}
Sâffât Suresi 73-102 (Âyetlerin Sırları) 09.06.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108082


SOHBETİN ADI: SÂFFÂT SURESİ 73-102 (Âyetlerin Sırları)

TARİH: 09.06.2004


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı, bir Kur’ân Tefsiri dersinde.


Kur’ân Tefsiri demek, Kur’ân’ın ruhunun anlatılmasıdır. İnsanların birbirlerinden aldıkları bilgiyle yapabilecekleri bir husus değildir. Mutlaka Allah’tan ruhu öğrenmek gerek.


Öyleyse bu standartlar içinde bir Kur’ân Tefsiri dersindeyiz.

 

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

 

Sâffât Suresi, 73. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-73: Fanzur keyfe kâne âkibetul munzerîn(munzerîne).

O zaman uyarılanların akıbetleri nasıl oldu, bak!



fanzur (fe unzur)
: O zaman, artık, bak.

keyfe: Nasıl.

kâne: Oldu.

âkibetu: Akıbet, son.

el munzerîne: Uyarılanlar.

 

“O zaman uyarılanların akıbetleri nasıl oldu, bak!”

 

Sevgili kardeşlerim, uyarılmayan insan yoktur. Bütün insanlar mutlaka uyarılmışlardır. Allahû Tealâ bunu kesinleştirmiş. Evvelâ cennete girenler mutlaka uyarılmışlardır ki; uyarıya uygun davranışa girmişlerdir. Allah’a ulaşmayı dilemişlerdir. Cenneti de hak etmişlerdir. Üstüne, Allah’a ulaşmayı dilemenin üzerine ne kadar yol alabildilerse, o kadar üst kat cennete ulaşmışlardır. Ama Allah’a ulaşmayı dileyen herkes mutlaka Allah’ın cennetine girer.


Öyleyse bunun aksini düşünelim: Cehenneme gidenler. İşte Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki:

39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).

Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.


“Cehenneme girenler, cehennemin kapısına ulaşırlar. Cehennem bekçileri onlara der ki: Size Allah’ın resûlleri gelip de Allah’ın âyetlerini üzerinize okuyarak, sizi uyarmadılar mı? Buraya, cehenneme geleceğinizi Allah’ın âyetlerini söyleyerek size söylemediler mi? Derler ki: Evet, söylediler. Ama azap sözü üzerimize hak oldu.”

 

Öyleyse ifadeye dikkat edin:


“Allah’ın âyetlerini okuyarak sizi uyarmadı mı Allah’ın resûlleri?”

 

Cehenneme giren hangi devirde yaşayan kişi olursa olsun, yaşadığı devirde hangi kabilede, hangi şehirde, dünyanın neresinde olursa olsun, hepsine bu sual soruluyor. Hepsinden bu cevap mutlaka alınıyor; “Evet, geldiler. Bizi uyardılar.” Yani? Cennete gidenler zaten uyarılmış ki gitmişler cennete. Cehenneme gidenler de uyarılmalarına rağmen, uyarmanın gereğini yerine getirmedikleri için cehenneme gitmişler. Ama mutlaka uyarılmışlar.

 

Öyleyse Allahû Tealâ bir defa daha altını çizerek burada söylüyor:


“O zaman bak!” diyor, “Uyarılanların akıbetleri nasıl oldu (nasıl cehenneme gittiler)?”

 

İki şekilde söz konusu; birisi; cennete girenler, birisi; cehenneme girenler. Allahû Tealâ diyor ki:

6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.



“Biz, resûllerimizi âmenû olanları müjdelesinler (Allah’a ulaşmayı dileyenleri müjdelesinler) ve âmenû olmayanları (diğerlerini) uyarsınlar diye göndeririz.” diyor.

 

Sadece ikiye ayrılıyor insanlar. Âmenû olanlar zaten uyarmanın neticesinde âmenû olmuşlardır, onların müjdelenmesi söz konusu. Ama diğerlerinin uyarılması söz konusu. “Bakın, siz Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz, gideceğiniz yer cehennem, bunun için biz sizi uyarıyoruz. Uyarmak mecburiyetindeyiz.” derler Allah’ın resûlleri.  


Öyleyse sevgili kardeşlerim, aynı zamanda bu resûller nezirdir. Çünkü Mulk Suresinin 8, 9, 10. âyetlerinde aynı olay anlatılıyor. Ama nezirler deniyor bu sefer isimlerine.

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).

(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.

67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey'in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).

Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”

67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na'kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).

Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.

 

“Cehenneme gidecek olanlar (kâfirler), bölük bölük cehenneme sürülürler. Cehennem bekçileri onlara derler ki: Size Allah’ın nezirleri gelip de sizi uyarmadılar mı, buraya geleceğinizi söylemediler mi size? Onlar da derler ki: Söylediler….”


1- “Biz onlara inanmadık.”

2- “Allah hiçbir şey indirmemiştir, dedik.”

3- “Sen resûl olduğunu iddia ediyorsun ama, sen nezir olduğunu iddia ediyorsun ama biz seni dalâlette görüyoruz, dedik.”

 

Ama âyet şöyle bitiyor, 10. âyette diyor ki:

 

“Eğer biz işitmiş olsaydık (kulaklarımızdaki vakra alınsaydı, işitme hassamızın üzerindeki mühür alınsaydı, işitmiş olsaydık) ve idrak etmiş olsaydık (akletmiş olsaydık), o zaman burada cehennemde mi olurduk?”

 

Öyleyse resûllerin uyarısına, nezirlerin uyarısına uymamışlar. Uymamışlar ve cehenneme gitmişler.


Sonuç: Herkes mutlaka munzerîn’dir, yani uyarılanlardandır, inzar edilmişlerdir, uyarılmışlardır.


İster cehenneme gitsinler ister cennete gitsinler, bütün insanlar mutlaka uyarılmışlardır. Yani tebliğ, herkese hangi şartlar içinde olursa olsun mutlaka ulaşır.

 

74. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-74: İllâ ibâdallâhil muhlasîn(muhlasîne).

Ancak Allah’ın muhlis kulları hariç.


illâ: Ancak, sadece.

ibâdallâhi (ibâde allâhi): Allah'ın kulları.

el muhlasîne: Muhlis olanlar.

 

“Ancak Allah’ın muhlis (halis) kulları hariç.”


“Allah’ın halis kulları (ihlâs sahibi kulları) hariç.”

 

İhlâs sahibi dediğimiz zaman, buradaki ihlâstan Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen de dâhil olmak üzere salâha ulaşmış, iradesini de Allah’a teslim etmiş olanların hepsini bu birincilerden hariç tutuyor. Birinciler, inzar edilip de Allah’ın emirlerini yerine getirmeyenler, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler.


Buradaki “muhlasîn” ifadesinden, sadece ihlâs sahibi olanlar yani nefslerini tasfiye edenler değil, hepsi anlaşılıyor; Allah’a ulaşmayı dilemekten iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim edene kadar geçen bütün safhalardaki herkes.

 

75. âyet-i kerimeye geliyoruz, Sâffât Suresi:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-75: Ve lekad nâdânâ nûhun fe le ni’mel mucîbûn(mucîbûne).

Ve andolsun ki Nuh (A.S), Bize nida etti. İşte duasına icabet edilenler gerçekten ne güzel (ne güzel bir durumdadırlar).


ve lekad
: Ve andolsun.

nâdâ-nâ: Bize nida etti.

nûhun: Nuh (A.S).

fe: O zaman, işte.

le: Elbette, mutlaka, gerçekten.

ni'me: Ne güzel.

el mucîbûne: İcabet edilenler.

 

Şöyle oluyor sonuç:

 

“(ve lekad) Ve andolsun ki Nuh (A.S), Bize nida etti (Bize seslendi, Bize dua etti). İşte duasına icabet edilenler, gerçekten ne güzel (ne güzel bir durumdadırlar).”

 

Hz. Nuh, Allah’a nida ediyor. Allah’tan talepte bulunuyor. Allah da duasına icabet ediyor, talebini kabul ederek. Ve böylece Hz. Nuh’un duasına Allahû Tealâ’nın icabet ettiğini görüyoruz. Hz. Nuh, duasına icabet edilen olarak yer alıyor.


“İşte duasına icabet edilenler, gerçekten ne güzel.” Yani; “İcabet edilenler ne güzel durumdadırlar.” diyor Allahû Tealâ.


Bütün peygamberlerin duasına, davetine Allahû Tealâ icabet eder. Ve icabet edildiği zaman da onların durumları, elbette Allah ile olan ilişkiler açısından en güzel olanlar onlardır. Allah’ın nebîleri, nebî resûlleri, onlardan sonra Allah’ın velî resûller, sonra da kademe kademe velîler.

 

76. âyet-i kerime, Sâffât Suresinin 76. âyet-i kerimesi:

37/SÂFFÂT-76: Ve necceynâhu ve ehlehu minel kerbil azîm(azîmi).

Ve O’nu (Hz. Nuh’u) ve O’nun ailesini kerbil azîmden (büyük üzüntüden) kurtardık.



ve necceynâ-hu: Ve onu kurtardık.

ve ehle-hu: Ve onun ailesi.

min: -dan.

el kerbi el azîmi (kerbil azîm): Büyük üzüntü.

 

“Ve onu (Hz. Nuh’u) ve onun ailesini, kerbil azîmden (büyük üzüntüden) kurtardık.”

 

Hz. Nuh’u da ailesini de Allahû Tealâ gemiyle kurtarıyor. Orada Hz. Nuh’a inananlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler de Hz. Nuh’a tâbî oluyorlar. Onunla birlikte gemiyle açılıyorlar. Gemiye binenlerin dışında hiç kimse kurtulamıyor.

 

Sâffât Suresi, 77. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-77: Ve cealnâ zurriyyetehu humul bâkîn(bâkîne).

Ve O’nun (Nuh A.S’ın) zürriyetini (kıyâmete kadar) bâki kalanlardan kıldık.



ve cealnâ: Ve Biz kıldık.

zurriyyete-hu : Onun zürriyeti, soyu.

hum: Onlar.

el bâkîne: Bâki olanlar, kalanlar.

 

“Ve onun  (Nuh A.S’ın) zürriyetini, bâki kalanlardan kıldık.” Yani: “Kıyâmete kadar bâki kalanlar.”


“Onun (Nuh (A.S)’ın zürriyetini bâki kalanlardan kıldık (bâki olanlar, bâki kalanlar).”


Şu anda dünya üzerinde kim yaşıyorsa hepsi evvelâ Hz. Âdem’in soyundandır. Ama Hz. Âdem’in soyundan olanların çoğu yok olmuştur. Var olanlar, şu anda var olanların hepsi, Hz. Nuh’un gemisiyle kurtarılanların soyundandır. Geri kalanların hepsinin soyu orada tükenmiştir. Dünyadaki bu 7 milyar nüfus veya 6 milyar olduğu veya 7 milyar olduğu söyleniyor, bu 6 milyar nüfus, bunların hepsi Hz. Nuh ile birlikte olup, onun gemisinde kurtuluşa ulaşan kişilerdendir. Tabiî bunların da büyük kısmı Hz. Nuh’un torunlarıdır.

 

78. âyet-i kerimeye ulaşıyoruz:

37/SÂFFÂT-78: Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn(âhirîne).

Ve sonrakiler arasında ona (şerefli bir anı) bıraktık.



ve tereknâ: Ve Biz bıraktık.

aleyhi: Ona.

fî el âhirîne (fil âhirîn): Sonrakiler arasında.

 

“Sonrakiler arasında ona bıraktık (şerefli bir anı, şerefli bir hatıra bıraktık).”

 

Hz. Nuh, o gün de bugün de hep anılmaktadır. Bugün dünyada yaşayanların hepsi, Hz. Nuh’un gemisiyle kurtuluşa ulaşanlardandır. Öyleyse herkes Hz. Nuh’u yâd ediyor, onun gemisi sayesinde şu anda hayatta oldukları cihetle.

 

Sâffât Suresi, 79. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-79: Selâmun alâ nûhın fîl âlemîn(âlemîne).

Âlemler içinde Nuh (A.S)’a selâm olsun.

 

selâmun: Selâm, selâm olsun.

alâ nûhın: Nuh (A.S)’a.

fî el âlemîne: Âlemler içinde.

 

“Âlemler içinde Nuh’a (Nuh (A.S)’a) selâm olsun.”

 

Burada çok açık bir şekilde bir işaret var sevgili kardeşlerim:


“Âlemler içinde Nuh (A.S)’a selâm olsun.”


Yani daha başka âlemlerde yaşayanlar var, onlara da selâm, ama bütün o âlemler içinde bu dünyada yaşamış olan Nuh’a da selâm.

 

Bu dünya gibi hayat olan çok sayıda gezegen var kâinat üzerinde. En azından 100 milyar galaksi, en azından her galakside 100 milyar yıldız. Asgari rakam olarak bunu söylüyoruz. Çünkü 125 milyar, 150 milyar, 140 milyar diye sözler söyleniyor. Baştan 250 milyar diyorlardı. Rakamlar değişiyor. Ama en asgari rakamlarda 100 milyar samanyolu, her birinde gene 100 milyar yıldız. Samanyolu yani 100 milyar galaksi.

 

Sâffât Suresi, 80. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-80: İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn(muhsinîne).

Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.

 

innâ: Muhakkak ki biz.

kezâlike: İşte böyle.

neczî: Biz cezalandırırız, karşılığını veririz, mükâfatlandırırız.

el muhsinîne: Muhsinler.

 

“Muhakkak ki Biz, muhsinleri işte böyle mükâfatlandırırız.”

 

Arapçada “ceza” kelimesi, hem mükâfat olarak hem de bizim dilimizdeki ceza olarak kullanılıyor. Türkçemizde biz cezayı cezalandırmak, yapılan kötülüğe karşılık o kişiye, onu tedip edici, terbiyeye ulaştırıcı bir ceza vermek olarak değerlendiririz. Ama bir insana yaptığı bir güzellik sebebiyle verilen ödüle mükâfat deriz Türkçemizde. Ama Arapçada o kişiye verilen cezaya da o kişiye verilen mükâfata da ceza kelimesiyle ulaşılıyor. Ceza kelimesiyle ceza da mükâfat da açıklanıyor. Bir başka ifadeyle ceza kelimesi, hem cezalandırma için hem de mükâfatlandırma için kullanılıyor.

 

81. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-81: İnnehu min ibâdinel mû’minîn(mû’minîne).

Muhakkak ki o, Bizim mü’min (Allah’a ulaşmayı dileyip bütün makamları kazanan) kullarımızdandır.



inne-hu: Muhakkak ki o.

min ibâdi-nâ: Bizim kullarımızdan.

el mû'minîne: Mü'min olanlar.

 

“Muhakkak ki o, Bizim mü’min kullarımızdandır.”

 

Yani mü’minin hangi kademesi? Peygamberlik kademesi.


“Allah’a ulaşmayı dileyip, bütün makamları kazanan kullarımızdandır.”

 

*Allah’a ulaşmayı dilerseniz; birinci kademe mü’minsiniz.

*Mürşidinize ulaşıp tâbî oldunuz; ikinci seviyeye yükselirsiniz.

*Ruhunuzu Allah’a ulaştırıp teslim ettiniz; üçüncü kademe mü’minsiniz.

*Fizik vücudunuzu Allah’a teslim ettiniz; dördüncü,

*Nefsinizi Allah’a teslim ettiniz; beşinci,

*İrşada ulaştınız; altıncı.

*İradenizi de Allah’a teslim ettiniz; yedinci kademe mü’minsiniz; ama hepsi mü’min.


Burada da yedinci kademe mü’minlikten bahsediyor Allahû Tealâ.

 

Ve 82. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-82: Summe agraknel âharîn(âharîne).

Sonra diğerlerini (suda) boğduk.



summe: Sonra.

agraknâ: Boğduk.

el âharîne: Sonrakileri, sonrakiler, diğerleri.

 

“Sonra diğerlerini (suda) boğduk.”


“Sonra diğerlerini boğduk.”

Tabiî suda boğulmaları söz konusu. Bütün dünyayı, en yüksek dağların da üzerinde olmak kaydıyla Allah’ın suları kaplamış.

 

83. âyet-i kerime, Sâffât Suresi:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-83: Ve inne min şîatihî le ibrâhîm(ibrâhîme).

Ve muhakkak ki, onun dîninden olanlardan (önemli biri de) İbrâhîm (A.S)’dır.



ve inne: Ve muhakkak.

min şîati-hi: Onun dîninden, dîni üzerinde, onun yolu üzerinde.

le: Elbette, gerçekten.

ibrâhîme: İbrâhîm (A.S).


“Muhakkak ki onun dîni üzere olanlardan İbrâhîm (A.S).”


ve inne: Ve muhakkak.

min şîati-hi: Onun dîninden, dîni üzerinde, onun yolu üzerinde.

le: Elbette, gerçekten.

ibrâhîme: İbrâhîm.


“Onun dîninden olanlardan İbrâhîm’dir (olanlardan önemli biri de İbrâhîm (A.S)’dır).”


“Muhakkak ki onun dîninden olanlardan önemli biri de İbrâhîm (A.S)’dır.”


Neden Hz. İbrâhîm önemlidir? Çünkü Müslümanlık da Hristiyanlık da Yahudilik de aslında ayrı ayrı dînler değildir. Hepsi Hz. İbrâhîm’in hanif dînidir. O zaman şu anda dünyada kitaplı dînler, üç tane gibi görünüyor. Aslında bir tek dîn vardır: Hz. İbrâhîm’in dîni, Hz. İbrâhîm’in hanif dîni. O dîn, Hz. Âdem’in dînidir. O dîn, Hz. Nuh’ un dînidir. O dîn, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in dînidir. Bu açıdan bu dînler İbrâhîmî dînlerdir ve hepsi de birbirinin aynıdır. Hz. Musa’nın yaşadığı dîn de o dîndir. Ona tâbî olanların hepsi Hz. İbrâhîm’in yaşantısının aynını yaşamışlardır. Hz. İsa’ya tâbî olanların hepsi de Hz. İsa’yla beraber, gene Hz. İbrâhîm’in yaşadıklarının aynını yaşamışlardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de sahâbesiyle beraber Hz. İbrâhîm’in yaşadıklarının, etrafındaki kişilerle birlikte yaşadıklarının aynını yaşamıştır.

 

Öyleyse bir defa daha söyleyelim, dînler yoktur. Sadece bir dîn vardır: Hz. İbrâhîm’in hanif dîni, tek bir şeriat vardır.

 

Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“Hz. Nuh’a, Hz. İbrâhîm’e indirdiğimiz, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya verdiğimiz şeriatı, sana vahyetmek suretiyle size de şeriat kıldık.”


Ne demek bu?

 

Hz. Nuh’un da Hz. İbrâhîm’in de Hz. Musa’nın da Hz. İsa’nın da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de şeriatı, tek bir şeriattır. Hiçbir değişme olmamış şeriatta. Allah’ın koyduğu kanunlar, dînî kanunlar, kaideler demeti hiçbir değişiklik göstermemiş. Zaman içerisinde onları değiştiren insanlar.

 

Ve 84. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-84: İz câe rabbehu bi kalbin selîm(selîmin).

O, Rabbine selîm bir kalp ile gelmişti.



iz câe: Gelmişti.

rabbe-hu: Onun Rabbi, Rabb.

bi kalbin: Kalp ile.

selîmin: Selîm, teslim olmuş.

 

“O, Rabbine selîm bir kalp ile (arınmış, selîm; teslim olmuş, arınmış, güzelliklere açık)…”

“O, Rabbine selîm bir kalp ile gelmişti.”

 

Hz. İbrâhîm’in Allah’a yakarmaları.


Ve 85. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-85: İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâzâ ta’budûn(ta’budûne).

Babasına ve kavmine: "Nedir bu sizin taptıklarınız?" demişti.



iz kâle
: Demişti.

li ebî-hi: Babasına.

ve kavmi-hi: Ve onun kavmine.

mâzâ: Nedir?

ta'budûne: Siz tapıyorsunuz.

 

“Babasına ve kavmine: ‘Nedir bu sizin taptıklarınız?’ demişti.”

 

Yani: “Bu taş parçalarına tapıyorsunuz.” istikametinde bir ifade kullanıyor, Hz. İbrâhîm.


Öyleyse Allahû Tealâ’ya ulaşıyor selîm bir kalp ile. Yani Allah’ın bütün söylediklerine açık, sevecen, bir şeyler öğrenmek isteyen Rabbinden. Ve onları uygulamak için, içinden uyma ihtiyacı duyan, selîm bir kalbin sahibi. Teslime açık bir kalp. Babasına ve kavmine ne diyor Hz. İbrâhîm?  “Nedir bu sizin taptıklarınız?” diyor, “Siz Allah dururken nelere tapıyorsunuz?” mânâsına.

 

Ve 86. âyet-i kerime. Sâffât Suresi, 86. âyet-i kerime:

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-86: E ifken âliheten dûnallâhi turîdûn(turîdûne).

İftira ederek mi (Allah’a karşı yalan söyleyerek mi) Allah’tan başka ilâhlar istiyorsunuz?



e: -mı?

ifken: İftira ederek, yalan söyleyerek.

âliheten: İlâhlar.

dûnallâhi (dûne allâhi): Allah'tan başka.

Bazen “dûnillâhi” diyor, bazen “dûnallâhi” diyor Allahû Tealâ.

turîdûne: İstiyorsunuz.


Biliyorsunuz irade etmek, istemek.


turîdune
: İrade ediyorsunuz, istiyorsunuz.


“İftira ederek mi Allah’tan başka ilâhlar istiyorsunuz?”


e: -mı?

ifken: İftira ederek, yalan söyleyerek.

âliheten: İlâhlar.

dûnallâhi (dûne allâhi): Allah'tan başka.

turîdûne: İstiyorsunuz.


e ifken
: İftira ederek mi (Allah’a karşı yalan söyleyerek mi, iftira ederek mi)?


İftira etmek, burada Allah söz konusu; burada Allah’a karşı yalan söylemek.


“Allah’a karşı yalan söyleyerek mi Allah’tan başka ilâhlar istiyorsunuz?

 

87. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-87: Fe mâ zannukum bi rabbil âlemîn(âlemîne).

Âlemlerin Rabbi hakkında sizin zannınız nedir?


fe: Artık, bundan sonra.

: Ne, nedir?

zannu-kum: Sizin zannınız.

bi: İle.

rabbi: Rabb.

el âlemîne: Âlemler.

 

“Âlemlerin Rabbi hakkında sizin zannınız nedir?”

 

“Âlemlerin Rabbi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diyor.


Buradan Hz. İbrâhîm’in ulaşmak istediği bir şey var; onlara putların kendilerine bir fayda ve zarar veremeyeceğini söyleyecek bir noktaya ulaşmak istiyor. “Âlemlerin Rabbi hakkında sizin zannınız nedir?”  diyor kavmine ve babasına. Yani: “Bu putlara niçin tapıyorsunuz?” mânâsına.


“Allah varken, Allah’ı bırakıp da bu putlara niçin tapıyorsunuz? Allah hakkında ne düşünüyorsunuz ki bu putlara tapıyorsunuz?”

 

Ve 88. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-88: Fe nazara nazraten fîn nucûm(nucûmi).

Sonra yıldızlara nazar ederek baktı.



fe: Sonra.

nazara: Baktı, attı.

nazraten: Nazar ederek.

en nucûmi: Yldızlarda, yıldızlara.

 

“Sonra yıldızlara nazar ederek baktı.”

 

Ve 89. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-89: Fe kâle innî sakîm(sakîmun).

Bunun üzerine "Ben gerçekten hastayım." dedi.


fe
: Bunun üzerine.

kâle: Dedi.

innî: Muhakkak ki ben, gerçekten ben.

sakîmun: Hasta.


“Ben gerçekten hastayım, dedi.”

 

Âdem (A.S)’dan Hz. İbrâhîm’e kadar hep bir dîn gelmiş. Hz. İbrâhîm de putperest olan kavmine onların putlara tapmasını önlemek üzere, önlemek istikametinde bir şeyler söylemek istiyor. Ve bu arada yıldızlara bakıyor ve “Ben gerçekten hastayım.” diyor, yıldızlara baktıktan sonra.

 

Sâffât Suresinin 90. âyet-i kerimesinde: “fe tevellev anhu mudbirîn.” buyuruyor Allahû Tealâ.

37/SÂFFÂT-90: Fe tevellev anhu mudbirîn(mudbirîne).

Bunun üzerine ona arkalarını dönüp gittiler.



fe: Bunun üzerine.

tevellev: Döndüler, gittiler.

an-hu: Ondan.

mudbirîne: Arkalarını dönenler, dönen kimseler.

 

“Bunun üzerine ona arkalarını dönüp gittiler.”


fe tevellev anhu mudbirîne:
Bunun üzerine ona arkalarını döndüler ve gittiler.


Hz. İbrâhîm’i dinlemediler. O, onlara putlar hakkında bir şeyler söyleyecekti.

 

91. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-91: Ferâga ilâ âlihetihim fe kâle e lâ te’kulûn(te’kulûne).

Onların ilâhları ile ilgilendi ve: "Yani (siz yemek) yemiyor musunuz?" dedi.



ferâga ilâ: İle ilgilendi.

âliheti-him: Onların ilâhları.

fe: Ve, öyleyse

kâle: Dedi.

e: -mı?

lâ te'kulûne: Yemek yemiyorsunuz.

 

“Onların ilâhları ile ilgilendi (fâriğ oldu) ve onlara dedi ki (ilgilendi ve): ‘Yani siz yemek yemiyor musunuz?’ dedi.”

 

“İle ilgilendi.”

âliheti-him: Onların ilâhları ile.”


“Ve ‘Öyleyse’ dedi, öyleyse: ‘Yani siz yemek yemiyor musunuz?’ dedi, onların ilâhlarına.”

 

92. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-92: Mâ lekum lâ tentıkûn(tentıkûne).

Yoksa siz konuşmuyor musunuz?


mâ lekum
: Size ne oluyor? Siz niçin? Yoksa siz.

lâ tentıkûne: Konuşmuyorsunuz.

 

Nâtıka; konuşma becerisi demek, tentıkûn da nâtıkadan geliyor. Nutuk kelimesi de aynı kökten geliyor. Nâtıka; güzel, düzgün, anlaşılır, veciz konuşma kabiliyeti demek.

 

mâ lekum: Size ne oluyor? Siz niçin? Yoksa siz.

lâ tentıkûne: Konuşmuyorsunuz.


“Yoksa siz konuşmuyor musunuz?” Böyle diyor ilâhlara Hz. İbrâhîm. İlâhlarla konuşuyor. “Yoksa siz konuşmuyor musunuz?” diye ilâhlara soru soruyor.

37/SÂFFÂT-93: Ferâga aleyhim darben bil yemîn(yemîni).

Sağ eliyle vurarak onları devirdi (kırdı).


ferâga: İlgilendi, boşalttı, devirdi.

aleyhim: Onları.

darben: Vurarak.

bi el yemîni: Sağ eli ile (vurarak onları devirdi, kırdı).”


“Sağ eliyle vurarak onları devirdi (kırdı).”

 

Hz. İbrâhîm, putların üzerine yürüyor ve sağ eliyle vurarak putları deviriyor, kırıyor. Ötekiler mi? Ötekiler gitmişler, Hz. İbrâhîm’i orada bırakıp orasını terk etmişlerdi. Şimdi tekrar gelmeleri söz konusu.

 

Ve âyet-94:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-94: Fe akbelû ileyhi yeziffûn(yeziffûne).

Bunun üzerine hızlı hızlı koşarak karşısına dikildiler.



fe: Bunun üzerine.

akbelû: Karşısına geldiler.

ileyhi: Ona.    

yeziffûne: Birbirine karışmış olarak, hızlı hızlı koşarak.

 

“Bunun üzerine hızlı hızlı koşarak karşısına dikildiler.”

 

Hepsi bunun üzerine Hz. İbrâhîm’in karşısına dikiliyorlar. Öyleyse bir, yani onu cezalandırmak üzere geldikleri belli. Hızlı hızlı koşuyorlar ve karşısına karmaşık bir standartta dikiliyorlar.

 

Hz. İbrâhîm diyor ki:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-95: Kâle e ta’budûne mâ tenhıtûn(tenhıtûne).

(İbrâhîm A.S): "Siz yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" dedi.



kâle: Dedi.

e: -mı?

ta'budûne: Tapıyorsunuz.

: Şey(ler).

tenhıtûne: Siz yontuyorsunuz.

 

“İbrâhîm (A.S): ‘Siz yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?’ dedi.”

 

Yani: “Bunları normal bir taşken bu hâle siz getiriyorsunuz, onları yontarak. Ondan sonra da bunlara tapıyor musunuz? Kendi elinizle yaptığınız şeyler, sizin için tapılacak bir hüviyet mi kazanıyor?” diyor Hz. İbrâhîm.

 

Ve 96. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-96: Vallâhu halakakum ve mâ ta’melûn(ta’melûne).

Ve (oysaki) sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yarattı.



“(Oysaki) sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yarattı.”

 

“Hem sizi hem de şu ellerinizle yontarak yaptığınız putları Allah yarattı.” diyor Hz. İbrâhîm.


Bütün putların aslında taş olarak, onların put olarak değerlendirdiği şeylerin Allahû Tealâ tarafından aslında taş olarak yaratıldığını söylüyor. Onlar da bu taşları yontarak put haline getirmişler. Onu ifade ediyor Hz. İbrâhîm.

 

Ve 97. âyet-i kerime:


Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-97: Kâlûbnû lehu bunyânen fe elkûhu fîl cahîm(cahîmi).

"Onun için yüksek binalar (mancınık) inşa edin. Sonra da onu alevlerle yanan ateşin içine atın!" dediler.



“kâlûbnû (kâlû ibnû).”


kâlû
: Dediler.

ibnû: Bina edin, inşa edin.

lehu: Ona, onun için.

bunyânen: Binalar, üst üste inşa edilen şeyler, mancınık.

fe: Sonra.

elkû-hu: Onu atın.

fî el cahîmi: Alevli yanan ateşin içine.

 

“(Mekke halkı) Onun için yüksek binalar (mancınık) inşa edin. Sonra da onu alevli yanan ateşin içine atın, dediler.”


“Onun için yüksek binalar (mancınık) inşa edin. Sonra da onu alevli yanan ateşin içine atın (alevlerle yanan ateşin içine alın, ateşin içine atın).”


Yani ateşin, alevli bir ateş olduğu ifade ediliyor.

 

Sâffât-98:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-98: Fe erâdû bihî keyden fe cealnâ humul esfelîn(esfelîne).

Sonra ona tuzak hazırlamak istediler. Bunun üzerine onları esfelîn (en çok sefil olanlar) kıldık.


fe:
Bunun üzerine, sonra.

erâdû: İstediler.

bi-hi: Ona.

keyden: Tuzak.

fe: Bunun üzerine, sonra.

cealnâ: Biz kıldık.

hum: Onları.

el esfelîne: En sefil olanlar (kıldık).

 

“Sonra ona tuzak hazırlamak istediler. Bunun üzerine onları esfelîn (en çok sefil olanlar) kıldık.”


esfelîn: En çok sefil olanlar.


Allahû Tealâ, o halkı cezalandırıyor.

 

Âyet-99:

37/SÂFFÂT-99: Ve kâle innî zâhibun ilâ rabbî seyehdîn(seyehdîni).

"Ve muhakkak ki ben, Rabbime ulaşan olacağım. O, beni hidayete erdirecek." dedi.



ve kâle: Ve dedi.

innî: Muhakkak ki ben.

zâhibun: Giden, ulaşan.

ilâ rabbî: Rabbime.

se-yehdî-ni: Beni hidayete erdirecek.

 

“Muhakkak ki ben, Rabbime ulaşacağım. O, beni hidayete erdirecek.”


Ve Allahû Tealâ, Hz. İbrâhîm’i hidayete erdiriyor.

 

100. âyet-i kerime:

 

Bismillâhirrahmânirrahîm.

37/SÂFFÂT-100: Rabbi heb lî mines sâlihîn(sâlihîne).

Rabbim, bana salihlerden (evlâtlar) bağışla.


rabbi: Rabbim.

heb : Bana bağışla.

min es sâlihîne: Salihlerden.


“Salihlerden evlâtlar bağışla.”


Evlâtlar kelimesi yok; “Salihlerden bağışla.” Yani: “Bana salihlerden (evlâtlar) bağışla.” diyor Allahû Tealâ’ya Hz. İbrâhîm.

 

Allahû Tealâ buyuruyor, 101. âyet-i kerimede:

37/SÂFFÂT-101: Fe beşşernâhu bi gulâmin halîm(halîmin).

Böylece onu, halim bir oğulla müjdeledik.



fe: Böylece.

beşşernâ-hu: Onu müjdeledik Biz.

bi: İle.

gulâmin: Oğlan çocuk, oğul çocuk.

halîmin: Halim, uysal, yumuşak huylu.

 

“Böylece onu, halim bir oğulla müjdeledik.”


Hz. İbrâhîm’i Allahû Tealâ, halim bir oğulla müjdeliyor.

 

Ve 102. âyet-i kerime:

37/SÂFFÂT-102: Fe lemmâ belega meahus sa’ye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ, kâle yâ ebetif’al mâ tû’meru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn(sâbirîne).

Böylece onunla beraber çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: "Ey oğulcuğum! Gerçekten ben, uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi bak (bir düşün). Bu konudaki görüşün nedir?" (İsmail A.S): "Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.



fe: Böylece.

lemmâ : Olduğu zaman, olunca.

belega: Erişti.

mea-hu: Onunla beraber.

es sa'ye: Çalışma.      

kâle: Dedi.

: Ey.

buneyye: Oğulcuğum.

innî: Muhakkak ki ben.

erâ: Gördüm.

el menâmi: Uykuda.

ennî: Muhakkak ben.

ezbehu-ke: Seni boğazlıyorum.

fanzur (fe unzur): Haydi bak.

mâzâ: Ne.

terâ: Görüyorsun.

kâle: Dedi.

ebeti: Ey babacığım.

if'al: Yap.

: Şey.

tû'meru: Sen emrolundun.

se-tecidu-nî: Beni bulacaksın.

inşâallâhu (inşâe allâhu): İnşaallah, Allah'ın dilemesi ile.

min es sâbirîne: Sabredenlerden.

 

“Böylece onunla beraber (oğluyla beraber) çalışma çağına eriştiği zaman dedi ki: Ey oğulcuğum! Gerçekten ben uykuda seni boğazladığımı gördüm. Haydi bak (bir düşün), bu konudaki görüşün nedir? (Ve haydi bak: Düşün bir, bu konudaki görüşün nedir?) İsmail (A.S): ‘Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.’ dedi.”

 

Hz. İsmail, babasının sözü üzerine diyor ki:


“Babacığım! Neyle emrolundaysan o emri yerine getir. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

 

Sevgili kardeşlerim, işte bir Kur’ân-ı Kerim Tefsiri konumuz daha inşaallah burada tamamlandı.


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bizleri Allahû Tealâ en güzel standartlarda bir araya getirdi. Bir defa daha Allahû Tealâ bizleri, bir Kur’ân Tefsirini tamamlamayı mümkün kılarak mükâfatlandırdı.


Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlamak istiyoruz.


Allah, hepinizden razı olsun.



İmam İskender Ali M İ H R