}
Hicr Suresi 85-91 (Âyetlerin Sırları) 24.06.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 104092

SOHBETİN ADI: HİCR SURESİ 85-91 (Âyetlerin Sırları)

TARİH: 24.06.2002

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, gene bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri konusunda inşaallah Allahû Tealâ bizleri bir araya getirdi, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim Tefsiri için.


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, tekrar edelim ki; Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, ancak Allah’ın öğretisiyle gerçekleşen bir olaydır. Kur’ân-ı Kerim’in ruhundan bahsediyoruz. Lafız, herkes tarafından bir şekilde ifade edilmeye çalışılmıştır. Ama ruha gelince; ruhta Allah söz konusudur, O’nun öğretisi asıldır.


Öyleyse inşaallah Hicr Suresinin 85. âyet-i kerimesiyle konumuza giriyoruz.


Allahû Tealâ buyuruyor:


Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-85: Ve mâ halaknâs semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakk(hakkı), ve innes sâate le âtiyetun fasfehıs safhal cemîl(cemîle).

Biz semaları ve yeryüzünü ve o ikisinin arasındaki şeyleri, başka bir şey için yaratmadık. Ancak hak ile yarattık. Ve muhakkak ki; o saat (kıyâmet) mutlaka gelecektir. Artık onlardan güzellikle yüz çevir.

Kelimelere geçiyoruz:


ve mâ halaknâ: Ve Biz yaratmadık.

es semâvâti: Semalar (gökler).

ve el arda: Ve yer, yeryüzü, arz.

ve mâ beyne-humâ: Ve ikisinin arasında olan şeyler.

illâ: Ancak, başka.

bi el hakkı: Hak ile.

ve inne es sâate: Ve muhakkak ki o saat  (kıyâmet).

le âtiyetun: Mutlaka, elbette gelecek.

fasfah (fe ısfah): Artık müsamaha göster, iyi muamele et.

es safha el cemîle: Güzel (bir) şekilde, güzellikle yüz çevirmek.


Şimdi cümleciklere geçiyoruz:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

ve mâ halaknâ:
Biz yaratmadık (başka bir şey için yaratmadık).

es semâvâti vel arda: Semaları ve yeryüzünü (arzı).

ve mâ beynehumâ: Ve o ikisinin arasındaki şeyleri.

illâ bil hakkı: Ancak hak ile.
Yani:  “Ancak hak ile (sadece hak ile) yarattık.”     

ve innes sâate le âtiyetun: Muhakkak ki o saat (kıyâmet), mutlaka gelecektir. 


“fasfehıs safhal cemîle:
Artık onlardan güzellikle yüz çevir.” buyuruyor Allahû Tealâ.

 

Allahû Tealâ gökleri, yerleri ve ikisinin arasındakileri boşuna yaratmadığını söylüyor:
“Ancak hak ile.” Yani: “Mutlak bir maksada matuf olarak, mutlak bir hedefe yönelik olarak.”


Öyleyse Allahû Tealâ dilediği şeyi hangi istikamette yaratmak istiyorsa o istikamette yaratır. Biz insanları, Allahû Tealâ hanif fıtratıyla yaratmış ve koyduğu dîn de sadece bir tek dîn; hanif dîni. İnsanlar, o dîni yaşayabilecek olan özellikle yaratılıyor. Ondan başka da bir dîn hiç yok, hiç olmamış.


Öyleyse her şey hak ile belli bir hedefe, gayeye matuf olarak yaratılıyor Allahû Tealâ tarafından. Yerlerle gökler de öyle, ikisinin arasındakiler de öyle. 7 tane gök katı, her gök katında zemin katın gökleri, ondan sonra 1. kat.


“Bütün yıldızları,” diyor Allahû Tealâ, “Biz, zemin katın tavanı olarak yarattık.” diyor.


37/SÂFFÂT-6: İnnâ zeyyennes semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib(kevâkibi).

Muhakkak ki Biz; dünya semasını, yıldızları ziynet kılarak süsledik.

Şu gördüğünüz bütün galaksiler, sonsuz samanyolları, 2,5 milyar galaksiden bahsediliyor, 2,5 milyarda her birinde yıldız mevcut olduğu varsayılıyor; sadece zemin kat ve zemin katın tavanı.

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, öyleyse Allahû Tealâ hiçbir şeyi boşuna yaratmamış. Her şeyin bir gayesi var.


İnsanoğlunu Allahû Tealâ niçin yaratmış? Yeryüzünün halifesi olarak, Allah’ın, dünya üzerindeki temsilcisi olarak yaratmış, Allah’ı temsil edecek olan bir varlık yaratmak istemiş Allahû Tealâ ve yaratmış. Dünyada, dünya adı verilen bu gezegende olsun, bütün kâinatta olsun, hep Allah’ı temsil edecek insandır.


Allah razı olsun.


Ve 86. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-86: İnne rabbeke huvel hallâkul alîm(alîmu).

Muhakkak ki; senin Rabbin, O; yaratan ve bilendir.

 
inne: Muhakkak (ki).

rabbe-ke: Senin Rabbin.

huve: O.

el hallâku: En iyi yaratan.

el alîmu: En iyi bilen(dir).

 

Cümlecikler:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

 

inne rabbeke: Muhakkak ki senin Rabbin.

huvel hallâkul alîmu: O, en iyi yaratan, en iyi bilendir.


“Muhakkak ki senin Rabbin; O, yaratan; bilendir.”


Cümle şöyle oluyor:


“Muhakkak ki senin Rabbin; O, yaratan ve bilendir.”


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, “hallâku” ve “alîmu” kelimeleri aslında “en iyi yaratan,” “en iyi bilen” anlamına da kullanılabilir. Ama böyle bir ifade, yani “en iyi yaratan ve en iyi bilen” ifadesini oraya koyduğumuz zaman, o zaman başka yaratıcılar ve onunla mukayese edilebilecek olan bilenlerin var olduğunu bir nevi kabul etmiş duruma giriliyor.  Böyle bir şey yok sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Kâinatı da 6 tane ayrı âlemi de yaratan, sadece Allah’tır ve yaratma kabiliyeti; yoktan var etmek başka kimsede, Allah’tan başka kimsede mevcut değildir.


Öyleyse:  “Muhakkak ki senin Rabbin; O, yaratan ve bilendir.” Yani: “Başka bir yaratıcı yoktur (mevcut değildir).”


Hicr Suresinin 87. âyet-i kerimesine geliyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-87: Ve lekad âteynâke seb’an minel mesânî vel kur’ânel azîm(azîme).

Ve andolsun ki; sana mesânî(ikinci)den 7’yi (7’liyi, 7’li olarak) ve Kur’ân-ul Azîm’i verdik.

 
ve lekad: Ve andolsun ki.

âteynâ-ke: (Biz) sana verdik.

seb’an: Yedi.

min el mesânî: Mesâniden (ikinciden).

ve el kur’âne: Ve Kur’ân’ı.

el azîme: Büyük, azîm.

 

Cümleciklere geçiyoruz:


ve lekad âteynâke: Ve andolsun ki; sana verdik.

seb’an minel mesânî: Mesânî (ikinci)den 7’yi verdik.

vel kur’ânel azîm: Ve Kur’ân-ul Azîm’i verdik.”


Bu durumda cümle şöyle oluşuyor:


“Ve andolsun ki sana, mesânîden (ikinciden) 7’yi ve Kur’ân-ul Azîm’i verdik.”

Allahû Tealâ burada çok özel bir durumdan bahsediyor; ikinciden yedi. Burada sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ: “7’yi verdik.” diyor. Bir açıdan bu, 7 âyetli Fâtiha’dır. Çiftlerden tekrarlanan ikinciden 7’yi. Bu, akla en yakın gibi görünen bir dizayndır. Ama Allahû Tealâ bununla: “İkinciden 7’yi verdik.” diyor.


Kur’ân, kâinatın son peygamberine indirilen son şeriat kitabıdır. Ama Allahû Tealâ, resûllerine de evliyalarına da kitap yazdırır. İşte burada Allahû Tealâ’nın ikinciden bahsi, Kur’ân-ı Kerim’den sonra indirilecek olan bir sohbet kitabından, Allahû Tealâ’nın Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde bahsettiği, bütün nebîlerden sonra gelecek olan bir resûlüne yazdıracağı bir sohbet kitabından (Kur’ân-ı Kerim’den sonraki ikinci oluyor), oradan, Allah’ın verdiği 7 tane, 7 grup âyet, Allahû Tealâ’nın ikinciden muradı bu. Ve 7’yi, “seb’an: 7’li olarak.” diyor. “seb’a” demiyor, “seb’an.” İkinciden verdiği 7; Risalet Nurları’nda Allahû Tealâ’nın verdiği 7 tane, 7 grup âyettir. Ardarda yer alır ve Allah’a göre büyük özellikleri ifade eder. Birçok şeyin sırrı oradadır.


Allah razı olsun.


Ve 88. âyet-i kerimeye geçiyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.


Âyet-88’e geliyoruz, Hicr Suresinin 88. âyet-i kerimesi:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-88: Lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ metta’nâ bihî ezvâcen minhum ve lâ tahzen aleyhim vahfıd cenâhake lil mu’minîn(mu’minîne).

Onlardan bir kısmına çifter çifter (bol bol) met’a olarak verdiğimiz şeylere gözlerini dikme. Onlar için mahzun olma. Mü’minlere (kalplerine îmân yazılmış olan kimselere) kanatlarını indir (mutevazi ol, himaye et).


lâ temuddenne: Uzatma (gözünü dikme, uzun uzun bakma).

ayneyke: İki gözünü.

ilâ: ...’e (şuna, buna).

mâ metta’nâ: Yararlandırdığımız şeyler.

bi-hi: Ona, onunla.

ezvâcen: Çift çift, kat kat, fazla olarak.

min-hum: Onlardan.

ve lâ tahzen: Ve üzülme, hüzünlenme, mahzun olma.

aleyhim: Onlara, onlar için.

vahfıd (ve ıhvıd): Ve indir, alçalt.

cenâha-ke: (Senin) kanatların(ı).

li el mu’minîne: Mü’minler için, mü’minlere.

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

lâ temuddenne ayneyke:
Gözlerini dikme.

ilâ mâ metta’nâ bihî ezvâcen minhum: Onlardan bir kısmına, çifter çifter (bol bol) meta
olarak verdiğimiz şeylere.

ve lâ tahzen aleyhim: Onlar için mahzun olma.

vahfıd cenâhake: Ve kanatlarını indir.


Hem “Mütevazı ol” mânâsına geliyor, kanatlarını indirmek hem de “Himaye et, kanatlarının altına al, koru.” diyor Allahû Tealâ.


lil mu’minîn: Mü’minlere (kalplerine îmân yazılmış olan kimselere).


“Kanatlarını indir (mütevazı ol, himaye et) (lil mu’minîne) mü’minlere (kalplerine îmân yazılmış olan kimselere).”


Şimdi buradan cümleyi bütün olarak verirsek:


“Onlardan bir kısmına, çifter çifter (bol bol) meta olarak verdiğimiz şeylere gözlerini dikme. Onlar için mahzun olma. Mü’minlere (kalplerine îmân yazılmış olan kimselere) kanatlarını indir (mütevazı ol, himaye et).”


Mü’minleri himaye etmesini istiyor; kanatlarının altında koruma altına almasını istiyor Allahû Tealâ. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in, başkalarının mallarına göz dikmesi, bu âyetin indirildiği devre eğer bir kıtlık devresiyse, biliyorsunuz Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe, bir süre ablukaya alındı. Onlara yemek ulaşmasına, yiyecek bir şeyler ulaşmasına mâni oluyordu Mekke’deki kâfirler. Kendileri ise bol bol her şeyden yiyorlardı. Peygamber Efendimiz (S.A.V), mü’minlerin aç kalması konusunda hüzünleniyordu, endişeleniyordu. Allahû Tealâ bunun için söylüyor:


“Gözlerini dikme onlara bol bol verdiğimiz şeylere ve mü’minleri kanatlarının altına al.” diyor.


Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dualarıyla, uzun süren bir ablukada sahâbenin, açlığı en az hissedenler olmasını temin etti Allahû Tealâ. Ama zahmetli, meşakkatli bir devreydi. Açtı sahâbe. Aç bir devre geçirdiler. Elbette Peygamber Efendimiz (S.A.V) de aynı durumdaydı, onlar gibiydi.


Burada mü’minler adıyla Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in etrafındaki sahâbeden bahsediyor. Allah’a ulaşmayı dilemişler, 10 ihsan almışlar Allahû Tealâ’dan ve 10 ihsanla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlar. İşte onlar, sözleriyle de mü’min olanlar, göğüslerini gere gere: “Ben mü’minim.” diyenler. Ama aynı zamanda kalpleriyle de mü’min olanlar; Allah’ın kalplerine îmân yazdıkları.


Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldukları anda, bütün sahâbenin kalbine îmân yazılmıştır. Kim tâbî olmuşsa onlar sahâbedir. Sahâbe mü’minlerdi. Ama münafıklar da vardı tâbî olur görünen, aynı işlemi yapan; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in önünde diz çöken, el öpen ve tâbî olduğunu ifade edenlerden bir kısmı sahâbe idi, gerçek anlamda tâbî olmuşlardı. Bir kısmı münafıklardı; tâbî olmamışlardı, tâbî olur görünmüşlerdi ve onlar Allah’a ulaşmayı da dilemediler. Onlar sadece cizye adlı bir vergiden kurtulmak için sahâbe gibi olmak gereğini duyanlardı. Ayrıca aldatmak onların işiydi.


Allah razı olsun.


Ve Hicr Suresinin 89. âyet-i kerimesine ulaşıyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.


15/HİCR-89: Ve kul innî enen nezîrul mubîn(mubînu).

“Ve muhakkak ki; ben apaçık (uyaran, açıklayan, beyan eden) bir nezirim.” de.


ve: Ve.

kul: De.

innî: Muhakkak (ki) ben.

ene: Ben.

en nezîru: Nezir, uyarıcı.

el mubînu: Açıkça açıklayan, beyan eden.


ve kul:
Ve (söyle) de.

innî: Muhakkak (ki) ben.

ene: Ben.

 

Buradaki  en nezîr, yani en  nezîru: Nezir, uyarıcı.

el mubînu: Apaçık.


“Muhakkak ki ben, apaçık (uyaran, açıklayan, beyan eden) bir nezirim, de.”


mubîn: Apaçık oluyor, açıkça açıklayan, beyan eden. Hicr Suresi 89. âyet-i kerimede Allahû Tealâ bunu söylüyor:


“Onlara de ki: Ben muhakkak ki apaçık bir nezirim.” Yani: “Apaçık bir şekilde açıklayan bir nezir.”


Nezretmek; uyarmak anlamına geliyor, nezir de uyarıcı. Ama bu, madalyonun bir cephesi. Bir de müjdeleyici. Hem mübeşşir; müjdeleyici hem de münezzir; nezreden, uyaran.


Nezir kelimesi, “uyarmak” fiiline dayalı bir kelime. Ama aynı zamanda bütün nezirler müjdeleyicidir. Yetmez, bütün nezirler mutlaka resûldür. Allahû Tealâ hiçbir devrede, hiçbir kavme resûl olmayan bir nezir göndermemiş. Bütün nezirler, aynı zamanda müjdeleyicidir. Bütün nezirler, aynı zamanda resûldür. Ama bütün nezirler nebî değildir. Bütün nebîler, aynı zamanda resûldür; aynı zamanda da mutlaka nezirdir. Bütün nebîler (peygamberler), aynı zamanda mutlaka resûldürler, risaletle görevlendirilmişledir, açıklama emri gelmiştir kendilerine. Aynı zamanda nezirdirler.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, biliyorsunuz ki bütün kavimlerde, bütün devirlerde mutlaka Allah’ın resûlleri mevcuttur. Hiçbir devir olmamıştır ki; bir kavimde Allah’ın resûlleri mevcut olmasın. Her kavimde mutlaka Allah’ın bir resûlü vardır. Sevgili kardeşlerim, böylece hiçbir devirde Allahû Tealâ hiçbir karyeyi, hiçbir insan topluluğu olan kesimi, Allah’ın söylediklerini açıklayan birilerinden mahrum kılmamıştır, mahrum etmemiştir.

Allahû Tealâ, nezirlerin görevi hakkında diyor ki:

6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.


“Nezirler, âmenû olanları müjdelemekle görevlidirler. Diğerlerini de uyarmakla görevlidirler.”


Dikkat edin; işaret son derece açık olarak geliyor: “Âmenû olanları müjdelemekle, âmenû olmayanları uyarmakla görevlidirler.” diyor.


Burada çok açık bir müessese var; kim âmenû olmuşsa (Allah’a ulaşmayı dilemişse) o, mutlaka müjdeye muhatap oluyor. Cennet müjdesi onun. Kim de olmamışsa Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa onun uyarılması lâzım. Uyarılıyor. Niçin uyarılıyor? Âmenû olsun, Allah’a ulaşmayı dilesin de o da cennetle müjdelensin diye. Bütün nezirler, mutlaka müjdeleyici ve uyarıcıdırlar. İşte Allahû Tealâ Mulk Suresinin 8, 9, 10. âyetlerinde şöyle buyuruyor:

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.

67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”

67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.


“Cehennemin kenarında cehenneme girecekler toplanırlar. Sonra grup grup cehennemin kapısına ulaşırlar. Cehennem bekçileri onlara derler ki: ‘Size nezirler gelip de buraya, bu cehenneme geleceğinizi (sizden nezirler gelip de buraya cehenneme geleceğinizi) söylemediler mi?’ Onlar da derler ki: Söylediler. Ama biz onlara dedik ki: ‘Allah, hiçbir şey indirmemiştir.’ Ayrıca biz onlara dedik ki: ‘Biz, seni dalâlette görüyoruz.’ Eğer biz, onların söylediklerini işitmiş ve idrak etmiş olsaydık; o zaman burada, cehennemde mi olurduk?”


İfade çok açık bir şekilde görünüyor. Kim cehenneme gelmişse cehenneme gelenlere mutlaka bu soruluyor: “Size nezir gelmedi mi?” Gelmemiş olsa, Allahû Tealâ cehennemine atmayacak o kişiyi. Çünkü uyarılmadan, aralarında resûl bulunmadan hiçbir kimseyi cehenneme atmamak konusunda Allah’ın defaatle sözü var Kur’ân-ı Kerim’de. Ve adına Allahû Tealâ’nın nezir dediği bütün kişiler, aynı zamanda mutlaka resûl, resûl dediği bütün kişiler de aynı zamanda mutlaka nezir.


Ve görüyor musunuz sevgili kardeşlerim, nezirler geliyor, açıklamalarda bulunuyorlar. Allah’ın kendilerine emrettiği şeyleri söylüyorlar ve insanları bir yerlere ulaştırmak için varlar. En güzel için. Ama böyle bir dizaynda şunu görüyoruz: Ne zaman Allah’ın nezirleri (bir neziri), içinde bulunduğu, kendi lisanında konuştuğu kavme Allahû Tealâ tarafından vazifeli kılınmışsa ve onlara açıklamalarda bulunmuşsa mutlaka reddedilmiştir. Bu, Mulk-8, 9, 10 bunu çok kesin bir şekilde ortaya koyuyor. Onun dalâlette olduğu söylenir. Onun şeytandan ilham aldığı söylenir, vahiy aldığı söylenir. Onun deli olduğu söylenir, dalâlette olduğu söylenir.

İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, şeytan, büyük çoğunlukla beraber olduğu için, onlar şeytanın kontrolünde olduğu için, büyük çoğunluk Allah’ın resûllerini, Allah’ın nezirlerini mutlaka reddeder. Bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında aynı şey olmuştur. Zaten Allahû Tealâ birkaç âyet evvel ne diyordu? Diyordu ki:


“Biz, bütün kavimlerde ahlâksızları, zorbaları hâkim kılarız.”

6/EN'ÂM-123: Ve kezâlike cealnâ fî kulli karyetin ekâbire mucrimîhâ li yemkurû fîhâ, ve mâ yemkurûne illâ bi enfusihim ve mâ yeş’urûn(yeş’urûne).

Ve işte böylece, her kasabada (şehirde) onun mücrimlerini (günah işleyenlerini), orada sahtekârlık (hile) yapmaları için liderler yaptık. Kendilerinden başkasını aldatmazlar ve farkında değiller.


Böyle bir standartta Allahû Tealâ öyle söylüyor:


“Biz, bütün kavimlerde Allah’ın yolunda olmayanları birbirine dost kıldık.” diyor. “Kuvvetin sahibi yaptık onları.” diyor, “Zulümlerini rahatlıkla işleyebilsinler diye.”


İşte sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bütün kavimlerde Allahû Tealâ’nın “el melei.” dediği ileri gelenler, hep o zorbalardan oluşuyor. Onları kavme hâkim kılıyor Allahû Tealâ. Ve çoğunluk daima Allah’ın yolunda olmayan insanlar, her devirde. Bütün peygamberler devrinde de böyledir, peygamber olmayan resûllerin devrinde de böyledir. Netice hiç değişmemiştir. Dünyanın büyük kısmı, hatta rahatlıkla %90’dan fazlası diyebiliriz, ne yazık ki Allah’ın cennetine girebilecek olan evsafı kazanamadan bu dünyadan gidiyorlar.

Allahû Tealâ burada nezirden bahsediyor. Hiçbir devirde hiçbir kavim, nezirsiz bırakılmamıştır, resûlsüz bırakılmamıştır. Ama bu resûller, bazen nebîdir ama gene nezirdir. bazen velîdir; ama gene nezirdir. Öyleyse resûl, eşittir nezir. Fakat resûl, eşittir nebî değil. Bazı resûller nebî -ki azınlıktır bu, az sayıda nebî vardır. Hangi devirde Allahû Tealâ, bir nebî tayin etmişse huzur namazının imamlığına, o kavmin dışındaki bütün kavimlerde gene Allah’ın resûlleri aynı devrede yaşamaktadırlar. Ama onlar, nebî resûlün emrindedirler. Yani devrin imamının emrindedirler.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ burada da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bir nebî, Peygamber Efendimiz (S.A.V) son nebî, son nebînin nezir olduğunu söylüyor.


Hicr Suresinin 90. âyet-i kerimesine ulaşıyoruz.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-90: Ke mâ enzelnâ alâl muktesimîn(muktesimîne).

Muktesimlere (kısım kısım ayıranlara) indirdiğimiz gibi.


ke: Gibi.

mâ: Şey.

enzel-nâ: İndirdiğimiz.

(mâ enzel-nâ: İndirdiğimiz şey.)

alâ el muktesimîne: Muktesim olanlara, kısım kısım ayıranlara.

Şimdi Hicr Suresinin 90. âyet-i kerimesinde: “Muktesim olanlara (kısım kısım ayıranlara),” diyor, “İndirdiğimiz şey gibi.”


Ve âyetin mânâsı şöyle oluyor:


“Muktesimlere (kısım kısım ayıranlara) indirdiğimiz gibi.”


Acaba ne demek istiyor Allahû Tealâ? Bütün dînlerin büyük kısmı, kısım kısım ayırıcılardır. Allah’ın temel emirleri, zaman içinde insanlar tarafından mutlaka iblisin mutlak olarak devreye girmesiyle hüviyetlerini kaybetmişlerdir. İblis, neyin insanları cennete götüreceğini, neyin kendisiyle beraber cehenneme götüreceğini çok iyi bilmekte. Becerebildiği standartlarda, diğer kitaplarda büyük değişiklikler yapmayı başarmış; Tevrat’ta, İncil’de, Zebur’da. Ama Kur’ân-ı Kerim’e gelince Allahû Tealâ diyor ki:


“Bu Kitab’ı (bu Kur’ân-ı Kerim’i) muhakkak ki Biz indirdik ve Biz, onu koruyan Biziz.” diyor Allahû Tealâ. “Onu koruyan Biziz, Biz.” diyor.


Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın muhafazası altında. Bu Surenin, Hicr Suresinin 9. âyet-i kerimesiydi zannediyorum, burada değil ama Allahû Tealâ’nın söylediği bu, evet, Hicr Suresi 9. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:


15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).

Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.


innâ: Muhakkak ki Biz.

nahnu: Biz.

nezzelnâ ez zikre: (Kur’ân-ı Kerim’i) zikri indirdik (inzal ettik).

ve innâ: Ve muhakkak ki Biz.

lehu: Onun için.

“le hâfizûne: Mutlak hâfızız, koruyucuyuz.” diyor, “Muhakkak koruyucuyuz.”


Öyleyse bunu söyleyen Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’in iblis tarafından değiştirilmesine müsaade etmediğini açık bir lisanla yazıyor. Bu sebeple 14 asır evvel nasıl indirilmişse, Kur’ân-ı Kerim’in bütün dünyadaki nüshaları birbirinin aynıdır. İşte böyle bir dizayn söz konusu sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler.


“Muktesimlere indirdiğimiz gibi.” diyor Allahû Tealâ.


Ve bir sonraki âyet-i kerimeye bakıyoruz, 91 ve burada bilmece çözülüyor.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

15/HİCR-91: Ellezîne cealûl kur’âne ıdîn(ıdîne).

Onlar, Kur’ân-ı Kerim’i parça parça kıldılar.


ellezîne: O kimseler ki, onlar ki.

cealû: Kıldılar, yaptılar.

el kur’âne: Kur’ân’ı.

ıdîne: Kısım kısım, parça parça.


“Onlar, Kur’ân’ı parça parça kıldılar.” diyor.


Aslında bu, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dışındaki bütün devirlere işarettir. O devirde Kur’ân, bir bütündü. Âli İmrân-119’da Allahû Tealâ sahâbe için diyordu ki:

3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.


“Onlar, size buğzettikleri hâlde, siz onlara karşı gene de muhabbet beslersiniz. Çünkü siz, Kitab’ın bütününe îmân edersiniz.” diyor.


Sahâbe, Kur’ân’ı ıdîn yapanlardan, parça parça ayıranlardan değildi. Ama bugün Kur’ân, parça parça ayrılmıştır.


Yani ne demek istiyoruz? Kur’ân-ı Kerim parçalara mı bölünmüş? Hayır. Kur’ân-ı Kerim, Allah nasıl indirdiyse aynı hüviyette duruyor. Ama iblis, Kur’ân-ı Kerim’i insanlardan saklamayı başarmış. İnsanlara asırlar boyunca yüzlerce, binlerce kitap yazdırmış; insanların yazdığı kitaplar, Kur’ân-ı Kerim’i açıklıyoruz diye, dîni açıklıyoruz diye insanların yazdığı kitaplar. Ve Kur’ân-ı Kerim’in temel farzları, bu kitaplar sebebiyle birer birer yok olmuş ve şu anda dünyanın durumu, İslâm ülkelerinin durumu öyle. Kur’ân’ın temel faktörleri bütünüyle kaybolmuş; kurtarıcı olan bütün hükümler. Peki, Kur’ân-ı Kerim’de yok mu? Var; ama tatbikattan kaldırılmış.


İslâm, 7 safhadan oluşuyor.


*Allah’a ulaşmayı dilemek; 1. safha. Sadece bir dilek.

*Bundan sonra Allah’ın vereceği 10 tane ihsanla mürşide ulaşıp tâbî olma; 2. safha.

(Birincisi 7. basamak, ikincisi 14. basamak).

*Sonra ruhu Allah’a ulaştırıp Allah’a teslim etme; 3. safha, 21. basamak.

*Sonra fizik vücudu ahsen kılıp Allah’a teslim etme; 4. safha, 25. basamak.

*Sonra nefsi ahsen kılıp (muhlis kılıp, halis kılıp) Allah’a teslim etme; 5. safha.

*Sonra irşada ulaşma; 6. safha.

*Sonra da iradeyi Allah’a teslim etme; 7. safha.


Bundan 14 asır evvel, başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe, bu 7 safhayı yaşadılar. 14 asır sonra bu 7 safhadan, dünya üzerindeki İslâm yaşantısında büyük kitleler artık bu safhalardan haberdar değil. Tamamen safhalar yok olmuş. 7 safhanın 7’sini de iblis, ortadan kaldırmayı başarmış. Bu 7 tane safhayı yaşayabilmek için farzların arasındaki en önemli faktör; zikir. Zikri de devreden çıkarmayı başarmış. Bu mahlûk, bu iblis, öylesine kurnaz bir mahlûk ki bütün güzellikleri çirkine çevirmek için korkunç bir dehaya sahip. Bütün hüsnüniyetle verilen bilgileri, insanların yanlış anlamasını ve tatbikatlarını Allah’ın yolunda değil de şeytanın yolunda yapmaları için, insanların her biriyle meşgul olan iblis, bir korkunç tuzak örüyor bütün insanlara sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım.


Öyleyse Allahû Tealâ, açık ve kesin olarak söylüyor:


“Onlar, Kur’ân’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) parça parça kıldılar.” diyor.


İşte 14 asır evvel İslâm; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber sahâbenin yaşadığı İslâm. 14 asır sonra insanların yaşadığı İslâm; vasıta emirler, hedef emirler hâline gelmiş. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet. Hedef emirler; 7 tane İslâm’ın safhası yok edilmiş. Hiç kimsenin kurtuluşa ulaşamayacağı bir dizayn, iblis tarafından insanlara kabul ettirilmiş. Ve bütün insanlık, cehenneme gitmeye mahkûm. İslâm’ın 5 tane şartıyla herkes kurtulacağını zannediliyor. Hiç kimsenin İslâm’ın 5 şartıyla kurtulması mümkün değil.


Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede: “Onlar, Kur’ân’ı parça parça kıldılar.” diyor.


Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir defa daha bir Kur’ân-ı Kerim Tefsir dersi, inşaallah burada tamamlanıyor. Bu hazin tabloyla bugünkü konuşmamızı kapattığımız için biz de hüzünleniyoruz. Gerçekten dünyanın durumu dehşet verici. Kur’ân, parça parça olmuş, asıllar kaybolmuş.


Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz.


Allah, hepinizden razı olsun.

 

İmam İskender Ali  M İ H R