı: Yeryüzünde.
illâ: Ancak, yalnız, dışında.
alâ allâhi: Allah’a ait.
rızku-hâ: Onun rızkı.
ve ya’lemu: Ve bilir.
mustekarra-hâ: Onun karar aldığı, kaldığı yer.
ve mustevdea-hâ: Ve onun emanet durduğu yer.
kullun: Tümü, hepsi.
fî kitâbin: Bir kitaptadır.
mubînin: Apaçık.

“ve mâ min dâbbetin fîl ardı.”

Arz üzerindeki… Dabbe, aslında hayvan mânâsına geliyor.

Cümleciklere beraberce bakalım:

ve mâ min dâbbetin: Yürüyen bir canlı yoktur ki.

Aslında “dabbe” kelimesinin muhtevasında, geniş kullanım alanı hayvan hüviyetinde oluyor; canlı. Biliyorsunuz, insan da hayvan türünün arasındadır. Bitkiler ve hayvanlar diye 2 grup ayırırsak, insan da bitkilerin arasında değil hayvanların arasında yer alır, yani bu tarzda hayvan. Sadece hayvanları içine alan bir hayvan hüviyetinde değil, yürüyen bir canlı, yani hayvan türü bir varlık. “Bitki türü değil de hayvan türü bir varlık yoktur ki.”

fîl ardı: Yeryüzünde.
illâ alâllâhi: Allah’ın üzerine olmasın.
rızkuhâ: Onun rızkı.
ve ya’lemu: Ve (o) bilir.
mustekarrahâ: Onun karar kıldığı yeri.
ve mustevdeahâ: Ve onun emanet durduğu yeri.
kullun fî kitâbin mubîn: Hepsi Kitâb-ı Mübîn’dedir.

Allahû Tealâ, bütün canlıların ve özellikle insanların rızkını garanti ediyor. Bütün bir defa bitkiler de dâhil olmak üzere her varlığın rızkı Allah’a aittir. İnsanlar ve hayvanlar, rızık almak ve onu (rızığı) elde etmek ve onu yemek suretiyle tüketirler. Bitkiler, klorofil özümlenmesi yaparak köklerinden aldıkları suyu, güneşin enerjisini ve havadan aldıkları karbondioksidi kullanarak karbonhidratları vücuda getirirler, besinlerini elde ederler. İnsanlar da ya karbonhidratları yerler ya da proteinleri yerler. Yani tükettikleri şey aslında aynıdır. Yerlerinden kımıldayamayan ağaçlar, bu yönde bir hareket tarzının sahibi olurlar.

İşte Allahû Tealâ diyor ki:

“Bütün canlıların rızkını, Allah tekeffül etmiştir.”

Allah verir ama kul, o rızkı elde etmek için harekete geçmeyip de ölümü tercih ederse o da onun bileceği şeydir. Yoksa Allahû Tealâ, onun da rızkını mutlaka hazır bulundurur.

Burada Allahû Tealâ’nın açıkladığı bir husus var: “mustekarrun” ve “mustevdaun.” Bir kişinin geçici olarak bulunduğu yer, biz insanlar bu dünya adı verilen gezegende geçici bir süre yaşarız. Ama karar kılınacak yer cennettir insanlar için veya cehennemdir. Mustekar olduğu, devamlı kalacağı yer. Bir de emaneten bulunduğu yer. Dünya hayatı geçici bir zevkten ibarettir, geçici bir hayattır. Ama ahiret hayatı kalıcıdır. Öyleyse dünya hayatının standartlarına Allahû Tealâ, “mustevda.” diyor. Cennet veya cehennem hayatının standartlarına “mustekar.” diyor. Birisi kalıcı, devamlı olan, stabil olan bir hüviyet taşır. Diğeri ise geçicidir. Bu dünya hayatı öyle bir hüviyet taşır, geçici.

Ve Hûd Suresinin 7. âyeti:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

11/HÛD-7: Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin ve kâne arşuhu alâl mâi li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ(amelen), ve le in kulte innekum meb’ûsûne min ba’dil mevti le yekûlennellezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn(mubînun).

“Hanginiz en güzel ameli yapacak?” diye sizi imtihan etmek için 6 günde (6 yevmde) semaları ve yeryüzünü yaratan O’dur. Ve O’nun arşı su üzerinde idi. Eğer sen: “Muhakkak ki siz, ölümden sonra beas edileceksiniz (diriltileceksiniz).” dersen, kâfir olan(inkâr eden, örten) kimseler mutlaka (şöyle) derler: “Bu ancak apaçık bir sihirdir.”


ve huve ellezî: Ve O’dur ki.
halaka es semâvâti: Semaları yarattı.
ve el arda: Ve yeryüzü(nü).
fî sitteti eyyâmin: Altı gün (için)de.
ve kâne: Ve idi.
arşu-hu: Onun arşı.
alâ el mâi: Su üzerinde.
li yebluve-kum: Sizi imtihan için.
eyyu-kum: Sizin hanginiz.
ahsenu: En güzel, ahsen.
amelen: Amel olarak.
ve le in: Ve muhakkak ki eğer.
kulte: Sen dedin.
inne-kum: Muhakkak ki siz.
meb’ûsûne: Diriltileceksiniz.
min ba’di el mevti: Ölümden sonra.
le yekûlenne: Muhakkak ki derler.
ellezîne keferû: İnkâr eden kimseler.
in hâzâ: Muhakkak bu.
illâ: Ancak, yalnız.
sihrun: Bir sihir, bir aldatma.
mubînun: Apaçık.
“O kâfirler derler ki: Bu apaçık bir büyüdür, sihirdir.”

Allahû Tealâ diyor ki: “Ve O’dur ki (O Yüce Allah’tır ki)…”

halakas semâvâti: Semaları yarattı, gökleri yarattı.
vel arda: Ve yeryüzünü yarattı.
fî sitteti eyyâmin: Altı gün içinde.
ve kâne: Ve idi.
arşuhu: Onun arşı.
alâ el mâi: Su üzerinde idi.

Allahû Tealâ diyordu ki:

21/ENBİYÂ-30: E ve lem yerallezîne keferû ennes semâvâti vel arda kânetâ ratkan fe fetaknâhuma, ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy(hayyin), e fe lâ yu’minûn(yu’minûne).

İnkâr edenler (kâfirler), semaların ve arzın bitişik olduğunu görmediler mi? Sonra Biz, o ikisini (birbirinden) ayırdık. Ve her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmazlar mı?


“Bütün gökler ve yerler başlangıçta bir idi.”

Burada da Allahû Tealâ: “O’nun arşı, su üzerindeydi.” diyor. Yani daha yarattığı anda Allahû Tealâ’nın, hidrojen ve oksijenin su hüviyetindeki birleşiği söz konusuydu.

Bunun üzerine Allahû Tealâ yeni bir konuya gidiyor: “Sizi imtihan etmek için,” diyor, “Hanginiz amel olarak ahsen amel işleyeceksiniz, bunu tespit etmek üzere.”

Allahû Tealâ diyor ki: “Sen dedin ki: Muhakkak ki siz diriltileceksiniz.”

min ba’dil mevti: Ölümden sonra.
ve yekûlennellezîne: Muhakkak ki onlar derler ki.
keferû: Kâfirler.
in hâzâ illâ sihrun mubîn: Bu, apaçık bir sihirdir.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, burada Allahû Tealâ bir muhteva tayin etmiş; bütün insanlar için ölümden sonra mutlaka dirilmenin var olduğunu ifade buyuruyor. Allahû Tealâ’nın arşının su üzerinde oluşu, âyet-i kerimenin bir başka özelliği.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Hûd Suresinin 7. âyet-i kerimesiyle inşaallah bugünkü konumuzu burada tamamlıyoruz.

Allah hepinizden razı olsun.

Allahû Tealâ’nın hepinizi, hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırması konusundaki dualarımızla ve dileklerimizle sözlerimizi inşaallah burada bitirmek istiyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

İmam İskender Ali M İ H R