SOHBETİN ADI: MÜTEŞABİH ÂYETLER
TARİH: 29.04.2003
Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz mu? Müteşabih âyetler. Biliyorsunuz ki Kur’ân’da iki grup âyet yer alıyor: Muhkem âyetler, müteşabih âyetler. İşte Âli İmrân Suresi 7. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).
“Sana kitabı indiren O Allah’tır ki o Kitap’ta muhkem âyetler vardır, müteşabih âyetler vardır. Muhkem âyetler, Ümmülkitap’ın (Ana Kitab’ın) esasını teşkil eder. Müteşabih âyetlere gelince; onların mânâsını (gerçek mânâsını) Allah’tan başka kimse bilmez. Ama kalplerinde zeyg olanlar, o âyetleri diledikleri istikamette yorumlayıp insanların arasına fitne sokmak isterler. İlimde kökleşmiş olanlar (rasihûn) ise derler ki: ‘Yarabbi! Biz kesin olarak inanıyoruz ki bütün bu âyetler, müteşabih âyetler de muhkem âyetler de Senin katındandır.’ Ama onlar da (rasihûn da) müteşabih âyetleri tezekür edemezler.”
“illâ.” diyor Allahû Tealâ ve daimî zikirin sahiplerinden bahsediyor: “illâ ulûl’elbab.”
Müteşabih âyetleri rasihûn tezekkür edemez. Ancak ulûl’elbab tezekkür edebilir.
Öyleyse ulûl’elbab ne demek? Ulûl; sahipleri demek, elbâb da lübb’ler demek. 5 duyumuzla ulaştığımız alanın dışında kalan, ulaşamadığımız; kalp gözümüz, kalp kulağımız açılmadıkça oradan bilgi alamayacağımız bir müessesenin sahibi olan kişi. Kalp gözü ve kalp kulağı açılmış olan, gayba açılmış olan kişi, o ulûl’elbab’dır; lübb’lerin sahipleridir.
Sevgili kardeşlerim, fizik vücudunuz zahiri âlem için, bu âlem için yaratılmıştır. Nefsimiz, bu âlemin berzah âlemi için yaratılmıştır. Her gece bazen berzah âlemine, bazen başka yerlere gitmek üzere nefsimiz mutlaka vücudumuzdan ayrılır. Nadir insanlarda bu bazen ve bazılarında çoğu zaman gerçekleşmez. Onlar uykuda gezenlerdir. Nefsleri vücutlarındadır, ayrılamamıştır ama kişi uykudadır. Gözleri kapalı olarak evin içinde hareket halindedir. Bir yerlere gider, tehlikeli şeyler yapabilir, ama aslında bir tehlike oluşmaz. Yoksa herkes, herkesin nefsi her gece vücudunu terk eder ve ya bu âlemde ya berzah âleminde bir yerlerde olur. İşte nefsimizin (nefslerin); biz öldükten sonra bizi terk eden nefslerimizin yaşayacağı yer, şu anda bizden evvel ölenlerin hepsinin nefslerinin yaşadığı yer, berzah âlemidir. Berzah âleminde nefsler yaşıyor, kıyâmete kadar orada yaşayacaklar. Kıyâmet günü tekrar fizik vücutla birleşecekler.
Şimdi berzah âlemi müessesesi, fizik âleme göre bir gayptır, başka bir âlemdir. İşte o âleme ait olan bilgileri, oraya gidip oradan bu tarafa nefsiyle ulaştırabilen kişi; o, oradan 5 duyumuzla sağladığımız bilgilerin dışındakileri alıp gelebilendir. Kalp gözü açık olan kişi, bu âlemin ötesindeki âlemleri görebilen kişidir. Allahû Tealâ’nın kalp gözüne onu gösterdiği kişidir. Emr âlemini, 7 tane gök katını, 7. katın 7 tane âlemini, zülmani âlemi, cenneti cehennemi, cennetleri, cehennemleri onlar kalp gözüyle görürler. Allah’ın sözlerini kalp kulağıyla işiten kişi, o kişi, ulûl’elbab’tır; lübb’lerin sahiplerinden biridir.
Öyleyse ulûl’elbab kimdir? Ulûl’elbabın vasıflarına baktığımız zaman bir muhteva göreceğiz:
1- Daimî zikrin sahibidir.
2- Bu sebeple nefsin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur. Afetlerin yerini faziletler almıştır. O kişinin nefsiyle ruhu arasında fark kalmamıştır. Yani Allahû Tealâ’nın: “Biz nefsi bir ahsen-i takvim içinde yarattık.” sözünün gerçekleşmesi noktasına gelmiştir. Ahsen-i takvime ulaşmıştır nefs, ruhun eşiti olmuştur.
3- O kişinin kalp gözünü açmıştır Allahû Tealâ. Fizik âlemin ötesinde, Allah’ın gösterdiği emr âleminin her katını birer birer görecektir. 7. katın 7 tane âlemini görecektir. Ve Allah’ın her âlemi gösterdikçe söylediklerini işitecektir. O konuya ait Allah’ın söylediği konular her neyse, o konuya ait Kur’an âyetlerini Allahû Tealâ ona gösterecektir.
Ve bu kişinin demek ki 3. özelliği kalp gözünün açık olması.
4- Dördüncü özelliği kalp kulağının açık olması.
Kalp kulağı da kalp gözü de açık kişinin. 4 özellik; bunlar, bu 4 vasıf şartı, sonuç şartlarını oluşturur:
*Bu kişi bu sebeplerle ehl-i tezekkürdür; yani Allah ile her zaman konuşmak imkânın sahibidir. Allah’tan vahiy almaktır.
*Bu kişi ehl-i hayırdır, daimî zikrin sahibidir. Her saniye mutlak olarak derecat kazanmaktadır.
*Bu kişi aynı zamanda ehl-i hükümdür, ehl-i hikmettir; yani hikmet ehlidir.
Öyleyse 7 tane özellik söz konusu. Dikkat ettiniz mi? Bunlardan bir tanesi ehl-i tezekkürdür. Allah ile konuşma imkânın sahibi kılınmıştır kişi. İşte bu kişi, Allah’ın müteşabih âyetleri geldiği zaman, o müteşabih âyetlerin ne olduğunu bilir diyebilir miyiz? Hayır diyemeyiz, o da bilmez, ama Allahû Tealâ’dan sormak imkânının sahibidir. Enbiyâ Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
“Senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler gönderdik (adamlar gönderdik). Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.” diyor Allahû Tealâ.
Buradaki ehl-i zikir, ehl-i tezekkürdür. Kendilerine vahyedilen, ufku açılan kişidir. Öyleyse ehl-i tefekkürle, ehl-i tezekkür arasında nasıl bir farklılık var? Ehl-i tefekkür, fikrin sahibidir, fikriyat yapan kişidir, îmânı fikreden kişidir, düşünen kişidir. Ama düşünceleri, bilgi hududuyla sınırlıdır. O bildiği bilginin hududuna geldiği zaman onun için ufuk kapanmıştır. Daha öteye geçmesi mümkün değildir. Çünkü geri kalanı bilmiyor. Peki, ya ehl-i tezekkür? O da bilgisi kadarına yürüyor ufkun. Oraya gelip takılınca Allahû Tealâ’ya müracaat ediyor, “Ötesini bilmiyorum, göster.” diyor. Allahû Tealâ da ufku açıyor, ondan ötesini de gösteriyor. O ufkun da sonuna kadar gidiyor. Düşünce platformunda onun sonuna geldiğinde gene takılmıyor. Orada kaldığında Allahû Tealâ’dan yeniden izin istiyor. Daha ötesini öğrenmek için mütemadiyen ufuklar tamamlanıyor, öteye geçiriyor Allahû Tealâ onu. Ufkunu devamlı genişletiyor. Öyleyse ehl-i tezekkür için son yoktur. Allah, ilim açısından sonsuzluğu temsil eder.
Biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, Allah, Kendisi için sadece “âlim” vasfını kullanır, “ârif” vasfını kullanmaz. Neden? Çünkü onun ilmi, irfanı da beraberine alır. Kimdir ârif? Kalp kulağı ve kalp gözü açık olan kişi, “ârif” adını alır. Kimin kalp gözü, kalp kulağı açılmışsa açıldığı andan itibaren o kişi, âlim olmanın ötesine geçmiştir. Artık o bir âriftir, mutlaka evliya olmuştur. Ve mutlaka onun ötesinde bir şeylerin sahibidir. Kalp gözüyle görebilmenin, kalp kulağıyla Allah’ın söylediklerini işitebilmenin. Dikkat edin ki bu kişi, hikmet sahibi olabilir veya olmaz.
İşte sevgili kardeşlerim, ehl-i tezekkür olmak, her kalp gözü açılan için geçerli değildir. Her kalp kulağı açılan için de geçirli değildir. Kalp kulağı açılan kişiye Allah dilediğini söyler, ama o kişi daimî zikre ulaşamamışsa hikmet sahibi olamaz, ehl-i tezekkür olamaz. Yani Allahû Tealâ’yla her an karşılıklı konuşmak imkânının sahibi değildir. Allahû Tealâ ne zaman dilerse o kişiye bir şeyler söyler, konuşur. Ama Allahû Tealâ dilemezse konuşmaz.
Ehl-i tezekkür için her zaman Allah’a sual sormak söz konusudur. Allahû Tealâ da hep cevapları ona ulaştırır. Öyleyse birisi için kısıntılı bir alan söz konusudur. Allah, ne kadarını isterse o kadarını verir. Kişi, ondan ötesini talep ederse Allah’a hudutlarının henüz açılmadığını görür. Bu, onun nefsinde hâlâ afetlerin varlığı sebebiyledir. Ama hikmet ehli, onlar daimî zikrin sahipleridir ve onlar ulûl elbâbtır, zikir ehlidir, ehl-i tezekkürdürler. İşte sevgili kardeşlerim, müteşabih âyetlerin mânâsını onlar da bilmezler. Ama Allah’tan sorarlar ve öğrenirler. O zaman müteşabih âyetleri bilenlerden olurlar.
İşte Allahû Tealâ’nın Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde söylediği müteşabih âyetler. Nasıl âyetler bunlar? İşte bir müteşabih âyet size: Fetih Suresi 10. âyet-i kerime;
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
“Habîbim! Sana tâbî olmak, Allah’a tâbî olmaktır. Orada (Akabe’de) ağacın altında sana biat ettikleri zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.”
Ne diyor Allahû Tealâ? “Onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.”
Sevgili kardeşlerim, toka ettiğiniz zaman iki elden hiç birisi üstte değildir. İkisinin de başparmağı üsttedir. Geri kalan parmaklar alttadır. İki taraftan hiç birisi ötekinden üstün değildir. Ama kimin eli öpülüyorsa öpülen el, daima öpen elin üzerindedir. Öyleyse bir defa âyet (Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesi), kesin olarak Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbiiyetin el öpme suretiyle tecelli ettiğini söylüyor. Bunun ötesinde bir takım hadîslerden falan bahsedenlerin, o hadîslerin sahih olmadığını kabul etmek mecburiyetleri söz konusu.
Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesi kesin bir şekilde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Allahû Tealâ’nın tecelli ettiğini, bu tecelli sebebiyle eline de tecelli ettiğini ve O’nun eli, el öpenlerin ellerinin üzerlerinde olduğu için ele de tecelli eden Allahû Tealâ’nın, el şeklinde bir tecellisinin orada tahakkuk ettiğini, Allahû Tealâ Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesinde ifade ediyor. Evet, bu bir müteşabih âyettir. Ancak Allah’a sormak imkânınız varsa, Allah da cevap verirse bu cevabı alabilirsiniz. Bizim aldığımız cevap bu.
Allah, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tecelli ediyordu ve her zerresine. Şimdi beraberce bakalım, ne diyor Allahû Tealâ?
8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ rameyte iz rameyte ve lâkinnallâhe ramâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü’minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.
“Habîbim! O taşı, o kumu attığın zaman sen atmadın; Biz attık.”
Ne diyor Allahû Tealâ? “O kumu attığın zaman sen atmadın; Biz attık.”
İyi ama herkes görüyor ki kumu yerden alan Peygamber Efendimiz (S.A.V), atan da Peygamber Efendimiz (S.A.V). Ne demek istiyor acaba Allahû Tealâ? “O kumu attığın zaman sen atmadın; Biz attık.” Gene bir tecelli olayıyla karşı karşıyayız. Allahû Tealâ devamlı tecellide. Peygamber Efendimiz (S.A.V) tasarruf altındaydı; Allah’ın tasarrufundaydı. Allahû Tealâ diyor ki:
53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz.
“O kendiliğinden konuşmaz; Bizim konuşturduğumuzu söyleyebilir.” diyor.
İşte yeniden bir tecelli olayı. Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e daimî bir tecelli halinde. Sadece O’nun yaptırdığı şeyi yapabiliyor. Seçim hakkı, hak-ı hiyarı yok Peygamber Efendimiz (S.A.V)’ in. Yaptıran Allah. Allah, O’nun vücuduna doğrudan kumanda ediyor; O’nun Zat’ında tecelli ederek. Öyleyse âyetler açık ve kesin. Böyle bir durumda Allahû Tealâ’nın muhkem âyetlerde neler söylediğini, kendisinden aldığınız bilgiyle aydınlığa kavuşturabilirsiniz eğer bu bilgiye ehilsiniz.
Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ, Zumer Suresinin 23. âyeti kerimesinde diyor ki:
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
Allahû Tealâ diyor ki: “Allah, Kitab'a ve onun içindeki ihdas ettiği şeylere (veya hadîs olan yani söylenenlere) benzer bir şekilde müteşabih olarak ikişer ikişer indirir (zarfla mazruf olarak indirir).”
Kur’ân-ı Kerim bir zarftır, içindeki sureler mazruftur. O surelerin âyetleri de mazruftur. Ama Kur’ân-ı Kerim zarftır. Zarfın içindeki şeyler, zarfın muhtevası mazruftur. İşte Allah’ın inzal ettiği de rahmet ve fazl olarak bir ikili nuru ifade eder. Nûr Suresinin 21.âyet-i kerimesi:
24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).
“Eğer Allahın rahmeti ve fazlı üzerinize olmazsa (kalbinize ulaşmazsa) içinizden hiçbiriniz ebediyyen nefsinizi tezkiye edemezsiniz.”
Demek ki Allahû Tealâ’dan gelen iki tane nur var; rahmetle fazl. Orada da Allahû Tealâ: “İkişer ikişer indirir.” diyor. Rahmetle fazl indiriyor. Başka ne indiriyor? Nûr Suresinin 21.âyet-i kerimesinde rahmetle fazıldan bahsediyor Allahû Tealâ. Ama Bakara Suresinin 157. âyet-i kerimesinde rahmetle salâvâttan bahsediyor. Diyor ki Bakara Suresinin 156 ve 157. âyet-i kerimelerinde Allahû Tealâ:
2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.
2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).
İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.
“Onlar, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman derler ki: innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Muhakkak ki biz Allah içiniz, Allah için yaratıldık. Mutlaka Rabbimize rücû edeceğiz (mutlaka Rabbimize ruhumuzu ulaştıracağız; ruhen Allah’a mutlaka rücû edeceğiz, geri döneceğiz şu dünya hayatını yaşarken).”
Ve Allahû Tealâ bunu demek istediğini157. âyet-i kerimede söylüyor:
“Allah’ın rahmeti ve salâvâtı onların üzerinedir. İşte onlar, hidayete erenlerdir.” diyor.
Hidayete ermek, ruhu bu dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaştırmaktır. İşte Allahû Tealâ Âli İmrân-73’de: “innel hudâ hudallâh.” buyuruyor. “Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.”
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
inne: Muhakkak ki.
el hudâ: Hidayet.
hudâllâhi (hudâ allâhi): Allah'a ulaşmaktır.
Bakara-120:
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
“inne hudallâhi huvel hudâ.”
inne: Muhakkak ki.
hudâllâhi (hudâ allâhi): Allah'a ulaşmak.
huve: İşte o.
el hudâ: Hidayettir.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşması, hidayet. Ve hidayete ermek için bir ikili daha gönderiyor Allahû Tealâ, rahmetle fazla ilâveten. Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesindeki rahmetle fazla ilâveten, rahmetle salâvât indiriyor; ikinci bir ikili.
Peki, Allahû Tealâ’nın nurdan bahsetmesi söz konusu değil. Bu ikilinin neyi ifade ettiğini nereden anlıyoruz? Bir evvelki âyet-i kerimeye müracaat ediyoruz. Orada diyor ki Allahû Tealâ: “Kimin, Allah göğsünü şerh etmiş de göğsünden kalbine nur yolunu açmışsa onların kalbine Allah’ın nuru girebilir.”
Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesi:
39/ZUMER-22: E fe men şerahallâhu sadrahu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
Allah’ın nurlarının o kalbe girdiği ifade edildikten sonra, o kalbe giren nurların ikişer ikişer indirildiğini, Zumer Suresinin 23. âyet-i kerimesi ifade buyuruyor.
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
“Onların derileri ürperir (bütün vücudunun derileri ürperir), huşû duyarlar Allah’a. Ve Allah’tan inen bu iki şeyle (rahmetle fazl ve rahmetle salâvâtla) onların kalpleri ve vücutları titrer, aydınlanır.” diyor Allahû Tealâ. Sonra da: “Ama kim dalâlette kalmayı tercih etmişse onlar için bir hidayetçi yoktur.” diyor.
“Ve böylece onları hidayete erdirir” de diyor Allahû Tealâ. “O kalplerine Allah’ın ulaştırdığı şeyle onlar hidayete ererler (Allah onları, o kalplerine ulaştırdığı şeyle hidayete erdirir).” diyor. Sonra da dalâlette olanlardan bahsediyor.
Öyleyse buradaki ikilinin Allahû Tealâ’nın söylediği bir hüviyette bir müteşabih âyet oluşturduğunu görüyoruz. Bu bir mütaşabih âyettir. Ne olduğunu bildirmiyor ve müteşabih olduğunu söylüyor.
“Kur’ân’a ve Kur’ân’ın içindeki âyetlere.” Yani zarfla mazruftan bahsediyor. Sonra da onları, her neyse o zarfla mazruf, onları ikişer ikişer indiriyor. Zarf, her ikisinde de aynı olan, değişmeyen rahmettir. Mazruf ise yani zarfın içindeki birinde fazıldır, ikincisinde salâvâttır.
Dikkat edin ki irşad makamına ulaşıp tâbî olmadan evvel, hiç kimse rahmetle salâvâtı alamaz. Ondan evvel aldığı, sadece rahmetle fazıldır. Rahmetle salâvât ondan sonra gelecektir, ondan sonra kalpte yerleşip nefs tezkiyesi oluşturacaktır. Öyleyse gerçekten Allah’tan başka hiç kimse, Allah’ın o müteşabih âyette neyi demek istediğini bilemez. Öyleyse eğer Allah söylemişse (ki o ikiliden birisi rahmettir, ikinci ise birinci ikilide fazıldır, ikinci ikili de salâvâttır. O zaman anlarsınız ki bu, müteşabih bir âyettir.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ’nın âyetleri, insanlık şu veya bu şekilde o hakikati öğrendiği güne kadar, müteşabih hüviyettedir. O ilmin sahibi olduğu zaman insanlar, müteşabih âyet açıklık kazanır. Allahû Tealâ ceninin anne karnında aldığı şekilleri, zaman düzenlemesinde birer birer açıklıyor. Ve bunlardan bir tanesi de mudga. “Birinci safhada şu olur.” diyor. “İkinci safhada bu olur.” diyor ve sonra da “Bir çiğnemlik et olur.” diyor ve sonra son safhaya kadar geliyor. Ceninin dünyaya gelmesinden de bahsediyor. Şimdi mudga denilen bir çiğnemlik et müessesi neyi ifade eder? Ne zaman ki insanlık ameliyatlar yapmaya başladı, ceninin her safhasındaki anne ölümleri; cenin hakkında insanları bilgi sahibi kıldı. Bir et üzerine dişlerinizle ısırın ve tekrar dişlerinizi açın, orada bıraktığı ize dikkatle bakın. İşte cenin üzerinde o devrede üçüncü veya dördüncü devre, tam 32 dişin bıraktığı bir izlem var. Anne karnındaki ceninin, 32 dişin bıraktığı izi ifade ettiğini Allahû Tealâ, “bir çiğnemlik et” kelimesi ile ifade ediyor. O hakikati görüp gerçeği anladığınız güne kadar, bu bir müteşabih âyettir.
Sevgili kardeşlerim, dikkat edin, Kur’ân-ı Kerim’in aslında bütünü müteşabihtir. Hangi açıdan söylüyoruz bunu? Şu açıdan söylüyoruz: Allahû Tealâ diyor ki:
6/EN'ÂM-38: Ve mâ min dâbbetin fîl ardı ve lâ tâirin yatîru bi cenâhayhi illâ umemun emsâlukum, mâ farratnâ fîl kitâbi min şey’in summe ilâ rabbihim yuhşerûn(yuhşerûne).
Ve yeryüzünde yürüyen hayvanlardan ve iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa (4 ayaklı) hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki; sizin gibi ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra Rab’lerine haşrolunacaklar (olunurlar).
“Biz, bu Kur’ân’a her şeyi yerleştirdik. Hiçbir şeyi dışarıda bırakmadık.”
606 sayfalık bir kitap, binlerce âyet var içerisinde; 6600’den fazla âyet var. Bu âyetlerin hududu bu kadar ve 606 sayfalık bir kitaba Allahû Tealâ: “Bütün hakikatleri yerleştirdik.” diyor. Öyleyse gerçekten yerleştirmişse, Kur’ân’ın fizik standardının (lafzının) ötesinde mutlaka bir de ruhunun olması lâzımdır. İşte Allah’tan bu ilmi almaya başladığınız zaman, Allahû Tealâ’nın size öğreteceği şey, Kur’ân’ın ruhudur. Dikkat edin! Kur’ân Tefsiri, Kur’ân’ın ruhunu bilenlerin yani Allah’tan o ruhu öğrenenlerin harcıdır. Bunu da Allah nasip kılar. Sadece Allah’ın seçimiyle ilgilidir. Öyleyse Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bahsediyor, Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesi:
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.
Dikkat edin sevgili kardeşlerim, bu Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesi, sahâbenin bütün gelişmesini ifade ediyor. Başlangıçtan ta en sona kadar sahâbenin müktesebatına altığı bütün manevî gelişme, bu Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesinde ifade edilmiş Allahû Tealâ tarafından. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbeye öğretisi, tıpkı bundan bir evvelki âyette Allah’ın bahsettiği ni’met gibi: “O, ni’met olarak size de sizin aranızdan birisi resûl olarak; nebî resûl olarak (peygamber resûl) olarak gönderildi. Size Allah’ın âyetlerini okur, tilâvet eder.”
“yetlû aleykum âyâtinâ: Âyetlerimizi size okur.” diyor. Allah’ın âyetleri okuması.
Sonra? Sonra diyor ki: “Nefsinizi tezkiye eder.” diyor. Sonra: “Size kitap öğretir.” diyor. Sonra: “Hikmet öğretir.” diyor. Sonra: “Hikmetin de ötesindeki bilmediğiniz şeyleri öğretir.” diyor.
28 basamaklık bir dizaynda bakıyoruz tilâvet nereye kadar geliyor? Allahû Tealâ’nın 28 basamaklık dîn dizaynında kâinatta bir tek dîn var. O dîn bütün peygamberlerin müşterek dînidir; Allah’a teslim olma dînidir. Hepsi de ya da o tek dîn, sadece 28 tane basamak içerir; 4 tane 7 basamak. Vel Asr Suresi açıklama yapıyor. Vel Asr Suresi mesela, bir müteşabih âyetler dizisidir.
Oraya tekrar dönelim. Şimdi buradaki müteşabihata beraberce bakalım: “Size Allah’ın âyetlerini tilâvet eder.” diyor. Tilâvet etmek, okumak demek. E, İnsanların olayları yaşaması; birinci basamak. Olayları değerlendirmesi; 2. basamak. Bunlardan Allah’a ulaşmayı dileyenler; 3. basamak. Bu Allah’a ulaşmayı dileyenlerden, dileyenlerin dilemesi üzerine Allah’ın o kişilerde Rahîm esmasıyla tecelli etmesi; 4. basamak. Gözlerdeki hicab-ı mestureyi alması Allahû Tealâ’nın; 5. basamak, kulaklardaki vakrayı alması; 6. basamak, sonra o kişinin kalbinin mührünü açması, küfür kelimesini dışarı alması, ekinneti dışarı alması (idraki önleyen müesseseyi), kalbe ihbat koyması; 7. basamak. Kalbe ulaşması ve kişinin göğsüyle kalbinin arasına girmesi, göğüsten kalbe yol açması, kalbin nur kapısını Allah’a çevrilmesi, sonra o kişinin huşû sahibi olması ve Allahû Tealâ’nın o kişiye mürşidini göstermesi, 12 tane ihsanla kişinin mürşidine ulaşması ve ulaştığı anda Allahû Tealâ’dan 7 tane ni’met alması. Bunların hepsini; 14 tane basamağı Allahû Tealâ, bir tilâvet kelimesiyle anlatmış. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bunları öğretmese bir insanın bunları bilmesi hiçbir şekilde mümkün değil. Bir tilâvet kelimesi, 14 tane basamak ihtiva ediyor. Kişinin gidip mürşidine tâbî olduğu noktayı ve her biri ayrı bir âyetle sabit.
Sonra: “Sizin nefsinizi tezkiye eder.” diyor Allahû Tealâ. Nefs tezkiyesi başlıyor. Kişi zikir yapıyor; Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât ki bu noktadan itibaren rahmetle fazl ve rahmetle salâvât geçerli; ondan evvel sadece rahmetle fazl var. Ve nefsin kalbine ulaşan rahmetle fazl ve rahmetle salâvâttan fazıllar, Allah’ın kalbe yazdığı îmân kelimesinin etrafında toplanmaya başlıyor. Bu, nefs tezkiyesidir. “Nefsinizi tezkiye eder.” deyince Allahû Tealâ, 14. basamaktan itibaren 15., 16., 17., 18., 19., 20. ve 21. basamaklar, her %7 fazl birikiminde nefsin kalbinde, o kişinin ruhu Allah’a doğru gök katlarını; 7 tane gök katını, Tarîki Mustakîm’i birer birer aşacaktır. Saf halinde yükseleceklerdir ruhlar. O ruhların arasında sizin de ruhunuz olacak ve yükselen ruhlar her %7 fazilet birikiminde, fazl birikiminde 7 tane gök katını birer birer aşacaktır. Her biri nefs açısından;
1. kat: Nefs-i Emmare’yi ifade eder.
2. kat: Nefs-i Levvame’yi ifade eder.
3. kat: Nefs-i Mülhime’yi ifade eder.
4. kat: Nefs-i Mutmainne’yi ifade eder.
5. kat: Nefs-i Radiye’yi,
6. kat: Nefs-i Mardiyye’yi,
7. kat: Nefs-i Tezkiye’yi ifade eder.
%49 fazl birikimi, daha evvel kalbe giren %2 rahmetle beraber, nefsin kalbindeki nurların karanlıklara galebe çaldığı bir nokta, nefsin tezkiye edildiği nokta; 21. basamak. 28 basamağın 21. basamağına geldiniz iki tane kelime ile. Birisi tilâvet, ikincisi de tezkiye. Öyleyse sevgili kardeşlerim, müteşabihat değil mi? Arkasında yatanları, bütün Kitab’ı size öğrettiği zaman yerli yerine oturtabiliyorsunuz. Her söylediğiyle diğerleri arasında son derece, mantıkî, her şeyi en mustakar şekilde, şaşmaz şekilde, yerli yerine cuk oturur şekilde Allahû Tealâ öğretiyor ve müteşabih olan sistemler birer birer aydınlanıyor Allah’ın öğretisiyle.
Sonra ne diyor Allahû Tealâ? Kitab’ın öğretilmesi; talim edilmesi. Eskiden öğretmenlere “muallim” denirdi. Muallim; talim eden, öğreten demek.
yuallimukumul kitâbe: Size kitap öğretir.
Kitap da 7 tane ruhtan oluşur. Kur’ân-ı Kerim’in 7 tane ruhu söz konusu. Buradan itibaren velâyet makamları başlar; fenâ makamı, bekâ makamı, zühd makamı, muhsinler makamı, bu dört makam, Kitab’ın ruhunun öğretilmesidir.
Ve 21. basamağa geldiniz; ruhunuz Allah’a ulaştı ve tezkiye tamamlandı. Tezkiyeden sonraki safhadasınız ve bu, o güne kadar size öğretilen Kitab’ın lafzının ötesinde yeni bir çığırdır. Allah’ın evliyası oluyorsunuz. Allah, sizi velî kılıyor, kimin ruhu Allah’a ulaşmışsa nefsi tezkiye olmuştur, ulaşma bu sebeple gerçekleşmiştir.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).
ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî: Kim nefsini tezkiye ederse bunu kendi nefsi için yapmıştır.
Neden? Çünkü nefsi ezelde Allahû Tealâ’ya tezkiye olacağına ve de arkasından da tasfiye olacağına dair yemin vermiştir. Ve kişi, kendi nefsi için tezkiye olmuştur.
Ne diyor Allahû Tealâ bundan sonra?
“ve ilâllâhil masîr: Ve ruhu Allah’a döner; Allah’a ulaşır.” diyor.
Nefs tezkiyesini gerçekleştirdiğiniz zaman ruhunuz Allah’a ulaşıyor; 21.basamaktasınız, tezkiye de tamam. Ondan sonra 22. basamak, 23., 24., 25., 26, 27, 28. basamaklar velâyet makamları.
22. basamak, 21. basamaktan sonraki ilk basamak, 1. velâyet makamı; fenâfillâh. Allah’ın Zat’ında ruhunuz yok oluyor. Sonra bekâbillâh makamı gelir. Allah size, Allah’ın katında bir altın taht ihsan ediyor, ni’met olarak veriyor. Sonra 3. Makam, zühd makamı gelir; günün yarısından daha fazla zikre başlıyorsunuz ve artık dünyaya değil yakınlığınız, dünyadan çok Allah’a yakınsınız. Çünkü gününüzün, her gün yarıdan fazlasını Allah’ı zikrederek, Allah’la meşgul olarak geçiriyorsunuz. Sonra 4. velâyet makamı, muhsinler makamı; fizik vücudunuzu da Allah’a teslim ediyorsunuz. Buraya kadar Kitab’ın dört tane ruhunun öğretilmesi. Bundan sonraki de ruhun öğretilmesi değil mi? Evet, ama artık hikmetin içinde öğretileceksiniz. Çünkü burada daimî zikre ulaşıyorsunuz.
Ve Allahû Tealâ: “ve yuallimuhumul hikmet: Size hikmet öğretir.” diyor.
Öyleyse hikmete bakıyoruz; ulûl’elbâb makamı; hikmet makamı. Ulûl’elbâb makamına ulaştığınız zaman orada 7 tane vasfın, 4 tane vasıf sahibisiniz 3 tane de sonuç sahibisiniz.
*Daimî zikrin sahibisiniz.
*Bu sebeple bütün afetleriniz yok olmuş durumda. Onun için Allahû Tealâ sizi hikmet sahibi kılıyor.
*3. vasfınız; kalp gözünüz mutlak olarak açılıyor.
*4. vasfınız; kalp kulağınız mutlak olarak açılıyor.
Bu 4 tane vasıf şartı, 3 tane sonuç şartı doğuruyor:
*Birincisi, ehl-i tezekkür olmak.
*İkincisi, ehl-i hayır olmak.
*Üçüncüsü, ehl-i hikmet olmak.
İşte hikmete ulaştınız, burada Allah’a yakın bir noktadasınız. O’nunla artık her zaman konuşmak imkânın sahibisiniz. Her zaman Allah’ın dizaynına dikkatle bakın, her zaman Allah size müteşabih âyetlerin sırlarını öğretecektir. Yeter ki siz ona lâyık olun. Ve hikmet, ulûl elbâb makamı, ondan sonra gelen ihlâs makamı, hikmetin 1. ve 2. kademesi. Sonra salâh makamının ilk dört kademesinde hikmetin devamı. Sonra 5. kademe, hikmetin ötesi. İşte bütün bunları, Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim boyunca her birini ayrı ayrı âyetlerle açıklamış. Bunları defalarca açıkladık. Bilgisayarımızı inceleyen herkes, Vel Asr Suresi- 1, 2, 3 ve 4. derslerde -her biri birer saatlik açıklamalar- ve o konudaki kitapları inceleyen herkes görür ki bu 28 basamak, bütün boyutlarıyla Vel Asr Suresinde şekillenmiş.
Öyleyse Vel Asr Suresi başlı başına bir müteşabih âyetlerin muhtevasıdır. Ve nasıl Bakara Suresi 151. âyet-i kerimesi, 28 basamaklık bir bütünü içeriyorsa öğretim açısından, Vel Asr Suresi de vasıf açısından aynı hüviyette bir müteşabih âyetler topluluğudur. Diyor ki Allahû Tealâ:
103/ASR-1: Vel asri.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.
vel asr: Asra yemin olsun.
innel insâne le fî husr: İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar.
illâllezîne âmenû: Ama âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç.
(Yani 3. basamak ile 7. basamak arasında olanlar; âmenû olanlar.)
ve amilûs sâlihâti: Ve amilüssalihat işleyenler (14. basamağa ulaşıp da nefsi tezkiye edici ameller işleyenler; nefs tezkiyesine ulaşanlar da hariç).
İlk 7 basamağı âmenû olanlar olarak açıklamış; 7. basamağı âmenû olanlar olarak açıklamış. 14. basamağı nefs tezkiyesine başlayanlar olarak açıklamış. Gerçekten 14. basamakta nefs tezkiyesi başlıyor. Zikrin kalbe rahmetle fazl taşıyıp, fazılların nefsin kalbinde yerleşmesi nefs tezkiyesini ifade ediyor.
Sonra: “ve tevâsav bil hakk: Hakk’ı tavsiye edenler.” diyor. İşte bir müteşabih âyet; tavsiye.
Herkes Hakk’ı tavsiye eder, ama burada Allahû Tealâ 21. basamağa ulaşıp da ruhunu Allah’a ulaştırmış, bu olayı yaşamış, bitirmiş ve bu olaydan aldığı hazzı başkalarına anlatan insanlardan bahsediyor. Kendisinin Hakk’a ulaşmasını başkalarına da anlatıp onlara da bu güzelliği yaşatmak için gayret sarf eden bir insandan bahsediyor. Allah’ın, ruhun Allah’a ulaştığı noktayı işaret etmesi söz konusu.
ve tevâsav bis sabrı: Ve sabrı tavsiye etmek.
Sabrı tavsiye etmek; ta 28. basamağın 5. kademesini içerir; hatta 28. basamağın 7. kademesine kadar içerir. Çünkü Allahû Tealâ bu sabrın sahiplerini, devrin imamları olarak niteliyor. Peygamber olmayan devrin imamları, onlar velî resûllerdir. Peygamberler, biliyorsunuz ki son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V)’le beraber sona ermiştir. Şeriat da son olarak Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Kur’ân-ı Kerim’i ile (Allah’ın ona indirdiği Kur’ân-ı Kerim’le) gelmiştir. Bütün dünya kıyâmete kadar Kur’ân-ı Kerim’le idare edilecektir. Şeriat, oradaki şeriattır. Öyleyse burada Allahû Tealâ peygamber olmayan ama huzur namazının imamı olan birilerinden bahsediyor, diyor ki:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“Biz onlardan (insanlardan, resûllerden) imamlar kıldık; emrimizle hidayete erdirsinler diye.”
Sadece devrin imamı hidayete erdirebilir. Diğerleri hidayete vesile olanlardır.
“Ve sabrın sahibi olmalarından dolayı.” Yani sabır hasletinin bütünüyle nefsin kalbine yerleştiği nokta. Daha 26. basamakta ulûl elbâb olduğunuz anda, daimî zikre ulaştığız anda nefsinizin kalbindeki bütün afetler yok olmuştur; yerlerini fazıllara terk etmişlerdir. Sabırsızlık afetinin yerini sabır hasleti almıştır. Sabrın sahibi oldunuz mu? Hayır, olmadınız, başlangıcındasınız. Evet, nefsinizin kalbinde hiç sabırsızlık afeti kalmamış, sabır hasleti nefsinizin kalbini doldurmuş. Ama daha 19 kademe nefsinizin iç dünyası müzeyyen kılınacak Allahû Tealâ tarafından. Ulûl elbâb makamında 7 mertebe, ihlâs makamında 7 mertebe; 14 ve 5 mertebe de salâh makamında; 19 mertebe nefsinizin kalbi müzeyyen olduğu zaman, ancak o zaman sabrın sahibi olursunuz. Sabrın sahibi olmak ifadesi de görüyorsunuz ki aslında bir müteşabih müessese. Nefsinizin kalbindeki sabırsızlık afetinin bittiği; sabrın nefsinizin kalbini tamamen kapladığı yerde sabrın sahibi olamıyorsunuz. Bir eksiklik var, kalbiniz müzeyyen olmamış.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, her bir açıdan ayrı bir hüviyet ortaya koyuyor Allahû Tealâ. Her bir açıdan ayrı bir müteşabih nokta.
Ve: “Ve âyetlerimize yakîn haslettikleri için.” diyor. Acaba İlm’el yakîn mi? Acaba Ayn’el yakîn mi? Acaba Hakk’ul yakîn mi? Aslında İlm’el yakîn 21. basamağa kadardır. 21. basamakla 24. basamak; ikisinin arasında olabilir, İlm’el yakîn ile Ayn’el yakîn arasında. Ayn’el yakîn 26. basamakta başlar; 26, 27 ve 28. basamağın 4 kademesi. 28. basamağın 5., 6. 7. kademeleri Hakk’ul yakîn’dir. İşte gene bir müteşabih âyet: “Âyetlerimize yakîn hâsıl ettikleri için.” Hakk’ul yakîn kademesindeki bir yakîndan bahsediyor Allahû Tealâ.
Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Kur’ân-ı Kerim bir sırlar kitabıdır. Ama Allah öğrettikçe sırların adım adım ufuklarının açıldığını, şeffaflaştığını, mânâlarını size birer birer teslim ettiklerini yaşayacaksınız. Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki O bizi, bu ilmin sahibi kıldı. Bunları size anlatmakla, öğretmekle vazifeliyiz.
Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, Allahû Tealâ’nın hepinizi müteşabih âyetlerinde sırlarına vakıf kılmasını, hepinizi zülcenahayn kılmasını, hem dünya mutluluğunun hem ahiret mutluluğunun zirvelerine sizleri ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R