SOHBETİN ADI: MUKARREBLER (Mukarrebun)
TARİHİ: 05.03.2003
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bizleri bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde bir araya getirdi. Allah’ın bir zikir sohbeti. İşte şimdi bir zikir sohbetindeyiz; Allah’ı zikrediyoruz. Kur’ân-ı Kerim’i zikrediyoruz ve bir güzelliği yaşıyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. O Allah ki; hepinizi çok sever.
Konumuz: Mukarrebîn; Allah’a yakın olanlar. Kod numarası: 3.2.3.67. Mukarrebin, Mukarrebler. Karip; yakın demek. Takarrub; yaklaşma demek. Bakara Suresinin 186. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-186: Ve izâ seeleke ıbâdî annî fe innî karîb(karîbun) ucîbu da’veted dâi izâ deâni, felyestecîbû lî velyu’minû bî leallehum yerşudûn(yerşudûne).
Ve kullarım sana, Benden sorduğu zaman, muhakkak ki Ben, (onlara) yakınım. Bana dua edilince, dua edenin duasına (davetine) icabet ederim. O halde onlar da Bana (Benim davetime) icabet etsinler ve Bana âmenû olsunlar (Bana ulaşmayı dilesinler). Umulur ki böylece onlar irşada ulaşırlar (irşad olurlar).
“Eğer kullarım Beni senden sorarlarsa de ki: Ben onlara yakınım.”
Allahû Tealâ burada “karîb” kelimesi kullanıyor ve diyor ki: “Bana dua edenin davetine icabet ederim. Ama onlar da Benim davetime icabet etsinler; âmenû olsunlar ve böylece irşada ulaşsınlar.”Yani diyor ki: “Ben onlara yakınım ve onların davetine icabet ederim.” Kimlerin? “Bana âmenû olanların (Bana ulaşmayı dileyenlerin) davetine icabet ederim.” diyor.
Başka bir âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ;“Kâfirlerin davetine icabet edilmez.” buyuruyor.
13/RA'D-14: Lehu da’vetul hakk(hakkı), vellezîne yed’ûne min dûnihî lâ yestecîbûne lehum bi şey’in illâ ke bâsitı keffeyhi ilâl mâi li yebluga fâhu ve mâ huve bi bâligıhî, ve mâ duâul kâfirîne illâ fî dalâl(dalâlin).
Hakkın daveti O’nadır (Kendisinedir, Allah’adır). O'ndan başkasına davet ettikleri (şeyler), onlara bir şeyle icabet etmezler. Onlar ancak suya, onun ağzına, suyun ulaşması için avucunu açmış kimse gibidir. O (su), ona ulaşacak değildir. Ve kâfirlerin daveti, dalâletten (su nasıl onların ağızlarına ulaşamıyorsa, dalâlette olanlar da hidayete ulaşamaz) başka bir şey değildir.
Öyleyse Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerden ve dileyenlerden bahsediyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler için diyor ki:
17/İSRÂ-54: Rabbukum a’lemu bikum, in yeşa’ yerhamkum ev in yeşa’ yuazzibkum, ve mâ erselnâke aleyhim vekîlâ(vekîlen).
Rabbiniz, sizi iyi bilir. Dilerse size rahmet eder (Rahîm esması ile tecelli eder) veya dilerse size azap eder. Ve seni, onlara vekil olarak göndermedik.
“Seni onların üzerine vekil tayin etmedik, bekçi tayin etmedik.”
Ama “Seni onların üzerine vekil tayin etmedik.” diyen Allahû Tealâ, diğerlerinin üzerine vekil tayin ettiğini söylemiş oluyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’a ulaşmayı dileyenler için bir vekildir. Allah ile onların arasında bir ulaştırıcı unsur. Allahû Tealâ’nın Nebî Resûl’ü; son nebî, nebîlerin sonuncusu; hatem-ül enbiya. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“O, aranızdan hiçbir erkeğin babası değildir (Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir). O, nebîlerin sonuncusu ve Allah’ın Resûl’üdür.”
İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V), kariplerin başında geliyor. Allah’a tekarrup edenlerin en üst seviyesinde. Neden öyle söylüyoruz? Öyle söylememizin arkasında ruhu, fizik vücuduna örtü olmuş olarak nefsi, ruhu ve fizik vücuduyla Allah’ın Zat’ına ulaşan ama fizik vücuduyla ulaşan ve ulaşıp emirleri aldıktan sonra tekrar yeryüzüne inen, sonsuz mesafeyi Allahû Tealâ’nın bir anda, sonsuz hızla geçirdiği, Kendisine ulaştırdığı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir. Bütün peygamberler arasında sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın Zat’ına kadar fizik vücuduyla yükselerek; ruhu fizik vücuduna örtü olmuşsa da fizik vücuduyla Allah’ın Zat’ına ulaştı. Fizik vücudunun baş gözleriyle değil, ruhunun baş gözleriyle Allahû Tealâ’ya baktı. Allahû Tealâ, O’nun rüyetullahı konusunda şöyle söylüyor:
53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.
“Kalbi gördüklerini tekzip etmedi.”
Yani ruhunun baş gözüyle gördüklerini, nefsinin kalbi tekzip etmedi, yalanlamadı. Allah’a ulaşmadan evvel Allah’ı defalarca görmüştü. Ve gene O gördüğü şeyi, Rabbini gördü.
İşte sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’ın sevgilisi, en sevgilisi, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve kariplerin, tekarrup edenlerin; yani mukarreblerin; yani mukarrebînin en üstünde olan kişi.
Mukarrebin; mukarrepler, yakınlar demek. Hangi açıdan? Yaklaşmanın son hududu, Allah’ın Zat’ına ulaşmaktır. Bu ulaşmak canlı olarak tahakkuk etmişse üç peygamberden bahsediyor Allahû Tealâ. Zat’ıyla Allah’ın katında bir araya gelen, Hazreti Üzeyir, Hazreti İsa ve Peygamber Efendimiz (S.A.V). Hazreti İsa da Hazreti Üzeyir de çıkmışlar ve geri döndürülmemişlerdir. Orada kalmışlardır. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V), çıktıktan sonra tekrar aşağıya gönderilmiştir; bu dünyadaki görevini tamamlasın diye.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, kimdir mukarrebîn? Allah’a yakın olanlar. Allah’a en yakın olanlar kimlerdir? Nebî resûller. İnsanlardan Allah’a en yakın olanlar, karip olanlar, tekarrup edenler, mukarrebler, onlar nebî resûllerdir. Her nebî resûl, bulunduğu devrede mutlaka huzur namazının imamıdır. Sevgili kardeşlerim, böyle bir dizaynda olaylar dizisine baktığımız zaman Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allahû Tealâ’nın en sevgilisi olduğunu görüyoruz. Allah’ın Zat’ına ulaşan, O’nunla konuştuktan, O’nu ruhunun baş gözüyle gördükten sonra kalbi tekzip etmeyerek, geriye dönen tek bir nebî resûl.
Öyleyse insanlardan mukarreb olanlar üç gruba ayrılıyor:
1- İradelerini Allah’a teslim edenler.
2- Bütün kavimlerdeki resûller.
3- Devrin imamları.
Devrin imamları iki gruba ayrılıyor:
1- Nebî resûller.
2- Velî resûller.
Hepsinden üstün olan muhakkak ki nebî resûllerdir. Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın kuluna verdiği yetkilere dikkatle bakın. O yetkiler, Allah’ın o kulu hakkında neyi oluşturduğunu, onun hakkında ne düşündüğünü ifade eder. Düşündüğünü, Allahû Tealâ şekillendirmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın koruması altındaydı. Bütün huzur namazının imamları, Allah’ın koruması altındadır. Allahû Tealâ onların etraflarını, önden arkaya doğru uzanan meleklerin sardığını, meleklerin onları koruduğunu söylüyor. Sağlarında, sollarında, önlerinde, arkalarında koruyucu melekleri söz konusu.
Bütün nebîler, mukarribindir. İşte Âli İmrân Suresinin 45. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-45: İz kâletil melâiketu yâ meryemu innallâhe yubeşşiruki bi kelimetin minhu, ismuhul mesîhu îsebnu meryeme vecîhan fîd dunyâ vel âhırati ve minel mukarrabîn(mukarrabîne).
Melekler şöyle demişlerdir: "Ey Meryem,! Muhakkak ki Allah, Kendinden bir kelime ile seni müjdeliyor. Onun ismi "Mesih, Meryem oğlu Îsâ'dır. Dünyada ve ahirette şereflidir ve mukarrebinlerdendir."
“Hani o zaman ki melekler, Hz. Meryem’e dediler ki: Ya Meryem! Muhakkak ki; Allah, seni kendinden bir kelime ile müjdeliyor. Bu kelimenin adı Meryem oğlu İsa’dır. İsa Mesih’tir.”
ismuhul mesîhu: İsmi Mesih’tir.
îsebnu meryeme: Meryem oğlu İsa’dır.
vecîhan fîd dunyâ: Dünyada itibarlıdır, şereflidir.
vel âhıreti: Ve ahirette de.
ve minel mukarrebîn: Ve mukarreblerdendir.
Allahû Tealâ, mukarreb olanların sadece insanlar olmadığını, meleklerden de mukarreb olanların var olduğunu da ifade ediyor. Nisâ Suresinin 172. âyet-i kerimesinde diyor ki:
4/NİSÂ-172: Len yestenkifel mesîhu en yekûne abden lillâhi ve lâl melâiketul mukarrabûn(mukarrabûne). Ve men yestenkif an ibâdetihî ve yestekbir fe se yahşuruhum ileyhi cemîâ(cemîan).
Mesih, Allah'a kul olmaktan asla çekinmez ve mukarrebin (Allah’a yakın) olan melekler de (Allah'a kul olmaktan çekinmezler). Ve kim, O'na kul olmaktan çekinir ve kibirlenirse, elbette onların hepsini (Allah) kendi huzurunda toplayacak.
len yestenkifel mesîhu: Mesih, Allah’a kul olmaktan istinkâf etmez, çekinmez.
en yekûne abden lillâhi ve lel melâiketul mukarrebûn: Ve Allah’a yakın olan melekler de Allah’a kul olmaktan çekinmezler.
ve men yestenkif an ibâdetihî: Kim Allah’a kul olmaktan istinkâf ederse, çekilirse.
ve yestekbir: Ve büyüklenirse.
fe se yahşuruhum ileyhi cemîâ: Allah, onların hepsini huzurunda toplayacaktır.
Öyleyse Allah’a mukarreb olanlar sadece insanlar değil, insanlardan huzur namazının imamı olan velî resûller ve özellikle nebî resûller değil, meleklerden de mukarrebin var. Kim bu mukarrebin melekler? Dört melek:
1- Hazreti Cebrail
2- İsrafil
3- Mikail
4- Azrail
Son harfleri “il”le biten Allah’a yakın dört melek; Allahû Tealâ’ya mukarreb olan melekler. Bir de Allah’ın huzurunda vazifeli olan melekler, arşı tutan melekler. Her devirde yaşadığı süreç içersinde, Allah’a en yakın kişi devrin imamıdır. Arşı tutan melekler, İndi İlâhi’de de devrin imamının beraberindedir. Altın tahtları boşlukta tutarlar. Ümmülkitap’ta da devrin imamının beraberindedirler. Ümmülkitab’ı boşlukta tutmaktadırlar. Yani İndi İlâhi’de de huzur namazının imamı, arşı tutan meleklere en yakın olan kişidir. Onların çevresinde olan, onlara en yakın olan kişidir, Ümmülkitap’ta da. Allahû Tealâ, Vakıa Suresinin 11. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
56/VÂKIA-11: Ulâikel mukarrebûn(mukarrebûne).
İşte onlar (sabikunlar). Mukarrip (Allah’a yaklaştırılmış) olanlardır.
“Bunlar, Allah’a mukarreb olanlardır ve yakîn olanlardır.”
Şimdi Vakıa Suresinin daha evvelki âyetlerine bakalım, Vakıa-10:
56/VÂKIA-10: Ves sâbikûnes sâbikûn(sâbikûne).
Ve sabikunlar (hayırlarda yarışıp ileri geçenler), sabikunlar.
“O sabikûn denilen sabikûnlar var ya. Bunlar, Allah’a mukarreb olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.
Kimdir sabikûn? Sahâbe, sabikûndur. Sabikûn, hayırlarda yarışanlardır. Öyleyse Allahû Tealâ’nın “ulâikel mukarrebûn” dediği, Allahû Tealâ’nın ayırımından belli oluyor.
El Vakıa Suresi 8 ve 9. âyetler, şunları söylüyor:
56/VÂKIA-8: Fe ashâbul meymeneti mâ ashâbul meymeneti.
İşte ashabı meymene [meymene sahipleri, amel defteri (hayat filmleri) sağından verilen cennetlikler], (ama) ne ashabı meymene!
56/VÂKIA-9: Ve ashâbul meş'emeti mâ ashâbul meş’emeti.
Ve ashabı meşeme [meşeme sahipleri, amel defteri (hayat filmleri) solundan verilen cehennemlikler], (ama) ne ashabı meşeme!
Allahû Tealâ, kıyâmet günü toplanacak olan insanlardan bahsediyor. Evvela ashâb-ı meymene’den bahsediyor Vakıa-8’de. Ashâb-ı meymene yani yemin sahipleri, kitapları sağ taraflarından verilenler. Allahû Tealâ, “Onlar, kutlu insanlar.” diyor. O ashâb-ı meymene, kurtuluşa ulaşanlar. Sonra Allahû Tealâ, ashâb-ı meşeme’den bahsediyor; Vakıa Suresi 9. âyet-i kerime. Ve 10. âyet-i kerimede sabikûndan bahsediyor. Ashab-ı meşeme, kitapları sollarından verilen cehenneme gidecek olanlar; birinci ve ikinci basamaktakiler. Ashâb-ı meşeme, bu birinci ve ikinci basamaktakiler. Ashâb-ı meymene, 3. basamaktan 25. basamağa kadar gidenler. Sabikûn 26. basamaktan başlıyor. Daimî zikrin sahipleri, onlar hayırlarda yarışanlar. Hayırlarda yarışanlar, ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarını ifade ediyor. Bu, buradaki sabikûn müessesesi, ulûl’elbab makamını, ihlâs makamını ve salâh makamını içeriyor; hepsi sabikûn. Ama sabikûn; hayırlarda yarışanlar, ayrı ayrı kademeleri oluşturuyor.
Daimî zikrin, sabikûnun müşterek özelliği: “O sabikûn denilen sabikûnlar var ya, bunlar Allah’a mukarreb olanlardır.” diyor Allahû Tealâ. Daimî zikrin sahibi olan, İlm’el yakîni aşmış, daimî zikre ulaştığı cihetle Ayn’el yakînin sahibi olanlar, işte onlar Ayn’el yakînin sahipleri, mukarrebundur. 26., 27. ve 28. basamakların hepsi sabikûndur. Ama bunlar da grup grup. Ulûl’elbab makamındakiler birinci grup, ihlâs makamındakiler ikinci grup, irşada ulaşmış olanlar üçüncü grup, iradelerini Allah’a teslim etmiş olanlar dördüncü grup, her devirdeki bütün kavimlerdeki resûller beşinci grup ve devrin imamı altıncı grup.
Bu muhtevada sabikûnun en üst seviyede olanı devrin imamıdır. ÖyleyseVakıa Suresi bize, sabikûn müessesesini veriyor. Sabikûn için Allahû Tealâ; “Onlar, Allah’a mukarreb olanlar; yakın olanlardır.” diyor. Vakıa Suresinin 88. âyet-i kerimesinde ise Allahû Tealâ bir başka olaydan bahsediyor, diyor ki:
56/VÂKIA-88: Fe emmâ in kâne minel mukarrebîne(mukarrebîne).
Fakat o eğer mukarrebin olanlardan (Allah’a yakın olanlardan) ise.
“Eğer o kişi yakın kılınanlardan; mukarreb olanlardan ise.”
Vakıa-87’ye bakıyoruz. Acaba Allahû Tealâ neden bahsediyor?
56/VÂKIA-87: Terciûnehâ in kuntum sâdikîn(sâdikîne).
Eğer siz sadıklarsanız, onu geri çevirirsiniz.
“Eğer doğru söylüyorsanız, onu geri çevirsenize.”
Allahû Tealâ burada ölmekte (ölecek olan) ve o ölümden geri çevrilecek olan kişiden bahsediyor. Vakıa-88 ve 89’de ise “Yakîn kılınanlardan ise bu durumda rahatlık, güzel rızık ve ni’metlerle donatılmış cennet onundur (naim cenneti.” diyor.
56/VÂKIA-89: Fe revhun ve reyhânun ve cennetu naîm(naîmin).
O taktirde, ferahlık, huzur, güzel kokulu bitkiler ve naim cenneti vardır.
İşte sevgili kardeşlerim, naîm cenneti, ulûl’elbab makamının, ihlâs makamının ve salâh makamının dört kademesinin muhtevasını içerir. Naîm cennetine gidecek olanlar, ulûl’elbab makamındakiler, ihlâs makamındakiler, salâh makamının birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü kademesinde olanlar.
Kimdir birinci kademede olanlar? Tövbe-i Nasuh’a davet edilmiş olanlar. İkinci kademesinde olanlar kimdir? Tövbe-i Nasuh’a davet edilip salâh makamının sahibi olduktan sonra, günahları örtülmüş olanlar. Üçüncü basamakta olanlar kimdir? Başlarının üzerine salâh nuru verilmiş olanlar. Dördüncü basamakta olanlar kimdir? Günahları Allahû Tealâ tarafından örtüldükten sonra, sevaba çevrilmiş olanlar.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, burada bir vakadan bahsediyoruz. Sabikûnun cenneti, ikidir. Bu noktaya kadar, naîm cennetlerinin sahipleridir. Ne zaman iradelerini Allah’a teslim etmişlerse o noktadan sonra adn cennetlerinin sahibidir. Dikkat edin ki cennet-i naîm; tek bir cennettir. Ondan evvelki beş kat cennet de tek cennetlerdir. Ama Adn cennetleri, bir cennet değildir. İki safhada oluşan üç cennettir. Üst seviye mukarrebîn de bu üç cennetin, adn cennetlerinin sahipleridir. Allahû Tealâ’nın irşad makamına tayin ettiği hazz’ul azîmin, fevz-ül azîmin, ecrul azîmin ve fazl’ıl azîmin sahibi olanlar; yani Allahû Tealâ’nın, iradesini de Allah’a teslim ettikleri için, kendilerini irşada memur ve mezun kıldığı, irşadla vazifeli kıldığı kişiler; bunlar, adn cennetine girecek olanların birincileridir. Daha üst makamda bütün kavimlerdeki resûller vardır. Onlar, Allah’a daha mukarrebdirler. En üstte de devrin imamı vardır. Bütün devirlerde Allah’a en mukarreb olan kişi, yakın olan kişi O’dur; huzur namazının imamı.
İşte Mutaffifîn Suresi 21. âyet-i kerime:
83/MUTAFFİFÎN-21: Yeşheduhul mukarrabûn(mukarrabûne).
Ona, mukarrebin (yakın olan melekler) şahit olurlar.
“Ona, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlar şahit olurlar.”
Allahû Tealâ Mutaffifîn Suresinin 19. âyet-i kerimesinde diyor ki:
83/MUTAFFİFÎN-19: Ve mâ edrâke mâ illiyyûn(illiyyûne).
Ve illiyyin’in ne olduğunu sana bildiren nedir?
“İlliyinin ne olduğunu idrak edebilir misin?”
Sonra da 20.âyet-i kerimesinde diyor ki:
83/MUTAFFİFÎN-20: Kitâbun merkûm(merkûmun).
(O), rakamlandırılmış (kazanılan pozitif ve negatif derecelerin yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).
“O rakamlı bir kitaptır; insanların hayat filmidir. İnsanların hayat filmi oradadır.”
Ve 21.âyet:
83/MUTAFFİFÎN-21: Yeşheduhul mukarrabûn(mukarrabûne).
Ona, mukarrebin (yakın olan melekler) şahit olurlar.
Allahû Tealâ’nın mukarreb kıldığı kişiler, hayat filmlerini görenlerdir. Hayat filmlerini, Allah’ın kıyâmetten evvel gösterdiği kişilerdir. Kader hücrelerinde Allah’ın kendilerine kader hücrelerini gösterdiği kişilerdir.
Böylece sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, mukarreb müessesesi; Allah’a yakın olanların gördüğü 7 tane gök katı ve illiyyin; yedinci kattaki kader hücreleridir. İlliyyinde hem hayatınız vardır hem de kazandığınız ve kaybettiğiniz dereceler. Allahû Tealâ, Mutaffifîn- 21’de bunu söyledikten sonra, 22’de buyuruyor ki:
83/MUTAFFİFÎN-22: İnnel ebrâre le fî naîm(naîmi).
Muhakkak ki ebrar olanlar, elbette ni’metler içindedir.
Allahû Tealâ Mutaffifîn- 22’de, ebrarın naîm cennetlerinde olanlarından bahsediyor. Mutaffifîn-23’te ise onların cennette tahtlar üzerinde olacaklarından bahsediyor.
83/MUTAFFİFÎN-23: Alâl erâiki yanzurûn(yanzurûne).
Tahtlar üzerinde (oturup) seyrederler.
Mutaffifîn-24’te diyor ki:
83/MUTAFFİFÎN-24: Ta’rifu fî vucûhihim nadraten naîm(naîmi).
Sen, ni’metin pırıltısını (sevincini), onların yüzlerinde görüp anlarsın.
“Ni’metin pırıltılı sevincini yaşayacaklardır.”
Mutaffifîn-25:
83/MUTAFFİFÎN-25: Yuskavne min rahîkın mahtûm(mahtûmin).
Onlara, mühürlenmiş (sadece kendilerinin açacağı) halis şaraptan sunulur (içirilir).
“Onlara katıksız bir şaraptan içirilir.” diyor.
Mutaffifîn-26:
83/MUTAFFİFÎN-26: Hitâmuhu miskun. Ve fî zâlike felyetenâfesil mutenâfisûn(mutenâfisûne).
Onun (o şarabın) sonu misktir (şahane misk kokusudur). Ve yarışanlar, artık bunda (bunun için) yarışsınlar.
“Ki onun sonu misktir. Yarışmak isteyenler bunun için yarışsın.”
Mutaffifîn-27:
83/MUTAFFİFÎN-27: Ve mizâcuhu min tesnîm(tesnîmin).
Onun mizacı (muhtevası) tesnîmdendir.
“Onun karışımı tesnîmdendir.”
Mutaffifîn-28:
83/MUTAFFİFÎN-28: Aynen yeşrabu bihâl mukarrabûn(mukarrabûne).
O bir pınardır ki ondan, mukarrebin (Rabbine yakın) olanlar içer.
“Bu kaynak, yakınlaştırılmış mukarreb olanlar içindir.”
Öyleyse mukarrebin standartları ulûl’elbabtan başlıyor, devrin imamına kadar yükseliyor.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bu muhtevada aslında mukarrebîn olanlar içinde 7 safhanın varlığını söylemek daha doğru bir ifade olur. Ulûl’elbab makamında olanlar, ihlâs makamında olanlar iki, salâh makamında ise beş kademe oluşuyor. İhlâsı geçmiş olan ama henüz irşada ulaşmamış olan; ihlâs makamını geçmiş, ihlâs makamında, ikinci kademe mukarrabîn, ihlâs makamını geçince üçüncü kademe mukarrabîn; ama henüz irşada ulaşmamış, irşada ulaştığı zaman dördüncü kademe mukarrabîn oluyor. İradesini Allah’a teslim ettiği zaman beşinci kademe mukarrabîn, eğer seçilmişlerden biri ise altıncı kademe mukarrabîn. Yani o seçilmişlerden biri demek, bütün kavimlerdeki resûllerden biri ise onlardan da huzur namazının imamlığıyla vazifeli olansa yedinci kademedeki mukarrabîn oluyor.
Mukarrabîn de veya mukarrubun da -iki tarzda da kullanılıyor- Allah’a yakın olanlar. Asıl mukarrebler, Allah’ın Zat’ını görenlerdir. Mukarreb olanların en üstün üç kademesi, mukarreb olanların adn cennetine girenleridir. Adn cennetine girenler kimlerdir? Hakk’ul yakînin sahipleridir.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 102. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
“Ey âmenû olanlar, öyle bir takvayla takva sahibi olun ki bu, bihakkın takva olsun (Hakka tukatihi takva olsun. Bir de resûllerin dışındakilerin ulaşabilecekleri son takva olsun).”
Öyleyse bihakkın takva, hangi takvadır? Hakk’ul yakîn takvasıdır. İster resûl olsunlar, ister nebî olsunlar, ister resûl veya nebî olmasın, sadece iradesini Allah’a teslim etmiş olan, risalet ve nübüvvetin dışında kalan kişiler olsun ki; bütün sahâbe bu üçüncü grubu oluşturuyordu, hepsi de Hakk’ul yakîn’in sahipleridir. Sahâbenin Hakk’ul yakînin sahibi olduğunu görüyoruz. Allah’ın, Kur’ân-ı Kerim’in her safhası için işaretleri vardır. Kim iradesini Allah’a teslim etmişse bunun remzi, Allahû Tealâ’nın, onların sahip olduğu mükâfatlar hakkında “azîm” kelimesini kullanmasıdır.
Mukarreblerin en üst üç boyutu d, hepsi de Hakk’ul yakîn’in sahipleridir. Hepsi hazz’ul azîmin, fevz-ül azîmin, ecrul azîmin ve fazl’ıl azîmin sahipleridir. Bunlar, iradelerini de Allah’a teslim edenlerdir. İrşad makamının sahipleridir. Allahû Tealâ, devrin imamlarının da Hakk’ul yakîn seviyesinde olduğunu söylüyor.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ, Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde diyor ki:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“Biz onlardan (insanlardan) imamlar kıldık; huzur namazının imamları kıldık; emrimizle insanları hidayete erdirsinler diye.”
Dikkat edin, hidayete vesile olsunlar diye demiyor, “Hidayete erdirsinler diye.” diyor. Huzur namazının imamı, insanları hidayete erdiren kişidir. Aslında hidayete erdiren Allah’tır. Allahû Tealâ, o kişiye rahmet, fazl ve salâvât nurlarını göndermese o kişi hidayete eremez. Allahû Tealâ, o kişinin kalbinin mührünü açıp da kalbinin içine îmânı yazmasa, o kişi hidayete eremez. Gözlerindeki hicab-ı mestureyi, kulaklarındaki vakrayı, kalbindeki ekinneti almasa, yerine ihbat koymasa, kalbinin nur kapısını Allah’a çevirmese, o kişinin göğsünden kalbine nur yolunu açmasa, hiç kimse hidayete eremez. Kalbinin kapısını açıp da kalbinin içindeki küfrü dışarı almasa, kalbinin içine îmânı yazmasa ve devrin imamının ruhunu o kişinin başının üzerine göndermese, kimse hidayete eremez. Bütün bunları yapan Allah; ama sadece devrin imamının ruhunu kimin başının üzerine gönderdiyse, onların kalbindeki küfür kelimesini alıp yerine îmân kelimesini yazıyor.
Öyleyse devrin imamının muhtevasına bakalım. Niçin kişi, devrin imamı? Allah tarafından vazifeli kılındığı için. İnsanları hidayete erdirmekle vazifeli kılındığı için. Ne oluyor? Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği zaman Allah, ona 10 tane ihsan veriyor. Kişiyi mürşidine ulaştırıyor. Ondan sonra da tâbiiyet gerçekleşir gerçekleşmez, arşı tutan meleklerle birlikte olan devrin imamının ruhunu, o meleklerle birlikte oraya indiriyor, tövbe merasiminin olduğu yere ve devrin imamının ruhu, kişinin başının üzerinde yer alıyor. Allahû Tealâ, Mu’min-15’de ve Mucâdele-22’de bunu söylüyor.
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
Mucâdele- 22’de Allahû Tealâ buyuruyor ki:
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
“Onların üzerine Allah’ın katından ruh gönderilir ve o ruhla desteklenirler.”
Yani o ruh, onları terk etmez, o kişinin başının üzerinde yerleşir kalır.
“Ve onların kalplerinin içine îmânı yazarız.” diyor, Allahû Tealâ.
Devrin imamının ruhu, kişinin başının üzerine geliyor. Allah, ondan sonra kalbinin mührünü açıyor. Kalbin içindeki küfür kelimesini dışarı alıyor. Kalbin içine îmânı yazıyor. Böyle bir dizaynda, bu kişinin muhtevasına dikkatle bakın. Kalbinin içinde artık îmân kelimesi var. Başının üzerinde devrin imamının ruhu, mukarrib olanların en yakîni. Allahû Tealâ, Secde-24’te o kişinin vasfını veriyor; sabrın sahibi oldukları için.
Sabrın sahibi olmak, 19 mertebe kişinin nefsinin kalbinin müzeyyen olduğunu gösterir. Allah’ın âyetlerine yakîn hasıl ettikleri için mutlaka Hakk’ul yakîn, nebîler seviyesinde veya velî imamlar seviyesinde bir yakîn hasıl etme müessesesi. Öyleyse ne oluyor? En yakîn olan, yakînin en yükseğine sahip olan kişinin ruhu, o kişinin başının üzerine geliyor. İşte Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi:
“Arşın sahibi olan ve dereceleri yükselten Allah, kullarından lâyık olanların başlarının üzerine emrinden bir ruh ulaştırır. O kişiye Allah’a mülâki olma gününün geldiğini söyleyerek onu uyarsın diye.” diyor Allahû Tealâ.
Bu uyarma müessesesine dikkatle bakın. Devrin imamının ruhu, kişinin başının üzerine geliyor. Arşı tutan melekler de orada. Ve sadece mürşidle mürid arasında konuşma gerçekleşiyor. Mürşid, hidayetçidir. Kişi, hidayetçiye tâbî oluyor. O gün hidayetçiye tâbî olunan gündür.
Aslında hidayetçi denilen insanlar; hidayete vesile olanlar ve hidayete erdirenler diye ikiye ayrılıyor. Eğer kişi iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim etmişse, eğer kişi daimî zikrin sahibiyse, irşad makamında olan kişi, o mutlaka mukarrebîndendir, mukarriblerdendir. Kişinin başının üzerine gelen devrin imamının ruhu, o kişinin vücudunda bulunan ruha diyor ki: “Ey ruh! Senin Allah’a ulaşma günün geldi.” Bu neyi ifade ediyor? O kişinin Allah’a ulaşma gününün geldiğini ifade ediyor. Allah’a ulaşma günü gelen ruhun, vücuttan ayrılıp Allah’a doğru yola çıkması lâzım. İşte Nebe-38:
78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.
Bu tarzda bir tövbeyi ifade eden Allahû Tealâ, arşı tutan meleklerin de onların etrafındaki kişinin de orada olduğunu söylüyor. Mu’min-15’te arşı tutan meleklerle alâkalı olan ve Allah’ın dereceleri artırmasıyla sonuçlanan böyle bir işlemde, Allah’ın katından, Allah’ın emrinden olan bir ruhun o kişinin başının üzerine geldiğini görüyoruz. Ve ona diyor ki: “Allahû Tealâ’dan aldığım emri tebliğ ediyorum. Senin Allah’a ulaşma günün geldi. Vücudu terk et. Senin yerine bu kişinin başının üzerinde artık ben bulunacağım. Ben, onun muhafızı olacağım.” Ve Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre; “O vazgeçmediği sürece benimle desteklenecek. Ben, onun üzerinde bir muhafız olacağım.” diyor.
Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz(S.A.V)’e: “Seni Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin üzerine muhafız tayin etmedik. Sen ancak Allah’a ulaşmayı dileyenlerin üzerine bir muhafızsın.” diyor.
Muhafız, görevini ne zaman yapıyor? Muhafız, o kişinin başının üzerindeki ni’mettir ve görevini o zaman yapıyor. Bu muhtevada gerçekleştiriyor. Ne zaman o insan hidayetçiye tâbî olursa, bu hidayetçiye tâbî olduğu noktada kişinin başının üzerine mutlaka muhafız gelir. O Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesinde bahsedilen, kişinin üzerine gönderilen ve kendisiyle yed edileceği ruh; o ruh kişinin başının üzerinde kalacak, başının üzerinde bulunacak ve onu her şeyden muhafaza edecek.
İşte böyle bir dizayn söz konusu sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler. Öyleyse mukarreb olanların en üst seviyesinde olan mukarreb, ni’met olandır. Ni’met olmak şerefine sadece devrin imamları sahiptir. Kim tövbe ederse etsin, eğer 10 ihsanla tövbe etmişse, o kişi Allah’a ulaşmayı dilemişse, sadece onlar için muhafız olan devrin imamı, o kişinin başının üzerine mutlaka muhafız olarak gelecektir. Öyleyse muhtevaya bakalım; Allahû Tealâ, Kaf Suresinin 31 ve 32. âyet-i kerimelerinde ne diyordu? Diyordu ki:
50/KAF-31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayra baîdin.
Ve cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.
50/KAF-32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).
İşte size vaadolunan şey budur (cennettir). Bütün evvab (ruhu Allah’a ulaşarak sığınmış), ve hafîz olanlar (başlarının üzerine devrin imamının ruhu ulaşmış olanlar) için.
“Cennet takva sahiplerine uzak olamayarak yaklaştırıldı. İşte vaad olunduğunuz şey budur; bu cennettir. Bütün evvab olanlar ve hafîz olanlar için.”
Evvab olan; ruhunu Allah’a ulaştırıp meab olan; sığınak olan Allah’a sığınmış demek. Sığınağa, meaba sığınmış olan kişi, evvab adını alıyor. Hafîz ise başının üzerinde muhafız taşıyan. Hafîzûn müessesesi, birçok yerde geçiyor. İşte Nisâ Suresi 80. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSÂ-80: Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik.
men yutiır resûle fe kad atâallâh: Resûl'e itaat eden andolsun ki Allah’a itaat etmiştir.
ve men tevellâ: Kim dönerse.
fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ: Seni, onların üzerine; o dönenlerin üzerine (tâbî olmayanların üzerine) muhafız tayin etmedik.
İnsanların başlarının üzerindeki muhafız olan devrin imamının ruhudur. Devrin imamı, her devirde mukarreblerin en üst noktasında olandır.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, görülüyor ki insanlardan ni’met olarak verilenler var. Bakara Suresinin 150. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, resûllerini, nebîlerini ni’met olarak gönderdiğini söylüyor.
2/BAKARA-150: Ve min haysu haracte fe velli vecheke şatral mescidil harâm(harâmi), ve haysu mâ kuntum fe vellû vucûhekum şatrahu li ellâ yekûne lin nâsi aleykum huccetun, illâllezîne zalemû minhum fe lâ tahşevhum vahşevnî ve li utimme ni’metî aleykum ve leallekum tehtedûn(tehtedûne).
Nereden çıkarsan çık, bundan sonra (namazda) vechini (yüzünü) Mescid-i Haram yönüne çevir. Ve nerede olursanız olun, yüzlerinizi o yöne çevirin ki, insanların sizin aleyhinizde (kullanabilecekleri) delil olmasın. Onlardan zulmedenler hariç, artık onlardan korkmayın. Ben'den (sizin üzerinizdeki sevgimin azalacağından) korkun ki, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım da böylece hidayete eresiniz.
İşte Bakara 151:
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.
“İşte o ni’metlerden biri olarak, onun gibi size de sizin aranızdan birini nebî resûl olarak tayin ettik; size Allah’ın âyetlerini okusun diye, sizin nefsinizi tezkiye etsin diye, Allah’ın âyetlerini tilâvet etsin diye (8, 14. basamağa kadar nefsinizi tezkiye etsin, 21. basamağa kadar size kitap öğretsin, 25. basamağa kadar size hikmet öğretsin, 26., 27. basamaklar, 28. basamağın 4 kademesi) ve size daha bilmediğiniz şeyler, hikmetin de ötesini (27. basamağın, salâh makamının 5. Kademesini) de öğretsin diye.” diyor Allahû Tealâ. İşte o, ni’mettir. Mü’minlerin üzerine ni’met olan odur.
Âli İmrân Suresinin 164. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Mü’minlerin üzerine ni’met olsun diye resûlün ruhunu göndeririz.”
Orada bahsettiği resûl, hem kavminin resûlü hem de devrin imamı olması sebebiyle, kişinin başının üzerindeki, Allah’ın ni’meti. Fâtiha Suresinde de Allahû Tealâ diyor ki:
1/FÂTİHA-7: Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).
O yol (SIRATI MUSTAKÎM) ki; üzerlerine nimet verdiklerinin yoludur. Üzerlerine gadap duyulmuşların ve dalâlette kalmışların (Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin) yolu değil.
“Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlar, başlarının üzerinde ni’met olanlardır.” diyor. Çünkü kim tövbe eder de devrin imamının ruhu başının üzerine gelirse, o kişinin ruhu Allah’a doğru yola çıkar. İşte Furkân Suresinin 70 ve 71. âyet-i kerimeleri:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
25/FURKÂN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilâllâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
“Onların günahlarını sevaba çeviririz. Kim tövbe eder de mü’min olursa ve nefsi ıslâh edici amellere başlarsa Allah, onların günahlarını sevaba çevirir. Ve onların ruhları, tövbeleri kabul edilmiş olarak Allah’a dönerler; döndürülürler.”
Nebe Suresinin 38. âyet-i kerimesi:
78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
O gün, ruh (devrin imamının ruhu) ve (arşı tutan) melekler, saf saf hazır bulunurlar. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka kimse konuşamaz. Ve (izin verilen) sadece sevap söylemiştir.
Devrin imamının ve arşı tutan meleklerin bulunduğu bir tövbe merasiminin yapılmasından sonra, o gün (izin günü) kendisine izin verilen mürşidle mürid, sessiz bir standartta konuşurlar. Ve kişi, hidayetçiye tâbî olur ve şefaate nail olur. Furkân-70’te: “Onların günahlarını sevaba çeviririz.” diyor Allahû Tealâ.
Bakıyoruz ki Nebe 38’de, başlarının üzerinde devrin imamının ruhu ulaşan kişinin muhtevası veriliyor. Ondan sonra da onun ruhunun vücuttan ayrılarak Sıratı Mustakîm’in üzerine ulaştığını, Allah’a doğru yola çıktığını söylüyor, Allahû Tealâ. “Onlar kendilerine Allah’a doğru bir yol ittihaz ederler. Ruhu Allah’a ulaşan kişi sığınağa, bir sığınak olan Allah’a sığınmıştır.” diyor.
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
Buradaki ifadede; Allah’a doğru bir yol tutan, kendisine bir yol ittihaz eden, Allah’a ulaştıran yolu yol ittihaz eden kişi söz konusu.
Allahû Tealâ, Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesi diyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Kim, Bana yönelirse (kim Bana ulaşmayı dilerse) Ben, onları Kendime ulaştırırım.”
Bu ulaştırma, Sıratı Mustakîm üzerinden gerçekleşiyor. Ve kişi, o tövbe merasiminden sonra kendisine Allah’a ulaşan bir yolu; Sıratı Mustakîm’i yol ediniyor (Nebe-38). İşte o yolun üzerinde bulunanlar, Fâtiha Suresinin 7. âyet-i kerimesine göre başlarının üzerinde devrin imamının ruhu bir ni’met olarak bulunanlardır.
Allahû Tealâ, Fâtiha Suresinde: “sırâtellezîne en’amte aleyhim.” diyor, “O yol ki başlarının üzerinde n’imet bulunanların yoludur (o, Sıratı Mustakîm).”
Ve Nebe-39:
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
Öyleyse Allah’a ulaştıran yolun tutulması söz konusu. İşte o yol, Sıratı Mustakîm’dir. Sadece başının üzerinde ni’met olanların, mukarribînin en yakîni, en yakîn mukarreb olan devrin imamının ruhunu, başlarının üzerinde taşıyanların yoludur.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, mukarrebîn isimli, mukarrebler isimli konumuz inşaallah burada tamamlanıyor. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R