}
Şuarâ Suresi 137-159 (Âyetlerin Sırları) 05.08.2003
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 106813

SOHBETİN ADI: ŞUARÂ SURESİ 137-159 (Âyetlerin Sırları)
TARİHİ: 05.08.2003

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

Sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri konusunda daha inşaallah birlikteyiz. Yani Kur’ân’ın ruhunun öğretilmesi,  anlatılması konusu.

Şuarâ Suresi 137. âyet-i kerimesiyle inşallah başlıyoruz.


Euzûbillâhimineşşeytanirracîm, bismillahirrahmânirrahîm


26/ŞUARÂ-137: İn hâzâ illâ hulukul evvelîn(evvelîne).

Bu ancak evvelkilerin hulûkundan (yaratmalarından, uydurmalarından) başka bir şey değildir.



in: Eğer, ancak.

hâzâ: Bu.

illâ: -dan başka değil.

huluku: Yaratıldı.

el evvelîne: Öncekiler, evvelkiler.

 

“Bu, ancak evvelkilerin hulûkundan (yaratmalarından, uydurmalarından) başka bir şey değildir.”

Hûd Peygambere kavmi böyle söylüyor: “Bu, ancak evvelkilerin hulûkundan (yaratmalarından, uydurmalarından) başka bir şey değildir.”

26/ŞUARÂ-138: Ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).

Ve biz azaplandırılacak değiliz.



“Ve Biz, azaplandırılacak değiliz.”

Evvelkilerin uydurdukları; bu, her zaman Allah’ın resûllerine söylenegelmiş bir şey.

“Bu, evvelkilerin uydurmalarından başka bir şey değildir (yaratmalarından, hulu halk edinmelerinden, uydurmalarından başka bir şey değildir).”

Allah’ın Resûl’ü burada (Peygamber Resûl, Nebî Resûl Hz. Hûd), onlara ne diyor? Onların Allah’a ulaşmayı dilemelerini, takva sahibi olmalarını, kurtuluşa ulaşmalarını söylüyor muhakkak. Ve onlar da puta tapan insanlar olarak ona: “Bu, evvelkilerin uydurmalarından başka bir şey değildir.” diyor. Ve o da cezalandırılacaklarından bahsettiği zaman: “Biz azaplandırılacak da değiliz.” diyorlar.

Şuarâ Suresinin 139. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm

26/ŞUARÂ-139: Fe kezzebûhu fe ehleknâhum, inne fî zâlike le âyeten, ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).

Böylece onu tekzip ettiler (yalanladılar). Biz de bu sebeple onları helâk ettik. Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu, mü’min olmadılar (Allah’a ulaşmayı dilemediler).





fe
: Artık, böylece.

kezzebû-hu: Onu tekzip ettiler, yalanladılar.

fe: Artık böylece.

ehleknâ-hum: Onları helâk ettik.

inne: Muhakkak.

fî zâlike: Bunda var.

le: Elbette, mutlaka.

âyeten: Bir âyet.

ve mâ kâne: Ve olmadı.

ekseru-hum: Onların çoğu.

mu’minîne: Îmân edenler, mümin olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler.

fe kezzebûhu: Böylece onu tekzip ettiler (yalanladılar).

Şöyle oluyor sonuç:

“Böylece onu tekzip ettiler (yalanladılar). Biz de onları helâk ettik. Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar (Allah’a ulaşmayı dilemediler).”


Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ ne zaman mü’min kelimesini kullanırsa her şeyden evvel şunu bileceğiz ki; burada Allahû Tealâ’nın oradaki muradı onların Allah’a inanmaları değil. Çünkü putperestlere sordukları zaman, “Siz niçin bu putlara tapıyorsunuz?”Aldıkları cevap hep aynı: “Bu putlar bizi Allah’a daha çok yaklaştıracak diye.”

“Göklerdeki Allah’a inanıyor musunuz?”
“İnanıyoruz.” diyorlar.
“Bu putlar ne öyleyse?”
“Bu putlar bizi O’na (göklerdeki Allah’a) yaklaştıracak diye.”

Öyleyse Allah’a inanmıyor değiller. Buradaki mü’min kavramı da hiçbir zaman Allah’a inanan mânâsına kullanılmıyor Kur’ân-ı Kerim’de. İnananlar arasında Allah’a ulaşmayı dileyenler Allahû Tealâ tarafından mü’min adıyla anılıyorlar. Hûd Peygamberi de hepsi yalanlamışlar ve Ad kavmi de böylece helâk edilmiş.

Şuarâ Suresi, 140. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-140: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).

Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir (yüce), Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).



ve inne: Ve muhakkak.

rabbe-ke: Senin Rabbin.

le huve: Elbette O.

el azîzu: Azîz, Yüce.

er rahîmu: Rahmet nuru gönderen, Râhim esmasıyla tecelli eden.


“Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir (yücedir), Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli edendir).

Burada, 141. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-141: Kezzebet semûdul murselîn(murselîne).

Semud (kavmi) de mürselini (resûlleri) tekzip etti (yalanladı).


kezzebet:
Tekzip etti, yalanladı.

semûdu: Semud kavmi.

el murselîne: Gönderilen resûller.

 

“Semûd (kavmi) de mürselini (resûlleri) tekzip etti (yalanladı).”

Semûd kavmi…

26/ŞUARÂ-142: İz kâle lehum ahûhum sâlihun e lâ tettekûn(tettekûne).

Onların kardeşi Salih (A.S) da onlara: “Siz takva sahibi olmayacak mısınız (Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz)?” demişti.



iz
: Olduğu zaman, olmuştu.

kâle: Dedi.

lehum: Onlar için, onlara.

ehû-hum: Onların kardeşi.
sâlihun: Salih A.S.
e: -mı?

lâ tettekûne: Takva sahibi olmazsınız, olmayacaksınız.

“Onların kardeşi Salih (A.S) onlara (Semud kavmine): ‘Siz takva sahibi olmayacak mısınız?Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz?’ demişti.”


Mü’min olmak veya olmamak, takva sahibi olmak veya olmamak aynı hüviyette iki faktör. Mü’min olmak veya olmamak, takva sahibi olmak veya olmamak.

“Onların kardeşi Salih (A.S) onlara: ‘Siz takva sahibi olmayacak mısınız? Allah’a ulaşmayı dilemeyecek misiniz?’ demişti.”

Takva sahibi olmanın başlangıç noktası; Allah’a ulaşmayı dilemek, birinci takva.

Allahû Tealâ Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde: “munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).” buyuruyor, “Allah’a ulaşmayı dile. Allah’a ulaşmayı dile ve takva sahibi ol. Ve namaz kıl ve müşriklerden olma.”


30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.



Sadece takva sahibi olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Aynı zamanda şirkten kurtulmuş olanlardır, tek fırkanın yani Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlardır. Ve bütün peygamberler, resûller bütün insanlara aynı şeyi söylerler: “Takva sahibi olun.”Aynı şeyi söylerler. O tek şey, en açık ifadesiyle: “Ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dileyin.” Takva sahibi olmanın başlangıç noktası, şeytana kul olmaktan kurtulmanın, Allah’a kul olmanın başlangıç noktası, cehennemden kurtulmanın cennete girmenin başlangıç noktası. Takva sahibi olmak, hidayete adım atmak, dalâletten kurtulmak, küfürden kurtulmak, hepsi aynı noktayla birleşiyor: Allah’a ulaşmayı dilemek.

Ve 143. âyet-i kerime:

26/ŞUARÂ-143: İnnî lekum resûlun emîn(emînun).

Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.


 “Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm.”


Bütün resûller bunu söylüyorlar: “Muhakkak ki ben, sizin için emin bir resûlüm (güvenilecek).”

Peygamber Efendimiz (S.A.V), velî resûl değil, Nebî Resûl’dü. En büyük resûller, nebî resûllerdir. Onların da en büyükleri ulûl’azîm nebîlerdir; ulûl’azîm peygamberlerdir, onlardan bir tanesidir: Peygamber Efendimiz (S.A.V), Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. İbrâhîm ve Hz. Nuh.

“Muhakkak ki” diyor Hz. Salih, “Ben, sizin için emin bir resûlüm (emin bir elçiyim).”

26/ŞUARÂ-144: Fettekullâhe ve atîûni.

Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).



“fettekullâhe (fe itteku allâhe).”

fe: Artık öyleyse.
ittekû allâhe: Allah’a karşı takva sahibi olun, Allah’a ulaşmayı dileyin.

ve etîû-ni: Ve bana itaat edin.


“Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).”


Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman, Allahû Tealâ onların bütün engellerini alacak; gözlerini, kulaklarını, kalplerini açacak, Allah’a döndürecek. Onların günahlarını örtecek ve onları irşad makamına tâbî olacak noktaya Allah ulaştıracak ve onlara tâbî olacaklar.

“Takva sahibi olun, Allah’a ulaşmayı dileyin ve bana itaat edin.” Yani: “Bana tâbî olun,” olayı var. Ve ona tâbî olmaları söz konusu, Hz. Salih’e. Allah’a ulaşmayı dilemek; 3. basamaktır. Tâbiiyet; 14. basamaktır. İlk 3., 4., 5., 6. ve 7. basamaklar birinci bölümü içerir; 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14; ikinci yedi basamak, mürşide ulaşmak için harekete geçiş ve sonuçlara ulaşmayı içerir. Burada Allahû Tealâ, Şuarâ Suresinde birçok peygamberi ardarda saymış. Ve her biri için aynı şeyleri söylüyor. Hepsi: “Takva sahibi olun.” Yani: “Allah’a ulaşmayı dileyin.” diyor. Arkadan da: “ve etîûni.” diyor,“Bana itaat edin.” Aslında: “Bana tâbî olun ve itaat edin.” mânâsını tazammun ediyor.

Şuarâ Suresi 145. âyet-i kerime:


26/ŞUARÂ-145: Ve mâ es’elukum aleyhi min ecrin, in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn(âlemîne).

Ve ona (tebliğime) karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.



ve mâ es’elu-kum
: Ve ben sizden istemiyorum.

aleyhi: Ona.

min ecrin: Bir ücret.

in: Sadece, ancak.

ecriye: Benim ücretim.

illâ: Ancak, sadece.

alâ: Üzerine.

rabbi el âlemîne (rabbil âlemîn): Âlemlerin Rabbi (üzerinedir).

 

Şöyle oluyor cümle:

“Ve ona (tebliğime) karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.”

“Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim sadece âlemlerin Rabbine aittir.”

 

Bütün resûller için aynı şey söz konusudur. Ücreti Allah tayin eder. Savaş bittiğinde ganimetin paylaştırılması söz konusu olduğunda, Allahû Tealâ buyuruyor: “Ganimetin yarısı Allah’ın ve Resûl’ündür.” diyor. Ne oldu? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ücretini Allah tayin etti, Allah verdi. Bütün resûller için bu tarzda veya başka bir tarzda Allahû Tealâ, mutlaka onların ücretini kendilerine öder. Allah her şeye kaadirdir. Resûllerini aç ve açıkta hiçbir zaman bırakmamıştır. Ve Hz. Salih de aynı şeyi söylüyor: “Öyleyse takva sahibi olun ve bana itaat edin.” Yani: “Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyin ve bana tâbî olun.”

146. âyet-i kerimede de diyor ki Allahû Tealâ:

26/ŞUARÂ-146: E tutrakûne fî mâ hâhunâ âminîn(âminîne).

Siz, burada bulunduğunuz yerde emin olarak bırakılacak mısınız?



e
: -mı?
tutrakûne: Bırakılacaksınız.

fî: İçinde.

mâ: Şey.

hâhunâ: Orada, işte burada.

âminîn: Emin.


“Siz, burada bulunduğunuz yerde emin olarak bırakılacak mısınız?” Hz. Salih onlara soruyor.

26/ŞUARÂ-147: Fî cennâtin ve uyûn(uyûnin).

Bahçelerde ve pınarlarda…



“Bahçelerde ve pınarlarda.” Yani: “Bu bahçeler ve pınarlar sizin. Siz Allah’a ulaşmayı dilemezseniz, burada bırakılacağınızı mı zannediyorsunuz?” diyor Allahû Tealâ onlara, Hz. Salih’in ağzından.

26/ŞUARÂ-148: Ve zurûın ve nahlin tal’uhâ hedîm(hedîmun).

Ve ekinler, çiçekleri açılmış hurmalıklar…



ve zurûın:
Ve ekinler.

ve nahlin: Ve hurma ağaçları, hurmalıklar.

tal’u-hâ: Onun çiçeği, tohumu.

hedîm (hedîmun): Sarkmış, açılmış.


“Ve ekinler, çiçekleri açılmış hurmalıklar…”


Nerelerde kalıcılar olduklarınıAllahû Tealâ yazıyor, söylüyor: “Ve ekinler ve çiçekleri açılmış hurmalıklar.” Hz. Salih, onlara öyle diyor.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Şuarâ-149:

26/ŞUARÂ-149: Ve tenhıtûne minel cibâli buyûten fârihîn(fârihîne).

Ve dağlardan maharetle evler oyuyorsunuz (yontuyorsunuz).


ve tenhıtûne
: Ve oyuyorsunuz, yontuyorsunuz.

min el cibâli: Dağlardan.

buyûten: Evler.

fârihîne: Maharetle, ustaca yapanlar.

 

“Ve dağlardan maharetle evler oyuyorsunuz (yontuyorsunuz).”

Gerçekten dağlardan ustalıkla evler oymuşlar, mahalleler oluşturmuşlar.


Ve 150. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-150: Fettekullâhe ve atîûni.

Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).


fe
: Artık, öyleyse.

itteku allâhe: Allah’ a karşı takva sahibi olun, Allah’a ulaşmayı dileyin.

ve etîû-ni: Ve bana itaat edin.

 

“Öyleyse Allah’a karşı takva sahibi olun (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve bana itaat edin (bana tâbî olun).”


Sevgili kardeşlerim, görüldüğü gibi bütün peygamberler aynı şeyi söylemişler: “Bana, Allah’a ulaşmayı dileyin ve bana itaat edin.” Yani: “Diledikten sonra, Allahû Tealâ zaten sizin gözlerinizdeki hicabı mestureyi, kulaklarınızdaki vakrayı, kalbinizdeki ekineti alacak. Kalbinizin nur kapısını Allah’a çevirecek, göğsünüzden kalbinize nur yolu açacak, sizi takva sahibi kılacak ve ondan sonra da bana tâbî olacaksınız. Öyleyse takva sahibi olun Allah’a karşı. Bana tâbî olun ve böylece emirlerime itaat edin.”

Niçin, “emirlerime itaat edin?” Çünkü o emirler Allah’ın emirleri, onun için Allahû Tealâ öyle söylüyor onlara.

Ve 151. âyet-i kerime:

26/ŞUARÂ-151: Ve lâ tutîû emral musrifîn(musrifîne).

Ve müsriflerin (haddi aşanların) emrine itaat etmeyin.


ve lâ tutîû
: Ve itaat etmeyin.

emra: Emre.

el musrifîn: Müsrifler.


“Müsriflerin (haddi aşanların) emrine itaat etmeyin.”


Kimler müsrifler? İnsanları Allah’ın yolundan uzaklaştıranlar, putlara taptıranlar, insanlara: “Allah’a insan ruhunun ölmeden evvel ulaşması yoktur.” diyenler. “Hiç kimsenin ruhu Allah’a o kişi hayattayken ulaşamaz, kimin ruhu vücudundan ayrılırsa o kişi derhal ölür.” diyenler.

Allah’ın âyetlerini ketmedenler, Bakara-159:

2/BAKARA-159: İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi, ulâike yel’anuhumullâhu ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne).

Muhakkak ki, beyyinelerden indirdiğimiz şeyleri ve hidayeti (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaştırılmasını) Kitap'ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder ve lânet ediciler de onlara lânet eder.



Küfredenler, Kehf-105:

18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).

İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.


Kalplerinde zeyg olanlar, Âli İmrân-7:

3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).


Kalplerinde maraz olanlar, Hacc-53:

22/HACC-53: Li yec’ale mâ yulkış şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun vel kâsiyeti kulûbuhum, ve innez zâlimîne le fî şikâkın baîd(baîdin).

Kalplerinde maraz (hastalık) olan ve kalpleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka ettiği (ulaştırdığı) şeyi fitne (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zalimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sıratı Mustakîm’den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).


Yeryüzünde fesat çıkaranlar, Ra’d-25:

13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).

Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.



Bunlar müsrifler, haddi aşanlar. Ve Allahû Tealâ buyuruyor:

7/A'RÂF-31: Yâ benî âdeme huzû zînetekum inde kulli mescidin ve kulû veşrebû ve lâ tusrifû, innehu lâ yuhıbbul musrifîn(musrifîne).

Ey Âdemoğulları! Bütün mescidlerde ziynetlerinizi alınız. Yeyiniz ve içiniz. Ve israf etmeyiniz. Muhakkak ki O, müsrifleri sevmez.


“Allah, müsrifleri (haddi aşanları) sevmez.”

İşte Allahû Tealâ, “müsrifler” dedikten sonra bir sonraki âyet-i kerimede, âyet-152’de Allahû Tealâ diyor ki:

Bismillâhirrahmânirrahîm.


26/ŞUARÂ-152: Ellezîne yufsidûne fîl ardı ve lâ yuslihûn(yuslihûne).

Onlar (müsrifler), yeryüzünde fesat çıkarırlar ve ıslâh etmezler.


ellezîne
: O kimseler, onlar.

yufsidûne: Fesat çıkarıyorlar, fesat çıkarırlar.

fî el ardı: Yeryüzünde.

ve lâ yuslihûne: Ve ıslah etmiyorlar, ıslah etmezler.


“Onlar (müsrifler), yeryüzünde fesat çıkarırlar ve ıslâh etmezler.”


Islah edenler kimler? Allah’ın yoluna çağıranlar, Sıratı Mustakîm’e çağıranlar, Allah’a ulaşmaya davet edenler insanları. İşte onlar Allah’a ulaşmaya çağırınca ne olur?

O kişiler Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman, on dördüncü basamakta mürşidlerine ulaşacaklardır. Ulaştıktan sonra nefs tezkiyesine başlayacaklardır. Nefslerinin kalbindeki afetler yok olarak yerine fazıllar, faziletler gelip yerleşecektir. Böylece kişi, adım adım ıslah olacaktır. Ama yeryüzünde fesat çıkaranlar ne kendileri ıslah olurlar ne de başkalarının ıslah olmasını hedef alırlar veya onlara ıslah olmaları konusunda yardım ederler.

Ve Şuarâ Suresinin 153. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-153: Kâlû innemâ ente minel musahharîn(musahharîne).

“Sen, sadece büyülenenlerdensin.” dediler.


kâlû:
Dediler.

innemâ: Ancak, sadece.

ente: Sen.

min: -den, -dan.

el musahharîne: Büyülenmiş kimseler, büyülenenler.


“Sen, sadece büyülenenlerdensin, dediler.”

“Sen, sadece büyülenenlerdensin, dediler.” Yani: “Bir büyücü seni büyülemiş. Sihir yapmışlar sana, büyü yapmışlar.”

Ve devam ediyor, Şuarâ Suresi 154. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-154: Mâ ente illâ beşerun mislunâ, fe’ti bi âyetin in kunte mines sâdikîn(sâdikîne).

Sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Öyleyse eğer sen, sadıklardan isen bize bir âyet (mucize) getir.


: Değil.

ente: Sen.

illâ: İllâ, ancak, başka.

beşerun: Beşer, insan.

mislu-nâ: Bizim gibi.

fe’ti: Öyleyse getir.

bi: İle.

âyetin: Bir âyet.

in: Eğer.

kunte: İsen.

min: -den,-dan.

es sâdikîne: Sadıklar (doğru sözler).
 
“Sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Öyleyse eğer sen, sadıklardan isen bize bir âyet (mucize) getir.”

“Sen, bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin. Başka bir şey olduğunu iddia ediyorsan, öyleyse bize bir âyet (mucize) getir.”


Sevgili kardeşlerim, her devirde her zaman Allah’ın bütün resûllerine, nebîlerine bu söylenir: “Bize bir âyet getir.” Bütün resûller, nebîler de derler ki: “Ben bir insanım sizin gibi, mucize benim tarafımdan gerçekleştirilemez. Ama eğer Allah bir mucize getirirseo zaman bana tâbî olur musunuz?” “Oluruz.” derler. Sonra da Allahû Tealâ bir mucize vücuda getirir; resûlü eliyle, nebîsi eliyle getirir veya getirmez. Getirdiğini kabul edelim ki getirdiği çok olmuştur, o zaman derler ki: “Bu apaçık bir sihirdir, büyüdür.” Mucize isteyen kendileri, resûl veya nebî diyor ki: “Ben mucizeyi gerçekleştiremem. Ben de sizin gibi bir insanım. Ama Rabbimden isterim, Rabbim uygun görürse mucizeyi vücuda getirir. Ama vücuda getirirse Allah’a ulaşmayı dileyecek misiniz? Bana tâbî olacak mısınız?”

“Takva sahibi olun ve bana itaat edin” ifadesi budur. Allah’a ulaşmayı dilemek ve resûle tâbî olmak. İtaat etmek için tâbî olmak asıldır. Mucize isterler. Mucize getiremezse zaten o, resûl değildir onlara göre. Mucize getirirse bu sefer de: “Mutlaka bu, apaçık bir sihirdir.” deyip işin içinden gene çıkarlar. Yani ister bir velîden keramet istesinler, o kerameti Allahû Tealâ oluşturmazsa velî bir keramet oluşturamaz. “Keramet oluşmadı.” derler, “Sen Allah’ın evliyası değilsin,  sen Allah’ın resûlü değilsin.” “Bir mucize getir.” deseler bir nebîye, onun söylediği şey netice itibarıyla: “Ben mucize gerçekleştiremem, mucizeyi gerçekleştiren Allah’tır. Ama Allah’tan talep edip, Allahû Tealâ da bu talebi kabul ederse o mucizeyi mutlaka gerçekleştirir.” Mucize gerçekleşirse arkasından mutlaka aynı şeyi söyleyeceklerdir. Yani mucize vücuda gelse de gelmese de olay, netice değişmez.

İşte firavun reddediyor Hz. Musa ile Hz. Harun’u. Ve Hz. Musa: “Sana ispat vasıtalarıyla gelsek, gelmiş olsak da mı?” diyor. “Öyleyse” diyor, “Getir bakalım, neyi ispat edeceksen.” Hz. Musa asasını atıyor, asa ejderha oluyor. Bunun üzerine firavun diyor ki: “Bu, muhakkak ki bir sihirdir.” Etrafındaki bütün insanlar da aynı şeyi söylüyorlar. Yani neticede sevgili kardeşlerim, insanların inanmaması için iblis, her şeyi yapar. Çünkü bilir ki Allah’ın resûlü, ister nebî resûl olsun, ister velî resûl olsun mutlaka insanlara hakikatleri söyleyip eninde sonunda insanlara ispat edecektir. O zaman o kavim kurtulacaktır. Bütün musîbetlerden kurtulacaktır. Adalet gelecektir, Hakk gelecektir.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Âyet-155, Şuarâ Suresi:

26/ŞUARÂ-155: Kâle hâzihî nâkatun lehâ şirbun ve lekum şirbu yevmin ma’lûm(ma’lûmin).

(Salih A.S): “İşte bu dişi deve. Su içme hakkı onun. Bilinen (belirlenen) gün(ler)de de su içme hakkı sizin.” dedi.


kâle:
Dedi.

hâzihî: Bu.

nâkatun: Dişi deve.

lehâ: Onun için, onun.

şirbun: Su içme hakkı.

Şeribe; İçti demek.

ve lekum: Ve sizin için, sizin.

şirbu: Su içme hakkı.

yevmin: Bir gün.

ma’lûmin: Belirlenen günler.

“(Salih A.S): İşte bu dişi deve. Su içme hakkı onun. Bilinen (belirlenen) günde de su içme hakkı sizin.”


Hz. Salih, kavmini bir deve ile imtihan ediyor; Allah’ın gönderdiği bir dişi deve. Hz. Salih diyor ki: “Bu bir dişi deve. Kuyudan, bir tane kuyumuz var. Kuyudan bir gün su içme hakkı onun, bir gün de sizin. Belli günler su içme hakkı ona ait, belli günler de size ait.”

Ve sonra ne oluyor?


Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-156: Ve lâ temessûhâ bi sûin fe ye’huzekum azâbu yevmin azîm(azîmin).

Ve ona kötülükle dokunmayın. (Dokunursanız) o zaman büyük günün azabı sizi alır (yakalar).


ve lâ temessûhâ
: Ve ona dokunmayın.

bi: İle.

sûin: Kötülükle.

fe: O zaman, öyleyse.

ye’huzekum: Sizi alır yakalar.

azâbu: Bir azap.

yevmin: Gün.

azîmin: Büyük gün.

 

Diyor ki Hz. Salih:

“Ona kötülükle dokunmayın. Ozaman büyük günün azabı sizi alır (dokunursanız, o zaman büyük günün azabı sizi alır; yakalar).”

Hz. Salih’in devesi Allahû Tealâ tarafından emredilmiş, bulunması emredilen bir deve. Allahû Tealâ deveyi, Hz. Salih’in kavmi için imtihan vasıtası kılıyor. Ve Hz. Salih tembih ediyor, deveden bahsediyor: “İşte bu deve, bir gün siz su içeceksiniz, başka bir gün de o su içecek.” diyor. İki tarafa belli bir dizayn verdiriyor.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, burada deve bir imtihan vesilesi. Zaten kavim Allah’a ulaşmayı dilemiyor; Hz. Salih’i reddetmiş durumdalar. Hz. Salih onlara: “Allah’a ulaşmayı dileyin ve bana itaat edin, bana tâbî olun.” demesine rağmen, Allah’a ulaşmayı dilememişler; Hz. Salih’e de tâbî olmamışlar. Ve Allahû Tealâ bunun üzerine bir deveyle onları imtihana tâbî tutuyor. Hz. Salih’in ortaya koyduğu bir imtihan vesilesi. Ve kavmi Hz. Salih’in, “Allah’a ulaşmayı dileyin ve bana tâbî olun.” ifadesini adamlar hiçe sayıyorlar. Tâbî olmuyorlar ve bunun üzerine Hz. Salih’e Allahû Tealâ, bir deve ile onları imtihana tâbî tutmasını emrediyor ve Hz. Salih, deveyle onları imtihana tâbî tutuyor. Hâlbuki onlar eğer Hz. Salih, “Takva sahibi olun.” dediği zaman, gerçekten Allahû Tealâ’yı dileyip de Allah’a ulaşmayı dileyip de takva sahibi olsalardı bu problem kalmayacaktı. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi, takva sahibi olmuştur. Takva sahibi olunca zaten kurtulmuş olacaklardı. O zaman Allahû Tealâ’nın onları imtihan etmesi de gerekli olmayacaktı. İmtihan gerekmeyecekti onlar için ama gereğini yapmıyorlar. Ve Allahû Tealâ da onları imtihana tâbî tutuyor.

Her şey bir dilekle başlar: Allah’a ulaşmayı dilemek. Eğer Allah’a ulaşmayı dilemezse insanlar, onların kurtulmaları mümkün değildir. Öyleyse Hz. Salih’in devesi, Allah’ın Hz. Salih’in kavmi için bir kesin imtihanı. Öyleyse Allahû Tealâ burada: “Ona kötülükle dokunmayın. Dokunursanız, o zaman büyük günün azabı sizi alır.” demekle ne demek istiyor? “Gideceğiniz yer cehennemdir.” demek istiyor. “Eğer siz, zaten Allah’a ulaşmayı dilemediniz. Şimdi bir de siz bu deve ile imtihan olunuyorsunuz. Deveye dokunmayın, kötülükle, kötü niyetle dokunmayın, dokunursanız mutlaka cehennemde büyük cezaya muhatap olursunuz.” diyor.

Ve 157. âyette daha kötü bir olay:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-157: Fe akarûhâ fe asbahû nâdimîn(nâdimîne).

Buna rağmen onu kestiler. Sonra da pişman oldular.



fe
: Artık öyleyse, buna rağmen.

akarû-hâ: Onu kestiler.

fe: Böylece, sonra.

asbahû: Oldular.

nâdimîne: Pişman olanlar oldular.

“Buna rağmen onu kestiler.” diyor Allahû Tealâ, “Sonra da pişman oldular.” diyor.


Hz. Salih’in kavmi, “Ona bir kötülük yapmayın, yoksa büyük günün azabı sizi alır.” demesine rağmen deveyi kestiler. Sonra da pişman oldular. Bunu söylemesine rağmen Hz. Salih, deveyi kesiyorlar. Ve sonra da ne yazık ki pişman oluyorlar.

Ve Şuarâ Suresinin 158. âyet-i kerimesi:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

26/ŞUARÂ-158: Fe ehazehumul azâb(azâbu), inne fî zâlike le âyeten, ve mâ kâne ekseruhum mu’minîn(mu’minîne).

Böylece onları azap aldı (yakaladı). Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar (Allah’a ulaşmayı dilemediler).


Kelimeler:


fe
: Artık, böylece.

ehaze-hum: Onları aldı, yakaladı.

el azâbu: Azap.

inne: Muhakkak.

fî zâlike: Bunda var.

le: Elbette, mutlaka.

âyeten: Bir âyet.

ve mâ kâne: Ve olmadı.

ekseru-hum: Onların çoğu.

mu’minîn (mu’minîne): Îmân edenler, mü’min olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler (olmadılar).

Tamamına bakalım:

“Böylece onları azap aldı (yakaladı). Muhakkak ki bunda mutlaka bir âyet (ibret) vardır. Ve onların çoğu mü’min olmadılar (Allah’a ulaşmayı dilemediler).”

Görüyor musunuz sevgili kardeşlerim, öğrenciler, izleyenler, hep aynı şeyler oluyor. Onları bir azabın yakaladığını ifade ediyor Allahû Tealâ. Onları bir azap yakalıyor. Yani dünya üzerinde yaşarlarken deveyi kestikten sonra Allahû Tealâ onlara azap ediyor; onları helâk ediyor.

Yine Allahû Tealâ, 159. âyet-i kerimede diyor ki:

26/ŞUARÂ-159: Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm(rahîmu).

Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir (yüce), Rahîm’dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).


ve inne
: Ve muhakkak.

rabbe-ke: Senin Rabbin.

le huve: Elbette O.

el azîzur: Azîz, yüce.

er rahîmu: Rahîm olan, rahmet nuru gönderen (Rahîm esmasıyla tecelli eden).


Burada Allahû Tealâ bir defa daha söylüyor:

“Ve muhakkak ki senin Rabbin, elbette O, Azîz’dir, Rahîm’dir.”

Rahîm, rahîm esmasıyla tecelli edendir yani insanları kurtarandır. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse dilediği an, Allahû Tealâ onların dileğini görür ve derhal Rahîm esmasıyla tecelli eder.

Yûsuf Suresi 53. âyet-i kerime:

12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).

Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm’dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).



 “ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûi illâ mâ rahime rabbî: Ben nefsimi ibra edemem (beraat ettiremem, temize çıkartamam). Çünkü nefs şerri emreder. Ama Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli etmesi hariç (tecelli etmesi hali hariç).” diyor Allahû Tealâ.

 Allahû Tealâ’nın dizaynı böyle. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah Rahîm esmasıyla sadece onlara tecelli eder.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri dersinde bizleri mutlu bir beraberlikle birlikte kıldı. Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Allahû Tealâ’dan dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

Allah hepinizden razı olsun.



İmam İskender Ali  M İ H R