}
Osmanlıda Aile 20.02.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 105729

 

SOHBETİN ADI: OSMANLI’DA AİLE
TARİHİ: 20.02.2003

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir defa daha Üniversitemizin İslâmî ve Tasavvufî konular faslında bir aradayız.

Konumuz: Osmanlı’da Aile.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı deyince hayranlığımızı gizleyemeyiz. Biz Osmanlı’ya hayranız. Atalarımız gerçekten büyük insanlarmış. Hele bugünkü nesillerle karşılaştırınca, şu zavallı halimize baktıkça, Osmanlı’yı daha bir gönülden yâd ediyoruz sevgili kardeşlerim. İşte toplumumuza bakın. Senetlerin, çeklerin %70’den fazlası geri dönüyor. Ahlâk müessesesi dumura uğramış. Allah’ın unutulduğu bir ülke olmuşuz. 600 yıllık bir Osmanlı saltanatı ve onun inkıraz bulmasından sonra 28 tane devlet çıkıyor ortaya. Sadece bir tanesi, Türkiye Cumhuriyeti ve 80 yılda ülkeyi batırmayı başarıyoruz. 600 yıl, uhdesinde 28 tane devleti idare eden Osmanlı Devlet-i Âliyesi, 600 yıl süreden sonra batırılıyor. İmparatorluk sona erdiriliyor ve sona erdirilen bu imparatorluğun ardından bir yeniden başlama, 80 yıllık bir devrenin sonunda ülkeyi mahva götürmeyi başarıyoruz.

Ekonomik açıdan şu anda Türkiye, illuminatinin esiri olmuş durumdadır. IMF, Türkiye’yi çok açık bir şekilde bu işten anlayanların indinde esir almış durumdadır. Bir ekonomik sömürge halindedir şu anda Türkiye, IMF için. Türkiye, artık IMF’in kurduğu kurullarla, kurumlarla idare edilmektedir. Devlet içinde başka bir devlet söz konusudur; IMF.

Sevgili kardeşlerim, iktidarlar değişiyor, IMF değişmiyor. Geliyor, bizimle pazarlık ediyor IMF. “Siz, bize borçlusunuz. Öyle yapamazsınız. Biz ne söylersek, bizim yapacağımızı yapacaksınız.” diyor. 600 yıl boyunca Osmanlı’ya hiç kimse bunu söyleyememiştir; 600 yıl. Ve 80 yılda yuları teslim etmişiz illuminatinin pençelerine. Sevgili kardeşlerim, onun için Osmanlı deyince biz orada durmasını biliriz. Şapka çıkartırız, ecdadımızın önünde hürmetle eğiliriz. “Siz, büyük insanlarmışsınız” deriz. Şanla, şerefle 600 yıllık bir tarih.

Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, 1500’lü yıllar boyunca Osmanlı savaş kadırgalarının toplamı, Avrupa’daki bütün savaş kadırgaları toplamından daha fazlaydı. En modern silahlarla teçhiz edilmiş gemiler. Ne diyordu leventlerimiz?

Deniz üstünde yürürüz.
Düşmanı arar buluruz.
Öcümüz komaz alırız.
Bize Hayreddinli derler.

İşte onlar, Hayreddinliydiler. Barbaros Hayreddin’in sadık dostları. Akdeniz, kelimenin gerçek anlamıyla bir Türk gölüydü. Kuzey Afrika sahillerinden, Güney Avrupa sahillerine kadar bütün Akdeniz; Cebelitarık Boğazı’na kadar bir Türk Gölü, bir Osmanlı Gölü.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı deyince adalet akla gelirdi. Osmanlı deyince dürüstlük akla gelirdi. Osmanlı deyince saygı akla gelirdi. Osmanlı deyince hoşgörü akla gelirdi. Osmanlı, bir güzellikler demetiydi. Aile yapısı da elbette ona göreydi.

Şimdi hadi gelin, sizinle bir toplum düşünelim. Bir toplum düşünelim; asker, tamamen Allah’ın askeri. Yeniçeri Ocağı’na hiçbir genç, hiçbir delikanlı, acemi oğlan olarak, Allah’a ulaşmayı dilemezse ve bir mürşide tâbî olmazsa asla giremezdi. Girmesi asla söz konusu değildi. Her şeyden evvel ahlâk istenirdi. Ahlâksa tasavvufun temeliydi. Mutlaka tasavvuf yani İslâm’ın hayata geçirilmesi. Onlar, Allah’a yakın insanlardı. Allah’ın evliyalarının menkıbeleri her tarafta anlatılır, hürmetle evliyalar yâd edilirdi. Osmanlı’nın yeniçerisi dediğiniz zaman akla hemen Hacı Bektaş-ı Velî akla gelirdi. Gülbank çekerdi yeniçeriler; “Pirimiz, Sultanımız Hacı Bektaş-ı Velî!” diye. Padişahlarının etrafında halka oluştururlardı, daralan ve genişleyen yeniçeri halkaları. Ve genişledikten sonra daralmaya başladığı zaman halka, hiçbir düşman birliği, yeniçeri erlerinin karşısında tutunamamıştır. Onlar gülbank çektiği zaman sevgili kardeşlerim, yerler gökler inlerdi. Bir ağızdan çıkan binlerce ses, dağları inletirdi; “Pirimiz, Sultanımız, Hacı Bektaş-ı Velî.”

Bunlar asker. Esnaf ve zanaatkarâna geliyoruz; esnaf ve zanaatkâr takımı; hiç kimsenin bir esnaf olsun veya zanaatkâr olsun, onun yanına ticareti öğrenmeye veya zanaatı öğrenmeye, Allah’a ulaşmayı dilemeyen, dilemedikçe ve yetmez, bir mürşide tâbî olmadıkça, sanat öğrenmesi, ticaret öğrenmesi mümkün değildi; giremezdi. Evliya olmadıkça kalfa olamazdı yani ruhunu Allah’a teslim etmedikçe. Daimî zikre ulaşmadıkça usta olamazdı. Askerlerde de üst seviye bir asker, subay olmak, yeniçerinin zabitan takımından olmak, evliya olmadıkça mümkün değildi. Daimî zikre ulaşmadıkça yeniçeri ağası olmak mümkün değildi, paşa olmak mümkün değildi.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı nevi şahsına münhasır bir dünya idi. Dünyaya aydınlık veren bir nurdu Osmanlı, Avrupa’ya adaleti götürüp yerleştiren bir müessese. Öyleyse asker sınıfı, esnaf sınıfı; Allah’ın askeri, Allah’ın esnafı. İlmiye sınıfının büyük kısmı gene tasavvufu yaşardı. Halkın büyük kısmı tasavvuftandı. Allah, onlar için vazgeçilmez bir müesseseydi. Taassup mu? Adı bile geçmezdi. Hiçbir devirde Osmanlı Hanedanı taassuba esir olmamıştır. Dînlerini yaşayan insanlar, tam bir hürriyet içinde yaşarlardı. Dînlerinin bütün gereklerini gerçekleştirirlerdi. Bütün çalışma sistemleri ona göre ayar edilmişti ve erdemli insanlar, onlar yön verirlerdi.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı, Allah ile ta Sultan Osman zamanından itibaren çok yakın bir ilişkideydi, bunu hiç bozmadılar. İşte o minval üzere Osmanlı gelenekleri adım adım oluştu. Hürriyet götürdüğü ve adalet götürdüğü ülkelerde, Osmanlı’nın adı minnetle anılırdı.

Öyle bir devir ki asillerle halk, birbirinden çok büyük bir mesafeyle ayrılmıştı. Halk, bir esirler gurubu gibiydi. Bir asilzade, halktan birisine bir kötülük ettiği zaman, hatta öldürdüğü zaman, mahkeme normal şartlar altında onu mahkemeye davet edemezdi. İzin alınması gerekiyordu, bir asili mahkemeye davet edebilmek için onun lordundan ya da dükünden izin alınması gerekiyordu.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı o ülkelere Osmanlı’yı ulaştırdıktan sonra, hürriyeti ulaştırdıktan sonra, insanlar köle olmadıklarını idrak ettiler. Bir Osmanlı kadısının karşısında, asilzadeyle halktan herhangi birisi arasında hiçbir farklılık yoktu. Osmanlı’nın padişahıyla da halkı arasında, Osmanlı padişahıyla o ülkelerdeki, Avrupa ülkelerindeki herhangi asil olmayan bir kişi, eşit şartlarda yargılanırdı. Osmanlı, Osmanlı tarihi boyunca 600 yıl, herkese dînini dilediği şekilde yaşaması için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bütün imkânlarını seferber etmiştir. Bütün dînlerin mensuplarına kendi dînlerinin ibadethanelerini kursunlar diye Osmanlı Hükümeti, hep yardımcı olmuştur. Osmanlı’ya onlar da hayrandılar. Bu yüzden çocuklarını kendileri getirip teslim ediyorlardı, saray tahsili görsünler, Enderun’da yetişsinler, çocukları mevkii sahibi olsunlar diye. Çok paşa böyle paşa olmuştur; yabancı asıllı, çocuk yaşta Osmanlı sarayına girmiş, adım adım yükselmiş.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı ailesi dediğiniz zaman tasavvufun yaşandığı bir aile düşüneceksiniz. Ailenin en büyüğü, en yaşlısıdır her devirde. Ve baba, onun çocukları, çocuklarının çocukları, hepsi aynı büyük evlerde, konaklarda yaşarlardı. Pederşahî aile söz konusuydu. Yemekte konuşulmazdı. Sabahları çay değil, çorba içilirdi. Osmanlı, kahvaltılarını hep çorbayla yaparlardı. Kahvaltının üzerinde bir kahvenin kırk yıl hatırı vardı. Kahve, Osmanlı’da her tarafa yayılmış bir müesseseyi ifade ederdi. Yemek boyunca ailenin reisinin etrafında bütün aile toplanırdı. Bizim yaptığımız gibi, şimdi nasıl yemekten evvel ve sonra, başlangıç için ve sonuç için dua ediyorsak, Osmanlı, bütün ailelerde aynı şeyi yapardı. Ailenin en yaşlı erkeği duasını yapardı. O başlardı, ondan sonra herkes başlardı yemeğe. Ve yemek bitince de gene bir duayla olay kapatılırdı. Fâtiha’yla yemekten evvelki devir tamamlanmış, yemek devrine girilmiştir. Yeni bir Fâtiha’yla yemek devrinden çıkılmıştır, yeni bir devre girilmiştir. Zamanların ayırımı söz konusudur.

Osmanlı, hep Allah’a şükrederdi. Konağın odaları, ayrı ayrı çocukların ailelerini teşkil ederdi. Ailenin reisi, onun eşi, onun çocukları, evli olan bu çocukların her birisi ayrı bir odada, ayrı bir aile yapısıyla yaşardı. İtaat mutlak ölçüde asıldı. Kararı daima ailenin en büyük, en yaşlı erkeği verirdi. Kararların sahibi daima oydu. Saygı, küçükten büyüğe doğru yayılan bir muhteşem dizayn oluştururdu Osmanlı ailesinde. Yemekte konuşulmazdı, saygıyla yemek yenirdi. Yemeğin dışında aile reisinden müsaade almadan konuşmak söz konusu olmazdı. Çocuklar, doğuşlarından itibaren tasavvuf terbiyesiyle büyürlerdi. Yemek, içmek, konuşmak, her açıdan bir âdap müessesesiydi.

Özellikle saray, insan yetiştirmekte en ehil insanların toplandığı bir yerdi. Padişahların, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme devresi boyunca mutlaka mürşidleri vardı. Fatih Sultan Mehmet, babası II. Murat’la beraber (4-5 yaşında Fatih Sultan Mehmet) ve II. Murat’ın mürşidi Hacı Bayram Velî, ziyarete geliyor padişahını. Ve II. Murat soruyor; “Lala!” diyor, “Acaba bize müyesser ola mı ki Şehr-i İstanbul’u fetih?” Hacı Bayram Velî diyor ki: “Sultanım, size değil ama bu var ya bu (Fatih Sultan Mehmet’i gösteriyor, 4-5 yaşlarında), ona müyesser olacak. Bunu sağlamak için de Şemseddin’i getirdim.”

Akşemseddin Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet’in hem mürebbisi hem mürşidi. Her şeyi ondan öğreniyor. Fatih Sultan Mehmet daha o yaşta tâbiiyetini gerçekleştiriyor. Bir zaman sonra babasına gidiyor, diyor ki: “Sen, Sultan-ı İklim-i Rûm değil misen?” Babası da diyor ki (II. Murat): “Öyleyim.” “Peki” diyor, “Ben, senin oğlun değil miyem?” “Oğlumsun.” diyor. “Eğer durum buysa bu, beni niye dövüyor?” diyor (Akşemseddin Hazretlerini gösteriyor). II. Murat, oğluna (Fatih Sultan Mehmet’e) diyor ki: “Onu getiren Hacı Bayram Velî Hazretleri vardı ya, o da benim sultanımdı. O da beni döverdi.”

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, padişah olmak falan neticeyi değiştirmiyor. Önde hep Allah var; hep Allah. Osmanlı, tarihi boyunca sahâbenin yaşadığı İslâm’ı yaşamıştır. İslâm’ı hayata geçirmek, İslâm’ı ihya etmek, İslâm’ı yaşamak, tasavvufu yaşamaktır. Osmanlı ailesi, bütün dünyaya örnektir.

Osmanlı’da hiç kimse sokakta tanışarak evlenmez. Osmanlı’da anneler, evlâtlarına gelin bakmaya giderler. Beğenirlerse yakından görmeye çalışırlar. Bu bapta hamamlar, Osmanlı hamamları annelerin seçim yeridir. Ve galip bir ihtimalle gelinle damat birbirlerini hiç görmeden, anneleri babaları tarafından evlendirilirdi. Nikâh oluşur ve bir daha kolay kolay bozulmazdı. Herkes bilirdi ki Allah’ın kendileri için takdir ettiği kader budur. Öyleyse şartlar ne olursa olsun, o şartlar altında mutlu olunmaya gayret edilirdi. Tasavvufu yaşayan ve kadere inanan Osmanlı bilirdi ki evlilik bir kaderdir.

Sevgili kardeşlerim, evlilik bir kader midir? Ne zaman bir olayın oluşması ve tamamlanması aşamasında bir tek irade yetmiyorsa, mutlaka ikinci bir iradenin devreye girmesi gerekiyorsa, kader aşamasında, bir olayın tamamlanması aşamasında orada kader vardır. Evlilik, en az iki iradeyi gerektirir. Kaldı ki Osmanlı’da bu irade, üçtü, dörttü, beşti, altıydı. En yaşlı olan ailenin en büyüğünden başlayarak, daha büyük noktada olanların hepsi yetkiliydi. Evlenme konusunda karar vermekte son söz, daima ailenin en büyüğünündü. Ama kızların seçimi, ailenin hanımları tarafından yapılırdı. Kimse kimseyi görmez, evlenirlerdi. Anneler babalar, çocuklarına kimlerin uygun olacağını yakından bilirlerdi. Öyleyse sevgili kardeşlerim, babaların seçtiği damatlar, annelerin seçtiği gelinler, Osmanlı ailesinin geleceğini tahakkuk ettirirdi.

Osmanlı’nın zaferden zafere koştuğu bütün zaman parçalarında her padişah, Allahû Tealâ’nın bir evliyasıyla birlikteydi. Olay, Şeyh Edebali’yle Sultan Osman’ın başlangıç teşkil ettiği bir dizaynda ilk noktaya oturur, başlangıç noktasına oturur. Sultan Osman’ın gördüğü rüya; başının üzerinde çok büyük bir ağaç, gökleri yerleri bütün ülkeleri kaplıyor. Ve Şeyh Edebali diyor ki: “Senin soyundan gelecek olanlar, bu dünyada cihanı fetheden cihangirler olacak.” Ve öyle oluyor Osmanlı. Bütün Kuzey Afrika, Arap Yarımadası, Kafkasya, Balkanlar, Macaristan, Avusturya, Bulgaristan, İtalya’ya kadar olan kesim, hep Osmanlı’nındı ve her gittiği yere Osmanlı adalet götürdü.

Öyleyse bu güzelliklerin her biri, her ailede mutlaka kendisini gösterirdi. Ailede küçükler büyüğe sağlam bir saygıyla, büyükler de küçüklere sevecen bir sevgi halesi içinde yaklaşırlardı. Ciddi, laubaliliğe hiçbir zaman geçit vermeyen bir terbiye sistemi söz konusuydu. Çocuklar özellikle sarayda sorumlulukla büyütülürdü. Küçük yaşta çocuk, sabah namazına kendisinin kalkmasının gerektiğini, hiç kimseden yardım almadan mutlaka abdestini alması gerektiğini, büyükleriyle beraber onların arkalarında huşûyla namaz kılmak gerektiğini ve bundan daha güzeli, daha güzeli, daha güzeli, zevk alması gerektiğini bilirdi ve bunu yaşardı.

Osmanlı tarihi boyunca yobazlık hiçbir devrede oluşmamıştır. Dîn, bütün fakülteleriyle yürürlükteydi. Her zaman baş tacı edilmiştir. En başta padişahlar dîne karşı büyük vefakârlıkla bağlıydılar. Laubaliliğe asla müsaade edilmezdi. Dîn, Allah için yaşanırdı. Öyle bir toplum ki herkes birbirine karşı saygılı.

Bir genç bir karar veriyor kendi kendisine, diyor ki: “Ben şimdi gidip bir tane defter alacağım. Bu deftere bütün evliyaları yazacağım.” Ve gidiyor bakkala. O zaman bakkallarda satılıyordu defterler. “Bir defter almak istiyorum. Acaba bana bir defter verir misiniz?” diyor. Bakkal, hemen ona gülümseyerek bir defter çıkartıyor, teslim ediyor; “Beni de yaz.” diyor. Delikanlı şaşırıyor, bakkala hiçbir şey söylememiş. “Ben buraya evliyaları yazacağım.” falan tarzında bir ifade kullanmamış, böyle bir şey hiç geçmemiş. Ama bakkal ona; “Beni de yaz.” diyor. Bizim delikanlı çıkıyor elinde defterle bakkalın kapısından, bitişikteki manav sesleniyor; “Beni de yaz.” diyor oraya. Arkasından, öbür tarafta kasap var. Kasabın önünden geçiyor, kasap kapıya çıkıyor; “Beni de yaz.” diyor.

Sevgili kardeşlerim, bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? O delikanlının o defteri alacağı, Allahû Tealâ tarafından hepsine söyleniyor. Böyle bir noktada bu delikanlı, hayranlık duymaz mı Allahû Tealâ’nın evliyalarına. Bir telsiz telefon ağı, kalp hattı, bütün evliyalarla Allahû Tealâ arasında her devirde var olmuş Osmanlı tarihi boyunca.

Sevgili kardeşlerim, ailede sorumluluk müessesesi, Osmanlı için çok önemli bir müesseseydi. Bilinirdi ki Devlet-i Âliye’nin bekası, devamı, bu çocukların büyüyünce yetişmelerine ve görevi devralmalarına bağlı. Görevi de emin adamların devralması gerekirdi. Onun için çocuk terbiyesinde okulda olsun, evde olsun, doğruluk-dürüstlük müessesesi çok büyük önem taşırdı. Yalan söyleyen çocuk cezalandırılırdı ve ona, o günden itibaren her fırsatta ne yapması lâzım geldiği telkin edilirdi. Ve çocuk, doğruyu yaptıkça mükâfatlandırılırdı. O zaman çocuk yalan söylemesinin yanlış bir şey olduğunu, doğruyu yaptığı takdirde mükâfat alacağını idrak ederdi. Ve bu, ciddi bir hüviyetle çocuğa, onun belleğine, kalbine yerleştirildiği zaman dürüst insanlardan oluşan bir Osmanlı halkı söz konusuydu. Halkın çok büyük bir kısmı tasavvufu yaşardı. Sahâbe gibiydiler. Askerin tamamı, esnafın tamamı, halkın çok büyük bir kısmı, herkes tasavvufu yaşıyor, herkes Allah’ın dostu.

Hatırlıyorsunuz, gene bir bakkal olayından bahsetmiştim sizlere. Sabah namazından sonra Osmanlı uyumazdı). Birisi bakkal dükkânına giriyor; o raftan gösterdiği şeyi istiyor; “Onu almak istiyorum. Ne kadar?” diyor. Bakkal; “Satılık değil.” diyor. Adam; “Yahu kardeşim!” diyor, “Bunu rafa koymuşsun, sen bakkalsın, ben de alıcıyım. Benim ona ihtiyacım var, sen de satmak için oraya koymuşun. Neden bana vermiyorsun onu? Ne kadarsa parası vermeye hazırım.” “Veremem. Çünkü ben siftahımı yaptım. O maldan, istediğinden bu karşıdaki kardeşimizde de var. Oradan al lütfen. Ben siftahımı yaptım ama o yapmadı.” diyor bakkal.

Sevgili kardeşlerim, başkalarının hakkına riayetin muhtevasını görebiliyor musunuz? Bizde herkes başkasının müşterisini çalıp da malını satabilmek için birbirinin gözünü oyarken, orada öbürünün haberi bile olmadan beriki diyor ki: “Ben satışımı yaptım, siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı.”

Sevgili kardeşlerim, onlar Osmanlı’ydılar.

Ailede anne ve baba arasındaki kavgalar, anlaşmazlık olduğu takdirde, asla çocukların yanında yapılmazdı. Zaten kavga, nadir bir olaydı. Anlaşmazlık kavgaya dönüşmeden ailenin büyüğü tarafından mutlaka halledilirdi. Nasıl Kur’ân-ı Kerim; “Aranızda niza etmeyin. Allah’a veya Resûl’e ulaştırın.” emrini veriyorsa, aile içinde ailenin yargıcı, savcısı, hep aynı kişiydi. Ailenin en yaşlısı; aklı başında, normal düşünme kabiliyetine sahip olan ailenin en yaşlısı. Allah’a da genellikle en yakın olan oydu ailede. Ömrü boyunca tasavvufu yaşamış insanlar ve yalnız doğruları, yalnız Allah’ın emirlerini tebliğ ve tefhim ederlerdi. Ailenin en büyüğü, ulûl’emr idi. Her evdeki ulûl’emr, o ailenin en yaşlı erkeğiydi. Üç nesil, en aşağı üç nesil, bazen dört nesil, bazen beş nesil, aynı konağın içinde yaşamlarını sürdürür giderlerdi. Kimsenin kimseyle anlaşmazlığına aile yapısı meydan vermezdi. Birbirlerini zemmetmek yerine problemlerini kendi aralarında halletmeye çalışırlardı. Nefs ağır basarsa, halledemezlerse gidilecek yer hazırdı. Ailenin reisi anlaşmazlıkları anında çözerdi. İtiraz, asla söz konusu olamazdı. Sevgili kardeşlerim, Osmanlı ailesi, bütün dünyaya örnek aile yapısıdır. Nesillerin birlikte yaşadığı bir konak dizaynı. Lüzumsuz gürültülerin bütünüyle mevcut olmadığı bir dünya ortamında birçok insan bir arada, hiç kimse yaşamıyormuş kadar sessiz yaşarlardı. Herkes birbirinin hakkına riayet ederdi.

Ramazanlar, ayrı bir olaydı. Küçük yaştan itibaren çocuklara oruç zevki verilirdi. Çocuklar, oruç tutmak için birbirleriyle yarışırlardı. Her akşam çocukların bahşişi vardı. Oruç tuttukları her gece iftardan sonra bahşişlerini alırlardı. Ve doğruya alıştırılmış olan çocuklar, son derece sağlam karakterde insanlar olarak yetiştirilirdi. Çocukların, aralarında birbirine küfürle hitap etmeleri, hakaret etmeleri mümkün olamazdı. Sağlam ve sağlıklı bir aile yuvasında doğruya alıştırılmış çocuklar; yalanın kendilerine zararı dokunacağından kesin olarak emin olan çocuklar, güvenilir bir büyüklerin neslini oluşturdu her devirde. Onlar, sahâbeyi kendilerine örnek almışlardı. Sahâbe gibi yaşamak temel hedefleriydi.

Bir ailede birçok tarikattan insan olabilirdi. Ama aralarında hiçbir zaman anlaşmazlık söz konusu olmazdı. Bütün namazlar mutlaka cemaatle kılınırdı. Hiçbir zaman bir kişinin, iki kişinin tek başlarına namaz kılmaları usulden değildi. Yani çok ciddi ve zevkli bir dünya hayatı vardı Osmanlı’nın. Ailenin bütün fertleri Allah ile hemhal idi. Cehri zikir yapanlar, cehri zikirlerini yaparken, hafî zikir yapanlar da onlara iştirak ederdi. Aralarında senin tarikatın ayrı, benimki ayrı tarzında bir anlaşmazlık hiçbir zaman olmazdı. Herkes bilirdi ki hepsi, Hakk yolun yolcularıdır.

Sevgili kardeşlerim, saray, tarikatlara karşı olmak şöyle dursun, tarikat hayatının hep en güzel standartlarda devam etmesi için halka her zaman destek olurdu. Allah’ın evliyası el üstünde tutulurdu. Evliya da adabı herkese öğretirdi. Hiçbir zaman kibirli olmaları mümkün olmayan Allah’ın evliyası, tevazuu içerisinde Allah’a en yakın olan bu insanlar, insanların arasında sessiz dolaşırlardı. 40 yaşını aşan insanların arasında, erbaîn çıkarmayan hiç kimse olmazdı. Yani Ramazan orucunun ötesinde 40 gün süreyle bir hücrede kalanlar.

Sevgili kardeşlerim, olaylara baktığımız zaman, bugünkü toplumumuza baktığımız zaman bu güzellikleri onların yaşadığını görüp de gıpta etmemek mümkün mü sevgili kardeşlerim? Osmanlı, aile yapısı itibariyle dünyaya mutlak bir örnektir. Her şeyin en güzeli Osmanlı’daydı. Saray hayatı ise baştan aşağı bir adap müessesesiydi. Avrupa ülkelerinden gelen misafirler, sarayda gördüklerine sadece hayranlıkla bakarlardı. Saray, baştan aşağı bir okuldu. Harem kesiminde hanımların erkeklere karşı hangi saygılı hüviyette bulunmaları gerektiği, onlara en güzel derslerle devamlı olarak telkin edilirdi. Sadece güzellikleri, dostlukları yaşayan yüzyıllar geçti Osmanlı’da.

Sonra ne mi oldu? Sonra kötü şeyler oldu sevgili kardeşlerim. Saraydaki evliyanın yerini yıldıznameciler aldılar. Yani bugün şu burçlara bakarak hükümler verenler var ya, hangi tarihte doğdunuz, doğduğunuz aya göre sizi şekillendirenler; işte onlardan ilm-i nücûm sahipleri yavaş yavaş sarayda evliyanın yerine yer almaya başladılar ve dejenerasyon böyle başladı. Önce saraylardaki Allah’ın mürşidlerinin yerine ilm-i nücûm sahipleri, onlar geldiler ve çürüme başladı. Yeniçeri Ocağı çürüdü. Nizam-ı Âlem Osmanlı, Nizam-ı Âlem’i yürütemedi, Nizam-ı Cedid oldu, yeni nizam oldu. Âleme yön veren, dünyaya hükmeden Osmanlı artık bu görevini sürdüremedi.

Batı’nın sanayi devrimi, Osmanlı’nın çöküşünde önemli bir kademe ifade eder. Ama aile ahlâkı çok sağlam temeller üzerine oturmuştu. Ta Osmanlı inkıraz bulana kadar, aynı ananeler; gelenekler devam etti. Osmanlı hiç Allah’tan ayrılmadı. Ama dejenerasyon adım adım halka tesir etti ve batı hayranları, tatlı su Frenkleri, adım adım oluştu. İşte o batı hayranlığıdır ki Osmanlı’yı tarihten sildi. İnkıraz bulduğu zaman 28 tane milletin, devletin kurulduğu Osmanlı Hanedanı, 1920’li yıllarda sona erdi. Sevgili kardeşlerim, bir küçücük Kayı Boyu’ndan bir Bey ve onun oğlu Osman Bey, Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcını teşkil etti. Osman Bey, mürşidinin kızıyla evlendi, Şeyh Edebali’nin kızıyla evlendi. Osmanlı Hanedanlığı böyle başladı ve gene Allah’a büyük bağlılığı olan bir padişahla sona erdi.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı ailesinde bozulma Cumhuriyet devriyle başlar. Cumhuriyet devri, Allah’a inancın yok edilmeye çalışıldığı bir başlangıç devridir. Biz, o devirde çocukluğumuzu yaşadık. Osmanlı aile düzeninin yok olması için her şey yapıldı. Okulda bizlere, Allah’ın olmadığı yönünde telkinler yapılırdı. Biz, dînsiz olarak büyüyen bir nesildik. İlkokuldan başlayan Allah’a karşı bir savaş mekanizması, bizleri dînin tamamen dışına itmişti.

Ailelerde yozlaşma, Cumhuriyetin ilk yıllarıyla beraber başlar, Osmanlı Hanedanı’nın geleneğinden adım adım ayrılma ve bugünkü halimize bakın. Her şey ne kadar çürümüş, kokuşmuş. En çok onu duydukça hüzünlenirim, idrak ettikçe hüzünlenirim; bize hep yanlış tarih kitapları okuttular. Osmanlı’yı kötüleyen tarih kitapları okuttular. Cumhuriyeti öveceğiz diye, sevdireceğiz diye Osmanlı’yı kötülemek yolunu seçen hangi akılsızlardı bilmiyorum. Ama nesillerin çürümesi ve bu ahlâksız ortama ulaşması, hep o devrin, Allah’ın karşısında olan idarecilerinin eseridir. Sadece Birinci Büyük Millet Meclisi, Allah’ın dostlarının meclisiydi. Çünkü savaşı onlar kazanmışlardı; Allah’ın evliyası.

Sevgili kardeşlerim, General Trikopis, esir edildiği zaman diyor ki: “Onları gösterin bana. Şu bizi esir eden askerleri gösterin, görmek istiyorum.” Onlar da diyorlar ki: “İşte bunlar, bu askerler.” “Hayır.” diyor, “Bunlar değil. Biz bunlara ateş ettiğimiz zaman bunlar ölüyordu. Ama başkaları vardı.” Tarif ediyor General Trikopis; “Başlarında sarıklar olan, sırtlarında cübbeler olan bizi yakalayan, esir eden onlardı, bunlar değil.” diyor.

Her savaşta göklerin ordularından birileri, mutlaka Osmanlı askerlerinin içindeydi.

Sevgili kardeşlerim, Osmanlı gerçekten hayran olunacak bir Osmanlı’ydı. Halimize baktıkça bu kadar büyük bir ahlâksızlık ortamına yuvarlandığımıza hâlâ inanamıyorum. Şeytana tapan çocuklarımız, sokaklarda kedileri, köpekleri kesip kanlarını içiyorlar artık. Aile terbiyesi diye bir şey kalmamış durumda. Ancak inananlar arasında böyle bir terbiye sisteminin gelişmesi için canla başla çalışmalar yapılıyor. İnananlar, artık insanların düşmanları.

Sevgili kardeşlerim, işte Osmanlı deyince, bir avuç hatıra.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada bitirmek istiyoruz, sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R