}
Resûller ve Nebîler 28.12.2004
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 108864

SOHBETİN ADI: RESÛLLER VE NEBÎLER
TARİHİ: 28.12.2004


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde inşaallah birlikteyiz.

Konumuz; resûller, nebîler. Bir adım öteye geçelim; velî resûller, nebî resûller. Bu iki söz arasında bir farklılık yok.

Resûller; Allah’ın vazifelendirdiği, insanları Allah’ın dînini öğrenmek konusunda teçhiz edecek olan, Allah’ın o kavmin içinden gönderdiği kişilerdir.

Her kavimde şu anda Allah’ın bir resûlü mutlak olarak yaşıyor.

Bu kavim resûlleri velî resûllerdir yani Türkçe’de evliya dediğimiz kişilerdir. Evliya resûller…

Evvelâ her evliya resûl değildir.

Resûl, risaletle vazifeli olan kişidir. Allah’ın kendisine emrettiği resûllük görevinin temel hedefi tebliğdir. Bu açıdan baktığımız zaman nebîler de yani peygamberler de resûldür, kavim resûllerini oluşturan velîler de resûldür. Ama hiçbir zaman bir velî resul, bir nebî resûlle aynı kefeye konulamaz.
 
Nebî resûl peygamber resûldür, üstündür. Huzur namazının gerçek imâmları nebî resûllerdir, peygamber resûllerdir. Peygamber resûl, nebî resûl hem kendi kavminin resulüdür; o kavme onun lisanı ile konuşsun diye gönderilen bir resûldür, gönderilmiş kişidir.

İrsal kelimesi, resûl kelimesi, risale kelimesi, risalet kelimesi; hepsi aynı kökten geliyor. Mürsel kelimesi aynı kökten geliyor. Allahû Tealâ tarafından gönderilmiş, vazifelendirilmiş anlamına geliyor.

Ve başlı başına bir konu: Resûl ve nebî müessesesi.

İlk insan ve ilk nebî, aynı zamanda ilk resûl de oluyor, ilk nebî resûl Hz. Âdem’dir. Her ne kadar bizim saflar, antropolojistler, daha isimlerini bilemediğim isimler takıyorlar kendilerine, bu zatlar insan hayatının mağara devrinden başladığını zannetmekte iseler de aslında Hz. Âdem zamanında, bizim yaşadığımız gibi insanlar yaşıyorlardı, konuşuyorlardı, hayvan besliyorlardı, onların yünlerinden kendilerine elbiseler yapıyorlardı, kerpiç evlerde yaşıyorlardı ve bizler gibiydiler. Aralarından bihakkın takvaya ulaşanlar da vardı.

Öyleyse Hz. Âdem’den başlayan bir soy kütüğü, peygamberleri ve nebîleri veremez. Hepsi Hz. Âdem’in soyundandır ama sonra çeşitli kavimlerden peygamberler çıkmıştır. En çok peygamber çıkaran kavim de İsrail kavmidir.

Öyleyse Hz. Âdem’den sonra bir büyük tufan görüyoruz. Birçok peygamber geçmiş Hz. Nuh’a kadar. Hz. Nuh zamanında o korkunç tufan olayı gerçekleşiyor. Hz. Nuh ile gemide kurtulanların dışında hiç kimse dünya üzerinde hayatta kalmıyor.

Sevgili kardeşlerim, Hz. Nuh’tan bu tarafa olaylar dizisine baktığımız zaman Hz. Nuh’tan sonra Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde 4 peygamber sayılıyor, isimleri geçiyor:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


Birisi Hz. İbrâhîm, ikincisi Hz. Musa -tarih sırasına göre- üçüncüsü Hz. İsa, sonuncusu da Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz. Bunlar nebîler. Her biri kendi kavminin resûlü ama kâinatın peygamberi.

Öyleyse velî resûller bunlar değil; bunlar nebî resûller, peygamber resûller ama resûller. Allahû Tealâ’nın bu sebeple “Biz resûllerimizi her kavme göndeririz, her kavimde resûl oluştururuz.” sözünün bir kısmı nebî resûllere de aittir. Çünkü Allahû Tealâ bütün nebîleri de kendi kavimleri içinden çıkarmıştır. O nebî resûller kendi kavminin resûlüdür ama kâinatın nebîsidir, peygamberidir.

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).


Peygamberliğin reel belirtisi, gerçek belirtisi, Allah’ın katındaki huzur namazının imamlığını nebî resûllerin asaleten gerçekleştirmeleridir.

Ama peygamberlerin arasında fetret devirleri var, peygamber resûllerin arasında fetret devrileri var. Hz. Musa’dan yüzyıllar sonra Hz. İsa geliyor; Hz. İsa’dan 600 yıl sonra geliyor Peygamber Efendimiz (S.A.V).

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bugüne kadar peygamber gelmediği gibi, bugün de peygamber olmadığı gibi bundan sonra da peygamber olması mümkün değildir, nebî olması mümkün değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) nübüvvetin mührüdür, sonudur, hatemidir.

Hatem; mühür demek. Hitam kelimesi de aynı kökten geliyor; son demek, sona ermek demek. Bir konunun sonu, hitama ermesi bir şeyin. Herhangi bir devletin, insan hayatının hitama ermesi, sona ermesi mânâsına geliyor yani Allahû Tealâ tarafından bir nevî mühürlenme işlemi. Hatem kelimesi ve hitam kelimesi, ikisi de aynı kökten geliyor.

İşte Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesi; Allahû Tealâ buyuruyor:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).

Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.


“Muhammed, içinizden hiçbir erkeğin babası değildir. O, Allah’ın resûlüdür ve nebîlerin hatemidir.”

“hâtemun nebiyyîn” olarak kullanılıyor. “Nebîlerin hatemidir, nebîlerin mührüdür. Nübüvvet müessesesi O’nunla hitam buluyor.” mânâsına gelir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V), kâinatın Son Nebîsidir. Önemli mi? Son derece önemli sevgili kardeşlerim. Çünkü Allahû Tealâ buyuruyor: “Biz nebîlerimize kitap veririz ki; o kitaplarla hükmetsinler diye.”

İşte o kitaplar şeriat kitabıdır. Nasıl hükmedileceğinin temelleri o kitapta bütünüyle yer alır. Kur’ân-ı Kerim de bu istikamette Allah’ın kâinata son indirdiği şeriat kitabıdır. Bütün kâinatın şeriat kitabı odur.
 
Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V) için “Seni başka bir şey için değil âlemlere rahmet olasın diye yarattık.” diyor.

21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).

Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.


Sadece bizim dünyamız için değil kâinat için yaratmış Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i ve “Biz nebîlerimize onunla hükmetsinler diye şeriat kitabı veririz.” diyor Allahû Tealâ, “Kitap indiririz.” diyor.

Öyleyse nebîler peygamberlerdir, mutlaka kendilerine itaat edilsin diye gönderilirler. Ellerindeki şeriat kitabıyla hükmederler. Onlar mürseldirler, gönderilmişlerdir ama peygamber olarak gönderilmişlerdir, nebî olarak gönderilmişlerdir ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) bunların sonuncusudur. O’nun şeriat kitabı, kâinat var oldukça, sonsuza kadar o şeriatla kâinatın idare edilmesi mânâsına gelir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) aynı zamanda resûl müdür? Elbette. Allahû Tealâ buyuruyor: “Risaletini tebliğ et. Sana verdiğimiz emirleri tebliğ et. Yoksa risaletini gerçekleştirmiş olamazsın.” diyor.

5/MÂİDE-67: Yâ eyyuhâr resûlu bellıg mâ unzile ileyke min rabbike ve in lem tef’al fe mâ bellagte risâletehu vallâhu ya’sımuke minen nâs(nâsi) innallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîn(kâfirîne).

Ey Resûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et (duyur). Eğer bunu yapmazsan, o taktirde O’nun Risaletini (sana gönderdiğini) tebliğ etmemiş (duyurmamış) olursun. Ve Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allâh, kâfirler kavmini hidayete erdirmez.


Bütün nebîler mutlaka aynı zamanda resûldürler. Kendi kavminin mutlak olarak resûlüdür, o lisanla gönderilmiştir. İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.


“Hiçbir kavim yoktur ki Biz onlara onların lisanı ile hitap eden, onlara onların lisanı ile anlatabilsin diye onların lisanı ile hitap eden bir resûl göndermiş olmayalım.”

Öyleyse bütün kavimlere Allahû Tealâ resûl gönderiyor, onların lisanı ile gönderiyor.

Bu âyet-i kerime, İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesi, zaman mefhumunu devreye almamış ama bütün kavimlere resûl gönderildiğini kesinleştiriyor. Her kavime ayrı bir resûl sevgili kardeşlerim.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) nebî iken O, kendi kavminin resûlüydü ama bütün diğer kavimlerde de Allah’ın resûlleri yaşamaktaydı. O’ndan sonra peygamber artık bir daha gelmeyecektir ama bütün kavimlerdeki resûller mutlaka yaşamaya devam edeceklerdir. Her kavimde mutlaka her devrede resûl mevcut olacaktır.

Öyleyse bütün kavimlerde, bütün devirlerde resûl olur mu? Mu’minûn Suresi 44. âyet-i kerime; Allahû Tealâ buyuruyor:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).

Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.


“Biz bütün kavimlere resûl göndeririz ve ardarda göndeririz.” diyor. “Ardı arkası kesilmeksizin, aralarında fetret devirleri olmaksızın bütün kavimlere resûl göndeririz.” diyor Allahû Tealâ. Ve ilâve ediyor: “Hangi kavme resûl gönderdiysek o kavimdekiler mutlaka o resûle isyan ettiler, o resûlü inkâr ettiler, o resûle karşı münker oldular.” diyor.

Öyleyse Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesi, bütün kavimlere devamlı resûl gönderildiğini, bunların mutlaka ardarda gönderildiğini, resûllerin aralarında, kavim resûllerinin aralarında fetret devirlerinin olmadığını söylüyor. Aynı zamanda Bakara Suresinin 87. âyet-i kerimesi de aynı şeyi söylüyor:

2/BAKARA-87: Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min ba’dihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus(kudusi), e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum, fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn(taktulûne).

Andolsun ki, Biz, Musa’ya kitap verdik ve ondan sonra ardarda resûller gönderdik. Ve Meryem’in oğlu İsa’ya beyyineler (açık deliller) verdik ve onu Ruh’ûl Kudüs ile destekledik. Öyle ki, nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle gelen resûle karşı, her defasında kibirlendiniz. Bu sebeple bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürüyorsunuz.


“Biz bütün kavimlere ardarda resûller göndeririz.” diyor. Sonra da yahudilere hitap ediyor: “Sizlere de resûl geldi ama hoşunuza gitmeyen şeyleri söylediği için bir kısmını öldürdünüz, bir kısmını da rahatsız ettiniz.” diyor Allahû Tealâ.  “Bir kısmını da inkâr ettiniz.” diyor.

Öldürdüklerini zaten inkâr etmişler de öldürmüşler.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, evvelâ nebî olan resûllerden bu resûlleri ayırmamız lâzım. Nebî olmayan resuller, bütün kavimlerde şu anda da yaşamakta olan resûllerdir. Şu anda dünya üzerinde ne kadar kavim varsa hepsinde Allah’ın resûlleri yaşıyor.

Allahû Tealâ Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde diyor ki:

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).


“Biz bütün kavimlere resûl göndeririz; o kavimlerdeki insanları taguta kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bu sebeple bir kısmı hidayete erdiler, bir kısmının da üzerine dalâlet hak oldu.” diyor.

Kaç âyet-i kerime, bütün kavimlere Allahû Tealâ’nın resûl gönderdiğini, iki âyet-i kerime ise bu resûllerin mutlaka ardarda gönderildiğini, aralarında fetret devri olmadığını söylüyor.

Olay burada bitmiyor. İsrâ Suresinin 15. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).

Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.


“Biz bir resûl göndermedikçe hiçbir kavmi helâk etmeyiz, hiçbir kavmi cezalandırmayız.” diyor. “Bir resûl göndermedikçe hiçbir kavimdekileri, hiçbir kavimdeki insanları cezalandırmayız.” diyor. “Hiçbir kavme -asıl kullandığı kelime- azap etmeyiz.”

“Bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse her kavme mutlaka Allah’ın resûlleri gidiyor ve kıyâmete kadar bu hep birbiri ardından resûller geleceği için şu anda da dünya üzerinde kaç inanç biçimi varsa, ayrı ayrı dilleri konuşan bütün milletlerin içinde kendi dilleri ile konuşan resûller şu anda mevcut.

Öyleyse nebîler de resûllerden bir tanesidir, kendi kavmi için. Ama nebîler farklı bir dizayndadırlar. Onlar her şeyden evvel şeriat kitaplarıyla ayrılırlar resûllerden. Bütün nebîler mutlaka şeriat kitabının sahipleridir. Söylediğimiz gibi; ayrıca o şeriatla, Allah’ın kendilerine indirdiği şeriatla hükmetmek mecburiyetindedirler.

Öyleyse kavim resûllerine, nebî olmayan resûllere Allahû Tealâ hiçbir zaman şeriat kitabı indirmemiştir. Bugün de dünya üzerinde ne kadar millet varsa, 72 gruptan bahsediliyor, o 72 inanç çeşidinin her birinin içinde şu anda Allah’ın bir resûlü yaşıyor.

Ve Akait, resûller ve nebîler konusunda büyük hatalar yapmış durumdadır. Akaidin doğrusu, doğru söylediği bir husus var: Bütün nebîler aynı zamanda resûldür. Bu cuk oturuyor yerine, tam Kur’ân-ı Kerim’i anlatan bir ifade. “Bütün nebîler aynı zamanda resûldür.” Gerçekten bütün nebîler, peygamberler aynı zamanda kendi kavimlerinin resûlüdürler. O kavim için, onların lisanı ile irsal edilmişlerdir ama görevleri kâinat içindir; sadece kendi kavimleri, sadece bu dünya için değil tüm kâinat içindir.

Öyleyse bütün nebîler aynı zamanda kendi kavimlerinin mutlaka resûlü oldukları için aynı zamanda resûldürler; Akait bu konuda tamamen haklıdır.

Ama gelelim ikinci konuya: “Bütün resûller de nebîdirler.” diyor. İşte orası çok büyük bir yanlışa dayanıyor. Bu yanlışın arkasında daha büyük bir yanlış var. Halk arasında yayılmış, halk arasında değil; konunun uzmanları olarak kendilerini lanse eden, kendilerini böyle gören insanlar da aynı şeyi söylüyorlar: “Nebî olmadan resûl olunmaz.” diyorlar.

Sevgili kardeşlerim, en çok bu insanlara acıyoruz. İnsanların yazdıkları el yazması kitaplarla öylesine haşır neşir olmuşlar, onları öylesine doğrulardan saymışlar ki; ne derlerse, o insanların yazmış oldukları kitaplar ne demişlerse asırdan asra gelmiş ve onlar ne demişlerse bunlar kabul etmişler. Demişler ki: “Nebî olmadan resûl olunmaz.” Nebînin lûgat mânâsı haberci. Resûlün mânâsı irsal edilen, gönderilen, vazifeli. Öyleyse kişi önce nebî olacak sonra resûl olacak! Bunun mantıkî bir ölçüsü de aslında yok. Ama Allahû Tealâ diyor ki: “Furkan Kur’ân’dır.” diyor. Öyleyse Kur’ân’ı öğreneceğiz.

Nerede insanların bugüne kadar yazdığı kitaplarda Kur’ân’a ters düşen bir husus varsa onu hepimiz düzeltmekle vazifeliyiz, yoksa Allah’ın bizlere verdiği görevi yapmamış oluruz.

İnsanların bu görevi yapanlara karşı takındığı tavırlar önemli değildir. Önemli olan; kişinin, Allah tarafından vazifeli kılınan resulün, Allah’ın verdiği görevi bihakkın, Allah’ın emrettiği standartta yerine getirmesidir. Ve kâinatın son şeriat kitabı hamdolsun ki; yüz binlerce nüsha basılmıştır, hepsi de birbirinin harf harf aynıdır.

Öyleyse Allahû Tealâ ne diyordu? “Bu zikri, bu Kur’ân’ı Biz indirdik; onun muhafızı da Biziz, Biz.” diyor Allahû Tealâ.  

15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnâz zikre ve innâ lehu le hâfizûn(hâfizûne).

Muhakkak ki zikri (Kur'ân-ı Kerim’i), Biz indirdik. O'nun koruyucuları (da) mutlaka Biziz.


Kur’ân-ı Kerim’in değiştirilmesi, hiçbir şekilde söz konusu değil.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, öyleyse Allahû Tealâ’nın her kavimdeki resûlleriyle nebîler arasında farklılıkları sayıyoruz ve Akaidin konuya bakış açısının yanlış olduğunu söylüyoruz çünkü bütün resûller nebî değildir. Nebîler, Allah’ın peygamberleridir.

Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).

Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.


“Ey nebîler! Sizlere kitap verdik ve hikmet verdik. Sizlerden sonra bir resûlümüz gelecek. O resûle yardım edeceğinize ve îmân edeceğinize dair Bana misak vermenizi istiyorum ve bunu dilinizle de ikrar etmenizi istiyorum. Bana söz veriyor musunuz, misak veriyor musunuz o resûle îmân edeceğinize ve yardım edeceğinize? Dilinizle de ikrar ediyor musunuz?”

Dört nebî söz konusu: Hz. İbrâhîm, Hz. Nuh, Hz. İsa ve Peygamber Efendimiz (S.A.V).

Bu dört nebî de o resûle îmân edeceklerini ve ona yardım edeceklerini misak vererek dilleriyle de ikrar ediyorlar. Allahû Tealâ’da buyuruyor ki: “Birbirinize şahit olun. Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.”

O şahit olarak bulunan dört nebînin adı Ahzâb Suresinin 7. âyet-i kerimesinde yer almış:

33/AHZÂB-7: Ve iz ehaznâ minen nebîyyîne mîsâkahum ve minke ve min nûhın ve ibrâhîme ve mûsâ ve îsâbni meryeme ve ehaznâ minhum mîsâkan galîzâ(galîzan).

O zaman ki; Biz, nebîlerden onların misaklerini almıştık. Ve senden ve Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrâhîm’den ve Hz. Musa’dan ve Meryemoğlu Hz. İsa’dan ve onlardan ağır bir misak aldık.


“O zaman Biz senden misak aldığımız zaman aynı anda Hz. İbrâhîm’den de Hz. Nuh’tan da Hz. İsa’dan da senden de ağır bir misak almıştık.” diyor.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile beraber üç peygamber daha var. Dört peygambere Allahû Tealâ bunu söylüyor ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelecek olan bir resûlden bahsediyor. Ve nebîlerin ayırıcı unsuru, orada net olarak konuluyor: Nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir, aynı zamanda da mutlaka resûldürler.

Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V) vazifeli iken etrafındaki ve dünyadaki bütün ülkelerde Allah’ın resûlleri yaşıyorlardı. Fetret devirleri boyunca da yaşadılar. Bütün devrelerde o resûller hep yaşadılar, bugün de yaşadılar, kıyâmete kadar da yaşayacaklar. Onlar velî resûllerdir, Allah’ın evliyası olan resûllerdir. Hepsine Allahû Tealâ ne yapmaları gerektiğini açık bir şekilde emrediyor.

Öyleyse bütün nebîler aynı zamanda resûldürler, tamam ama bütün resûller nebî değildirler. Bu kadar kavmin içinde yaşayan, en az 73 çeşit inanç grubu olduğuna göre en az şu anda dünya üzerinde 72 tane resûl var. Kendi dillerine göre değerlendirirsek, bunun yüzlerce olması lâzım. Asgarî ölçüden söylüyoruz bunu.

Her kavme mutlaka resûl gönderdiğini söylüyor Allahû Tealâ ama her kavme nebî gönderilmez. Öyleyse bütün resûller nebî değillerdir.

Peki bütün resûller neden nebî değillerdir? İşte Kur’ân-ı Kerim’de resûl kelimesi geçiyor, Yûsuf Suresi 50. âyet-i kerime:

12/YÛSUF-50: Ve kâlel meliku’tûnî bihî, fe lemmâ câehur resûlu kâlerci’ ilâ rabbike fes’elhu mâ bâlun nisvetillâtî katta’ne eydiyehunn(eydiyehunne), inne rabbî bi keydihinne alîm(alîmun).

Ve Melik: “Onu bana getirin.” dedi. Böylece ona, resûl (ulak, haberci) geldiği zaman Yusuf (a.s): “Efendine dön ve ellerini kesen kadınların hali (durumu) nedir, ona sor.” dedi. Muhakkak ki; Rabbim onların hilelerini en iyi bilendir.


“Firavun resûle dedi ki: ‘Onu bana getirin.’ Resûl Yusuf’a ulaştığı zaman…” diyor Allahû Tealâ. “Resûl Yusuf’a ulaştığı zaman…”

Bu resûl bir peygamber midir? Mü’min bile olmayan, alelâde bir haberci. Yeter mi? Yetmez. Söyledik ki nebîlerin arasında fetret devirleri vardır ama kavim resûllerinin arasında, resûllerin arasında fetret devirleri yoktur.

Ve Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ Neml Suresinin 35. âyet-i kerimesinde, Hz. Süleyman’a Belkıs’ın gönderdiği resûlden bahsediyor:

27/NEML-35: Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn(murselûne).

Ve muhakkak ki ben onlara hediye ile resûller göndereceğim. Böylece bakalım resûller (elçiler) ne ile dönecekler?


Gene resûl kelimesi geçiyor; alelâde bir elçi. O da mı peygamberdi? Öyleyse demek ki bu dizaynı yerli yerine oturtmamız lâzım.

Allahû Tealâ resûllerin bütün zaman parçalarında ve bütün dünya için var olduğunu, Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesinde şöyle açıklıyor:

39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).

Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.


“Kıyâmet günü kâfirler cehennemin önünde toplanırlar, kapılar açılır ve kâfirler cehenneme girerler. Cehennem bekçileri onlara der ki: ‘Sizlere Allah’ın resûlleri gelmediler mi? Size Allah’ın âyetlerini okumadılar mı?”

Burada duralım. Ne demek istiyor? Cehennem bekçileri ne demek istiyorlar?

Allah’ın resûllerinin görevleri var. Allahû Tealâ En’âm Suresinin 48. âyet-i kerimesinde diyor ki:

6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).

Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.


“Biz resûllerimizi müjdelesinler ve uyarsınlar diye vazifeli kılarız.” diyor. “Âmenû olanları müjdelesinler, geri kalanları uyarsınlar, onlara ihtarda bulunsunlar diye vazifeli kılarız.” diyor.

Ve resûller ne ile uyarıyorlar? “Âyetlerimizi okusunlar da o âyetlerle âmenû olanları müjdelesinler, âmenû olmayanları da o âyetlerle uyarsınlar diye gönderiyoruz.” diyor.

Allah’a ulaşmayı kim dilerse onları müjdeleyecekler, dilemeyenleri uyaracaklar. Bütün kavimlerde bu olmuş.

Şimdi burunları yere sürtünerek kapıyı biraz yükseltiyor oradaki zebaniler yani cehennem bekçileri. Cehennemden içeriye girenler, girerken burunları yere sürtünerek giriyorlar. Ve onlara bu söyleniyor: “Size Allah’ın resûlleri gelmedi mi? Allah’ın âyetlerini okumadılar mı? Sizi bugün buraya geleceğinizi söyleyerek uyarmadılar mı?”

Ne demişler? “Bakın” demişler “falan falan falan âyetler gereğince siz Allah’a ulaşmayı dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir. Ona göre düşünün. O halde görüyorsunuz ki” demişler “biz Allah’a ulaşmayı dileyenleri müjdeliyoruz. Ama sizler Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Allah’ın âyetleri var; Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin gideceği yer cehennemdir. İşte bu âyetler gereğince gideceğiniz yer cehennemdir.”

İşte Kur’ân-ı Kerim’den sonra, Kur’ân-ı Kerim’in ölçüleri esas alındığına göre açık bir şekilde Allahû Tealâ Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor Yûnus Suresi 7 ve 8. âyetlerde:

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


Diyor ki: “Onlar Bize ulaşmayı, Bize mülâkî olmayı, ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler. Muhakkak surette dilemeyenlerdir onlar.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar dünya hayatından razıdırlar, dünya hayatı ile mutmain olurlar. Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır ve onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibari ile ateştir, cehennemdir.” diyor.

O kişiler, şu dünyada hayırlı ameller işleseler bile amelleri boşa gidiyor. Amelleri sebebiyle kazandıkları dereceler boşa gidiyor. Onun için bu olay bugüne kadar gelmiş olan bir sözdür: “İnsanı amelleri kurtaramaz.” Neden kurtaramaz? O kişi Allah’a ulaşmayı dilemezse amelleri boşa gideceği için. Bunun böyle olduğunu bilmeyenler, ne masallar uydurmuşlar.

Sevgili kardeşlerim, öyleyse kıyâmet günü cehennem bekçileri herkese, cehenneme giren herkese soruyorlar.

Ee, peki cehenneme girmeyen insan kalıyor mu? Hayır, kalmıyor. Herkes kıyâmet günü mutlaka cehenneme giriyor ama burada bahsedilenler, kapıların kaldırılıp da kapıların altından burunları yere sürtünerek giren cehenneme gidecek olanlar, cehennemde kalacak olanlar.

Kıyâmet günü cehenneme 2 grup insan girer:

Bir kısmı kitapları sağlarından verilen yani kazandıkları dereceler kaybettiklerin fazla olanlar. Onlar cehenneme uçarak girerler. Cehennem kapıları şeffaf kapılar. Kapılar var, şeffaf ama o insanların oradan geçmesine manî olmaz o şeffaf kapılar.

Oradaki sistemde kişinin engellerine bakılır. Gözlerinde hicab-ı mesture var mı, kulaklarında vakra var mı? Bunu otomatik sistemler kontrol eder ve zaten uçarak girebilenler, kapı tarafından engel olunmadan içeri girebilenlerdir. Onlar aynı gün cehennemin bütün katlarını dolaşacaklardır, sonra da oradan ayrılacaklardır, cennete gireceklerdir.

Bu âyet-i kerime, Meryem Suresinin 73. âyet-i kerimesi. Orada aynı günde insanların cehenneme girecekleri ve cennete gidebilecek hüviyette olanlarınsa oradan çıkarak cennete gireceklerini kesin şekilde anlatıyor Allahû Tealâ.

19/MERYEM-73: Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne keferû lillezîne âmenû eyyul ferîkayni hayrun makâmen ve ahsenu nediyyâ(nediyyen).

Ve âyetlerimiz, onlara beyan edilerek okunduğu zaman, kâfirler âmenû olanlara (şöyle) dediler: “İki gruptan hangisi, makam bakımından daha hayırlı ve meclis bakımından daha güzel?”


Ama cehennemde kalmak üzere cehenneme girenlerin cehennemden çıkmayacağına dair, bir daha çıkmasının mümkün olmadığına dair tam 29 tane âyet-i kerime var Kur’ân-ı Kerim’de.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, öyleyse resûllere, velî resûllere ve nebî resûllere baktığımız zaman veya bir başka ayırım diliyle resûllere ve nebîlere baktığımız zaman bir kısmını resûller olarak, nübüvveti olmayan resûller; bir kısmını nübüvveti olan resûller olarak ayırdığımız zaman nübüvveti olan resûllere kısaca peygamber diyoruz, nübüvveti olmayanlara da resûl diyoruz. Ama aslı, nübüvveti olmayan velî resûllerdir. Nübüvveti, peygamberliği olanlar peygamber resûllerdir yani nebî resûllerdir. Ama nebî resûl kavramı bu tarzda bir standart içeriyor.

Bakıyoruz; bir sürü farklılık söz konusu ve Akait büyük hatalar yapmış bu istikamette. Öyleyse sevgili kardeşlerim, bu devirde Kur’ân doğrularını yerli yerine oturtmakla vazifeliyiz.

Demek ki Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlikle hiç alâkası olmayan insanlara resûl deniyor. Öyleyse bütün resûller nebî olamaz. Kaldı ki gene Kur’ân-ı Kerim’de, melek resûllerden ve cin resûllerden bahsediyor Allahû Tealâ. Birkaç âyette Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de melek resûllerden bahsediyor ve cin resûllerden bahsediyor. Ama Kur’ân-ı Kerim’de hiçbir âyet cin nebîlerden ve melek nebîlerden, peygamberlerden bahsetmiyor. Sadece insanlardan peygamber oluyor. Her an farklı bir dizayn, nebî resûllerle velî resûlleri ayırıyor.

Bakıyoruz; velî resûllerin kendi kavimlerinde risalet ederken dört tane görevi var:

1- Allah’ın âyetlerini tilâvet etmek.
2- Nefs tezkiyesi yaptırmak.
3- Kitab’ı öğretmek. Allah’ın âyetleri ile insanları bilgilendirmek; Kitap öğretmek.
4- Hikmet öğretmek.

Bütün resûller bu dört görevi yapar. Nebî olmayan resûller:

* Kur’ân-ı Kerim âyetlerini tilâvet ederler.
* Nefsleri tezkiyesi ederler.
* Kitap öğretirler.
* Hikmet öğretirler.

Ama peygamber olan resuller, hikmetin ötesini de öğretirler. Bakara Suresinin 151. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).

Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.


Diyor ki: “Tıpkı bunun gibi yani bir evvelki âyet-i kerimedeki başlarının üzerine gelen ni’met gibi.” Allahû Tealâ diyor ki: “Biz resûl gönderdik size, sizin içinizden birini. Sizin içinizden birini ve sizin için resûl olarak gönderdik yani peygamber resûl olarak gönderdik. Size âyetlerimizi okusun diye, tilâvet etsin diye; sizin nefslerinizi tezkiye etsin diye; size Kitap öğretsin diye; hikmet öğretsin diye ve öyle şeyler anlatsın ki, öyle şeyler öğretsin ki siz onları bilmiyordunuz. Yani size hikmetin ötesindeki şeyleri de anlatsın diye.”

Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynında Allah açık ve kesin bir şekilde bunları söylüyor.

“yetlû aleykum âyâtinâ: Âyetlerimizi üzerinize okusun diye.
ve yuzekkîkum: Sizleri temizlesin diye, nefslerinizi tezkiye etsin diye.
ve yuallimukumul kitâbe: Size Kitap öğretsin diye yani Kitabın ruhunu öğretsin diye.
vel hikmete: Hikmet öğretsin diye.
ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne): Ve hikmetin de ötesinde bilmediğiniz şeyleri öğretsin diye.”

Öyleyse görülüyor ki; burada nebînin beş görevi çıkıyor ortaya. Hikmet ve hikmetin ötesi de konuya dahil. Ama kavim resûlleri için Allahû Tealâ diyor ki Âli İmrân Suresinin 164. âyet-i kerimesinde:

3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.


“Başlarının üzerine, ni’met olsun diye üzerinize, size sizin içinizden birini, sizin içinizde görev yapmak üzere.” diyor Allahû Tealâ. Yani Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bir kavim resûlü olarak görevlerini sayıyor: “Sizden birisi ve sizin içinizde görev yapmak üzere, size Allah’ın âyetlerini okusun, nefsinizi tezkiye etsin, Kitap öğretsin ve hikmet öğretsin. Bundan evvel siz onları bilmiyordunuz.” diyor Allahû Tealâ.

Peygamberlerle peygamber olmayan, nebî olmayan resûller arasında görüyorsunuz ki birçok açıdan farklılıklar var. Allahû Tealâ Cinn Suresinin 26 ve 27. âyet-i kerimesinde diyor ki:

72/CİNN-26: Âlimul gaybi fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ(ehaden).

O (Allah), gaybı bilendir. Fakat O, gaybını hiç kimseye izhar etmez (açıklamaz).

72/CİNN-27: İllâ menirtedâ min resûlin fe innehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihî rasadâ(rasaden).

Resûllerden razı oldukları (tasarruf rızasına ulaşmış olanları) hariç! O taktirde, muhakkak ki O (Allah), onların önünden ve arkasından gözetenler sevkeder ki,


“Allah gaybı bilir; kimseye öğretmez, kimseye söylemez. Ama resûllerinden rızaya ulaşan müstesna.” diyor.

Sevgili kardeşlerim, bir resûl olsun da rızaya ulaşmasın, olur mu? Resûl;
 
* Allah’a ulaşmayı dilemeden evvel 1. rızaya ulaşır.
* İrşad makamına gelip tâbî olduğu zaman 2. rızaya ulaşır.
* Mürşidine ulaşıp tâbî olduktan sonra ruhu Allah’a ulaştığında 3. rızaya ulaşır.

Bunların hepsi bir evvelki kademede olur. Ulaşmasından bir evvelki kademede 3. rızaya ulaşır.

* Fizik vücudunu teslim etmeden bir kademe evvel 4. rızaya ulaşır.
* Nefsin tasfiyesini, nefsini teslim etmeden evvel nefsin teslimi rızasına ulaşır, ulûl’elbab rızasına ulaşır.
* Muhlis olmadan evvel ihlâs rızasına ulaşır.
* İrşad makamına tayin edilmeden evvel de irade teslimi rızasına ulaşır, teslim-i küllî rızasına ulaşır.

Öyleyse zaten 7 tane rızanın ötesinde olan birisi, hatta kavim resûl, resûl olduğuna göre doğmadan evvel de Allahû Tealâ’nın rızası var çünkü bütün resûller doğmadan evvel seçilirler Allahû Tealâ tarafından. İster kavim resûlü olsun ister nebî olsun, nebî resûl olsun ister kavim resûlü yani velî resûl olsun netice değişmez; hepsi seçilirler. Doğmadan evvel seçilirler!

Halbuki bütün insanlar, onların dışındaki, Allah’a ulaşmayı dilemeden evvel Allahû Tealâ tarafından seçilenlerin bir kısmıdırlar. Seçilenlerin büyük kısmı zaten Allah’a ulaşmayı dilemezler.

Ve görüyoruz ki; bir açıdan, iki açıdan değil ayrı ayrı açılardan, en az 7 cepheden kavim resûlleri ile yani velî resûllerle nebî resûller yani peygamber resûller arasında farklılık var. Bu farklılıkların en önemlisi, nebîlere verilen şeriat kitaplarıdır, o kitapla hükmetsinler diye.

Hükümler bütün boyutlarıyla ortadadır. Yani İslâm hukuku olan fıkıh müessesesinin bütün hükümleri orada mutlak olarak yer alır, Kur’ân-ı Kerim’de. Ondan evvel İncil’de, ondan evvel Tevrat’ta, ondan evvel Hz. İbrâhîm’e indirilen Kitap’ta, ondan evvel Hz. Nuh’a indirilen Kitap’ta.

Bütün nebîler Allah’ın kendilerine verdiği şeriat kitabıyla idare etmişlerdir. Fetret devrelerinden sonra gelecek olan nebîye Allahû Tealâ mutlaka şeriat kitabı verir.

İşte son şeriat kitabı, kâinatın son peygamberi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e verilmiştir ve o Kitap’la hükmetsin diye verilmiştir. O’ndan sonra gelecek olan kavim resûllerinin hepsi, aslında o Kitap’la amel etmek mecburiyetindedir.
 
Hükmetme işlemi, o kavmin kabulüne bağlı bir olaydır. Ama amel, mutlak olarak o Kitap’a göre işlenir.

Öyleyse burada kavim resûlleri için kavme Allahû Tealâ’nın hükmetme diye bir emri söz konusu değil. Ama nebîlere Allahû Tealâ: “Size kitap indiriyorum, onunla hükmedeceksiniz.” diyor. Bu da kavim resûlleri ile nebîleri birbirinden ayıran çok önemli bir farklılık.

Peki kavim resûllerine Allahû Tealâ kitap indirebilir mi? İndirebilir, yazdırabilir. Ama bu hiçbir zaman bir şeriat kitabı olamaz. Bir sohbet kitabı olur. Böyle bir sohbet kitabını da Allahû Tealâ evliyasının önemli gördüğü bölümüne zaten yazdırmıştır.

Diğer bir farklılık; bütün nebîler, peygamberler huzur namazının aslî imamlarıdır. Asaleten huzur namazının hepsi imamıdırlar. Bütün nebîler kendi devirlerinde Allah’ın huzurunda kılınan huzur namazının aslî üyeleri olmuşlardır.

Kavim resûllerine gelince, nebîlerin olmadığı devrelerde, Allahû Tealâ onlardan birisini tasarruf rızasına ulaştırır ve onu huzur namazının imamlığına tayin eder. Neden? Çünkü huzur namazı devamlı bir müessesedir, imamsız kalması mümkün değildir ve imamın mutlaka hayatta olması gerekir; bu dünyada hayatta olması gerekir. Bu dünyada!

Başka bir gezegenden birisi gelip de Allahû Tealâ’nın huzurunda huzur namazı kıldıramaz. Bu dünya, insan vücudunun tam kalbine isabet eder. Kalpteki o nurların birikme noktasını, îmân kelimesinin yazıldığı noktayı ifade eder. Orası dünyadır ve huzur namazının bütün imamları, dünya adı verilen bu gezegenden tayin edilir. Ve de eğer nebî yoksa kavim resûllerinden bir tanesine Allahû Tealâ tasarruf rızasını verir yani onu huzur namazının imamlığına tayin eder. Diğer resûller de resûldür. Bütün kavimlerde resûller aynı devrede yaşar ama onlar tasarruf rızasının sahibi değillerdir. Onlar irade bağlanması ile Allahû Tealâ’ya tâbîdirler ama tasarruf rızası sadece bir resûle aittir. O, huzur namazının imamıdır. Nebî değildir, bu sebeple imamlığını vekâleten yerine getirecektir. Ama yerine getirdiği bu imamet müessesesinin gerçek sahibidir, yaşadığı sürece. Huzur namazının imamlığı ömür boyu devam eder, ölümle ortadan kalkar.

Daha evvel ölmüş olanlar -orada ruhlar namazı kıldırırlar- Allahû Tealâ’nın emriyle namaz kılacaklarsa imam olamazlar. Mevkileri peygamberlik de olsa imam olamazlar. İmamın arkasında namaz kılmak, oranın kanunlarına göre temel şarttır. Huzur namazının imamı mutlaka dünyada hayy olan, Allahû Tealâ’nın bir resûlüdür. Kıyâmete kadar da bu olay böyle devam edecektir.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, görülüyor ki bütün resûller nebî değildir. Bütün nebîler mutlaka resûldür ama bütün resûller nebî değildir.

Resûllerle nebîlerden bahsettiğimiz bu konu inşaallah burada tamamlanıyor.

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden niyaz ederek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R