}
Sorular ve Cevaplar 23.02.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 103418

SOHBETİN ADI: SORULAR VE CEVAPLAR

TARİHİ: 23.02.2002

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki, bir defa daha suallerinize cevap vermek üzere, bir aradayız. O sualleriniz ki bütün konuların daha, daha aydınlık bir şekilde herkesin dikkatine sunulması için, en güzeli ifade ediyor.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Kur’ân indirileli 14 asır geçti. 14 asır evvel de ondan evvelki bütün kitaplarda da Allahû Tealâ dînin bütününü, bütün peygamberlere indirdiği kitaplarla ayrı ayrı verdi. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de dînin bütünü verildi. Ve Kur’ân’dır ki bize, başka bir dînin mevcut olmadığını, sadece İslâm’ın yani Hz. İbrâhîm’in hanif dîninin mevcut olduğunu, bütün peygamberlerin sadece bu dîni yaşadıklarını anlatıyor. Böyle bir durumda sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler; Allahû Tealâ’nın dizaynı, apaçık bir şekilde ortada. Allah her konuya açıklık getirmek istiyor ve bunu bütün boyutlarıyla gerçekleştirmiş, tam 14 asır evvel. Ama sonra ne olmuş? Sonra dînden, İslâm’dan yani Hz. İbrâhîm’in hanif dîninden, İslâm kalesinden büyük burçlar kopmuş ve dînin birçok kalelerini insanlar, aradan geçen asırlar boyunca bir harabeye döndürmüşler. 


Bir kale düşünün... Kaleden murat nedir? Düşmandan korumak. Kaleden murat nedir? Düşman saldırdığı zaman, zafere ulaşmak; kalenin koruyuculuğu altında, sağlam yapısı altında. Öyleyse, kale harabe haline gelmişse? İnsanlar Allah’ın indirdiği dîni teşkil eden Kur’ân-ı Kerim’in asıllarını, asırlarca Allah’ın anlattıklarının dışına taşımışlarsa, İslâm’ın bütün esasları kaybolmuşsa, insanları kurtuluşa ulaştıracak olan bütün kaleler yerle bir edilmişse, Kur’ân’ın mevcut olması, o kalenin bir hayalî abidesinin mevcut oluşu gibi oluyor.

İşte sevgili kardeşlerim, her şeyin asırlar boyunca şeytanın tahrikiyle ve öğretisiyle, Allah’ın emirlerinden dışarıya taşındığı ve dîn adı verilen bir bütünün, insanlar tarafından bugün öğretilen öğretisiyle hiç kimsenin kurtuluşa ulaşmasının mümkün olmadığı bir ortamda, sizlerin suallerinizdir ki, bütün konulara titiz bir itina ile Kur’ân’daki gerçek cevapları vermek imkânını bize bahşediyor. Öyleyse bu önemli bir hizmettir, sevgili kardeşlerim. Sualleriniz, bütün insanlık için, birer açıklama zemini oluşturmaktadır.

Dikkat edin! Şu anda sadece İslâm diye bir kesimden bahsetmiyorum. Bütün dünyanın yegâne dîni, bu dindir; Hz. İbrâhîm’in hanif dîni. Bütün açıklamalarımız odur yani İslâm’ın açıklamaları. Ve bütün peygamberler, Hz. İbrâhîm’in hanif dînini yani Arapça adıyla İslâm’ı yaşadılar. Ama bugün İslâm yaşanmıyor. Bütün dînler nasıl yaşanmıyorsa, İslâm da yaşanmıyor bugün.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki, bir aradayız. Ancak sizinle beraber olduğum zaman, kalbimi sizlere açabildiğim zaman, o zaman büyük bir rahatlama duyuyorum sevgili kardeşlerim. Sizlere bunları anlatırken, bütün dünyaya anlatıyorum da ondan. Şu anda hamd olsun ki, bilgisayar üniversitemizden, dünyanın neresinde olursa olsun, bütün insanlara ulaşabiliyoruz. Her taraftan müracaatlar oluyor. Öyleyse bir güzellik söz konusu sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Bu güzelliğe dikkatle bakın. Hepiniz en güzelini yaşayacaksınız. Böyle bir dizayn içerisinde, sadece sizin yaşamanız, sadece sizin yaşamınız ve öğrenmeniz değil, sizin yaşamanız, öğrenmeniz ve öğretmeniz söz konusu olacak. Bütün kâinatın dînini, yine bütün kâinata öğretmek, sizlerin görevi olacak.

İşte bu açıklamanın ışığı altında, konumuza giriyoruz. O zaman görevinizin ağır olduğunun, bu kâinattaki en şerefli görev olduğunun bilincinde olarak vazifedesiniz. Öyleyse bunun ışığında ne diyor Dr. Abdul Cabbar Boran?

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, Bismillâhirrahmânirrahîm.

SORU:
Sıratı Mustakîm ile tevhid arasındaki illiyet rabıtasını bizlere açıklar mısınız?

CEVAP:
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. İslâm dîni, Hz. İbrâhîm’in hanif dîni. Ve bir dizayn söz konusu. Öyleyse nasıl bir işlev ki bu? Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir tek dîn var. Hepsi aslında aynı dîn ama hepsi değişmiş. Hepsi zaman içerisinde öz hüviyetini kaybetmiş, başka hüviyetler kazanmış. Hepsi aynı statü içinde, aynı özelliklerin insanlara tanıtımıyla başlıyor. Ve bütün güzellikleri, o devirde yaşayan insanların tatbikatıyla başlıyor. Asırlar geçtikçe her şey unutuluyor. İşte Sıratı Mustakîm’le tevhid arasındaki ilişkiyi dizayn ettiğimiz zaman, bakıyoruz ki Hz. İbrâhîm’in hanif dîni yani Kur’ân-ı Kerim’deki adıyla İslâm dîni ki, Kur’ân-ı Kerim bu dînin Hz. İbrâhîm’in hanif dîni olduğunu söylüyor. Allahû Tealâ’nın bir muhtevasını taşıyor. Teslim. Neyi teslim?

1- Ruhunuzu teslim.
2- Fizik vücudunuzu teslim.
3- Nefsinizi teslim.
4- İradenizi teslim.

Bu teslimlerin hepsi, Allahû Tealâ tarafından farz kılınmış ve “Allah’ın ahdi” adını almış. Ve Allahû Tealâ, hepimize bunu, Allah’ın ahdini vasiyet etmiş. Yani mutlaka yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Allah sahibimizse, Allah bizi yarattıysa, Allah’a inanıyorsak ve bu Allah’ın vasiyetiyse, öyleyse mutlaka yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Ruhumuzu da vechimizi de nefsimizi de irademizi de Allah’a teslim etmek…

Şimdi beraberce En’âm Suresinin 153. âyet-i kerimesine bakıyoruz. Ne diyor Allahû Tealâ? 152. âyet-i kerimesine:

6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).

Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.

6/EN'ÂM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferraka bikum an sebîlihi, zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).

Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.


ve bi ahdillâhi evfû
hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu

 

“Allah’ın ahdini ifa ediniz (yerine getiriniz).” diyor Allahû Tealâ. “Allah’ın ahdini ifa edin (yerine getirin).” Sonra ne diyor? “İşte bu, Sıratı Mustakîm’dir. Ona (Sıratı Mustakîm’e) tâbî olun.” Ve devam ediyor Allahû Tealâ:  “Sakın başka fırkalara (diğer bütün fırkalara, diğer 72 fırkaya) tâbî olmayın ki, diğer bütün fırkalar, sizi Allah’ın yegâne yolu olan Sıratı Mustakîm’den saptırırlar. (Yani şeytana kul ederler.)” Niçin öyle konuştuk? Çünkü Allahû Tealâ Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde diyor ki:

34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).

Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.


“Şeytan (kıyâmet günü) insanlara olan vaadini yerine getirdi. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç, bütün fırkalar şeytana kul oldular.”

“Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç bütün fırkalar şeytana kul oldular.” diyor Allahû Tealâ. Öyleyse mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç.

Bu 2 âyet-i kerimede de bütün fırkalar var. Sebe-20’de: “Bir tek fırka hariç geri kalan bütün fırkalar şeytana kul oldular.” diyor. En’âm-152’de ne var? “Allah ile olan, Allah’ın ahdini ifa edin, yerine getirin. İşte bu, Sıratı Mustakîm’dir. Sıratı Mustakîm’e tâbî olun. Sakın Sıratı Mustakîm’in dışındaki diğer bütün fırkalara tâbî olmayın ki onların hepsi, sizi Allah’ın yolundan ayırırlar ve neticede şeytana kul ederler.”

Ne görüyoruz? Mü’minler. Kim mü’minler, sevgili kardeşlerim bu durumda? İşaret açık olarak geliyor: Allah’ın ahdini yerine getirenler ve Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanlar.

Dikkat edin! Allah’ın ahdi dediğimiz zaman, bir bütün olayla karşı karşıyasınız. Ruhunuzun, vechinizin, nefsinizin, iradenizin Allah’a teslimi... 21. basamakta ruhunuzu, 25. basamakta veçhinizi (2 oldu), 27. basamakta nefsinizi (3 oldu), 28. basamağın 4. kademesinde hazır hale geliyorsunuz, 5. kademesinde iradenizi Allah’a teslim ediyorsunuz.

Öyleyse bütün teslimler, En’âm Suresinin 152. âyet-i kerimesinde yerleştirilmiş. Böyle bir hedefe ulaşabilmeniz, şekle bağlı. Talep edeceksiniz; Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dileyeceksiniz. Her şey böyle başlayacak. Sonra Allahû Tealâ size 10 tane (böyle bir talebiniz varsa) ihsanda bulunacak. Sonra irşad makamına ulaşacaksınız. Sonra nefsinizi tezkiye edeceksiniz.

Ruhunuzu Allah’a ulaştırıp teslim edeceksiniz; ilk tesliminiz. Allah’ın ahdinin 1. teslimi, basamak 21, basamak 22.

25. basamakta fizik vücudunuzu ve 27. basamakta nefsinizi, 28. basamakta iradenizi Allah’a teslim edeceksiniz. Ne yapacaksınız? Allah’ın ahdini yerine getireceksiniz, güzel.

Allah’ın ahdi nedir? Sıratı Mustakîm. Acaba Allahû Tealâ ne demek istiyor? Allah’ın söylediği şey, son derece açık. Sadece ruhunuzu Allah’a ulaştırmak için bir Sıratı Mustakîm kullanmıyorsunuz. O, ruhumuzun Sıratı Mustakîm’i. 14. basamaktan başlıyor, 21. basamakta tamamlanıyor; 1. Sıratı Mustakîm. Sonra?

Sonra, fizik vücudunuzun Sıratı Mustakîm’i; 14. basamaktan başlıyor, 25. basamakta bitiyor.
Sonra nefsinizin Sıratı Mustakîm’i; 14. basamaktan başlıyor, 27. basamakta bitiyor.
Sonra iradenizin Sıratı Mustakîm’i; 27. basamakta başlıyor, 28. basamakta bitiyor.

Öyleyse 4 emanet. Her emanet, Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a teslim ediliyor. Öyleyse Allah’ın ahdi 4 emaneti de kapsıyorsa, Allahû Tealâ Sıratı Mustakîm; “Bu Allah’ın ahdini yerine getirmek, Sıratı Mustakîm’dir.” dediği zaman, net olarak en güzel Kur’ân hakikatini sizlere söylemiş oluyor. Sıratı Mustakîm, evvelâ ruhun Sıratı Mustakîm’i. İki âyet, net olarak cevap veriyor. Biri Nisâ-175:

4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).

Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).


Allahû Tealâ diyor ki:

“Kim Allah’a ulaşmayı ve sarılmayı (O’na sarılmayı, Allah’a sarılmayı) dilerse, (Biz onları rahmetimizin ve…) Allah onları rahmetinin ve fazlının içine koyar. Ve onları Kendisine ulaştıran, Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”

Ruhun Sıratı Mustakîm’i. Peki, vechin de mi Sıratı Mustakîm’i var? Elbette var. İşte Yâsîn Suresi 60 ve 61. âyetler. Allahû Tealâ buyuruyor:

36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).

Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.

36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).

Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.


“Ey Âdemoğulları! Ben sizlerden ahd almadım mı? Şeytana kul olmayacaksınız diye. Çünkü şeytan, size apaçık bir düşmandır. Ve Ben sizden, Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı?” diyor Allahû Tealâ. “Bu da (aldığım ahd var ya, o ahdin yerine getirilmesi de) Sıratı Mustakîm’dir.” diyor.

Yani “Ruhumuzu, Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a ulaştıracağız.” Açıkça Allahû Tealâ belirtmiş bunu. Fizik vücudumuzun için de aynı şey söz konusu. Gene Sıratı Mustakîm. Ruhumuzu, gördük ki Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a ulaştıracağız.

Hidayet ne, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler? Hidayet; ruhun Allah’a ölmeden evvel, hayattayken ulaşması. Ne diyor Allahû Tealâ Âli İmrân-73’te?

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


innel hudâ hudallâhi

“Muhakkak ki.”

inne: Muhakkak ki.
el hudâ: Hidayet.
hudallâhi: Allah’a ulaşmaktır.

Nereden? Sıratı Mustakîm üzerinden yaptığınız yolculukla Allah’a ulaşır. Ulaşır hükmü, net bir olay. Sonra fizik vücudunuzu gene Sıratı Mustakîm üzerinden Allah’a teslim edeceksiniz. Ahdinizi böylece yerine getireceksiniz. Şeytana kul olmaktan kurtulup, Allah’a kul olacaksınız. Nereden? Sıratı Mustakîm üzerinden. Peki, nefsiniz? Nefsiniz için de Sıratı Mustakîm söz konusu.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Allahû Tealâ diyor ki:

5/MÂİDE-105: Yâ eyyuhâllezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yadurrukum men dalle izâhtedeytum, ilâllâhi merciukum cemîân fe yunebbiukum bimâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).

Ey âmenû olanlar! Nefsleriniz, üzerinizedir (nefsinizin sorumluluğu üzerinize borçtur). Siz hidayette iseniz, dalâletteki bir kimse size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecek.


“Nefsinizi tezkiye etmek, üzerinize borçtur. Siz nefs tezkiyesine başlayarak hidayet üzere olduğunuz zaman, dalâlette olanlar size bir zarar veremezler.” diyor.

Burada hidayet üzere olmanın, aslında başka bir yolu var. Nefsin hidayet üzerinde olduğu bir yol; yeni bir Sıratı Mustakîm. Ve Allahû Tealâ En’âm Suresinin 152. âyet-i kerimesinde: “Allah’ın ahdini yerine getirin. İşte bu, Sıratı Mustakîm’dir.” dediği zaman, orada bütün Sıratı Mustakîm’leri birden buluyoruz:

6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).

Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.


Ruhun Sıratı Mustakîm’i, fizik vücudun Sıratı Mustakîm’i, nefsin Sıratı Mustakîm’i ve iradenin Sıratı Mustakîm’i. Hepsi orada yer almış. Ve bizleri şeytana kul etmeyecek olan yegâne yollar dizisi.

Burada bir yolculuğa dikkatinizi çekmek istiyorum. Başlangıçtaki 3 Sıratı Mustakîm üzerinden (1, 2 ve 1 tane daha; 3.) yolculuklar; ruh için de nefs için de daha ötede fizik vücut için de aynı özellikleri gösterir. Ruh, nefs ve fizik vücut. 3’ü de aynı zaman parçasında, aynı miktar yol alırlar. Ne var ki, 14. basamağa kadar, 14. basamaktan 21. basamağa kadar, aynı paralelde giden ruh, nefs ve fizik vücut, aynı seviyede yükselirler. %7 nur birikimi gerçekleştiği zaman nefste, ruh 1. gök katına ulaşır. Bir daha %7; 2. gök katı. Bir daha %7; 3. gök katı ve böylece Allah’a doğru ruhun yolculuğuna paralel olarak, nefsin de kalbindeki temizlikler dizisi devam eder. İşte böyle bir dizayn söz konusu.

Şimdi bu dizaynı ait olduğu standartlara oturttuğumuz zaman, fizik vücudun da nefsin tezkiyesi oranında şeytana kul olmaktan kurtulduğunu görüyoruz. O da 3. olarak aynı standartlarda, aynı miktarda, kendi Sıratı Mustakîmi üzerinde ilerler.

Dikkat edin! Bunlardan sadece 1 tanesi, reel Sıratı Mustakîm’dir. Allahû Tealâ’nın hakikat adını verdiği dizayn içerisinde, ruhunuzun Allah’a ulaştırıldığı bir yol var; bir Sıratı Mustakîm. Burada ruhunuz reel bir yolculuk yapar, gerçek bir yolculuk yapar. Bu yolculuk, hakikattir. Hakk’a doğru hakikat olan bir yolculuk… Bir yol üzerinden, gerçekten bir tırmanış. 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7. gök katı. Sonra sağa doğru bir yolculuk, 7 tane âlemin geçişi. Sidretül Münteha ve oradan dikey bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaşma... Bu, gerçek bir yoldur. Burada yükselme söz konusudur. Yükselerek dünya adı verilen bu gezegenden, Allah’ın Zat’ına ruhumuzun ulaşmasını ifade eder. Gerçek bir yolculukla Allah’a ruhunuzun ulaşması…

Peki, fizik vücudunuz da aynı standartlarda Allah’a doğru bir yolculuk mu yapıyor? Hayır. Nefsiniz de ruhunuz gibi Allah’a doğru bir yolculuk mu yapıyor, Allah’a mı ulaşıyor? Hayır. Gerek fizik vücudunuz, gerek nefsiniz imajiner bir yolculuk yaparlar, hayalî bir yolculuk. Realitede, reel olarak bir tırmanma olayı, bir yükselme, fizik bir hareket; hayır, söz konusu değildir. Öyleyse söz konusu olan nedir? Söz konusu olan, nefsinizin Sıratı Mustakîm üzerindeki hayalî yolculuğu, bir yolculuk değildir. Nefsinizdeki afetlerin yok edilmesi olayıdır, azalması olayıdır. Nefsinizdeki afetlerin azalmasına paralel bir dizaynda, ruhunuzdaki hasletlerin çoğalması ve mutluluğunuzun her gün biraz daha artışı.

Öyleyse nefsinizin temizlenmesi, afetlerden temizlenmesi söz konusu. %100 temizlendiği noktaya kadar, bu yolculuk devam edecektir. Ruhunuzla aynı statüde yola çıkan nefsiniz, 14. basamaktan 21. basamağa kadar temizlenmeye devam eder. Ruhunuz Allah’a ulaştığı zaman nefsinizin kalbindeki temizlik, %51’e ulaşmıştır. Nefsinizin kalbi %50’den daha fazla %51, Allah’ın fazıllarıyla donatılmıştır. Sonra mı? Sonra, aynı süreç içerisinde fizik vücudunuz aynı oranda, %51 oranında şeytana kul olmaktan kurtulmuştur. Kurtulurken nefsiniz de fizik vücudunuz da bir yolculuk mu yaptı, Sıratı Mustakîm üzerinde Allah’a doğru? Hayır. Onlar kendi Sıratı Mustakîm’lerinde, birisi afetlerden kurtulma istikametinde (nefsiniz), diğeri şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmak istikametinde bir arınma işlemi geçirdiler. Ama onların yaptığı bu arınmaya da saflaşmaya da Allah’a bu açıdan yaklaşmaya da Allahû Tealâ gene Sıratı Mustakîm adını veriyor. Yaklaşmanın zemininde Sıratı Mustakîm var. Ama artık bir reel yolculuğun sahibi değilsiniz. Hayalî bir yolculuğun dışında bir olay. Bir temizlenme, saflaşma, pirüpak olma…

İşte böyle bir dizayn içerisinde Allah’ın yolunda gidiyorsunuz sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse, Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunan insanlar, ruhları Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunan insanlar… Kimin ruhu Sıratı Mustakîm’in üzerindeyse o, tevhidin bir parçasını oluşturur.

Tevhid, Allah’ın yolunda tek bir fırkayı ifade eder. Bu sebeple Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi, tevhid için son derece açık bir işaret taşır:

34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).

Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.


“Kıyâmet günü şeytan, insanlara olan vaadini yerine getirdi. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç, bütün fırkalar şeytana kul oldular.”

İşte maksud odur; teklik. Bütün diğer fırkaları saf dışı bırakın, elimine edin, devre dışı bırakın. O bir tek fırka var ya, kurtuluşa ulaşacak olan bir tek fırka, mü’minler; onlar tevhidin temelidir, nişanesidir, tehvidin bütününü teşkil ederler. Ve sadece mü’minler. Yani, ruhları Sıratı Mustakîm’e, fizik Sıratı Mustakîm’e ulaşabilmiş olanlar. Aynı anda fizik vücutları da 2. Sıratı Mustakîm’de, nefsleri de 3. Sıratı Mustakîm’dedir. Ama onlar sadece arınırlar ve şeytana kul olmaktan kurtulurlar. Ama görüyorsunuz ki bir tek fırka; mü’minler. Görüyorsunuz ki bir tek fırka; Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlar.

Öyleyse bir taraftan mü’min olmak, tevhidin temelidir. Öbür taraftan da Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunmak, tevhidin temelidir. İki ayrı cephede de tevhid söz konusudur, Sıratı Mustakîm’siz tevhid olmaz. Aynı zamanda tevhidin var oluşunda, mü’min olmak temel teşkil eder. Ne mü’min olmadan tevhid oluşabilir ne de Sıratı Mustakîm üzerinde olmadan tevhid oluşabilir.

Peki, mü’min olana kadar geçen devre içinde, bu yolun yolcuları birbirinden ayrılır mı? Ayrılır. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz andan itibaren siz artık, çok kısa bir zaman aralığında mü’min olacak olan birisiniz. Yani küfre yakın değil, îmâna yakın bir noktadasınız. Ve her geçen gün, irşad makamına yaklaşmanız için Allahû Tealâ gerekeni yapıyor. Bir defa ilk o 5-6 tane işlemi, birkaç dakikanın içinde yapar.

İşte böyle bir dizayn var, sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım. Bir taraftan ruhunuzun Sıratı Mustakîm üzerinde olmasıyla tevhid arasında çok kesin bir ilişki vardır. Ama tevhidin başlangıcı burası değildir. Tevhidin başlangıcı, Allah’a ulaşmayı dilediğiniz noktadır.

Allah’a ulaşmayı dilediğiniz andan itibaren, bir nevi Sıratı Mustakîm üzerindesiniz. Allahû Tealâ, size Rahîm esmasıyla tecelli etmeye başladığı anda, bir sizin için 14. basamakta başlayan, fizik Sıratı Mustakîm’den evvel, başka bir Sıratı Mustakîm var. 7. basamaktan 14. basamağa ulaştırıyor sizi. Ama bu, fizikî standartlarda bir yola çıkış değil. Bir hazırlık Sıratı Mustakîm’i. Öyleyse tevhidin standartlarında, bir Sıratı Mustakîm’den bahsetmek mümkün. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz anda başlayan, gerçek Sıratı Mustakîm’e sizi ulaştıran bir sebîl. Adına Sıratı Mustakîm demiyor Allah, sebîl diyor. Ama sebîller, Sıratı Mustakîm’in başlangıç noktasını teşkil ediyor. Bakınız ne buyuruyor Allahû Tealâ Hacc-54’te:

22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).

Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî Resûl'ün, Nebî Resûl'ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri, O'na îmân etmeleri, onların kalplerinin O'nu (Allah'ı) idrak etmesi (kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm'e hidayet edendir.


“Kendilerine ilim verilenlere irşad makamının Hakk’tan inen sözleri söylediğini ispat etmek için, onların kalplerine ihbat konulur.” diyor Allahû Tealâ. “Bundan gerekli dersleri alsınlar diye, onların kalplerine ihbat konulur.” diyor Allahû Tealâ. Ve sonra da diyor ki: “Kim âmenû olursa, Allah onları mutlaka sebîllere ulaştırır.”

Bakalım beraberce kelime, kelime Hacc Suresinin 54. âyet-i kerimesine:


ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme:  Kendilerine ilim verilenler, bilsinler diye.
ennehul hakku: Muhakkak ki haktır.
min rabbike: Senin Rabbinden bir haktır. (Bir hak olduğunu, kendilerine ilim verilenler bilsinler diye.
fe yu’minû bihî: Ve buna îmân etsinler diye.
fe tuhbite lehu kulûbuhum: Onların kalplerine ihbat konur. (Kalplerine ihbat konur.)
ve innallâhe: Şüphesiz ki Allah. (Muhakkak ki Allah.)
le hâdillezîne âmenû: Âmenû olanları ulaştırır.
ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin): Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.

“Allahû Tealâ âmenû olanları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” buyuruyor. Öyleyse âmenû olanların, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin ulaştığı, ulaşacağı bir Sıratı Mustakîm var. Böyle bir dizaynda, Allahû Tealâ daha bir önde, bir Sıratı Mustakîm olduğundan bahsediyor. Allahû Tealâ, bir diğer âyet-i kerimesinde, âmenû olanları Allahû Tealâ’nın sebîle ulaştırdığını söylüyor. Âmenû olan kişi sebîle ulaşmıştır. İşte bu sebîl; bir ön Sıratı Mustakîm sayılabilir. Sıratı Mustakîm’e ulaşmadan evvelki sebîller. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

“Allah rızasına uyanları sebîle ulaştırır. İşte Allah rızasına uyanları sebîllere ulaştırır.” diyor. Ve rızasına uyanlar için Allahû Tealâ’nın bir sebîli var. Rızaya uyduğu anda kişi, hangi noktadadır? Allah’a ulaşmayı dilediği noktadadır. Allah’ın rızasına uyduğu an kişinin, Allah’ın onu seçtiği yerdir. Kişinin Sıratı Mustakîm’e ulaşmadan evvel, böyle bir noktada bulunabilmesi, onun Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır. Allah’a ulaşmayı dileyen herkes, Sıratı Mustakîm’den evvelki bir sebîle ulaşmıştır. Bu sebîl onu, Sıratı Mustakîm’e ulaştıracaktır. Ama bu sebîl, mutlaka bir ön Sıratı Mustakîm hüviyetinde. Ve tevhidin temelinde, bir ön Sıratı Mustakîm var. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz andan, ruhunuzun Allah’a doğru yola çıktığı noktaya kadar geçen o dizayn içerisinde, mü’min olmanıza doğru sizi götürecek olan, bir gene imajiner Sıratı Mustakîm söz konusu.

Öyleyse, tevhid Sıratı Mustakîm’in mutlak habercisidir. Sıratı Mustakîm, tevhidin ön şartıdır. Allah razı olsun.

SORU: Âli İmrân-102. âyet-i kerimesinde geçen, teslim ile tevhid arasındaki illiyet rabıtasını bizlere açıklar mısınız?

CEVAP:
Ne diyor Allahû Tealâ Âli İmrân-102’de?

3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!


“Ölmeyin, önce Allah’a teslim olun, sonra ölün.”

Diyor ki Allahû Tealâ:

yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe: Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olun.
hakka tukâtihî: Hakka tukâtihî takvayla, takva sahibi olun.
ve lâ temûtunne: Ve ölmeyin.
illâ ve entum muslimûn(muslimûne): Ölmeden önce Allah’a teslim olun. (Ya önce Allah’a teslim olun, sonra ölün.)

Şimdi burada takvaların en üstünü var; Hakk’a tukâtihî takva. Bir başka adıyla, bi-hakkın takva, bir başka adıyla Hakk’ul yakîn takvası, takvaların en üstünü. Bu takvanın bir işareti var, bir remzi var. Bu remz: “ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne)” Bu ifadeyi nerede görürseniz, burada bu ifadenin olduğu âyet, mutlaka Hakk’a tukâtihî takvayı içerir. Hakk’a tukâtihî takvanın remzi bu.

Âli İmrân-102’den evvel, Bakara Suresinin 132 ve 136 âyetleri arasında, Allahû Tealâ bütün nebîlerin bu bi-hakkın takvaya ulaştıklarını söylüyor. Ve kullandığı işaret, gene bu: “Siz ölmeyin, önce Allah’a teslim olun sonra ölün. Ölmeden önce Allah’a teslim olun: ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

2/BAKARA-132: Ve vassâ bihâ ibrâhîmu benîhi ve ya’kûb(ya’kûbu), yâ beniyye innallâhestafâ lekumud dîne fe lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

Ve, İbrâhîm (a.s) onu (Allah’a teslim olmayı) kendi oğullarına vasiyet etti. Ve Yâkub (a.s) da: “Ey oğullarım! Muhakkak ki Allah, bu dîni sizin için seçti. Artık siz, Allah’a teslim olmadan ölmeyin.” diye (vasiyet etti)..


Öyleyse, bu âyet iradenin Allah’a teslimini içeriyor. Birinci teslimde ruhumuzu Allah’a teslim ediyoruz. İkinci teslimde fizik vücudumuzu Allah’a teslim ediyoruz. Üçüncü teslimde nefsimizi Allah’a teslim ediyoruz. Dördüncü teslimde irademizi Allah’a teslim ediyoruz. Ve Allahû Tealâ, iradenin tesliminden bahsediyor. Sadece iradenin tesliminde bu remzi kullanıyor, bu işareti. “ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne)” İşte, kim ölmeden evvel Allah’a teslim olur, ondan sonra ölürse ki, bütün peygamberler için aynı şeyi söylüyor Allahû Tealâ; hepsi ölmeden evvel Allah’a teslim olmuşlar, sonra ölmüşler. İşte böyle bir dizaynda gördüğümüz şey, o. O insanlar iradelerini de Allah’a teslim etmişler. Bi-hakkın takvanın sahibi olmuşlar ve öyle ölmüşler. Hakk’a tukatihî takvanın teslim standardını belirtiyor: “Ölmeden evvel Allah’a karşı takva sahibi olun, bi-hakkın takvanın sahibi olun ve öyle ölün.” diyor. İfade bu. Önce bi-hakkın takvanın sahibi olun ve öyle ölün. İşte kim teslim olmuşsa ve önce teslim olmuş sonra ölmüşse, buradaki ifade o. Burada ifade son derece açık olarak görünüyor: “Ey îmân edenler! Hakkıyla takva sahibi olanlar, nasıl bir takvanın sahibiyse, aynı onlar gibi Allah’a karşı takva sahibi olun ve ölmeden önce Allah’a teslim olun.”

Böyle bir takva, Allah’a teslim olmanın son mertebesini içeriyor. Öyleyse teslimin, tevhidin birinci mertebesinde Allah’a ulaşmayı dilemek var. İkinci mertebesinde mü’min olmak var. Ruhun Allah’a doğru yola çıkması var. Üçüncü mertebesinde, Allah’a ruhun ulaştırılıp, ilk reel teslimin gerçekleşmesi var. Dördüncü mertebesinde fizik vücudun Allah’a teslimi var. Beşinci mertebesinde nefsin Allah’a teslimi var. Altıncı mertebesinde irşada ulaşmak var. Yedinci mertebesinde, iradenin de Allah’a teslimi var. Hepsi de tevhidin ayrı ayrı birer safhası. Her safhada bir üst kat cennetin sahibi olmak gibi bir mazhariyetimiz var.

Öyleyse 7 boyutun her birinde tesliminiz, biraz daha artar. Tevhidin de daha üst boyutta bir eri olursunuz. Öyleyse tevhidin başlangıç noktası âmenû olmak, en üst noktası Hakk’a tukatihî takva ile takvaya ulaşarak takva sahibi olmak. Yani Allah’a teslim olmak.

Takvanın teslim olduğunu, Allahû Tealâ çok açık bir şekilde ifade ediyor Âli İmrân-102’de: “Takva sahibi olun ve ölmeden evvel takva sahibi olun. Ve ölmeden evvel Allah’a teslim olun. Yani teslim olarak takva sahibi olun.”

Öyleyse, tevhidin muhtevasına baktığımız zaman, Allah’a ulaşmayı dilemekten başlayan bir tevhid müessesesinin, bütün gökleri kapladığını görüyorsunuz. En üst noktaya kadar gidiyor. Öyleyse tevhid; Sıratı Mustakîm’le alâkalıdır, tevhid; teslimle alâkalıdır.

SORU: Kalplerin telif edilmesiyle Sıratı Mustakîm arasında bir illiyet rabıtası var mı?

CEVAP:
“Kalplerin telif edilmesi ile Sıratı Mustakîm arasında illiyet rabıtası var mı?” Sualinin cevabını beraberce inceleyelim:

Ne diyordu Allahû Tealâ?

3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ teferrakû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufratin minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum tehtedûn(tehtedûne).

Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın! Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz. Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece O’nun (Allah’ın) nimeti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki böylece siz hidayete erersiniz.


“Ey sahâbe! Siz birbirinizin can düşmanı idiniz. Sonra Allah kalplerinizi telif etti de, can dostları oldunuz.” diyor Allahû Tealâ. Allah’ın, sahâbenin kalplerini telif ettiğini söylüyor.

Ondan evvel mi? Ondan evvel, bütün sahâbe kanlı katildiler. Kan davası vardı kabileler arasında. Ve bu kan davası sebebiyle, herkes başka kabilelerden birkaç kişiyi öldürmüştü. Onlardan da, kendi kabilelerinden birçok kişiyi öldürenler vardı. Onlar da onları öldürmüştü.

Böylece ne görüyoruz? Görüyoruz ki, Allahû Tealâ kalplerini telif edene kadar, sahâbe birbirinin can düşmanıydı. “Ama sonra can dostları oldunuz.” diyor Allahû Tealâ. Ne yapmış? Kalplerini telif etmiş. Öyleyse, kalplerin birleştirilmesi neyle olmuş? Tâbiiyetle olmuş. Tâbiiyetten evvel, sahâbe adını alan kişilerin hepsi, Allah’a ulaşmayı dilemişler. Ve ulaşmayı diledikleri zaman, başlangıç sebîlinin üzerinde olmuşlar. Sıratı Mustakîm’e ulaşmadan evvel, ondan evvel de Allah’a ulaşmayı diledikleri andan itibaren, sahâbe sebîldeydi. Sıratı Mustakîm’e ulaşmadan evvelki sebîl, yol. Sonra Sıratı Mustakîm’e ulaştılar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldular; Sıratı Mustakîm’e ulaştılar. Sıratı Mustakîm üzerinden hepsinin ruhu Allah’a doğru yükseldi ve tabiatıyla tevhidin gerçek sahipleri oldular. Ondan sonra da daha üst mertebelerde ruhlarını, vechlerini, nefslerini, iradelerini Allah’a teslim ettikleri süreç içerisinde, bu güzelliği bütün boyutlarıyla yaşamaya devam ettiler.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’yla olan ilişkilerine dikkatle baktığınız zaman; bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemekten iradenin teslimine kadar geçen süreç içerisinde bir bütünü oluşturdular. Ve kalplerinin telif edildiği yerde kim vardı? Gerçek Sıratı Mustakîm’in üzerinde olan sahâbe. Öyleyse sahâbe, Sıratı Mustakîm’in üzerindeydi ve Allahû Tealâ onları Sıratı Mustakîm’e ulaştırarak kalplerini telif etti. Nefsin kalbindeki afetler azaldıkça, Allah’ın yolunda olanlara karşı muhabbet artar. Nefretin karşılığı muhabbettir, hub duymaktır. Ve bu, nefret azaldıkça gerçekleşen bir olgu. Allahû Tealâ; Âli İmrân-119’da:

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Onlar size buğz ettiği halde, siz onlara karşı muhabbet beslersiniz.” diyor. Muhabbet besleyen sahâbe, işte onlar kalpleri telif edilenler. Nefretin yerine muhabbeti koymayı başaranlar. Ve kimlerin kalbi telif edilir? Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanların kalbi telif edilir. Neden? Çünkü onlar bir tek topluluğu oluştururlar. Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanların topluluğunu. En’âm-152’ye göre, 153’e göre:

6/EN'ÂM-153: Ve enne hâzâ sırâtî mustekîmen fettebiûhu, ve lâ tettebiûs subule fe teferraka bikum an sebîlihi, zâlikum vassâkum bihî leallekum tettekûn(tettekûne).

Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.


Ve Sıratı Mustakîm üzerinde olmakla, tevhid sahibi olmak ve kalplerin telif edilmesi, 3 ayrı cepheden aynı olaya bakmak demektir. Başka başka açılardan, aynı olayın farklı görüntüleri; Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunma.

Kim Sıratı Mustakîm’in üzerindeyse, o diğer 72 fırkadan ayrılmıştır; tek bir fırkanın üzerindedir. Öyleyse o tek bir fırkanın, Sıratı Mustakîm’in üzerinde olanlar, muhakkak ki kalpleri telif edilenlerdir. Yoksa birbirlerini sevmeleri mümkün olamazdı. Eğer Allah’a ulaşmayı dilemeselerdi, evvelce sebîle ulaşmasalardı, sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmasalardı, gerçek Sıratı Mustakîm üzerinde olmasalardı, hiçbir zaman kalpleri Allahû Tealâ tarafından, telif edilmezdi, tevhid erleri de olamazlardı.

SORU: Kur’ân-ı Kerim’in Nahl 123. âyet-i kerimesinde geçen, “Babanız İbrâhîm’in milleti.” denilen topluluk, bütün boyutlarıyla tevhidi gerçekleştiren tevhid erleridir diyebilir miyiz?

 

CEVAP:

16/NAHL-123: Summe evhaynâ ileyke enittebi’ millete ibrâhîme hanîfen, ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne).

Sonra da Sana “hanif (vahdet, tevhid ve teslimi esas alan) olarak İbrâhîm (a.s)'ın dînine tâbî olmayı” vahyettik. Ve o, müşriklerden olmadı.


summe evhaynâ ileyke: Sonra Sana vahyettik.
enittebi’ millete ibrâhîme hanîfen: Hanif olan İbrâhîm’in milletine tâbî ol. (İbrâhîm’in dînine tâbî ol diye, sana vahyettik.)
ve mâ kâne minel muşrikîn: Müşriklerden olma.

“O, müşriklerden değildi.” diyor Hz. İbrâhîm için. “Müşriklere karşı da şiddetli bir savaş açtı.” diyor Hz. İbrâhîm.

Allahû Tealâ, millet kelimesini bazen gerçek anlamda millet olarak kullanıyor, bazen de dîn olarak kullanıyor. Milletin dîni olarak gene millet kelimesini kullandığı oluyor Allahû Tealâ’nın. Burada Allahû Tealâ’nın millet kelimesini dîn için mi yoksa millet için mi kullandığını, tespit etmek güç. Çünkü o millete uyması için, milletin Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında yaşamış olması lâzım ki onlara uysun. Ama Hz. İbrâhîm öleli, binlerce sene olmuş. Ama millet kelimesi, aynı zamanda millet anlamına da gelir. Halbuki gerek Musevîlerin içinde gerek Hristiyanların içinde Hz. İbrâhîm’in dînine uymuş olan yani kendi peygamberlerinden, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in zamanına gelinceye kadar geçen süreç içerisinde kendilerinden evvelki mürşidlere tâbî olarak, o günlere gelenler vardı. Yani mürşidlerine tâbî olanlar ve bu açıdan İslâm’ı yaşayanlar, Hz. İbrâhîm’in hanif dînini yaşayan, onlara da Hz. İbrâhîm’in milleti demek mümkün. Öyleyse, onlar için de aynı şey olabilir miydi? Olabilirdi, denilebilir. Allah razı olsun.

SORU: Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 19. âyet-i kerimesinde, “fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı)” buyuruyor. Bize Allahû Tealâ’nın çabuk hesap görmesinin nasıl olduğunu anlatır mısınız? Amel ve aksiyon açısından bunu anlatır mısınız?

Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesine göre, bunu açıklar mısınız?

CEVAP:

3/ÂLİ İMRÂN-19: İnned dîne indâllâhil islâm(islâmu), ve mâhtelefellezîne ûtûl kitâbe illâ min ba’di mâ câehumul ilmu bagyen beynehum, ve men yekfur bi âyâtillâhi fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı).

Muhakkak ki Allah'ın indinde dîn, İslâm'dır (teslim dînidir). Kendilerine kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hased sebebiyle ihtilâfa düştüler. Ve kim Allah'ın âyetlerini örterse (inkâr ederse), o taktirde, muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.


inned dîne indâllâhil islâm(islâmu): Allah’ın katındaki dîn, muhakkak ki İslâm’dır.
ve mâhtelefellezîne ûtûl kitâbe: Kendilerine kitap verilen kimseler, ihtilâfa düştüler.
illâ min ba’di mâ câehumul ilmu: Kendilerine ilim geldikten sonra (kendilerine kitap verilenler) ihtilâfa düştüler.
bagyen: Baği sebebiyle.
beynehum: Aralarındaki (baği sebebiyle kendilerine ilim verilenler ihtilâfa düştüler).
ve men yekfur bi âyâtillâhi: Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse (örterse).
fe innallâhe serîul hısâb(hısâbı): Muhakkak ki (şüphesiz ki) Allah, o zaman hesabı çabuk görendir.

“Bize Allah’ın çabuk hesap görmesinin nasıl olduğunu anlatır mısınız? Amel ve aksiyon açısından anlatır mısınız?” diyor kardeşimiz.

Bir defa Allahû Tealâ’nın hesabı çabuk görmesi, her şeyden evvel, bir amel ve hesap işleminin birbiri ardından aynı saniye gerçekleşmesidir. Kirâmen kâtibîn melekleri, devamlı olarak hayatınızın filmini çekerler. Bu çektikleri filmler, kıyâmet günü seyredeceğiniz hayat filmlerinizdir. Allahû Tealâ, belki daha evvel de kalp gözünüzle size gösterecektir hayat filmlerinizi. Ölüm tehlikesi geçirenler, son anda bütün hayatlarının bir sinema şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğini görürler. İşte o da aynı şeydir; hayat filminizin görülmesidir.

Bir kişi, başka birine zulüm yaparsa, onun adı zâlimdir. Zulüm görenin adı da mazlumdur. Zâlim, yaptığı zulüm sebebiyle derecat kaybeder. Ama mazlumun yani zulüm görenin, kul hakkı doğmuştur. Kul hakkını ödemek üzere kirâmen kâtibîn melekleri, zulüm yapanın amel defterindeki rakamı yani hayat filmindeki negatif rakamı pozitife çevirerek, o rakamın aynını pozitif olarak mazlumun amel defterine kaydeder.

Öyleyse, zâlimin amel defterine negatif rakamlarla, kırmızı rakamlarla, nâkıs rakamlarla yazılan yekûn, aynı anda zulüm görenin amel defterine zaid rakam olarak, pozitif rakam olarak, artı rakam olarak konulur. Böylece hesap anında kapanır. Negatif aksiyona karşı, pozitif derecat…

Mazlumun hesap defteri kapatılmıştır. Aksiyonla, kendisine yapılan zulümle, kazandığı derecat birbirine eşittir. Allah’ın kanunlarına göre, eşit rakam konulur mutlaka; hiçbir zerre kadar zulüm edilmeksizin. İki rakam birbirini götürür. Sıfıra sıfır, elde var sıfır olur. Yani kendisine yapılan zulümle kazandığı derecat, birbirini tamamlamıştır, sıfırlamıştır. Hesap görülmüştür. Öbür taraftan zâlim, zulüm yapmıştır. O da buna karşılık derecat kaybetmiştir, tam zulmüyle eşdeğer derecat kaybetmiştir. Elimizdeki mizanlar, kıyâmet günü bunları gösterecek. Sizin yaptığınız zulme karşılık, ne kadar derecat kaybettiğinizi göreceksiniz ki, size kıl kadar zulmedilmemiştir. Size yapılan zulüm karşısında kazandığınız derecata bakacaksınız. Gene size kıl kadar zulmedilmediğini, oradan fark edeceksiniz.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın hesap görmesi, bu standart içinde cereyan eder. Şimdi bir öteki kademeye geçelim, bundan sonraki kademeye geçelim: Bu olay böylece tahakkuk etmiş, bütün hesaplar dengelenmiş, sıfırlanmış. Amele karşı kaybedilen derecat, zulme karşı kazanılan derecatla sıfırlanmış. Amele karşı derecat, amele karşı derecat. Ama zulüm gören kişi, bununla yetinmemiş, “Ben bununla tatmin olmuyorum. Ben ondan intikamımı alacağım.” demiş. Kadıya gitmiş. Müracaatını yapmış. Mahkeme edilmişler. Ve kendisine yapılan olayın aynını, karşı tarafa yapma hakkını elde etmiş. Diyelim ondan bir tokat yemiş. Bu da ona bir tokat atmış. Fiiller de ödenmiş. Ama fiiller ödenince dereceler tekrar geri gidiyor. Amel defterine bir tokat yedi diye, tokat atanın kaybettiği dereceleri kazanan kişinin, kazandığı bütün dereceler tekrar zâlimin amel defterine iade ediliyor, pozitif derecat olarak. Ne oldu? Bu sefer, ameller de eşdeğer oldu. Dereceler de eşdeğer oldu. Ameller niçin eşdeğer oldu? Taraflardan biri karşı tarafa bir tokat attı. Karşılığında bir tokat yedi. Tokata karşılık tokat. Amele karşı, amelle muamele... Yapılan zulme karşı, fizikî durumla muamele... Karşılık; sıfıra sıfır, elde var sıfır.

Zulmeden kişi derecat kaybetmişti. Bu kaybettiği derecat, mazluma kaydedilmişti. Şimdi mazlum intikam aldığı için, kazandığı dereceler tekrar zâlime iade ediliyor. Ve zâlimin başlangıçta negatif olan derecesine, pozitif bir derecat ilâve olduğu için, negatifle pozitif birbirini götürüyor. Dereceler birbirine eşit oluyor, zalimin tarafında. Mazlumun tarafında gene eşit oluyor. Neden? Çünkü kendisine zulüm yapıldığı için, pozitif derecat kazanmıştı. Olayla derecat dengelenmişti. Ama intikam almak istedi, kendisi de aynı fiili ona yapınca, kazandığı dereceleri tekrar iade etmek mecburiyetinde kaldı. Dereceler, artı eksiyi götürdü; sıfır. Amel; bir tarafın zulmüne karşılık diğer taraf da aynı zulmü işledi; gene sıfır. Öyleyse Allahû Tealâ hesabı çabuk görür. Bu, birinci standart. Olay vücuda geldiği anda, Allahû Tealâ’nın hesabı çabuk görmesidir. Allah’a göre zaman mefhumu, çok kısa. O kişinin hayatını cennette veya cehennemde geçirmesi söz konusudur. O da Allahû Tealâ tarafından bir anda gerçekleştirilir. Kıyâmet günü, kişinin cennete veya cehenneme gitmesiyle, evvelki bütün yaptıklarının hesabı, cehennemde hesap olarak ödenecektir.

Şimdi Allahû Tealâ’nın hesabı çabuk görmesinin başka standardı da var. Ne zaman bir insan, bir başka insana zulmederse, Allahû Tealâ o kişinin fizik vücuduna, fizik kalbine azap verir. Kişi azaba duçar olur. Yetmez. Ruh da nefsi azaplandırır. Her işlenen zulmün arkasından, Allahû Tealâ o kişiyi, ruh da nefsi mutlaka azaplandırır. Hesap, gene bir defa daha görülmüştür. Allahû Tealâ ve ruh, hesabı hemen görmüşlerdir. Gene yetmez. Kişi öldüğü zaman 40 günlük bir süreç içerisinde, bütün hayat filmi kişiye gösterilecektir. Bütün yaptığı kötülüklerin karşılığı, mutlaka ona azap olarak ödettirilecektir. Bütün yaptığı güzelliklerin karşılığı da mutlaka ona, zevk olarak bir defa daha yaşatılacaktır.

Öyleyse Allahû Tealâ; bir derecat ve amel açısından hesabı görüyor. İkincisi, dünya üzerinde kişiye yaptığı bütün günahlarının karşılığını, azap olarak ödetiyor. Sevaplarının karşılığını, mutluluk olarak ödetiyor. Ölüyor, ölümde de aynı işlem bir defa daha yapılıyor. Kıyâmet günündeki de zamandan sonraki gene aciz hesaplaşma, orada İndi İlâhi’de tahakkuk ediyor. Allah razı olsun.

2. suali kardeşimizin: “Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesine göre, bunu açıklar mısınız?” diyor.

Bakara-216:

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.


kutibe aleykumul kitâlu: Size kitâl yazıldı.
ve huve kurhun: Onu sevmediğiniz halde (hoşlanmasınız da).
ve asâ en tekrahû şey’en: Öyle bir şey olur ki; siz ondan ikrâh edersiniz (onu kerih görürsünüz).
ve huve hayrun lekum: Sizin için ama o bir hayırdır.
ve asâ en tuhıbbû şey’en: Ve muhabbet duyduğunuz bir şey vardır (sevdiğiniz bir şey olacaktır).
ve huve şerrun lekum: O ise sizin için şerrdir.
vallâhu ya’lemu: Allah bilir.
ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne): Ve siz bilmezsiniz.

Allahû Tealâ’nın çabuk hesap görmesi… Burada, Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, hayırdan ve şerrden bahsediyor. Diyor ki: “Bir şey vardır. Siz ondan hoşlanmazsınız.” Arabanız çalınmıştır ve fena halde üzülmüşsünüzdür. “Onu helâl parayla aldım.” diye düşünmüşsünüzdür. Sizden birisi çaldığı zaman, onca emeğinizin boşa gittiğini düşünmüşsünüzdür ve üzülmüşsünüzdür. “Oysaki bu, sizin için hayırdır.” diyor Allahû Tealâ. Yani diyor ki: “Bundan derecat kazanıyorsunuz.” O kişi sizin arabanızı çalınca, derecat kaybediyor. Siz de onun kaybettiği derecatı kazanıyorsunuz. “Hayır, size derecat kazandıran bütün işlerdir.” diyor Allahû Tealâ. Sizin hoşunuza gitmesi değil, hayrın ölçüsü. Hayrın ölçüsü, o işlemin size derecat kazandırması. Bize derecat kazandıran bütün işlemler, hayırdır. Derecat kaybettiren bütün işlemler, şerrdir.

Öyleyse, bir olay var; sizi üzüyor. Söylediğimiz gibi arabanız çalınmış. Ama aslında çalan hırsız derecat kaybediyor. Sizin amel defterinize ise kaybettiğiniz derecat, pozitif değerler olarak geliyor. Derecat kazanıyorsunuz. Yani bu, sizin için bir hayır. Öbür taraftan hırsız için düşünelim: Arabayı çalmış. Ya gezecek arabada ya da satacak arabayı. Parasını alacak, aklına göre harcayacak. Parayı harcayacağı için seviniyor, hırsız bu. Ama aslında derecat kaybetmiş. Yani onun için şerr. Ama şerrin sahibi olan hırsız, seviniyor. Hayrın sahibi olan arabanın eski sahibi, üzülüyor.

İşte hayra ve şerre bakış açımızı, Allahû Tealâ burada anlatıyor. Allahû Tealâ burada, bu olayda, Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde, hesabı nasıl çabuk gördüğünü ve Allah’ın gördüğü o çabuk hesabın, hayrı ve şerri oluşturduğunu bize anlatmış oluyor. Arabası çalınan adam için, olay bir üzücü olay; kişi onu şerr olarak görüyor. Oysaki Allahû Tealâ derhal hırsıza derecat kaybettiriyor, kirâmen kâtibîn melekleri vasıtasıyla. Ve hırsızın kaybettiği derecatı, serîul hesap olarak hemen, derhal, diğer tarafın hesabına aktarmak suretiyle aksiyonla derecatı sıfırlıyor. Aksiyona karşılık derecat. Birinci taraf şerr işlemiş, derecat kaybetmiş; eşitlik tamam. Diğer tarafa zarar vermiş ama verdiği zararı, kaybettiği derecelerle ona pozitif derecat kazanılması suretiyle ödemiş. Diğer taraf için de negatif aksiyon, üzücü bir aksiyon ama karşılığında kazanılan derecat, netice gene sıfır. İki tarafta da aksiyona karşılık, fiile karşılık derecat. Eşitlik tamamlanmış. Allahû Tealâ hesabı derhal görmüş ve zulüm gören kişi hayrın, zulüm yapan kişi de şerrin sahibi olmuş. Ve fiille derecat birbirini eşitlemiş, sıfırlamış.

Öyleyse Allahû Tealâ hesabı anında görmüş, bu işi bitirmiş.

SORU:
İnsanlar kendilerine göre üzücü olaylarla karşılaştıkları zaman, ümitsizliğe kapılıp mutsuz oluyorlar. Bunlar arasında yıllardır namaz kılıp oruç tutan, zekât veren insanlar da var. “Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde, Allahû Tealâ’nın buyurduğu aynı surenin 156. ve 157. âyet-i kerimelerinin standartlarına girenler, anlayıp yaşayabilir ve mutluluk kademelerinde yükselir.” diyebilir miyiz?

CEVAP: Bakara-156’da ne vardı?

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.


ellezîne izâ esâbethum musîbetun: Onlara bir musîbet isabet ettiği zaman.
kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne): Derler ki: “Muhakkak ki biz Allah içiniz (Allah için yaratıldık.) ve mutlaka O’na geri döneceğiz. (Mutlaka Allah’a döneceğiz, ulaşacağız.)” dediler.

Bakara-157:

2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).

İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.


ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim: Onların üzerine Rab’lerinden salâvât vardır.
ve rahmetun: Ve rahmet vardır.
ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne): Onlar hidayete ermiş olanlardır.

Öyleyse, burada ne oluyor? İnsanlar, Allahû Tealâ tarafından devamlı deneniyorlar. Devamlı bir denenme var, insanlar için. Ve Allahû Tealâ bütün insanları, senede 2-3 defa imtihan ediyor, sınıyor. Hacc Suresinin 52. âyet-i kerimesinde, bu konuda bir işaret taşıyan bir özellik olacaktı:

22/HACC-52: Ve mâ erselnâ min kablike min resûlin ve lâ nebiyyin illâ izâ temennâ elkaş şeytânu fî umniyyetihî, fe yensehullâhu mâ yulkış şeytânu summe yuhkimullâhu âyâtihî, vallâhu alîmun hakîm(hakîmun).

Senden önce gönderdiğimiz (hiç)bir resûl ve nebî yoktur ki; (bir şey) temenni ettiği (dilediği) zaman şeytan, onun temenni ettiği şeye, (yalan) ilka etmemiş (ulaştırmamış) olsun. Fakat Allah, şeytanın ilka ettiği şeyi nesheder (kaldırır, yok eder). Sonra Allah, âyetlerini muhkem kılar (sağlamlaştırır). Ve Allah, Alîm’dir, Hakîm’dir (ilim ve hikmet sahibidir).


Allahû Tealâ burada diyor ki:

ve mâ erselnâ min kablike min resûlin: Senden önce de resûller gönderdik.
ve lâ nebiyyin: Ve nebîler gönderdik.
illâ izâ temennâ elkaş şeytânu fî umniyyetihî: Onlar bir şey temenni ettikleri zaman, şeytan onların bu temennilerine, bir fitne karıştırmış olmasın.

 

“Ama sonra Allahû Tealâ şeytanın karıştırdığı bu fitneyi alır.” diyor. “Sonra da Allahû Tealâ âyetleriyle onu tahkim eder.” diyor Allahû Tealâ.

Şimdi 53. âyet-i kerimesi, bakıyoruz:

22/HACC-53: Li yec’ale mâ yulkış şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun vel kâsiyeti kulûbuhum, ve innez zâlimîne le fî şikâkın baîd(baîdin).

Kalplerinde maraz (hastalık) olan ve kalpleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka ettiği (ulaştırdığı) şeyi fitne (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zalimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sıratı Mustakîm’den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).


li yec’ale mâ yulkış şeytânu fitneten: Şeytanın ilka ettiği şeyi, fitne (imtihan) yapmak için.” diyor Allahû Tealâ.

“Kalplerinde maraz olanlar için ve kalpleri kasiyet bağlamış olanlar için.”

Bütün insanlar için fitne, her zaman Allahû Tealâ tarafından, şeytanın oluşturmasına müsaade edilen bir musîbettir. Ve her zaman insanlar, bu tarzdaki imtihanlara tâbî tutulabilirler. Ama ne zamanki insanlar derlerse ki, kendilerine bu musîbet isabet ettiği zaman, imtihana tâbî tutuldukları zaman: “Biz muhakkak ki Allah için yaratıldık. Mutlaka O’na döneceğiz.” İşte o insanlar, Allah’ın indinde kurtuluşa ulaşanlardır. Ve bu insanlar, hidayete erecek olanlardır. Allahû Tealâ açıkça söylüyor: “Hidayete erecek olanlar, sadece onlardır.” diyor. “Biz Allah için yaratıldık. Mutlaka Allah’a ulaşacağız diyenlerdir, hidayete erecek olanlar.” diyor Allahû Tealâ. Allah razı olsun.

SORU:
Âmentû şerhinde belirtilen resûl kelimesiyle, bazı insanların anladığı gibi yalnızca nebî resûller mi kastedilmektedir?

CEVAP:
Neydi? Âmentû şerhi, biliyorsunuz ki eksik bir şerh. Tamamlayarak söyleyelim:

1- Allah’a inanmak.
2- Allah’ın meleklerine inanmak.
3- Kitaplarına inanmak.
4- Resûllerine inanmak.
5- Ba’sü ba’de’l-mevt’e, ölümden sonra hayata getirilmeye inanmak.
6- Hayrın Allah’tan, şerrin nefsimizden olduğuna inanmak.
7- Ruhun ölmeden evvel Allah’a geri dönmesi lâzımgeldiğine inanmak.

Şimdi, bunlardan “Allah’ın resûllerine inanmak” diye, Allahû Tealâ bir işaret koymuş. Neden “nebîlerine” dememiş? Çünkü nebîler, her zaman yaşamıyor. Nebîlerin yaşadığı devirler arasında fetret devirleri var. Bir nebî yaşamış, Hz. İsa’dan 2000 yıl evvel; Hz. Musa. Ondan 2000 yıl sonra Hz. İsa yaşıyor. Ondan 600 sene sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V) yaşıyor. Birinde 2000 senelik bir boşluk, birinde 600 senelik bir boşluk var. Ama o devirlerin hepsinde, bütün kavimlerde Allah’ın Resûl’leri yaşıyordu. Onun için Allahû Tealâ devamlılık koyuyor âyetlerine. Devamlılık olunca da bütün kavimlerdeki resûller giriyor konunun içine. Peygamberlerin olmadığı devirleri de kaplayan, bir huzur namazının imamı, mutlaka o resûllerden birinin Allahû Tealâ tarafından seçilmesiyle görevini almıştır.

Öyleyse, söz konusu olan Âmentû şerhindeki resûl, sadece nebî değildir, olması da zaten mümkün değildir. Çünkü o zaman nebîlerin dışındaki resûllere inanmayı, Allahû Tealâ şerhine almamış olacaktı. Tabiî böyle bir şey mümkün değil.

SORU:
Allah ve resûle îmân, aynı zamanda itaat anlamına gelir mi? Eğer itaat anlamına gelirse, Âmentû şerhinde yalnızca nebî resûller kastedilmiş olsaydı, nebî resûllerin olmadığı bugünde insanlar, hangi resûle itaat edecekti?

CEVAP: Elbette. Allahû Tealâ diyor ki, Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesinde ve aynı zamanda Nisâ Suresinin 64. âyet-i kerimesinde:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).

Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).


4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).

Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.


“Biz resûllerimizi, kendisine itaat edilsin diye göndeririz.” diyor. “Biz resûllerimizi, kendisine itaat edilsin diye göndeririz.” Öyleyse, açık bir şekilde:

“Habibim!” diyor Fetih-10’da da: “Sana biat etmek, Allah’a biat etmek demektir.” Biat eden kişi ise, itaat edeceğine dair söz veren insandır. Nitekim Mumtehine Suresinin 12. âyet-i kerimesinde:


60/MUMTEHİNE-12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyi'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrikne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfirlehunnallâh(vestagfirlehunnallâhe) innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Ey nebî (peygamber)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).


“Sen, hanımlardan sana itaat edeceklerine dair söz almak suretiyle, o mü’min hanımları, onların tâbiiyetini de kabul et. Onları da biat ettir, aynı standartlarda.” diyor.

Öyleyse, Allah’a ve Resûl’üne îmân, aynı zamanda Allah’a ve Resûl’üne itaat mânâsına da gelir. Allahû Tealâ böyle olduğunu kesin bir şekilde ifade buyurmuş.

“Eğer itaat anlamına gelirse, Âmentû şerhinde yalnızca nebî resûller kastedilmiş olsaydı, nebî resûllerin olmadığı bugünde insanlar, hangi resûle itaat edecekti?”
diye soruyor.

Yani o zaman bugün de, nebîlerin yaşamadığı hiçbir devirde de resûl olmazdı. O zaman da itaat olmazdı. “O zaman Allahû Tealâ’nın emirlerini gerçekleştirmek üzere, hiç kimsenin yaşamadığı bir ortam var demektir.” demek istiyor kardeşimiz. Aslında buradaki ifade, Allahû Tealâ’nın dizaynında çok açık bir şekilde ortada. Olay ne? Bütün devirlerdeki, bütün kavimlerdeki resûller, Allah’ın Âmentû şerhindeki resûlleridir. Bunlardan sadece bir tanesi, her devirde huzur namazının imamlığını yapar. Eğer nebî varsa, hayattaysa, mutlaka huzur namazının imamlığını o nebî deruhte eder. Ama yoksa bütün kavimlerdeki resûllerden birisini Allah, huzur namazının imamlığıyla vazifelendirir. Bütün vazifeler, bütün devirlerde yapılır. “Eğer nebî resûller kastedilmiş olsaydı, nebî resûlün olmadığı devirde itaat edilecek olan bir resûl kalmamış oluyor. Bu da bir büyük mantıksızlık olurdu.” diyor, demiş oluyor kardeşimiz, dolaylı olarak. Allah razı olsun.

SORU:
Hucûrat Suresinin 15. âyet-i kerimesinde, Allah ve resûle îmân edenlerin, mü’minler olduğu belirtilmektedir. Bu resûllerin hangi resûller olduğunu açıklar mısınız?

Mürşide tâbî olmak isteyen kişinin Hucurât Suresinin 15. âyet-i kerimesinde belirtildiği üzere, sonradan mürşidlerinden şüpheye düşmemeleri için, yapmaları gereken hususları izah eder misiniz?

Hucurât Suresinin 14. âyet-i kerimesinde, Allahû Tealâ; Arapların mü’min olmadıklarını çünkü kalplerine îmânın girmediğini belirtiyor. Kalbe îmânın girmesinin nasıl oluştuğunu açıklar mısınız?

CEVAP: Hucurât-14’ten başlayalım:

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”


kâletil a’râbu âmennâ: Araplar dediler ki: Biz de mü’min olduk.
kul lem tu’minû: De ki: Hayır, mü’min olmadınız.
ve lâkin kûlû: Ve lâkin deyin ki.
eslemnâ: İslâm olduk (İslam’a girdik).
ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum: Çünkü kalplerinizin içine îmân girmedi.
mâ yedhulil îmânu: (Kalplerinizin içine) îmân girmedi.
fî kulûbikum: Kalplerinizin içine.
ve in tutîullâhe ve resûlehu: Ve Allah’a ve resûle itaat ederseniz.
lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en): Amellerinizden bir şey eksilmez.
innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun): Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.

Hucurât-14.

Hucurât-15’te ne diyor Allahû Tealâ?

49/HUCURÂT-15: İnnemel mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî summe lem yertâbû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh(sebîlillâhi), ulâike humus sâdikûn(sâdikûne).

Mü’minler ancak onlardır ki, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne îmân ettiler. Sonra da şüpheye düşmediler. Ve malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, onlar sadıklardır.


innemel mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî: Onlar mü’minlerdir ki, Allah’a âmenû olurlar ve O’nun Resûl’üne îmân ederler.
summe lem yertâbû: Sonra da îmânlarında eksilme olmaz (şüpheye düşmezler).
ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim: Mallarıyla ve nefsleriyle (canlarıyla) cihat ederler.
fî sebîlillâh(sebîlillâhi): Allah’ın yolunda.
ulâike humus sâdikûn(sâdikûne): Onlar sâdıklardır.

“Mürşide tâbî olmak isteyen kişinin Hucurât Suresinin 15. âyet-i kerimesinde belirtildiği üzere, sonradan mürşidlerinden şüpheye düşmemeleri için, yapmaları gereken hususları izah eder misiniz?” diyor.


“Hucurât Suresinin 15. âyet-i kerimesinde, Allah ve Resûl’e îmân edenlerin, mü’minler olduğu belirtilmektedir. Bu resûllerin hangi resûller olduğunu açıklar mısınız?” diyor. 

“Allah ve Resûl’leri.” dememiş Allahû Tealâ. “Allah’a ve O’nun Resûl’üne.” diyor, “Resûllerine.” demiyor burada. “Resûl’üne.” dediğine göre, sadece bir resûlden bahsediyor; o huzur namazının imamı olan resûldür.

Kardeşimizin, A şıkkındaki sualinin cevabı: Hucurât Suresinin 15. âyet-i kerimesindeki: “O kimselerdir ki Allah’a ve Resûl’üne (resûllerine değil) Resûl’üne itaat ederler, îmân ederler.” Öyleyse onlar; o devrin imamına îmân edenlerdir. Devrin imamından bahsediyor. Aslında bu resûllerin değil, bu resûlün hangi resûl olduğunu, “Resûller” demiyor Allahû Tealâ, tekil kullanıyor. Bu resûlün hangi resûl olduğunu sorması lâzım kardeşimizin. Bu resûl, devrin imamıdır.

B şıkkı var 3. sualin: “Mürşide tâbî olmak isteyen kişinin Hucurât-15’te belirtildiği üzere, sonradan mürşidlerinden şüpheye düşmemeleri için, yapmaları gereken hususları izah eder misiniz?” diyor kardeşimiz.

Ne yazık ki bu, yola girenlerin elinde olan bir şey değildir. Şeytan biliyor ki, o insanlar, Allahû Tealâ onları vuslata erdirinceye kadar, ruhlarını Allah’a ulaştırıncaya kadar, şeytan biliyor ki; o insanlara hiçbir şey yapamaz. Tesir etmesi mümkün değildir. Kim Allah’a ulaşmayı dilemişse, Allah gerçekten Kendisine ulaşmayı dileyen herkesi, mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. Onların hiçbirine, onlar vuslata ulaşıncaya kadar, iblisin bir tesir yapması mümkün değildir. Tesir; vuslattan sonraki bir merhalede, iblis tarafından gerçekleştirmeye çalışılır. Ve iblis vuslata ulaşanlara, şiddetle asılmaya başlar. Onları Allah’ın yolundan saptırabilmek için, bütün hilekârlığını kullanır. Bütün gayretiyle onları Allah’ın yoluna ulaşmışken, hidayete ermişken hidayetten düşürmeye çalışır.

Öyleyse, insanların sonradan mürşidlerinden şüpheye düşmemeleri, vuslattan sonra, Allah’ın evliyası olduktan sonra, mürşidlerinden şüpheye düşmemeleri ve dalâlete ve fıska düşmemeleri için sağlam bir îmânın sahibi olmaları lâzım. Ve zayıf îmânlı olan insanlar, vuslata ulaşsalar da düşmeleri ihtimali, tabiî çok daha güçlüdür. Çünkü Allahû Tealâ onları zorluklarla sınayacaktır. Belki bir cihada girmeleri söz konusudur. O zaman onlar, ne mallarıyla ne canlarıyla Allah yolunda cihad etmek istemeyeceklerdir. Burada bir ölçü veriyor Allahû Tealâ Hucurât-15’te: “Mallarıyla ve canlarıyla Allah’ın yolunda cihad etmek.”

Öyleyse, Hucurât-14’te kalplerine îmân yazılmadığı halde, Allah’a inanıyor diye kendilerini mü’min zannedenler, 15. âyet-i kerimedekilerin, dışında kalanlardır. Arapların hepsi diyorlar: “Biz de mü’min olduk.” Aynı işlemleri yapmışlar ama kalplerine Allah îmânı yazmamış. Yani Allah’a ulaşmayı, aslında dilememişler.

Allah’a ulaşmayı dileyenlerden, sonradan şüpheye düşmeyenler, şüpheye düşmeyecek olanlar; onlar sağlam bir dizaynın içindedirler. Şüpheye düşmemeleri için, insanların yapabileceği fazla bir şey yok. Îmân etmek veya îmân etmemek, insanın elinde değildir. Îmân sahibi olan kişi, irşad makamına karşı güven duyan insandır. Ve bu güvenin dizaynına dikkatle bakın, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.

Mü’min olmak, evvelâ Allah’a ulaşmayı dilemekten başlar. Kişi Allah’a ulaşmayı dilemiş mi? Dilemişse Allahû Tealâ mutlaka o kişiyi mü’min yapacaktır. Mutlaka ruhunu Allah’a ulaştıracaktır. Ama o kişi gelecek imtihanlarda, mutlaka esas kimliğini ortaya koyacaktır. O kişinin iç dünyasındaki bir dizayndır. Kişi, “Ben mü’min oldum.” demekle mü’min olmadığı gibi, “Ben şüphe etmeyeceğim.” demekle şüphe etmemesi de mümkün değildir. Kalbindeki, irşad makamına karşı, îmânın kökleşmesi asıldır. Allah’a karşı, Allah’a ulaşacağına dair olan mutlak îmânının köklü bir şekilde yerleşmesi söz konusudur. Böyle insanlara vuslattan sonra iblis tesir edemez. Zaten vuslattan sonra iblisin tesir edebildiği insanlar, 1000’de rakamıyla gösterilen az sayıda insandır. Yani vuslattan sonra şirke düşen, vuslattan sonra dalâlete düşen, vuslattan sonra fıska düşen -hepsi aynı standarttır- insanlar, zayıf îmânlı olanlardır. Allah razı olsun.

3. suali: “Hucurât Suresinin 14. âyet-i kerimesinde, Allahû Tealâ; Arapların mü’min olmadıklarını çünkü kalplerine îmânın girmediğini belirtiyor. Kalbe îmânın girmesinin nasıl oluştuğunu açıklar mısınız?” diyor.

Biraz evvel Hucurât-14’ü okuduk. Mürşidlere ulaşıp da önünde diz çöküp tövbe eden, el öpen iki grup insan vardır. İnsanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştur.

1. grup: Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Allahû Tealâ tarafından zaten seçilmiştir. Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Allah ona 10 tane ihsan vermiştir. Bu 10 ihsanla mürşidine ulaşmıştır. Ve mürşidin önünde tövbe etmiştir. 10 tane ihsanla ona ulaşan kişi, bu noktada sağlam bir îmânla ulaşmıştır mürşidine, 10 tane ihsanla tâbî olmuştur. Bunun üzerine Allahû Tealâ devrin imamının ruhunu, onun başının üzerine göndermiştir. Kalbinin mührünü açmıştır, kalbinin içindeki küfür kelimesini almıştır. Kalbinin içine îmânı yazmıştır. Bu bir gerçek mü’mindir. Kalbinin içine îmân yazılmış olan bir mü’min.

Öbür taraftan Allah’a ulaşmayı dilememiş olan başka birisine de demişler ki: “Mürşidine ulaşmazsan, gideceğin yer cehennemdir. Onun için sen git, kendine bir mürşid bul. Hemen tâbî ol ve cennetini garanti et.”  Bu zavallı da bunun doğru olduğunu zannetmiş. Ve gitmiş, bir mürşide tâbî olmuş. Cennete gideceğini zannediyor. Ama Allah’a ulaşmayı dilememiş. Allah, onun kulağındaki vakrayı almamış. Baş gözündeki hicab-ı mestureyi almamış. Kalbindeki ekinneti almamış, yerine ihbat koymamış. Kalbine ulaşmamış, kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmemiş. Göğsünden kalbine nur yolunu açmamış. Onu huşûya ulaştırmamış. Ona mürşidini de göstermemiş. Bu kişi bunların hiçbiri olmaksızın, 10 tane ihsanı almadan, gitmiş bir mürşide tâbî olmuş. Tâbî olmuş mu? Hayır. Tâbî olduğunu zannetmiş sadece. Hiçbir işlem tahakkuk etmemiş. Ne Allahû Tealâ başının üzerine devrin imamının ruhunu göndermiş. Ne onun kalbinin mührünü açmış. Ne kalbindeki küfür kelimesini almış. Ne de îmân kelimesini kalbine yazmış. Hiçbirisi gerçekleşmemiş. Bu kişinin kalbinde gene küfür yazıyor.

Öyleyse, bu kişinin tâbiiyeti, hiçbir hüküm ifade etmez, sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Bu kişi, kalbinde küfür kelimesiyle kalır. Öyleyse, nasıl olacaktı? Allahû Tealâ demin söylediğimiz işlemleri gerçekleştirecekti. Ondan sonra o kişi, mürşidine 10 tane ihsanla ulaşacaktı. Tâbî olacaktı. Tâbî olmasının hemen arkasından, Allahû Tealâ o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhunu gönderecekti. Sonra o kişinin kalbinin mührünü açacaktı. Kalbinin içindeki küfür kelimesini alacaktı. Kalbinin içine îmânı yazacaktı. Ve böylece bir muhteva kazanacaktı olay. Kişinin kalbinin içine îmân yazıldığı için, o kişi mü’min olacaktı. Ondan sonra da Allahû Tealâ onun bütün günahlarını sevaba çevirecekti. Sonra ruhunu Allah’a doğru yola çıkaracaktı. Nefsini tezkiyeye başlatacaktı. Fizik vücudunu şeytana kul olmaktan kurtarmaya ve Allah’a kul etmeye başlatacaktı Allahû Tealâ. Bütün bunlar birbirinin arkasından gelen, Allah’ın yardımları olacaktı. Böyle bir insan mü’min olmak şerefine ermiştir.

Ama bunun dışındaki, hiçbir Allahû Tealâ’dan ihsan almadan, gidip herhangi bir mürşide tâbî olan hiç kimsenin bu standartlar, üzerinde oluşmaz. O kişi mü’min de olamaz.

SORU:
Hucûrat-14’le Mucâdele-22’nin îmân sahibi olmanın tarifi açısından benzerlik arz ettiğini söyleyebilir miyiz?

CEVAP:
Hucurât-14’te Allahû Tealâ mü’min olmanın temel şartlarını vermiş. Kalbine îmânın nasıl girdiğini anlatıyor.

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”


Hucurât-14’te Allahû Tealâ’nın bunları söylemesi söz konusu. Mucâdele-22’de de Allahû Tealâ diyor ki:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


“Onların üzerine katımızdan ruh göndeririz. Ve onların kalplerinin içine îmânı yazarız.” diyor.

Öyleyse Mucâdele-22’ye bakalım. Bunu söylüyor Allahû Tealâ: “Onların üzerine katımızdan ruh göndeririz (devrin imamının ruhunu göndeririz), başının üzerine. Ve onların kalplerinin içine îmânı yazarız.” diyor. Ve Allahû Tealâ: “Kalplerinin içine îmân girmedi.” demekle Hucurât-14’te de, Allah’ın kalbinin içine îmânı yazmadığını söylemiş oluyor. Kalbin içinde gene küfür kelimesi var olduğu için, kişi mü’min olamaz.

Öyleyse Hucurât-14 ile, söz konusu olan Mucâdele-22’nin, bir benzer tarafı olduğu kesinlik kazanıyor. Mucâdele-22’de; kalplerin içine îmânın yazıldığını, Hucurât-14’te ise, kalbinin içine îmânın girmediğini söylüyor. Birbirinin tersi işlemler ama birinde girme fiili kullanmış Allahû Tealâ, birinde yazma işlemi kullanmış. Allahû Tealâ’nın yazması, kalbin içine îmânın girdiğini, yazmaması da kalbin içine îmânın girmediğini ifade ediyor. Allah razı olsun.

SORU:
Hucûrat-15’te belirtilen mal ve nefs ile sebîlillah üzerinde yapılan cihadın, nasıl olması gerektiğini izah eder misiniz?

CEVAP:

49/HUCURÂT-15: İnnemel mû’minûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî summe lem yertâbû ve câhedû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh(sebîlillâhi), ulâike humus sâdikûn(sâdikûne).

Mü’minler ancak onlardır ki, Allah’a ve O’nun Resûlü’ne îmân ettiler. Sonra da şüpheye düşmediler. Ve malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, onlar sadıklardır.


Peygamber Efendimiz (S.A.V), savaş olduğu zaman müracaat ediyor sahâbeye: “Para verin. Silah alacağız, savaşa gireceğiz.” diyor. Herkes gönlünce para veriyor, silahlar alınıyor. Sahâbenin bir kısmı cihada giriyor. Para verenler de birbirlerinden farklı değerler veriyorlar.

Öyleyse ne zaman bir negatif olayla karşılaşırsanız, o zaman Allah’a karşı hangi seviyede olduğunuzu, hem siz öğrenirsiniz hem de herkes öğrenir. Allah’ın yolunda musîbetin mahiyeti ne olursa olsun, ona cesaretle göğüs germek lâzım. Allah’ın yolunda cezalandırılabilirsiniz. Hiçbir suçunuz olmadığı halde sizi yakalayıp, beraat etmenize rağmen, sonunda beraat edeceğinize rağmen, sizi yakalayıp 90 gün tutuklu kılarlar. Yaparlar mı? Yaparlar. Bunlara aldırmamak mecburiyetindesiniz. Allah’ın dostlarına karşı bütün devirlerde, her türlü zulüm yapılmıştır. Gene yapılmaya devam ediliyor. Edecektir. Bu, eşyanın tabiatına uygun bir çözümdür. Çünkü o insanların kalplerinde zulüm var ve zulmedeceklerdir.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım. Bütün sahâbe, Allah yolunda cihad etmek üzere harekete geçiyor. Ama sahâbe harekete geçiyor. Sahâbenin içindeki münâfıklar, onlar da sahâbe görüntüsünde ama o gün, münâfık oldukları anlaşılıyor. Savaşa gitmek istemiyorlar. Ve Uhud’da birtakım kişiler ölünce diyorlar ki:

3/ÂLİ İMRÂN-156: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekûnû kellezîne keferû ve kâlû li ıhvânihim izâ darabû fîl ardı ev kânû guzzen lev kânû indenâ mâ mâtû ve mâ kutilû, li yec’alallâhu zâlike hasreten fî kulûbihim vallâhu yuhyî ve yumît(yumîtu), vallâhu bi mâ ta’melûne basîr(basîrun).

Ey âmenû olanlar! Siz, yeryüzünde sefere çıkmış veya gâzi olan (savaşa katılan) kardeşleri için "Eğer bizim yanımızda olsaydılar ölmezler ve öldürülmezlerdi." diyen kâfirler gibi olmayın! Allah, bunu onların kalplerinde bir hasret (pişmanlık) kılmak için yaptı. Ve Allah yaşatır ve öldürür. Ve Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.


“Kardeşlerimiz Uhud savaşına katılmasalardı, ölmeyeceklerdi.” Allahû Tealâ da cevap olarak diyor ki: “Hayır! Onlar o gün sürüklene, sürüklene öldükleri yere götürüleceklerdi. Ve aynı dakikada emanetleri alınacaktı.” Yani evinizde de olsanız, savaşta da olsanız, eceliniz geldiyse ölürsünüz. Gelmediyse, vaktiniz dolmadıysa, ölmezsiniz. Öyleyse Allah yolunda cihad etmek asıldır. Allah razı olsun.

SORU:
Muhterem Efendimiz, günümüzde sizin bütün insanlığa yapmış olduğunuz açıklamalar ve bizlerin sizden almış olduklarımızla, yapmış olduğumuz açıklamalar, dîn öğretisinde mevkii sahibi birçok fıkıh âlimi tarafından, sanki Kur’ân-ı Kerim’in dışında bir şeylermiş gibi, dîne sonradan sokuşturulmuş ilâvelermiş gibi anlatılmaya çalışılmakta. Buna örnek olarak da Mâide Suresinin 3. âyet-i kerimesi verilerek, dînin 14 asır önce tamamlandığı ifade edilmekte. Bu konudaki açıklamalarınızı diliyorum.

CEVAP
: “Günümüzde sizin bütün insanlığa yapmış olduğunuz açıklamalar ve bizlerin sizden almış olduklarımızla yapmış olduğumuz açıklamalar, dîn öğretisinde mevkii sahibi birçok fıkıh âlimi tarafından, sanki Kur’ân-ı Kerim’in dışında bir şeylermiş gibi, dîne sonradan sokuşturulmuş ilâvelermiş gibi anlatılmaya çalışılmakta.”

Desenize meşhur olmuşuz, sevgili kardeşlerim. Gerçekten Türkiye’den bu taraflara kimler gelirse, bizi tanımayan hiç kimse yok. Hayret! Allah, Allah!

“Buna örnek olarak da Mâide Suresinin 3. âyet-i kerimesi verilerek, dînin 14 asır önce tamamlandığı ifade edilmekte. Bu konudaki açıklamalarınızı diliyorum.”
diyor kardeşimiz.

Sevgili kardeşlerim; hadi gelin Mâide Suresinin 3. âyet-i kerimesine bakalım:

5/MÂİDE-3: Hurrimet aleykumul meytetu ved demu ve lahmul hınzîri ve mâ uhılle li gayrillâhi bihî vel munhanikatu vel mevkûzetu vel mutereddiyetu ven natîhatu ve mâ ekeles sebuu illâ mâ zekkeytum ve mâ zubiha alân nusubi ve en testaksimû bil ezlâm(ezlâmi), zâlikum fisk(fiskun), el yevme yeisellezîne keferû min dînikum fe lâ tahşevhum vahşevni, el yevme ekmeltu lekum dînekum ve etmemtu aleykum ni’metî ve radîtu lekumul islâme dînâ(dînen) fe menidturra fî mahmasatin gayra mutecânifin li ismin fe innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Ölmüş hayvan, kan, domuz eti ve Allah’tan başkasının adına boğazlanan (kesilen), boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak veya boynuzlanarak ölen ve de yırtıcı hayvan tarafından parçalanıp yenen hayvan (ölmeden kesilmesi hariç) ve putlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılındı. İşte bunlar fısktır. Bugün kâfirler sizi dîninizden döndüremedikleri için yeise kapıldılar. Artık onlardan korkmayın, Ben'den korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için dîn olarak İslâm’dan razı oldum. Artık kim açlık tehlikesiyle, günaha meyl etmeksizin zarurette (yemek zorunda) kalırsa, muhakkak ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.


“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti ve Allah’tan başkasının adına boğazlanan, boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak veya boynuzlanarak ölen ve de yırtıcı hayvan tarafından parçalanıp yenen hayvan (Burada bir parantez açılmış: Ölmeden kesilmesi hariç.) ve putlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız, size haram kılındı. İşte bunlar fısktır. Bugün kâfirler, sizi dîninizden döndüremedikleri için yeise kapıldılar.”

Konumuzla alâkalı kısım buradan başlıyor: “Bugün kâfirler, sizi dîninizden döndüremedikleri için yeise kapıldılar. Artık onlardan korkmayın, Ben’den korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Ve üzerinizdeki ni’metimi tamamladım. Sizin için dîn olarak İslâm’dan razı oldum. Artık kim açlık tehlikesiyle, günaha meyl etmeksizin zarurette kalırsa, (yani ölüm tehlikesiyle, açlıktan ölmek üzere olursa, zaruret halinde.) şüphesiz ki Allah Gafûr ve Rahîm’dir. Allah onları affedecektir.”

Şimdi konumuzla alâkalı kısmı bir defa daha okuyalım Türkçe’sini: “Bugün kâfirler, sizi dîninizden döndüremedikleri için yeise kapıldılar. Artık onlardan korkmayın, Ben’den korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim (dîninizi olgunlaştırdım, sonuçlandırdım). Ve üzerinizdeki ni’metimi tamamladım.” Hem Kur’ân tamamlandı hem de Peygamber Efendimiz (S.A.V), o Kur’ân’ın sahibi olarak ekmel bir peygamber olarak vazifeli. “Sizin için dîn olarak İslâm’dan razı oldum.” diyor, yani “Hz. İbrâhîm’in hanif dîninden razı oldum.” diyor Allahû Tealâ.

Şimdi bu âyet-i kerimeyle diyorlar: “Sizin için dîn olarak İslâm’dan razı oldum. Bugün dîninizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki ni’metimi tamamladım. Dîninizi tamamladım.” diyor Allahû Tealâ, “Ni’metimi tamamladım.”

Kur’ân’ı Kerim’i tamamlamış, Peygamber Efendimiz (S.A.V) dînini ikmal edilmiş bir peygamber olarak ortada. Ve bu durumda diyorlar ki: “Bu Mâide Suresinin 3. âyet-i kerimesi gereğince 14 asır önce dîn tamamlanmış.” diyorlar. “Siz neler söylüyorsunuz?” diyorlar.

Sevgili kardeşlerim, aslında ne kadar güzel değil mi söyledikleri? 14 asır önce dîn tamamlanmış. Onlar Allah’ın tamamladığı dîni, keyiflerince, diledikleri istikamette değiştirmişler.

Allahû Tealâ diyor ki: “Allah’a ulaşmayı dileyin. Eğer dilemezseniz, gideceğiniz yer cehennemdir.” Şimdi mi söylüyor bunları? 14 asır evvel söylüyor. Onların da kabul ettikleri gibi, dînin tamamlandığı zaman söylüyor. Peki, ne olmuş 14 asır sonra? Onlar diyorlar ki: “Hayır, böyle bir şey yok.” Biz de diyoruz ki: “14 asır evvel tamamlanan dînde, Allah’a ulaşmayı dilemek farzdı. Bütün sahâbe ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’a ulaşmayı dilediler.”

Var mı bunun başka bir izah tarzı? Bir zamanlar eski bir Cumhurbaşkanı böyle söylerdi. Espri olsun diye söyledim.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler! 14 asır evvel tamamlanmış olan dînde, bütün sahâbeyle beraber Peygamber Efendimiz (S.A.V), ekmel olan, kemâl bulmuş olan, tamamlanmış olan Kur’ân’ın emrine itaat ederek hepsi Allah’a ulaşmayı dilediler. 14 asır sonra, bu bize bunları söyleyenler, 3. âyet-i kerimesine göre Mâide Suresinin: “Dîn “14 asır evvel tamamlanmıştır. Siz ne söylüyorsunuz?” diyenlere cevabımız: “Biz 14 asır evvel Allah’ın tamamlandığı Kur’ân-ı Kerim’in, o günkü haline neden dönmüyorsunuz?” diye size soranlarız. Demek ki biz yeni bir şey çıkarmamışız. Siz, var olanları yok etmişsiniz! Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’inde; “Allah’a ulaşmayı dilemek farzdır.” diyor Allahû Tealâ. Bütün sahâbenin de Allah’a ulaşmayı dilediği kesin.

Madde-1: Bütün sahâbe kâinatın en büyük mürşidine ulaşıp tâbî oluyor. Allahû Tealâ’nın tövbe emri gereğince. Allah’a ulaşmayı dilemişler. Allahû Tealâ hepsine 10 tane ihsan vermiş. Hepsi de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlar.

Allahû Tealâ tâbî olmayı farz kılmış mı? Hamd olsun ki bu konuda hiçbirisi itiraz edemiyor. Bütün sahâbenin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olduğu kesin. İtirazları yok ona. Ama ne diyorlar? “O, peygamberdi. O’na tabiî, tâbî olunacaktı. Ama O’ndan sonra tâbiiyet müessesesi kalktı. Son peygamberdi. Tâbiiyet sadece O’naydı.”

14 asır evvel Allahû Tealâ tâbiiyeti şart kılıyor. Bütün sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oluyor. Farzın gereğini yerine getiriyorlar. Şimdi bu, bize bunları söyleyenler, yani “14 asır evvel dîn tamamlanmış. Sen neler söylüyorsun? Dînin hükmü bize ait. Biz dîni istediğimiz gibi söyleriz.” diyen insanlar. Sanki kendileri Allahû Tealâ’nın 14 asır evvel indirdiği dînin, o Kur’ân’daki çerçevesini bize çiziyorlarmış gibi, sanki doğruyu onlar söylüyormuş gibi tavır alıyorlar.

Şimdi soruyoruz onlara: Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldu mu? “Hayır.” diyebilen birisi var mı acaba içlerinde? Yok. Çünkü Allahû Tealâ tâbiiyeti emrediyor.

2. sualimiz: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber, tâbiiyetinin bittiğini iddia eden bu fıkıh âlimleri, bize cevap verebilirler mi acaba? Sahâbeden sonra, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra, Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Osman’a, Hz. Ali’ye tâbî oldu mu sahâbe? “Olmadı.” diyebilirler mi? Peki, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesine göre, tâbiîn sahâbeye tâbî oldu mu? “Olmadı.” diyebilirler mi?

Öyleyse, bu ikinci safhada da Allah’ın söyledikleri var. Ve sizler onu değiştirmişsiniz. Ve Biz sizlere hatırlatıyoruz ki: “Kur’ân-ı Kerim’i değiştiremezsiniz.” diyoruz. Allahû Tealâ tâbiiyeti farz kılmış. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olunmuş, ondan sonra 4 halifeye tâbî olunmuş. Ondan sonra da sahâbeye tâbî olunmuş. Açın bakalım Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi ne söylüyor? Ne diyor Allahû Tealâ orada?

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

“O sabikûn-el evvelîn var ya; onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi, bir de onlara ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor Allahû Tealâ. Sahâbeye, şster ensar olsun ister muhacirîn, sahâbeye tâbî olunduğu kesinlik kazanıyor.

Öyleyse biz mi değiştiriyoruz Kur’ân-ı Kerim’i? Kur’ân-ı Kerim tamamlanmış da ona yeni bir şeyler mi ilâve ediyoruz? Yoksa siz Kur’ân-ı Kerim’den bir şeyleri çekip çıkarmışsınız da, biz onları o asla uygun şekilde yerli yerine yerleştirmeye mi çalışıyoruz? Hangisi doğru dersiniz? Bu konuya ciddi bir cevap istiyoruz. Demek ki, biz ne söylüyorsak bugün, 14 asır evvel Kur’ân’ın amir hükümleri çevresinde bütün sahâbe, bizim söylediklerimizi gerçekleştirmişler. Ve sizler bugün onları gerçekleştirmiyorsunuz. Öyleyse elbette söyleyeceğiz. Kur’ân’ın temel hükümlerini, sizler yok etmişsiniz. Asırlardan beri bir yok etme sistemi, bugün Kur’ân’ın temel hükümlerinin 7 safhasını da yok etmiş ve siz buna “Evet.” diyorsunuz.

Öyleyse sadece 2 safhasını söyledik. 14 asır evvel Allahû Tealâ bunları farz kıldı. Bütün sahâbe de gerçekleştirdi. Hepsi Allah’a ulaşmayı dilediler. Hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldu. Hepsi ruhunu Allah’a ulaştırdı. 3. safha; ruhu Allah’a ulaştırmak.

Bütün sahâbe hidayete erdi mi? Ruhlarını Allah’a ulaştırdılar mı? Kesin. Öyleyse ne diyor bakalım Zumer Suresinin 27 ve 28. âyetleri?

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


Diyor ki Allahû Tealâ:

“Onlar (sahâbe) var ya, onlar şeytana kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, yakayı kurtardılar) ve Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaştılar). Kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ.

Allah’a ulaşmışlar. Bütün sahâbe Allah’ın kulu olmuşlar ki, “Kullarımı müjdele.” diyor. Nasıl? Şeytana kul olmaktan içtinap etmişler ve Allah’a kul olmuşlar. Allah’a yönelmişler, ulaşmışlar. Ondan sonra da gene, Allah’a ulaştıklarını bir defa daha söylüyor:

 

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

“Onlar sözü dinlerler. Sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onların hepsi hidayete erdiler. Hepsi ruhlarını Allah’a ulaştırdılar ve ulûl’elbâb oldular.” diyor Allahû Tealâ. Daimî zikrin sahibi de oldular.

Ne görüyoruz? Bütün sahâbe, ruhlarını Allah’a ulaştırmış. Güzel. Öyleyse şimdi bir adım geriye gelelim. Kimler ruhlarını Allah’a ulaştırır? Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler. Öyle mi? Gelin beraber bakalım âyetlere: Ra’d-20, 21, 22:

13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).

Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.


ellezîne yûfûne bi ahdillâhi: Onlar Allah ile olan ahdlerini ifa ettiler.
ve lâ yenkudûnel misâk(misâka): Ve misaklerini bozmazlar.

13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).

Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.


vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah’a ulaştırdılar.

Ne yapmışlar, ne yapmışlar? Misaklerini gerçekleştirmişler. Ruhlarını ölmeden evvel Allah’a teslim etmişler, ulaştırmışlar.

ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi): Ve kötü hesaptan korkarlar. (Günahlarının sevaplarından fazla olmasından yani Allah’a ulaşmayı dilememekten korkarlar.)
ve yahşevne rabbehum: “Ve Rab’lerine karşı huşû sahibi oldular.” diyor.

13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).

Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.


vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Ve onlar sabırla Allah’ın Zat’ını (Allah’ın Zat’ına ulaşmayı) dileyenlerdir.

Kimmiş ruhlarını Allah’a ulaştıranlar? Allah’a ulaşmayı dileyenlermiş. Biraz evvel ispat ettik mi? Sahâbe ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Şimdi de ispat ediyoruz ki, ruhlarını Allah’a ulaştıranlar, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir.

Öyleyse 1. safha: Bütün sahâbe gerçekleştirmiş, Allah’a ulaşmayı dilemişler.

Efendiler! Sizlere sesleniyorum. Şu bize “Dîne yeni bir şeyler sokuşturuyor.” gibi laflar edenler, sizlere sesleniyorum! Allahû Tealâ bunu farz kılmış mı, Allah’a ulaşmayı dilemeyi? Kılmış. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiş mi? Dilemiş. Bugün sizin hükümferma olduğunuz bu dîn piyasasında, siz Allah’a ulaşmayı diliyor musunuz? Hayır, dilemiyorsunuz! Bizim Allah’a ulaşmayı dilememizi de dîne sokuşturulmuş olan yeni bir şeyler olarak lanse ediyorsunuz herkese ve yalan söylüyorsunuz!

Öyleyse 14 asır sonra sizin dînden adım adım kopardığınız her şeyi, Biz 14 asır evvelki haline getirmekle vazifeli olanız. Bunlardan bir tanesi sadece bu: Allah’a ulaşmayı dilemek. Biz ve bize tâbî olanlar; biz Allah’a ulaşmayı diliyoruz. Bizim çoğumuz, Allah’a ulaştık. Siz Allah’a ulaşmayı diliyor musunuz? Hayır, dilemiyorsunuz. 1. safha yok. Allahû Tealâ farz kılmış, siz yerine getirmiyorsunuz. Ve bizim yanlış yaptığımızı, bizim Kur’ân’da olmayan bir şeyi lanse ettiğimizi, insanlara farz gibi göstermek istediğinizi iddia ediyorsunuz. Ne zamana kadar devam edecek zannediyorsunuz yalanlarınız? Ne zamana kadar inandırabileceksiniz bu insanları, doğru olmayan şeylerinize? Öyleyse daha bu 1. safha. İslâm’ın 7 safhasını da yok etmişsiniz, 14 asırda. 2. safhaya bakıyoruz. “Tâbiiyet müessesesi yok.” diyorsunuz bugün. “Peygamber Efendimiz (S.A.V) sondu.” diyorsunuz. O’na tâbî olun, tâbiiyet bitti.” İspat ediyoruz ki, O’ndan sonra 4 halifeye tâbî olunmuş. Olunmamış mı? Ondan sonra tâbiîn, sahâbeye tâbî olmuşlar. Olmamışlar mı? Kur’ân söylüyor.

Öyleyse nereye ulaşıyoruz, sevgili kardeşlerim, sevgili dîn adamları, nereye ulaşıyoruz? Biz, 14 asır evvel Allah’ın indirdiği Kur’ân-ı Kerim’den neleri çıkartmışsanız, neleri yok etmişseniz, sizden evvelkiler neleri yok etmişse, onların mirasına kalan sizler de onları yok sayıyorsanız, biz o sizin yok saydığınız, Kur’ân’da var olan şeyleri yerli yerine oturtacak olanlarız. Onun için bu mevkii işgal ediyoruz. Onun için, bize bu görev verildiği için bunu yapıyoruz. Ve bunu siz isteseniz de istemeseniz de yapmakta devam edeceğiz. Taa ki, Kur’ân’ın temelleri yeniden yerli yerine otursun. O dökülen burçları, yerle bir olan, yerle bir ettiğiniz burçlarını Kur’ân-ı Kerim’in, yeniden yerli yerine oturtabilelim.

Öyleyse bütün sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldular. Ondan sonra 4 halifeye tâbî oldular. Ondan sonra da tâbiîn, sahâbeye tâbî oldu. Zahmet olmazsa Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesini, bir defa daha açın, Kur’ân-ı Kerim’den inceleyin bakalım, doğru mu söylüyoruz? Bugüne kadar söylediğimiz binlerce şeyin hiçbirine “Hayır.” diyemediniz. Diyemezsiniz çünkü biz, Kur’ân’ı biliyoruz. Sizin kadar Arapça bilmeyiz. İhtiyacımız da yok. Ama Kur’ân’ı biliriz.

Öyleyse sözümüze dikkat edin. Biz Kur’ân’a bir şeyler ilâve eden değiliz. Tam aksine, sizin Kur’ân’dan sökerek çekip çıkardığınız ve bugün tatbik etmediğiniz Kur’ân farzlarının, yerli yerine oturması için buradayız. Ve bunlar mutlaka yerli yerine oturacaktır, 7 tane safhası İslâm’ın. 2. safha tâbiiyet. İspat edebildik mi? İtirazı olan varsa buradayız. İstediğiniz şartlar altında, istediğiniz standartlarda, kim iseniz sizler; çıkın, karşılıklı fikirlerimizi söyleyelim, kamuoyunun önünde. Bize her zaman ulaşabilirsiniz. Biz de size ulaşabiliriz. Öyleyse, çekinmeyin, sıkılmayın, gelin.

2. safha da bitti. Tâbiiyet te Kur’ân-ı Kerim’de varmış, siz onu yok etmişsiniz, öyle değil mi? Aksini iddia edebilir misiniz?

3. safhaya geliyoruz, ruhun Allah’a ulaşması. Hiç çekinmeden diyorsunuz ki, birçok Kur’ân-ı Kerim Türkçesi gösterebilirim bu konuda, bir tane değil: “Ruh, insana hayat verir. Eğer ruh vücudunuzdan ayrılırsa ölürsünüz. Sadece ölülerin ruhu Allah’a ulaşabilir.”

Allahû Tealâ 12 defa, ruhumuzun ölmeden Allah’a ulaşmasını üzerimize farz kılmış. Tam 12 defa farz. Öyleyse bu, Allah’ın 12 defa farz kıldığı hususu, 100’den fazla âyet-i kerimeyle anlattığı, ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını, nasıl inkâr edebilirsiniz? Ama ediyorsunuz. Biz, siz bunun böyle bir şeyin olmadığını, ruhun insana hayat verdiğini, sadece ölülerin ruhunun Allah’a ulaşabileceğini iddia ediyorsunuz. Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ tam aksine “Ölmeden evvel ruhunuzu Allah’a ulaştıracaksınız.” diye 12 tane farz koymuş. 100’den fazla âyet-i kerimeyle de ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşması, çeşitli isimler altında Kur’ân-ı Kerim’de yer almış. Ve siz, bunu yok sayıyorsunuz. O yok saydığınız şey, Kur’ân’ı Kerim’in temelidir. İnsanı evliya yapan şey, ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasıdır. Ve bunu biz söylemiyoruz. Kur’ân-ı Kerim’e Allah’ın koyduğu, 100’den fazla âyet-i kerime söylüyor. 12 tane farz âyet-i kerimesi söylüyor ve siz bunları inkâr ediyorsunuz.

Öyleyse, Kur’ân-ı Kerim’i, siz âyetlerini devreden çıkarmak suretiyle, dilediğiniz gibi yok saymışsınız. Biz o yok saydığınız Allah’ın hükümlerini, yerine oturtmakla mükellef olanız. Ve yanlış söylüyorsunuz! Yanlış yapıyorsunuz! Biz neyi söylüyorsak o, Kur’ân’ı Kerim’de vardır. Ve sizler 14 asırda onu çıkaranlarla birliktesiniz. 14 asırda İslâm’ın 7 tane safhasını yok edenlerle berabersiniz. Bizimle beraber değilsiniz. Onları yerine takmak üzere, Kur’ân hükümlerini, Allah’ın emrettiği biçimde yerli yerine oturtmak üzere çalışmıyorsunuz. Bu çalışmayı yapan bizlere mâni olmak üzere çalışıyorsunuz. Evvelâ kendinize yazık ediyorsunuz. Çünkü kurtulamazsınız. Siz şu anda Allah’a karşı gelenlersiniz. Bize, bunları söylemek cesaretini gösterebildiğinize göre, Kur’ân’da mevcut olup da, 14 asırdır sizlerin Kur’ân-ı Kerim’e rağmen devreden çıkarmayı başardığınız şeyleri, Kur’ân’da var oldukları cihetle, biz yerine oturtmak isteyenleriz. Ve onların bir süre sonra, mutlaka yerine oturduğunu göreceksiniz.

Öyleyse, 3. safha; ruhun Allah’a ulaşması, 12 defa sizin de üzerinize farz. Biz ruhlarını Allah’a ulaştırmış ve ulaştırmakta olanlarız. Siz, ulaştırmak istemeyenlersiniz. Yetmez. Başkalarının da ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştırmasına mâni olanlarsınız. Bakınız ne diyor Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 167. âyet-i kerimesinde?

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).

Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.

“Onlar küfür üzeredirler. Ve insanların Allah’ın yoluna girmelerinden, insanları men ederler.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor.

Yaptığınız şey, aynı değil mi? Acaba bunu inkâr edebilir misiniz? Allah’ın yolundan men etmiyor musunuz insanları? “İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey yoktur.” demekle, insanları Allah’ın yolundan men etmiyor musunuz? Allahû Tealâ bunları 12 defa farz kılmış mı, kılmamış mı?

Biz Allah’a ulaşmayı dileyenleriz ve O’na ulaşmış olanlarız. Siz, Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz, ulaşmak isteyenlere de mâni olanlarsınız. Öyleyse hangimiz doğruyu yapıyoruz acaba? Biz mi yeni bir şeyler ilâve ediyoruz Kur’ân-ı Kerim’e ya da tatbikata? Hayır, sizin 14 asır evvel sahâbenin yapıp da sizin bugün devreden çıkarmış olduğunuz şeyleri, ait olduğu yere koymaya çalışıyoruz, yerleştirmeye çalışıyoruz. Şu sizin gibi düşünenler eliyle yıkılan kale burçlarını onarmaya, İslâm’ın harabe haline gelmiş olan o kalelerini yeniden yerli yerine oturtmaya çalışıyoruz. Hata mı ediyoruz?

4. safhadan bahsetmek istiyorum: Allahû Tealâ, fizik vücudumuzu da Allah’a teslim etmemizi farz kılıyor üzerimize. Ve bütün sahâbe, fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Etmemişler mi? İşte Âli İmrân Suresi 20. âyet-i kerime:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“(Habibim!) O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi Allah’a teslim ettik. Siz fizik vücudunuzu Allah’a teslim ettiniz mi?”

Bizden birçok kişi teslim etti. Şimdi bana eğer bizim söylediklerimizi takip etmiyorsanız, hiçbiriniz fizik vücudun Allah’a tesliminin ne olduğunu izah edemezsiniz. Biliyorum, şu meşhur fıkıh ilminiz sebebiyle, çok şeyler bildiğinizi zannediyorsunuz.

Hiç unutmuyorum, bir gün, sizden bir fıkıhçıyla bir doçent kardeşimizle televizyonda tartışıyoruz. Biz dedik ki ona: “Siz hidayeti biliyor musunuz?” O da bize şöyle bir şey söyledi: “Ben doğrusu bir doçent olarak, sizin gibi dîni bilmeyen birisiyle bir arada olmaktan utanç duyarım.” Biz de ısrar ettik: “Tamam.” dedik, “Sen utanç duymaya devam et de şu hidayeti biliyor musun? Hidayet nedir?” Bir şeyler söyledi kardeşimiz. Sonra o da bize sordu. Biz dedik: “Hidayet, ruhun Allah’a ulaşmasıdır.”

 

İşte Âli İmrân-73:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


innel hudâ hudallâhi

İşte Bakara-120:


2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).

Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.

inne hudâllâhi huvel hudâ

inne: Muhakkak ki.
el hudâ: Hidayet.
hudâllâhi: Allah’a ulaşmaktır.

inne hudâllâhi: Muhakkak ki Allah’a ulaşmak.
huve
: İşte o.
el hudâ: Hidayettir.

Ve bu kardeşimiz sözü aldı. 20 dakika, bunun dışında ne kadar şey varsa izah etti. En sonunda bir, dinleyicilerden birisi dayanamadı ve telefonla çıktı ve dedi ki: “Bir şey izah etmek istiyorum.” Ali Bulaç idi bu zat. Bizim sevgili doçentimiz hemen atıldı: “Benim söylediğim doğru, değil mi?” dedi. O da gayet nazikâne: “Hayır.” dedi “Sizin söylediğiniz doğru değil. Onun söylediği doğru.” dedi.

Ne zaman böylesine civanmert olabileceksiniz? Ne zaman hakikatleri çekinmeden kabul edebileceksiniz? Ne zaman o büyük gururunuza bunu yedirebileceksiniz? Hepinize soruyorum?

Bir defa daha söylüyorum: Ne zaman dilerseniz, bütün bu konuları, enine boyuna tartışabiliriz, eşit şartlar altında. Artık eşit şartlar altındayız. Artık hem konuşmaları idare eden kişi hem konuşmacıların hepsi, bize karşı olsanız da bir şey yazmaz. Umurumuzda bile olmaz. Ve her zaman şunu göreceksiniz ki, biz Kur’ân’ı biliriz. Ve size öğretmek için buradayız. Sadece şu 4 tane safhadan bile anlamanız lâzım değil mi? Kur’ân’ı bilmiyorsunuz. Allah’a ulaşmayı dilemeyi, Kur’ân’da yok zannediyorsunuz ve Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Mürşide tâbî olmuyorsunuz. Ruhunuzu Allah’a ulaştırmıyorsunuz. Fizik vücudunuzu Allah’a teslim etmiyorsunuz. Yetmez. Siz bunları yaparken, Kur’ân’ı ve dîni bilen insanlar olarak  yaptığınızı iddia ediyorsunuz. Ama görüyorsunuz ki; Kur’ân’ı bilmiyorsunuz.

Bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le bunları birlikte gerçekleştirmişlerse, Kur’ân bunları farz kılmışsa ve siz hem yapmıyor hem de inkâr ediyorsanız, o zaman çok büyük bir günahın içinde değil misiniz, sevgili kardeşlerim, sevgili profesörler, sevgili dîn adamları? O zaman kendinize yazık etmiyor musunuz? O zaman gideceğiniz yer cehennem değil mi? Ne zaman sözlerimizi lâyık olduğu önemle ele alacaksınız? Gururunuz ve kibriniz, bizi hiç alâkadar etmiyor. Sadece sizi cehenneme götürecek olan bir faktör onlar.

Sevgili kardeşlerim, sevgili dîn adamları, siz nefsinizi de Allah’a teslim etmediniz. Ve zikri de farzların içinden çıkaranlarsınız. Allahû Tealâ zikri farz kılmış. Çok zikri farz kılmış. Daimî zikri farz kılmış. Ve ne 32 farzda ne 54 farzda, zikir farz değil. Böyle saçmalık olur mu? Bütün sahâbe, daimî zikrin sahibiydi. İşte Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Hepsi ulûl’ elbâb oldular.” diyor Allahû Tealâ.

Ulûl’ elbâb’ın tarifini veriyor:

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


li ulûl elbab yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim  diyor. “Ulûl’ elbab kullarımız için, ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de Allah’ı zikretmek söz konusudur.” diyor Allahû Tealâ.

Ve nefsinizin Allah’a teslim edilmesi, üzerinize farz. Daimî zikre ulaşmadan, bunu hiçbir zaman yapamayacağınıza göre, ötekileri yapmadığınız gibi, bunu da gerçekleştirmeniz zaten mümkün değil.

İradenizi teslim etmekse, o sizin için bir hayal. Ama bütün sahâbe, iradelerini de Allah’a teslim ettiler ve irşad makamına, Allahû Tealâ tarafından tayin edildiler. Nefslerini de Allah’a teslim ettiler. İradelerini de teslim ettiler. İşte Bakara Suresinin 136. âyet-i kerimesi:

2/BAKARA-136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).

Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilenlere, İbrâhîm (as.)’a, İsmail (as.)’a, İshak (as.)’a, Yâkub (as.) ve torunlarına indirilenlere, Musa (as.) ve İsa (as.)’ya verilenlere ve (diğer) nebîlere, Rab’leri tarafından verilenlere (sahife, kitap ve vahiylere) îmân ettik. Onların arasından hiçbirini ayırmayız (fark gözetmeyiz). Ve biz, O’na teslim olanlarız.”

Sahâbenin iradelerini Allah’a teslim ettiğini söylüyor ve nefslerini Allah’a teslim ettiklerini söylüyor, ulûl’elbab olduğunu söylüyor Allahû Tealâ.

Öyleyse, şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün sevgili dîn adamları, dîn kardeşlerim. Bir büyük yanlışlığın içindesiniz. Ve vebâl alıyorsunuz. Çünkü başka insanların da cehenneme gitmesinden vebâl alıyorsunuz.

Öyleyse söylediğimiz âyetleri tetkik etmek gereğini bile duymuyorsunuz. Öylesine bir bilincin içindesiniz ki, zannediyorsunuz ki siz, yalnız siz biliyorsunuz. Ve siz her şeyi bildiğiniz için bizim gibi zavallıların söylediği şeyler, incelenmeye bile değmez. Ama düşünemiyorsunuz. Ya bize, o hiç tahmin etmediğiniz şekilde Allah öğretiyorsa bunları? Düşünemiyor musunuz? Sizin bilmediğiniz şeyleri, dîn eğitimi görmemiş olan birisi, dîn eğitimi görmeden söylüyor. Doktorayı burada yaptık. Allahû Tealâ’nın bize öğrettiklerini tamamladıktan sonra. Ama siz öğretmediniz bize dîni, Allah öğretti.

Öyleyse sözlerimi ibretle dinleyin! Allah’ın dîn öğrettiği birisiyle karşı karşıyasınız. Ve İslâm’ın 7 tane safhasından hiçbirini bilmiyorsunuz. Biliyor musunuz? İddia edebilir misiniz sizden herhangi biriniz? Oradaki, bilgisayarın hafızasındaki, 600’den fazla kaset, size hiçbir şey ifade etmiyor mu? Bugüne kadar sorulan 7000’e yakın sualin cevaplarını vermişiz, 6900 küsur. Hepsi dînin ayrı ayrı bölümlerine ait. Size hiçbir şey ifade etmiyor mu? Allah’ın Üniversitesi’ni kurmuşuz. 2. sınıf öğretimini yapıyoruz. Ve sizin öğretmeye hiçbir zaman başaramayacağınız bir şekilde yapıyoruz bunu. Arkasında Allah olduğu için, biz olduğumuz için değil. Biz, zavallı naçiz bir insanız. Ama O, bizi kuvvetli kıldı. O’nunla beraber olduğumuz için güçlüyüz. Ama siz, O’nunla beraber değilsiniz, O’na karşısınız şu anda. Bütün Allah’ın söylediklerini, 14 asırda yok edenlerle birliktesiniz şu anda, öyle değil mi? Her biri insanları, 7 kat cennetin birine çıkaracak olan, 7 safhanın 7’sini de yok etmişsiniz. Yok olduğunda da ısrar ediyorsunuz şu anda. Bizi de yalancı mevkiine sokarak bunları devam ettiriyorsunuz ve kendinize yazık ediyorsunuz. Allah razı olsun.

SORU:
Yüce Rabbimiz birçok âyet-i kerimede: “Hem Kur’ân-ı Kerim’in içinde hem de diğer kitapların içinde; hidayet ve nur vardır.” buyurmakta. Mâide Suresinin 15. âyet-i kerimesinde ise: “Kitaptan çoğunu gizledikleri ve çoğundan da vazgeçtikleri şeyleri beyan eden Resûl’ümüz geldi.” buyrulmakta. Yüce Rabbimiz o Resûl için; “Bir nurdur.” ifadesini kullanmakta. Burada hem kitaplarda nur olması hem de Resûl’ün nur olmasıyla Secde Suresinin 32 ve 33. âyetlerinde geçen, nurun tamamlanmasının, günümüzde tarafınızdan yapılan açıklamalarla olan rabıtasını bizlere açıklar mısınız?

CEVAP: Mâide-15’te Allahû Tealâ diyor ki:

5/MÂİDE-15: Yâ ehlel kitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum kesîran mimmâ kuntum tuhfûne minel kitâbi ve ya’fû an kesîr(kesîrin) kad câekum minallâhi nûrun ve kitâbun mubîn(mubînun).

Ey kitap ehli! (Kitap sahipleri), Kitap’tan çoğunu gizlemiş olduğunuz ve çoğundan vazgeçtiğiniz şeyleri, size beyan eden bir Resûl’ümüz gelmiştir. Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.


“Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemekte olduklarınızın çoğunu size açıklayan, birçoğundan da vazgeçtiğiniz şeyleri, size açıklayan Resûl’ümüz geldi. Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.” diyor Allahû Tealâ.

Bugün de aynı şey câri. Kitabın bir kısmını bilmediğiniz cihetle gizliyorsunuz. İşte saydığımız 7 tane İslâm’ın safhasından haberdar değilsiniz. Oysaki her biri, bir üst kat cennete çıkartabilen özelliklerin sahibi. Ve bunların hiçbirini siz gerçekleştirmiyorsunuz, başkalarının da gerçekleştirmesine mâni oluyorsunuz.

Tevbe-32, Allahû Tealâ diyor ki:

9/TEVBE-32: Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).

(Onlar) ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.


“Ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler istemese de Allah Kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.” diyor Allahû Tealâ.

Ve Tevbe-33:

9/TEVBE-33: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne).

Resûl'ünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile (bu dîni) bütün dînler üzerine izhar etmesi (hak dîn olduğunu ispat etmesi) için gönderen O'dur.


“Müşrikler istemese de O dîni, İslâm’ı bütün dînlere…”

Şöyle diyor Allahû Tealâ:

huvellezî ersele resûlehu: O, O’dur ki (O Allah’tır ki) Resûl’ünü gönderdi.
bil hudâ: Hidayetle.
ve dînil hakkı: Hak dîn ile.
li yuzhirahu alâd dîni kullihî: Bütün dînlere izhar etmek için (açıklamak için).

Yani aslında Allahû Tealâ’nın burada söylediği, bütün dînlerin tek bir dîn olduğunu açıklamak için. Ve siz hâlâ bir tek dînin var olduğundan haberdar değilsiniz. Size göre Hristiyanlık var. Size göre Yahudilik var. Size göre İslâm var. Size göre yüzlerce dîn var. Ama sadece bir tek dîn var. Hz. İbrâhîm’in hanif dîni. Hz. Musa da Hz. İsa da Peygamber Efendimiz (S.A.V) de hepsi aynı dîni yaşadılar. Biliyor muydunuz? Daha öğreneceğiniz çok şey var sevgili kardeşlerim.

SORU:
Sohbetin tasavvuftaki önemini açıklar mısınız? Sohbetlerden azamî faydayı nasıl sağlayabiliriz?

CEVAP:
Sohbet; tasavvufun damarında akan kandır. Sohbetle sulanırsınız. “Mü’min kulağından sulanır.” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V). Sohbetle en güzele ulaşırsınız. Sohbet varsa, her şeyi can kulağıyla dinlerseniz, sonra tezekkür ederseniz, o zaman öğrendim zannettiğiniz şeylerin ne kadar azını öğrenmiş olduğunuzu göreceksiniz. Ama devam ederseniz, bir süre sonra siz de sohbet yapmaya başlayacaksınız. Ve hayretle göreceksiniz ki, unutmuyorsunuz. Neden? Çünkü Allahû Tealâ’dan yardım alıyorsunuz.

Öyleyse, devamlı kasetleri dinleyin. Cemaat halinde dinleyin. Sonra birer birer söz alıp, herkes anlayabildiği kesimi izah etsin. Sonra birbirinizle konuşun. Her şeyi yerli yerine oturtun. Ve ilerlemeleri dikkatle takip edin. Hidayet çağında olduğunuzu hiç unutmayın. Her geçen gün, yeni şeyler ilâve edilecektir literatürünüze. Ve o dîn adamlarının bilmediği şeyler. Şu anda bu akşam sizlere anlattığım gibi, o bilmedikleri şeyler gibi.

“Sohbetlerden azamî faydayı nasıl sağlayabiliriz?”


Böyle sağlayabilirsiniz. Dinleyeceksiniz, tezekkür edeceksiniz ve en güzele ulaşmaya çalışacaksınız.

SORU:
Sohbet dinleme adabını bizlere açıklar mısınız?

CEVAP: Sohbet dinlerken hiç konuşmayacaksınız. Hatta mümkünse hiç kımıldamayın. Başkalarının dikkatini çekecek olan hareketleri yapmaktan sakının. Sohbet sırasında devamlı ortalarda dolaşmayın. Can kulağıyla sohbeti dinleyin.

SORU: Bizler sohbet yaparken nelere dikkat etmeliyiz?

CEVAP: Doğruları söylemeye. Karşınızda muhatabınız olan insanların çoğu, çok büyük bir kısmı bir yanlış bilgiler yığınının esiridir. Ve en hazini konunun; doğruyu bildiklerini, sizin yanlış bildiğinizi zannediyorlar. Ve söylediklerimizi tetkik etmeden, doğruya varmaları da mümkün değil. Ama bizi ait olduğumuz yere bir türlü oturtamadıkları için, tetkik etmeyi zül zannediyorlar. Halbuki sorduğumuz suallerin hiçbirine cevap veremezler. Aralarından şu anda bir tane kişi çıkıp da İslâm’ın 7 tane safhasını, âyetleriyle beraber size hiçbirisi anlatamaz. Bütün sahâbenin bunları yaşadığını, biz onlara ispat ettik. Hiçbirisi bunu çürütemez. Hiçbirisinin Allah’ın cennetine girebilme imkânı mevcut değil.

Sevgili kardeşlerim, faydasız ilmin sahibi olmak, gerçekten Allahû Tealâ’nın bir cezası diye düşünüyorum. Allah onlara acısın.

SORU: Allahû Tealâ: “Bana tevekkül edin.” diyor. Tevekkül ne demektir?
 
CEVAP: Tevekkül; güvenmek demek. Vekil tayin etmek demek. Sadece güvendiğiniz insanı vekil tayin edebilirsiniz. Vekil tayin etmeniz demek; sizin yerinize bir şeyler yapmaya yetki vermeniz demek. Ama zamanımızda birçok avukatlara vekâlet veriliyor ve bir kısmı ne yazık ki, yanlışlıklar yapıyor. Kendisine gösterilen güvene ihanet ediyor. Her devirde böyle insanlar hep var olmuştur.

Öyleyse Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-160: İn yansurkumullâhu fe lâ gâlibe lekum, ve in yahzulkum fe men zellezî yansurukum min ba’dihi, ve alâllâhi felyetevekkelil mu’minûn(mu’minûne).

Eğer Allah size yardım ederse, o zaman sizi yenecek yoktur. Ve eğer sizi yardımsız (yüz üstü) bırakırsa, ondan sonra size kim yardım eder. Öyleyse mü’minler, Allah’a tevekkül etsinler (Allah’a güvensinler).


“Eğer Bana inanıyorsanız, Bana tevekkül edin. Eğer tevekkül ediyorsanız bilin ki, en kuvvetli sizsiniz.” diyor.

 

Neden? Tevekkül ettiğiniz için kuvvetli mi oldunuz? Hayır. Ama O sizinle beraber olduğu için kuvvetli oldunuz. Çünkü diyor ki: “Bütün dünya düşmanınız olsa, sen Bana tevekkül ettiysen, sen galip gelirsin.” diyor. Yani “Ben onlara yeterim.” diyor.

Öyleyse bir insanın, Allah’a tevekkül etmesi demek; Allah ile beraber olması demek. Kâinatı yaratanla beraberseniz, herkes düşmanınız olsa ne yazar? Mutlaka Allah galiptir. Öyleyse, O sizinle beraber olduğuna göre, siz de insanlar arasında en kuvvetlisi oluyorsunuz. O’nunla beraber olduğunuz için. Yoksa siz aynı sizsiniz.

SORU:
Hayırlarda yarışmak nasıl olmalıdır? Hayırlarda yarışırken nelere dikkat etmeliyiz?

CEVAP:
Hayırlarda yarışmak; birbirinizle başkalarına yardım hususunda, onları mutlu kılacak olan davranışlarda yarışmak anlamına geliyor.

“Nelere dikkat etmeliyiz?” diyor.

Başkalarına daha çok yardım etmek konusunda, aranızda yarış olmalı. Yardıma muhtaç kim varsa, onlara yardım elinizi mutlaka uzatın. Dikkat edin ki, sizin yardım amacınızı kötüye kullanmasınlar.

Allah’ın yardımında bir kaide var; başkalarının nefslerine hizmet etmeyeceksiniz, ruhlarına hizmet edeceksiniz. Eğer sizden aldıkları parayı, kötü maksatlarla kullanacaklarsa, onlara yardım etmeyeceksiniz. Her şeyden evvel, Allahû Tealâ’nın Kur’ân’daki emri gereğince Allah’ın yolunda olanlara yardım edeceksiniz. Ve yardımınızı, Allah’ın yolunda olduklarını sandıklarınıza değil, gerçekten Allah’ın yolunda olduğuna inandıklarınıza yardım edeceksiniz. Onlar, davranışlarıyla bunu ispat etmişlerdir. Kimseden para isteyemezler. Onlar bundan çekinirler, siz anlarsınız ihtiyaçları olduğunu.

Sözlerime dikkat edin! Yardımınızı, gerçek yardıma muhtaç olanlara, onu hak edenlere yapacaksınız. Yardımınızı bir fırsat bilip de, sizi parası çarpılacak bir zavallı zannedenlere yardım etmeyin. Onlar, şeytanın emrindeki zavallılardır. Allah razı olsun.

SORU:
Yunus Emre’nin: “Bir ben var bende, benden içeri.” dizelerindeki “ben” ile yine Yunus Emre’nin: “Yarab! Ben Seni bıraktığımda, Sen beni bırakma.” cümlesindeki “ben” aynı “ben” midir?

CEVAP: Hayır, değildir. 2.’si nefsidir. Ama 1.’si nefsi değildir, Allah’ın bir sırrıdır. Vahdet-i vücut sırrıdır.

Hani size diyorum ya: “Namaz kılarken sizden bir şeylerin yükseldiğini, Allah’a ulaştığını, Allah’ta yok olduğunu, sonra bir süre sonra onu tekrar Allah’tan onun tekrar size geriye geldiğini, başınızdan vücudunuza girdiğini, vücudunuzu kapladığını düşünün.” diyorum. İşte o ‘ben’. Yunus’un: “Bir ben vardır bende, benden içeri.” dediği ‘ben’ o ‘ben.’ Evvelkinde tamamladığınızda mânâya varırsınız. “Bana bende demen, bende değilim. Bir ben vardır bende, benden içeri.” Hem “Bende demen.” diyor, hem de “Bir ben vardır bende, benden içeri.” Yani: “Ben nefsimi, o senin dediğin, burada söylediğin; ‘Sen beni bırakma.’ ‘benini’ ben Allah’a gönderdim.” diyor. Ama “Başka bir ‘ben’ var.” diyor, “Benden içeri.” O, Allah’a sizden çıkan başka bir ben; sır.

SORU:
Birbirimize göstereceğimiz düşünceli olma ve incelik hasletini kazanmak ve kardeşlerimize uygulamak için nelere dikkat etmeliyiz?

CEVAP:
Nezaket ölçülerini hiç bırakmamalısınız. Düşünceli olma ve incelik hasleti, sizler için geçerli ve başkalarının kalbini kıracak davranışlarda bulunmamak, çok konuşmamak, bilgiçlik taslamamak. “Sen bilmezsin, ben bilirim.”i hiçbir zaman anımsatabilecek olan, hatırlatabilecek olan bir konuşma adabına ya da adap dışılığına girmemek.

SORU: Resûl’e bir sual sorduktan sonra ve cevabı da Resûl’den öğrendikten sonra, nasıl bir davranışta bulunmalıyız ki kayba uğramayalım?

CEVAP: Allahû Tealâ diyor ki: “Eğer Resûl’e bir şey sorduysanız ve ondan cevap aldıysanız, artık ona uygun davranmamak, mü’minin harcı değildir.” diyor. Allahû Tealâ son derece açık olarak bu konuyu dile getirmiş. Siz Resûl’e sorarsınız, Resûl size cevap vermez; cevap veren, Allah’tır. Mutlaka Allah’a soracaktır. Allah’tan cevap alacaktır ve size ulaştıracaktır. Yoksa cevap veremez. Ve açıkça da söyler: “Cevap alamadım.” der. Ya cevap alır, ulaştırır ya da cevabı vermez Allahû Tealâ, o zaman ulaştıramaz Resûl, bir hiçtir. Sadece Allah vardır. Cevabın sahibi Allah’tır. Allahû Tealâ cevabı lütfederse, Resûl O’ndan öğrenip size bildirecektir.

21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.

fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne)” diyor Allahû Tealâ. “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” Buradaki zikir ehli; Allahû Tealâ’dan bu cevabı almak mevkiinde olan kişidir. Ama Allahû Tealâ, cevabı verirse alacaktır.

SORU:
Resûl’den dua istedikten sonra, himmet ve dua bize nasıl hemen ulaşır? Bizim gayretimizin etkisi nedir? Gayretimizle paralel mi himmet gelir?

CEVAP:
Allahû Tealâ anında diler ve anında harekete geçer. Sonuçlarını hayatınızda yaşarsınız. Ama neye lâyıksanız sadece o kadarının karşılığını alırsınız.

Sizin gayretinizin etkisi nedir? Gayretinizden sonra ulaştığınız yer önemli. Gayretleriniz sizi nereye ulaştırdı? Hangi kademedesiniz? Her kademe değiştirdikçe, yükseldikçe Allah’ın yolunda, Allah’ın size yardımları, adım adım çoğalacaktır.

Öyleyse Allah ile olan ilişkilerinizde, bütün güzellikleri yaşayacaksınız. O, Allah’tır. Sizi çok sever, siz de O’nu sevin.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Allah hepinizden razı olsun. Bu akşam da beraberce bir güzelliği yaşadık. 3 saat süreli bir sual ve cevaplar faslını, inşaallah burada tamamlıyoruz.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırması konusundaki dualarımızla, Allah’tan niyazlarımızla, sözlerimizi burada inşaallah tamamlamak istiyoruz. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. Allah hepinizden razı olsun. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, zülcenahayn kılmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.


İmam İskender Ali  M İ H R