}
Allah'ı Görmek 22.02.2005
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 109095

 
 
SOHBETİN ADI: ALLAH’I GÖRMEK
TARİH: 22.02.2005

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve  şükrederiz ki, bir defa daha Allah’ın huzurunda birlikteyiz. Konumuz: Allah’ı görmek. Allah görülür mü görülmez mi, Allahû Tealâ bu konuda ne söylüyor?  

Sevgili kardeşlerim! Bir baş gözleri vardır; şu gözler, bir de kalp gözleri vardır. Bildiğiniz gibi Peygamber Efendimiz (S.A.V), miraca çıktı. Ruhu fizik vücuduna örtü oldu ve evinden uçarak ayrıldı, önce Mescid-i Aksa’ya ulaştı, onu tavaf ettikten sonra, oradan direkt olarak Allah’ın katına yükseldi. Ama giderken yolda iki kervana rastladı ve birbirinden en azından birer hafta uzakta olan bu iki kervanla da kervancılarla da konuştu ve sonra oradan Mescid-i Aksa’ya ulaştı. Mescid-i Aksa’nın gezilmesinden sonra da yukarıya olan yolu; 7 tane gök katını aşarak kat etti ve Sidretül Münteha’yı aştı, Allah’ın Zat’ına ulaştı. Bütün bunlar çok kısa bir zaman parçası içinde gerçekleşti ve Sidretül Münteha’dan göğün 7 katını aştı, soldan sağa doğru 7 tane âlemi aştı, Sidretül Münteha’dan yukarıya dikey bir yolculukla Allah’ın Zat’ına ulaştı ve Allah’ı ruhunu baş gözleriyle gördü. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bu konuda diyor ki: “Kalbi gördüklerini tekzip etmedi.”

Sevgili kardeşlerim! Bu gözler; baş gözleri Allah’ı göremez. Böyle bir yetenek baş gözlerine verilmemiştir. Baş gözü, fizik vücudunun gözüdür ve bu göz bu fizik âlemi, zahirî âlemi görmek için bizlere Allahû Tealâ tarafından verilmiştir; sadece onu görebilir. Bu gözlerle hiç kimse Allah’ı görmeyi başaramaz. Hiç kimse de görmemiştir. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V) ruhu vücuduna örtü olarak çıktığı için ruhunun gözleri her şeyi gördü. Allah’ın Zat’ını da gördü ve o zaman kalbi gördüklerini yalanlamadı, tekzip etmedi. Neden? Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ’yı evvelce yüzlerce defa görmüştü. Ama başka gözle değil; kalp gözüyle görmüştü; nefsinin kalbinde görmüştü. Nefsinin kalbine Allahû Tealâ’nın verdiği gözle görmüştü.

Sevgili kardeşlerim! Biz insanlardan her kim Allah ulaşmayı dilerse Allah, onu mutlaka önce mürşidine ulaştırır, tâbiiyetini gerçekleştirir, ona 12 tane ni’met verir, sonra kişinin ruhunu Kendisine ulaştırır. Bu, seyri sülûk isimli yolculuktur. Allah’ın verdiği söz burada tamamlanır; kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allahû Tealâ onların hepsini Kendisine ulaştıracaktır, tamam. Bu, ruhun teslimidir. Ruh Allah’a ulaşınca, sonra kişi fizik vücudunu teslim edecektir. 22. basamakta ruh Allah’ın Zat’ında yok olur. 25. basamakta fizik vücudumuzu Allah’a teslim ederiz. 26. basamakta ulûl’elbab oluruz; daimî zikrin sahibi oluruz; Allah kalp gözümüzü ve kalp kulağımızı açar ve Allahû Tealâ bize o zaman 7 tane cehennem katını, yer katlarını gösterir. Bir de zemin kattaki devrin imamının dergâhını gösterir. Dergâh görüldükten sonra o kişi göklerin melekûtunu görmeye başlayacaktır. Yerlerin melekûtu ulûl’elbab makamında tamamlanmıştır. Kim ulûl’elbab makamına ulaşırsa, yani nefsini Allah’a teslim ederse ki bütün sahâbe ulûl’elbab makamına ulaşmışlardır, nefslerini Allah’a teslim etmişlerdir. Allahû Tealâ Nisâ-103’te bir defa bunun farz olduğunu ifade etmektedir.

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


Allahû Tealâ: “Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” diyor. Daimî zikri üzerimize farz kılmış. Bütün sahâbe daimî zikre ulaşmışlar mı? Evet. Allahû Tealâ bütün sahâbe için buyuruyor ki: “Onlar, sözü dinlerler ve sözün ahsen olanına tâbî olurlar; onlar hidâyete erdiler ve ulûl’elbab oldular.”

Öyleyse bütün sahâbe daimî zikre ulaşmıştır.

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


Gördük ki daimî zikir farzdır. Bütün sahâbe de daimî zikre ulaşmıştır. Peki, daimî zikre ulaşınca ne olur? Daimî zikre ulaşınca Allahû Tealâ o kişinin standartlarını şöyle sıralamaktadır. O kişinin kalbinde hiç afet kalmamıştır. Neden? Daimî zikrin sahibi olduğu için kalbine tekrar karanlıkların girmesi mümkün değildir. Çünkü daimî zikir sebebiyle salâvâtla rahmet, salâvâtla fazl devamlı zülmanî kapının üzerini örten mühre vurmaktadır ve o mühür karanlıkların aşağıdan zorlamalarına rağmen, kalbi onlardan korumaktadır. Kişi ölünceye kadar daimî zikirde olacaktır. Daimî zikre ulaşan kişinin oradan düşmesi artık mümkün değildir. Öyleyse böyle bir insanın özellikleri nedir?

1- O kişi kalbinde daimî zikrin sahibidir.
2- O kişinin kalbinde hiç afet kalmamıştır, hepsi temizlenmiştir. Nefsinin kalbine %98 fazl dolmuştur, %2 de rahmet nuru dolmuştur. Nefsinin kalbi %100 Allah’ın nurlarıyla dolmuştur.
3- Allah, o kişinin mutlaka kalp gözünü açmıştır.
4- Allah, mutlaka o kişinin kalp kulağını da açmıştır. Kalp gözü ve kalp kulağı açılmıştır o kişinin.

Bir defa daha söyleyelim: Kişi daimî zikrin sahibidir, 1.  Bu sebeple nefsinin kalbinde hiç afet kalmamıştır, 2.  Kalp gözü açılmıştır, 3.  Kalp kulağı açılmıştır, 4.  Bu kişi burada (ulûl’elbab makamında) önce yerlerin melekûtunu, 7 kat cehennemi görür. Bir de zemin kattaki devrin imamının dergâhını görür. Peki, bu 4 özelliğin ötesinde başka özellikleri var mıdır kişinin? Evet. O kişi Allah ile her konuyu tezekkür etmek yetkisinin sahibi kılınmıştır, bir. İkincisi, o kişi ehl-i hayır olmuştur. Daimî zikrin sahibi olduğu için daima derecat kazanır. Derecat kazanmak hayırdır, derecat kaybetmek şerrdir. Öyleyse bu kişi daimî zikrin sahibi olduğuna göre daimî hayır kazanan birisidir. Kesintisiz bir şekilde ömrü boyunca hayır kazanmaya, derecat kazanmaya devam edecektir.

Sonra sevgili kardeşlerim? Sonra, buradaki muhtevanın üçüncüsüne ulaşıyoruz Başlangıçtaki dört faktörden sonra üç daha ilâve ediliyor. O kişi ehl-i hikmettir, hikmet ehlidir. Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini gördüğü zaman o âyetleri, kâinatın tek dîninin (İslâm’ın) 28 basamağından hangisine ait olduğunu bir bakışta görür. Demek ki o kişi ehl-i tezekkürdür; Allah ile daimî olarak konuşur; karşılıklı konuları müzakere edebilir. İkincisi ehl-i hayırdır,  daimî zikrin sahibidir. Üçüncüsü o kişi ehl-i hikmettir ve ehl-i hükümdür; ikisi de benzer hükümler taşır. Hakemlik yaptığı ve hâkimlik yaptığı zaman verdiği kararları doğru verir; çünkü hükmü mutlaka Allah’tan sorarak gerçekleştirir. Öbür taraftan Allah’ın âyetlerinin hangi basamağa ait olduğunu bir bakışta görür. Birisi ehli hüküm olmak, birisi ehl-i hikmet olmaktır. İkisi de ehl-i hüküm adıyla anılır veya ehl-i hikmet adıyla anılır.

Ne olmuştur? Kişi zemin katı görmüştür. Yeter mi? Bitmedi. Ne zaman Allahû Tealâ size 7 tane yer katından (yerlerin melekûtundan) sonra 1. gök katını gösterirse artık sizin için ulûl’elbab makamı bitmiştir; ihlâs  makamı başlamıştır.  Ve orada 7 tane katı görürsünüz. 7. gök katına ulaştığınız zaman 7 tane âlem geçeceksiniz. Soldan sağa doğru bir yolculuk yapacaksınız. Ve sırasıyla Ümmülkitab’ı, Kudret Denizi’ni, Makam-ı Mahmud’u, Divan-ı Salihîn ve Zikir Hücreleri’ni geçmek söz konusudur. 1. alem ise ilk Levh-i Mahfuz’a çıktığınız zaman ilk âleminiz kader hücreleridir. Başlangıçta kader hücrelerinde size ait olanın üzerinde bulursunuz kendinizi. Ve önünüzde ufkun sonuna kadar açılmış olan, kesintisiz bir şekilde uzanan, altıgen kader hücrelerinizi göreceksiniz, üstlerindeki katları; kapakları. Sonra 7 tane  âlemi Allahû Tealâ size birer birer gösterecek ve ne zaman Sidretül Münteha’yı görürseniz  yani İndi İlâhi’deki en yüksek noktada bulunan, renkleri harika olan o ağacı…  O ağacı gördüğünüz zaman sizin ihlâs makamınız da tamamlanmıştır. Tövbe-i Nasuh’a davet edilirsiniz. Peki, Allah’ın Zat’ını görebildiniz mi? Hayır, göremediniz. Ne ulûl’elbab makamında (7 tane gök katını görmeniz, 7 tane yer katını görmeniz mümkün oldu), Allahû Tealâ’nın Zat’ını görebilirsiniz ne de ihlâs makamında (burada 7 tane gök katını görmeniz mümkün oldu). 7. gök katını da gördünüz, Sidretül Münteha’yı da gördünüz ama Allah’ı göremezsiniz. Sidretül Münteha’yı gördüğünüz zaman Tövbe-i Nasuh’a davet edilirsiniz. Ve Tövbe-i Nasuh’un neticesinde Allah, sizin ikinci defa olarak günahlarınızı örter, size salâh nurunu verir; burası salâh makamıdır.

Salâh makamının birinci kademesi Tövbe-i Nasuh’a davet edilmektir. Allah’ın söylediklerini tekrar ederek Tövbe-i Nasuh’unuzu gerçekleştirirsiniz. 2. kademesinde günahlarınız örtülür, 3. kademesinde başınızın üzerine salâh nuru verilir, 4. kademesinde günahlarınız sevaba çevrilir. Bu nokta iradenizin Allahû Tealâ tarafından teslim alınacağı noktadır. Allah iradenizi teslim alır ve “irşada memur ve mezun kılındın” cümlesiyle irşad makamının sahibi kılınırsınız. İşte burası Allah’ın Zat’ının açık ve net olarak görüleceği makamdır.

Allahû Tealâ:  “Allah’ın katında onlar secde ederler, onlar Allah’ın katında secde etmekten yorulmazlar, onlar Allah’ın Zat’ını müşahede edenlerdir (onlar orada müşahede edenlerdir), onlar Allah’ın Zat’ına şahitlik edenlerdir, onlar Allah’a secde etmekten yorulmazlar.” diyor.  Öyleyse Allah’ın Zat’ını görmek işte burada gerçekleşir. Hangi makamdır burası? Burası salâh makamının 5. kademesidir, burası bir kişinin hakka tukatihi takvaya ulaştığı yerdir. Takvaların en üstünü; bihakkın takva. Daha ötesi olmayan, en üstün takva. Bütün insanlar için en üstün takva. Peki, bunun ötesinde makam var mıdır? Evet, bütün resûllerin makamı. Oradan daha üstün bir makam var mıdır? Evet, devrin imamlarının makamı ve peygamberlerin makamı.

Devrin imamlarının bir kısmı peygamberdir. Peygamber varsa mutlaka peygamberdir. Yoksa kavim resûllerinden bir tanesi vekâleten huzur namazının imamlığını deruhte eder. Öyleyse Allahû Tealâ’nın katında Allah’ın Zat’ına şahadet etmekten ve Allah’a secde etmekten yorulmayan insanlar var. İşte onlar, orada ruh olarak bulundukları yerde Allah’ın Zat’ını görürler. Ama hem dünya üzerinde yaşasın hem de Allah’ın Zat’ını görsün, o kişi için mutlaka iradesini de Allahû Tealâ’ya teslim etmek suretiyle, kalp gözünün özel bir noktasına gelmek söz konusudur. Bihakkın takvanın sahipleri, onlar Rab’lerini görenlerdir. Allahû Tealâ bu görüşü Bakara-140’ta şöyle ifade etmektedir.

2/BAKARA-140: Em tekûlûne inne ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâta kânû hûden ev nasârâ kul e entum a’lemu emillâh(emillâhu), ve men azlemu mimmen keteme şehâdeten indehu minallâh(minallâhi), ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ta’melûn(ta’melûne).

Yoksa siz: “Muhakkak ki İbrâhîm (a.s), İsmail (a.s), İshak (a.s), Yakup (a.s) ve torunları yahudi veya hristiyan’dılar” mı diyorsunuz. De ki: “Sizler mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından verilen, O'nun yanındaki şahitliği gizleyen kimseden daha zalim kim vardır? Allah, yaptıklarınızdan gâfil değildir.


Allahû Tealâ buyuruyor ki: “Yoksa siz Hz. İbrâhîm’in, Hz. İsmail’in, Hz İshak’ın ve Hz. Yakub’un ve onun torunlarının Yahudi veya Hristiyan olduklarını mı iddia ediyorsunuz? Öyleydiler mi diyorsunuz? De ki: Sizler mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı daha iyi biliyor? Allah’tan verilen, Allah’ın katındaki şahadeti gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah’ın katındaki şahadet; Allah’ın Zat’ının görülmesidir. Bundan daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan, amellerinizden gâfil değildir.”

Allahû Tealâ burada, hem Allah’tan bildirilen hem de Allah’ın katındaki şahadetten bahsediyor. Allah, Allah’ın katındaki şahadetin var olduğunu söylüyor ve kişiler Allah’ın Zat’ını görüyor (hayattayken dünya hayatını yaşarken). Bu şahadeti onlar söylüyorlar: “Biz Allah’ın Zat’ını gördük.” diyorlar. Başkaları da diyor ki: “Hayır, Allah’ın Zat’ı ancak cennette görülür.” İşte bu şahadeti bu sebeple gizleyen insanlar, aslında kendileri görmedikleri için hiç kimsenin de göremeyeceğini zannedenlerdir. Allahû Tealâ onlara “zalimler” diyor. Onlar sadece inkâr ederler, sevgili  kardeşlerim. Allah’ı görenler de her devirde mutlaka vardır.

Sevgili kardeşlerim! Mürşidler ya bu makama ulaşıp da Allah’ın Zat’ını görerek mürşid olmuşlardır, irşada memur ve mezun kılınmışlardır Allahû Tealâ’dan, bizatihi O’ndan emir alarak, ya da o mürşidin vekili sıfatıyla hareket ederler. Veya o ikincinin de vekili sıfatıyla hareket edenler vardır. Öyleyse Allah, Allah ile ilişkilerimizde evvelâ Allah’ı görmüş olarak kimden bahsediyor? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den. Ne diyor? “Nefsinin kalbi gördüklerini (ruhu vücuduna örtü olduğu için ruhunun baş gözlerinin gördüklerini) yalanlamadı, inkâr etmedi.” diyor.

Peki, bütün sahâbe Allah’ı görmüşler miydi? Hepsi, sevgili kardeşlerim. Çünkü hepsi irşada memur ve mezun kılınmış. İşte Tövbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


Allahû Tealâ buyuruyor ki: “O sabikûn-el evvelîn var ya! Onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı da muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı. Allah onlardan razıydı, onlar da Allah’tan razıydı. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlara, onlar için hazırlandı, onlar fevz-ül azîmin sahipleridir.”

En üstün makama ulaşanlar Adn cennetlerine gidecek olanlar, fevz-ül azîmin, hazz’ül azîmin, ecrul azîmin ve fazl’ıl azîmin  sahipleridir. Bunların hepsi en üst kademe velâyete ulaşmış olanlardır, hepsi Allah’ın Zat’ını görenlerdir.

Allahû Tealâ bu konuda diyor ki:
 

45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?


Allahû Tealâ burada: “Habibim! Hevalarını kendilerine ilâh edinenleri gördün mü? Allah onları, onların ilimleri üzerine dalâlette bırakır. Allah onların görme hassalarının üzerine gışavet adlı bir perde çeker. Allah onların sem’î isimli işitme hassalarını mühürler. Allah onların kalplerini de mühürler. Allah’tan sonra kim bu kişiyi hidayete erdirebilir?” diyor.

Allahû Tealâ burada insanların baş gözlerinden bahsetmektedir (baş gözleri, baş kulakları ve fizik vücutlarının kalplerinden). Bu konuyla sakın kalp gözünü karıştırmayın. Allahû Tealâ burada bir insandan bahsediyor ki, o kişi Allah’a ulaşmayı dilememiş. Kendisine tebligat yapılmış, tebligata uymamış. Bunun üzerine Allahû Tealâ da onun görme, işitme ve idrak etme hassalarını mühürlemiş. Bu, dünyaya ait olan bir husustur. Eğer Allahû Tealâ bunu mühürlemeseydi, o kişi, o kendisine bu tebliği yapan kişiyi (eğer o bir mürşidse) irşad makamı olarak kabul edecekti. En azından inanılır birisi olarak kabul edecekti. Onun söylediklerini  idrak edebilecekti. Neye dair? Allah’a insan ruhunun ulaşmasına dair. Başlangıçtaki olay bu. Bunları idrak edebilen bir hüviyet. Burada Allahû Tealâ kalp gözünden bahsetmiyor. Kalp kulağından da bahsetmiyor. Bu, kişinin bu noktadan evvel irşad makamını gördüğü zaman bunu irşad makamı olarak kabul etmeyen kişinin, irşad makamı konuştuğu zaman onun sözlerini  kendisini ikaz eden,  doğruya ve Allah’a davet eden bir ifade olarak görmeyen kişinin  ve onun söylediklerini anlamayan kişinin, sonra da kalbine indirip onu idrak edemeyen kişinin durumunu anlatıyor. Allahû Tealâ burada başka bir ifade kullanıyor; göz, kalp, kulaktan bahsetmiyor, görme hassası basar, işitme hassası sem’î ve kalbin idraki. Öyleyse Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi bize Allah’ın Zat’ının görülmesinden bahsetmiyor. Bu mürşidle insan arasındaki ilişkiyi söylüyor ki bu kişi, mürşidi gördüğü zaman onu herhangi bir insandan ayırt edemiyor, sözlerini de işitemiyor, idrak edemiyor. En’âm Suresinin 103. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

6/EN'ÂM-103: Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr(ebsâra) ve huvel lâtîful habîr(habîru).

Görme hassaları onu idrak edemez. Ve O, görme hassalarını idrak eder. Ve O, lâtiftir, herşeyden haberdardır.


lâ tudrikuhul ebsâru: gözler, onu idrak edemez.
ve huve yudrikul ebsâr(ebsâru): baş gözlerinin basar hassası onu idrak edemez.
ve huvel lâtîful habîr(habîru): ve o basarı, görme hassasını o Allah idrak eder. O lâtiftir, haberdardır.             

Burada basar hassası, kalp gözünün de görme hassasıdır; bu dünyayı, bu dünyadaki mürşidi. Basar hassası kalp gözünün görme hassasıdır; Allah’ı. Eğer görürse kişinin kalp gözü,  kalp gözü onu idrak edemez; sadece görür. İdrak eden kalbin kendisidir. Kişinin Allah’ın Zat’ını kendisine Allahû Tealâ tarafından verilen idrakiyle idrak etmesi söz konusudur. Allahû Tealâ  En’âm Suresinin 104. âyetinde diyor ki:

6/EN'ÂM-104: Kad câekum basâiru min rabbikum fe men ebsara fe li nefsihi ve men amiye fe aleyhâ, ve mâ ene aleykum bi hafîz(hafîzin).

Rabbinizden size basiretler (kalp gözlerinize görme yeteneği) gelmiştir. Artık kim bu basiretle (kalp gözüyle) görürse onun lehinedir (kendi nefsi içindir). Kimin de kalp gözü kör kalırsa, o taktirde onun aleyhinedir. Ve ben, sizin üzerinize muhafız değilim.

    
“Size Rabbinizden basarlar geldi, görme hassaları geldi.”

Ne demek bu? Hem baş gözünün görme hassası geldi. “Basiru” dediğine göre çoğul kullanıyor hem de kalp gözünün görme hassası geldi. “Kim görürse, o kişinin kendi nefsinedir, lehinedir. Ama kör olanın da aleyhinedir. Ben sizin üzerinize muhafız yani bekçi değilim.”

Allahû Tealâ: “Size Rabbinizden görüşler geldi” diye Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylettiği şeyde, kalbinizden görüş geldi demiyor, yani baş gözünüzün dünyayı görme hassası; neyin ne olduğunu anlama hassası geldi demiyor, daha öteye geçiyor, “görüşler” diyor. Hem kalp gözünüzün görme hassası, önce baş gözünüzün görme hassası veriliyor; mürşidi, irşad makamını mürşid olarak değerlendiriyorsunuz. Onu dinlerken sözlerinin künhüne (temel mânâsına) varıyorsunuz. Kalbinize indirdiğiniz zaman idrak ediyorsunuz. Bu yolun başıdır; Allah’a ulaşmayı dilediğiniz zaman Allah, kör olan gözlerinizin görme hassasını; basarını açar. Ve gözlerinizin üzerinde bulunan hicab-ı mesture adlı perdeyi kaldırır. Kulaklarınızdaki mührü açar. İşitme hassanızdaki, kulaklarınızdaki engeli alır. Kulaklarınızda vakra (engel) vardır. O engeli alır. Ve işitme hassanızın üzerindeki mührü açar. Kalbinizdeki mührü açar, kalbinizdeki ekinneti (idrakı önleyen ilâhi computer) alır, onun yerine ihbat koyar; idrakı sağlayan bir ilâhi computer koyar. Böylece her şey en güzel standartlarda cereyan eder.

Ne olur? O zaman o kişinin başlangıç seviyesinde, dalâletten hidayete geçiş noktasındaki gören, işiten ve idrak eden ama dünyaya müteallik olan, irşad makamının başlangıç seviyesindeki “Git mürşidini bul. Şimdi Allah’a doğru yola çıktın, mürşide tâbî olduktan sonra…” Bu,  o mürşidin söylediği şey, “Allah’a doğru yola çıktın, 5-6 ay içinde mutlaka ruhun Allah’a ulaşacaktır” tarzındaki açıklamalarını söyler.

Başlangıç seviyesindeki kör, sağır ve dilsiz olan bu kişide Allah’a ulaşmayı dilediği zaman Allah’ın ilk yaptığı işlev, onu gören, işiten ve idrak eden birisi olarak dizayn etmektir. Bütün insanlar kör, sağır ve dilsizken Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman Allah, onların hem gözlerini hem görme hassalarını, hem kulaklarını hem işitme hassalarını, hem kalplerini hem de idrak hassalarını mutlaka açar. Onlar kör, sağır, dilsizken dünyaya ait olan başlangıç hakikatlerini gören, işiten ve idrak eden kişiler olurlar. Allahû Tealâ bu arada onlara emir,  furkan vermiştir. Hemen kabul etmiştir kişi, Allah sadece kalbine ihbat koymuştur. Çünkü o kişide engeller yoktur. Veya Allahû Tealâ 4 furkan verir; görme, işitme ve idrak etme ve görme işitme ve idrak etme hassası olan kalbin mühürlerini açar Ve kalbin içine ihbat koyar. Veya kör gözleri, sağır kulakları ve idraksız kalpleri açar. Uzuvlar üzerindeki engelleri kaldırır ve gene kalbe ihbat koyar; gene 4 tane furkan verir. Her furkanda o kişinin bütün günahlarını, günahlarının 4’te 1’ini yok eder. Veya tek bir furkan verirse bir defada bütün günahlarını affeder. 4 furkan verirse 4 defada günahlarının örtülmesi sağlanır. 7 furkan verirse 7 defada günahlarının örtülmesi sağlanır. Böylece bu kişi birkaç dakika evvel, hatta birkaç saniye evvel kör, sağır ve dilsizken şimdi gören, işiten ve idrak eden birisi olur. Öyleyse Allahû Tealâ: “Size Rabbinizden görüşler geldi (basaîru).” diyor. Basar demiyor, basaîru: Görüşler. "Hem fizik vücudunuzun kalbinin görüşü açıldı hem de nefsinizin kalbinin.”

İşte Allah’ın katındaki şahadeti gören, nefsinizin kalbidir. Allahû Tealâ Fussilet Suresinin 53. âyet-i kerimesinde diyor ki:

41/FUSSİLET-53: Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk(hakku), e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun).

Âyetlerimizi afakta (ruhumuzun baş gözüyle) ve enfüste (nefsimizin kalp gözüyle) onlara göstereceğiz. O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin (açıkça belli olsun) diye. Rabbinin herşeye şahit olması kâfi değil mi?


Allahû Tealâ diyor ki: “Onlara âyetlerimizi afakta da (ruhlarının baş gözüyle) ve enfüste de (nefslerinde de nefslerinin kalbiyle) göstereceğiz; kendilerine onun gördükleri şeyin muhakkak hak olduğunu, Allah’ın Zat’ı olduğunu tebeyyün etsinler diye, öğrensinler, işitsinler, idrak etsinler diye.”

Peygamber Efendimiz (S.A.V), evvelce Allahû Tealâ’nın Zat’ını defaatle nefsinin kalp gözüyle görmüştür. Bu enfüste görüştür. Nefsinin kalbiyle bakıştır. Ama Allah’ın Zat’ına ulaştığı zaman ruhu vücuduna örtü olmuştu. O zaman ruhunun baş gözleriyle gördü. Nerede gördü? Afakta gördü. Birinde enfüste gördü, nefsinin kalbinin gözüyle gördü, yüzlerce defa gördü. Allah’ın Zat’ına ulaşınca (Allah’ın katına yükselince) vücuduna örtü olan ruhunun gözleriyle gördü. Bu da afakta görüştür. Allahû Tealâ’nın Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Zat’ını göstermesi 2 yolla da oluşmuştur.
 
Hz. İsa ile Hz. İdris’in Allahû Tealâ tarafından cennete kabul edildiğini biliyoruz. Allahû Tealâ, Hz İsa’yı göğe almış kabul buyurmuştur. Hz İdris de: “Ya Rabbim! Ben cenneti görmek istiyorum, kabul eder misin?” demiş, Allahû Tealâ onu da kabul etmiştir. Hz İdris: “Ben buradan çıkmak istemiyorum” deyince de, Allahû Tealâ da: “Kal öyleyse” demiştir. Böylece Hz. İdris ve Hz İsa da Allah’ın Zat’ını görmüşler, O’nunla beraber olmuşlardır. Ama geri dönememişlerdir. Geri dönen sadece Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. Onun ötesinde hiç kimse Allah’ın Zat’ına ulaşıp da tekrar geriye dönememiştir.

Hz Musa da, kalp gözüyle görülen ve ruhun baş gözüyle görülen Allahû Tealâ’yı, “Ben seni bu baş gözüyle görmek istiyorum.” diye tutturmuştur. Baş gözleri Allah’ın Zat’ını görmeye dayanacak olan güçle yaratılmamışlardır. Onlar bu âleme (zahirî aleme) ait olan görüş hassasının sahipleridir. Allahû Tealâ da Hz.Musa’ya bunu söylemiştir: “Sen Beni baş gözleriyle görmeye çalışırsan, göremezsin.” Ama Hz. Musa’yı biliyorsunuz ki, hep görerek değişmiştir. Hz. Musa ile Hz. Hızır arasındaki ilişkiyi hatırlayın. Hz Musa diyor ki:

- Ya Rabbi! Bana şu marifeti öğretecek olan birisiyle, beni tanıştır.

Allahû Tealâ da:

- Tamam, diyor,

- Nerede?

- İki denizin birleştiği yerde.
 
Yanındaki belki kardeşi, belki genç birisi; ikisi beraber yola çıkıyorlar ve yanlarında tuzlu, kurutulmuş balıklar var; onları yiyorlar. Bir yerde Hz. Musa:

- Hadi aç bakalım sofrayı, diyor.

Yanındaki delikanlı:

- Bitti, diye cevap veriyor.

- Nasıl olur, biz senle şu kadar zamanlık erzak aldık yanımıza?

- Aldık ama buraya geldiğimiz zaman, o balıkların hepsi canlandılar, şu denizde kayboldular.

- Bu nerede oldu?

- İki denizin birleştiği yerde.

- Ha, o ağacın altında birini görmüştük, demek ki oydu.

Bunun üzerine hemen koşarak gidiyorlar, gerçekten de orada bekleyen kişi Hızır (A.S)’dır. Hz Musa ona:

- Senin bütün söylediklerini yapmam yerine getirmem kaydıyla sendeki ilmi bana da öğretir misin, diye soruyor.

Hz. Hızır:

- Sen benimle yapamazsın, benim yaptıklarıma tahammül edemezsin, diye cevap veriyor.

Hz. Musa da:

- Beni çok tahammüllü göreceksin, diyor ve beraber yola çıkıyorlar.

Bir köyde, bütün köyü dolaşmalarına rağmen onlara sadece bir evden yiyecek veriyorlar. Hz. Hızır (A.S) da, kendilerine yiyecek veren evin bahçe duvarını yıkıyor. Bunun üzerine Hz Musa dayanamıyor:

- Bu insanlar bize ekmek verdi, yiyecek verdi. Görmüyor musun, bütün köyde başka hiç kimse vermedi yiyecek bize. Sen de onların bahçe duvarını yıktın, diyor.

Hz. Hızır da:

- Ben sana benimle yapamazsın, benim yaptıklarıma tahammül edemezsin demedim mi? İşte gördün halini, bu duvarı burada buluna bir hazinen üstüne yıktım. Toprak artık açılmaya başlamıştı, hazineyi başkaları da görebilirdi. Ama artık göremeyecekler, sadece bu evin sahibi görebilecek, diye cevap veriyor.

Bir süre gittikten sonra limana geliyorlar. Limandaki gemilerden yiyecek bir şeyler istiyorlar. Sadece bir gemi sahibi bunlara acıyor ve yiyecek bir şeyler veriyor. Oturup karınlarını doyururlar. Ondan sonra da bizim Hz Hızır, gidip geminin bordosunu deliyor ve gemiyi karaya oturtuyor. Hz. Musa bu işe fena halde içerliyor:

- Yahu, diyor, bu yaptığın yakışır mı? Bu adam bize ekmek verdi, sen adamın gemisini mahvettin. Gidebilecek hali yok artık, karaya oturdu.

Hz Hızır cevap veriyor:

- Tamam, bak şimdi neler olacak.

Öteki gemiler karşı sahile ulaşıyorlar. Ve karşı sahilde hepsi esir ediliyor. Herkes düşman askerlerinin gemilerine forsa oluyor. Ya da oradaki derebeyinin forsaları oluyorlar. Ama üçüncü olay bunlardan da beterdir. Çünkü Hz. Hızır bir pınardan su içen genç bir delikanlıyı, suyunu içtikten sonra öldürüyor, sevgili kardeşlerim. Ve bunun üzerine Hz. Musa dayanamıyor:

- Sen adam öldürdün, artık bu kadarı fazla, diye haykırıyor.

Hz. Hızır:

- Tamam, diyor, ben sana demedim mi, sen benimle yapamazsın diye? Bu delikanlı eğer yaşasaydı anne babasını öldürecekti. Bizim ondan evvel onu öldürmemiz gerekiyordu.

İşte sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’dan gelen vahyin özel ellerde başkalarının anlamayacağı standartlarda oluşması söz konusudur. Hz. Hızır, defaatle Allahû Tealâ’yı görmüştür. Hz. Musa baş gözüyle görmek istediği için görememiştir. Öyleyse baş gözüyle Allahû Tealâ görülemez. Allahû Tealâ Kaf Suresinin 37. âyet-i kerimesinde diyor ki:

50/KAF-37: İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun.

Muhakkak ki bunda kalpleri olan ve ilka edilenleri işitebilen ve (kalp gözleri ile Allah’a) şahit olan kişiler için mutlaka ibret vardır.


Allahû Tealâ diyor ki: “Muhakkak ki bunda bir zikir vardır, ibret vardır. Kalplerine ilka edilen ve şahit olan, Allah’a şahit olanlar için bir ibret vardır. Muhakkak ki bunda mutlak olarak ibret vardır.” “O kişiler ki kalbine ilka edilen ve ilka nedeniyle onlar, Allah’a şahit olmuşlardır.” diyor. Kalplerini Allah’ın ilim ilka ettiği, ilmin ötesini ilka ettiği, ulaştırdığı irfan ulaştırdığı kişiler ve kalp gözlerini açtığı kişiler. Üstelik de bu insanlar öyleler ki Allah’ı görüyorlar. Allah’ın Zat’ına şahit oluyorlar (Kaf-37).

Yûnus Suresinin 26. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır (Yûnus-25 ile beraber söylersek mânâsına daha iyi varabiliriz):

10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).

Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.

10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).

Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.


Allahû Tealâ diyor ki: “Allah selâm yurduna davet eder. Ve kimi o selâm yurduna, yani teslim yurduna ulaştırmayı dilerse onları, Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”

Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yol olduğuna göre demek ki buradaki selâm kelimesi, selâm yurdu (teslim yurdu) Allah’ın Zat’ı anlamına geliyor. Sıratı Mustakîm’in Allah’a ulaştırdığını nereden biliyoruz? Bir defa Allahû Tealâ Sıratı Mustakîm için: “Allah’a istikametlenen yol.” diyor. “Sıratı İleyye Mustakîm; Bana istikametlenen yol.” diyor.

15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).

Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”


Öbür taraftan Nisâ-175’te Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).

Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).


“Kim Allah’a ulaşmayı ve O’na sarılmayı, Allah’ın Zat’ında ruhunu yok etmeyi, Allah’ın Zat’ında ifna olmayı dilerse Allah, onları rahmetinin ve fazlının içine koyar ve onları kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”

Görüyoruz ki Sıratı Mustakîm, Allah’ın Zat’ına ulaştıran yoldur. Burada da Allahû Tealâ: “Allah, onları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” diyor, ondan sonra bunu söylüyor: “Onlar için ahsen-ül hüsna vardır; güzellerin en güzeli olan Allah’ın Zat’ı vardır ve ziyadesi.” Buradaki “Allah’ın Zat’ı vardır” dan murat; kişinin ruhunun Allah’ın Zat’ına ulaşmasıdır. “Ziyadesi” ifadesinden ise sonunda iradesini de teslim ederek Allah’ın Zat’ını görür, mânâsı çıkmaktadır. Öyleyse Allahû Tealâ’nın dizaynı açıktır. Zuhruf Suresinin 86. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

43/ZUHRÛF-86: Ve lâ yemlikullezîne yed’ûne min dûnihiş şefâte illâ men şehide bil hakkı ve hum ya’lemûn(ya’lemûne).

Ve onların, O’ndan (Allah’tan) başka taptıkları şeyler şefaate malik değildir. Hakk’a şahit olanlar hariç ve onlar (Hakk’ı) bilirler.

               
Allahû Tealâ diyor ki: “Allah’tan başka çağırdıkları şefaat edemezler. Ancak Hakk’a şahadet eden, Hakk’ı gören kişi, kişiler müstesna ve onlar bilirler.” Neyi bilirler? 7 tane yer katını bilirler. Neyi bilirler?  7 tane gök katını bilirler. Bunları size defaatle anlattık. Yer katları 7 tane cehennem, gök katları 7 tane gök katı, 7. gök katının 7 tane âlemi, Sidretül Münteha, Allah’ın Zat’ı. Burada Allahû Tealâ Zuhruf Suresinin 86. âyet-i kerimesinde açık ve kesin bir şekilde: “Hakk’a şahadet eden, Allah’ın Zat’ını gören, Allah’ın Zat’ına şahadet edenler, şefaat edebilir.” diyor. Burada bunların kim olduğunu inceliyoruz. Bakıyoruz ki şefaat müessesesi Mu’min-7’ de açık bir şekilde ifade edilmiş:

40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).

Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve Senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından koru!”


“Arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişi (devrin imamı) devamlı Allah’ı tespih ederek Allah’tan talepte bulunurlar, Allah’tan duada bulunurlar: ‘Ya Rabbi! Kim tövbe eder de Senin yoluna girerse sen onlara mağfiret eyle (onların günahlarını sevaba çevir). Ve kim böyle olur da Senin yoluna girip mü’min olursa Sen onların günahlarını sevaba çevir.”

Allahû Tealâ burada kişinin mürşidine ulaştığı noktayı da söylüyor: “Ve onlara mağfiret eyle,” diyor, “Onların günahlarını sevaba çevir.” İşte burada arşı tutan meleklerle onların etrafındaki kişi (devrin imamı)… Burada da Hakk’a şahadet edenler, demiyor da “eden kişi” diyor. Fakat  “onlar” deyince burada arşı tutan meleklerin de var olduğunu görüyoruz. Allahû Tealâ Mu’minin Suresinin 7. âyet-i kerimesinde arşı tutan meleklerden ve devrin imamından bahsediyor. Onlar arş-ı âla’da Allah’ın Zat’ına şahadet edenlerdir.

Öyleyse sevgili kardeşlerim  can dostlarım, gönül dostlarım! Eğer size derlerse ki: “Allah’ın Zat’ı görülmez ancak cennette görülür.” Onlara deyin ki: “Siz biraz Kur’ân-ı Kerim’i okuyun ve Kur’ân-ı Kerim’i öğrenin. Sizin ilim öğrendiğinizi zannettiğiniz kitaplar size ilmi vermemiş. Siz baştan aşağıya yanlışlarla dizili bir inanç biçiminin sahibisiniz. Ve Kur’ân’a her açıdan ters düşüyorsunuz. İşte sözlerinizden birisi de ‘Allah bu dünyadayken görülmez, Allah cennette görülür’ ifadesi. Yanlış bilginiz. Allah bu dünyadayken de görülür. Kaç tane âyeti kerime söyledik bu konuda, sevgili kardeşlerim.

1- Bakara-140
2- En’âm-103      
3- En’âm-104
4- Fussilet-53
5- Kaf-37
6- Yunus 25-26
7- Zuhruf- 86    

Bu kadar âyet, bunların her biri Allahû Tealâ’nın bu dünya hayatını yaşarken görüleceğini ifade etmektedir. Kalp gözüyle tabii. Sevgili kardeşlerim! Baş gözüyle de görülebileceğini ifade ediyor; fakat o fizik vücudumuzun baş gözüyle değil; ruhun baş gözüyle. Peygamber Efendimiz (S.A.V) orada Allahû Tealâ’yı baş gözüyle görüyor ve kalbi gördüklerini tekzib etmiyor; nefsinin kalbi. Buradan kesin olarak anlıyoruz ki Peygamber Efendimiz (S.A.V), fizik vücut tayyi mekânı yapmıştır. Zaten gidiş gelişi birkaç dakikalık bir olay. Allah’ın katında oradaki 1 gün, buradaki 1000 yıla eşit olduğu için orada geçen zaman parçası çok hızlı bir şekilde geçiyor. Ve birçok şeyi konuşmalarına, zaman azalıyor. Hâlbuki birkaç saniye içinde oluyor konuşma. Döndüğü zaman Hz Ayşe’nin söylediği şey: “O birkaç saniye, belki 1 dakika yok oldu. Ama sonra yine buradaydı.” diyor. İşaretler böyle geliyor.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım gönül dostlarım! Dîn adına ahkâm kesenlere “Kur’ân’ı biliyor musunuz?” diye sorun. Onların hiç birisine okullarındayken Kur’ân öğretilmedi. Ne lisedeyken, imam hatip lisesindeyken, ne üniversitelerinin herhangi birisinde hiç birisine Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri öğretilmedi. Baştan sona kadar Kur’ân’ın mânâsını teker teker anlatacak olan hiç kimseden ders almadılar. Yani Allah’tan bu ilmi öğrenen hiç kimseden ders almadılar. Şimdi zamanı gelmiştir. Şimdi bizden ders alacaklar. Allah’ın bize gösterdiklerini, bu âyetlerin her birisi ispat ediyor. Eğer bize soruyorlarsa, “Allah’ın Zat’ını gördünüz mü?” diye biz göğsümüzü gere gere deriz ki: “Evet. Allah bize Zat’ını gösterdi.

Sevgili kardeşlerim! İnanmayana söyleyecek sözümüz yok. Bizim sözümüz Kur’ân’a inananlaradır. Yüce Rabbimizin hepinize hem cennet saadetini hem de dünya saadetini vermesini, şu dünyada da sizi en üstün mertebelere Allahû Tealâ’nın ulaştırmasını dileyerek konumuzu inşaallah burada tamamlıyoruz.

İmam İskender Ali M İ H R