}
Kağıttan Kaleler 24.05.2005
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 109403

SOHBETİN ADI: KÂĞITTAN KALELER
TARİHİ: 24.05.2005

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili izleyenler, dinleyenler, sevgili öğrenciler ve de sevgili dîn öğreticileri! Sizler dîn öğreticileri olarak vazifenizi yaptığınız kanısındasınız. Size öğretilen, asırlardan beri gelmiş geleneksel bir dîn ilmi var. Siz de o öğrendiğiniz ilmi başkalarına öğretmek için öğrendiniz. Müfredat programınızda ne varsa onları öğrendiniz ve öğreteceksiniz. Ve inanıyorsunuz ki; o öğrendiğiniz ilimle sizler de dîn öğrettiğiniz o milyonlarca insan da cennete gireceksiniz. Ve de sizin söylediklerinizden farklı şeyler Allahû Tealâ bize öğrettiği için biz de O’nun öğrettiği o hakikatleri, Kur’ân hakikatlerini insanlara öğrettiğimiz için bizimle çok iyi bir ilişki içerisinde değilsiniz. Daha ötesi, bizim öğrettiğimiz ilmin sizinkine uymaması açısından yanlış olduğunu da düşünüyorsunuz. Bizim kendimize göre yorumlar yaptığımızı düşünüyorsunuz. En ufak bir ihtimal bile vermiyorsunuz ki; ya bunlar bize Allah’ın öğrettiği hakikatlerse?

Her biriniz o öğrendiğiniz geleneksel dîn öğrenimiyle, kendinizi sağlam kaleler olarak görüyorsunuz. Ve her yaptığınız toplantıda, hâlâ tavrınızdan, konuşma stilinizden böyle olduğu intibaı her gün güçleniyor. Ama Allahû Tealâ sizler için “Kâğıttan kaleler” diyor. Bu konuşmanın adı zaten o, Allah’ın bize sizler için söylediği “Kâğıttan kaleler.” Hepiniz gerçekten birer kalesiniz. Ama kâğıttan bir kale sevgili kardeşlerim! Ve bir gün Allah’ın rahmeti o kalelerin üzerine yağacak ve ıslanacak kâğıtlar. O zaman kale olmanın bir anlamı kalmayacak. O kâğıttan kaleleri gerçek kaleler olarak değerlendirenler, öyle olduğunu zanneden sizler, hakikatleri öğrendiğiniz gün ne kadar büyük bir hüzne kapılacaksınız biliyor musunuz sevgili kardeşlerim?   O öğrendiğiniz, sizi kurtarması mümkün olmayan yanlış ilmin ışığı altında değil, karanlığı altında hepiniz bir kale gibi konuşuyorsunuz toplantılarda. Hepiniz öğrendiğiniz, insanlar tarafından size öğretilmiş olan birçok kavramı, bir öğretiyi en iyi şekilde biliyorsunuz. Ama Allahû Tealâ’nın sizler için söylediği bir ifadeyi de yerli yerine oturtmak durumundasınız. Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar ki hevalarını kendilerine ilâh edinmişlerdir.” Hevanız; sizlerin ilmî seviyesi. Onunla gurur duyuyorsunuz, onunla başkalarına hitap ediyorsunuz. Ama Allahû Tealâ diyor ki Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde:

45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?


“Onlar hevalarını kendilerine ilâh edinmişlerdir. (Buna ilim gururu da diyebiliriz.) Allah onları ilimleri üzere dalâlette bırakmıştır.” diyor Allahû Tealâ.

Sevgili kardeşlerim! Dîn öğretisi büyük bir sorumluluktur. Çünkü insanların cennete girmeleri veya cehenneme girmeleri, dîn adamlarının onlara olan öğretileriyle şekillenir. Sizler onlara, sizden ilim öğrenmek üzere size gelenlere; üniversitelere gelen öğrencilere, camilere gelen halka ilim öğretiyorsunuz. Ama öğrendiğiniz ilim ne sizleri kurtarabilir ne de o ilim öğrettiğiniz insanları.

Hâlâ farkında değil misiniz sevgili kardeşlerim, hepiniz cehenneme doğru yol alıyorsunuz. Peşin hükümlerle hareket ediyorsunuz. Söylediklerimizi, sizlere gönderdiğimiz ihtarları, bir kısmınız okumadan yakıyor. Gizli bir korku var içinizde. İşitmek istemiyorsunuz hakikatleri. Ama Allahû Tealâ’nın bize söylediği şey, önemli bir kısmınız ihtarları okudunuz ve onların hepsinin doğru olduğunu, Kur’ân’a tam olarak uyduğunu, Kur’ân’ın ta kendisi olan bir hüviyeti üzerlerinde taşıdıklarını tespit ettiniz. İşte aranızda kurtuluşa ulaşacak olanlar sadece onlardır. Okumak zahmetine katlanan, ondan sonra doğruları gördükçe gözleri büyüyen, buna inanmak istemeyen ama konuları derinleştirdikçe bütün muhtevayı okuduğunuz zaman her söylenilenin mutlak olarak yerine cuk oturduğunu ve mozaiğin bütün karelerinin tamamlandığını gördüler. Bu sözlerim onlara değildir. O dîn adamlarına hürmetle, sevgiyle ve tebrikle yaklaşırız. Onları bağrımıza basarız. Onlar sizlerin arasındaki kâğıttan olmayan kalelerdir. Onlar rahmetle kalelik hüviyetini kaybetmezler, onlar rahmetle; Allah’ın rahmetiyle gerçek anlamda hedeflerine yürürler. O hedef kendilerini ve insanları kurtuluşa, cehennemden cennete ulaştırmaktır. Bu dünyada da nefsinin zebunu olmaktan kurtarıp ruhunun hâkimiyetine ulaştırmaktır.

Şimdi siz sevgili kardeşlerim, sizlere gönderdiğimiz ihtarları okumak zahmetine katlanmayan, onları yırtan, onları yakan siz sevgili kardeşlerim, sevgili dîn adamları! Allahû Tealâ sizlere “Kâğıttan kaleler” diyor. Sizler, şu televizyonları aralarında parselleyenler, toplantılar yapıp ahkâm kesenler, Mehdi Resûl hakkında ileri geri konuşanlar, sizler sevgili kardeşlerim, ne halde olduğunuzu hâlâ fark etmiyor musunuz? Daha Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a yönelmek diye; Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir kavram olduğunun bile farkında değilsiniz. Zaten farkında olmadığınız zaman olay bitmiştir. Cehennemden kurtuluşunuz hiçbir zaman söz konusu olmaz. Bu dünyada da mutlu olmanız hiçbir zaman mümkün değildir. İşte o konuşmalarınızda olduğu gibi birbirlerinize karşı kızarsınız, öfkelenirsiniz ve muhakkak sizin dediğinizin doğru olduğunu onlara ispat etmeye çalışırsınız. Ne yazar ki sevgili kardeşlerim? Evvelâ siz cehenneme gittikten sonra, sonra o dîn öğrettiğiniz insanlar sizinle birlikte cehenneme vardıkları zaman neler olacağını söylüyor Allahû Tealâ. Onlar size çatacaklar orada: “Siz bize dîn öğrettiniz ve öğrettiğiniz o dînle bizi bu cehenneme gönderdiniz. Ve bizim Resûl’e tâbî olmamıza mâni oldunuz.” demeyecekler mi zannediyorsunuz? Kur’ân-ı Kerim bunları açık açık yazmıyor mu; cehennemde o insanların neler söyleyeceğini?

Sevgili kardeşlerim! Bu tabiri dikkatle yerli yerine oturtun. Allahû Tealâ’nın sizin için kullandığı ve size bu konuşmamızda açıklamamızı emrettiği şey, sizlerin Allah’ın katındaki isminiz: Kâğıttan kaleler. Şu kendinden emin, bütün konuştuklarının doğru olduğu kanısında olan, ahkâm kesen sizler. Evvelâ Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir kavramdan haberdar olmamanız tek başına bir büyük talihsizliktir sizler için.

Biliyor musunuz sevgili dîn adamları, siz Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Hatta birçoğunuz, insan ruhunun ölmeden evvel vücuttan ayrılmasına da inanmıyor. “Allah’a ulaşması ne kelime, Çoğunuz, “Ruhunuz vücudunuzdan ayrıldığı zaman ölürsünüz. Çünkü ruh insana hayat verir.” diyorsunuz. Yanlışınız bir değil ki. Her öğrendiğiniz şey yanlış sevgili kardeşlerim! Hangi açıdan yanlış? Sadece sizleri cehennemden kurtaracak olan bir öğretiden bahsediyoruz. Sizleri Allah’ın cennetine alacak olan, Kur’ân’ın temel öğretisinden, omurgasından bahsediyoruz. Sizler öğrendiğiniz öğretide Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir kavramı hiç duymadınız. Allah’a yönelmek diye bir kavramı hiç duymadınız. Munîb olmak ve âmenû olmak şeklinde ifade edilen iki ayrı hüviyeti var. Ve mutlaka takva kelimesiyle kenetleniyor.

Şimdi Allah’a ulaşmayı dilemek kavramından haberdar olmayan sizler, bu durumda şirkte değil misiniz sevgili kardeşlerim? Allah’a ruhunuzu ölmeden evvel ulaştırmayı dilemiyorsunuz. Evvelâ bu yönelmek müessesesi, Allah’a ulaşmayı dilemek anlamına gelir. Çünkü Allahû Tealâ yönelenleri mutlaka Kendisine ulaştıracağını söylüyor.

Şimdi sizi tahlil ediyoruz.

1. sual: Şirkte misiniz, değil misiniz sevgili kâğıttan kaleler? Takva sahibi misiniz, değil misiniz?

Rûm Suresi 31. âyet-i kerime:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


“O’na (Allah’a) yönel; Allah’a ulaşmayı dile. Ve O’na karşı, Allah’a karşı takva sahibi ol. Namaz kıl ve müşriklerden olma.”

“O müşriklerden olma ki” diye devam ediyor 32. âyet-i kerime: “Onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır. Ayrı ayrı hizipler oluşturmuşlardır. Her hizip kendi elindekiyle ferahlanır.”

30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).

(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.


Tam 72 tane hizip, 72 tane fırka ve bu fırkaların her biri Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanlardan oluşuyor. Ama her birinin içinde Allah’a ulaşmayı dileyen, Allah’a yönelen, bu sebeple takva sahibi olan ve bu sebeple şirkten kurtulan insanlar var.

Öyleyse kim Allah’a yönelmezse, Allah’a ulaşmayı dilemezse, o kişi takva sahibi değildir ve de şirktedir. Şimdi kendilerini dînin kaleleri olarak telâkki edenler, siz Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir kavramın varlığından dahi haberdar değilsiniz. Bunu bizim bir uydurmamız zannediyorsunuz ve âyetleri incelemek gereğini de duymuyorsunuz.

Allah’a yönelmenin bir insanı nereye ulaştıracağı konusuna gelin beraberce bakalım. Ne diyor Allahû Tealâ? Bu, Allah’a yönelme müessesesinin Şûrâ-13’te bir ifadesi var: Allahû Tealâ diyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): Allah dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a yönelirse, munîb olursa, Allah onları Kendisine ulaştırır.”

Demek ki munîb olmak, Allah’a ulaşmayı dilemek. Ve sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’a yönelenler, Allah’a munîb olanlar Allah’ın Zat’ına ulaştırılır. Hem de mutlaka ulaştırılır.

Siz insanların asırlardan beri Kur’ân âyetleri konusundaki yaptıkları açıklamaları, her Kur’ân âyeti hakkındaki verdikleri mealleri doğru zannedenlersiniz. Oysaki onlar hidayeti bilmiyorlar. Siz de bilmiyorsunuz. Hidayetin doğru yol olduğunu söylüyorsunuz. Hidayet yol değildir. Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır.

Şimdi neyi gördük? Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin, munîb olan kişinin Allah’a ulaşacağını gördük. Allah tarafından Kendisine ulaştırılacağını gördük. Ve de munîb olmayan, Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin Allah’a karşı takva sahibi olmadığını gördük ve şirkte olduğunu gördük.

Şimdi siz muhterem kâğıttan kaleler! Şirkte değil misiniz? Takva sahibi olduğunuzu iddia edebilir misiniz? Allahû Tealâ diyor ki; Yûnus  Suresinin 7 ve 8. âyetlerinden bahsedelim evvelâ:   

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.


“Onlar Bize mülâki olmayı yani ruhlarını ölmeden önce Bize ulaştırmayı kesin şekilde, muhakkak surette dilemezler. Onlar dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla mutmain olurlar, tatmin olurlar, doyuma ulaşırlar. Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor Allahû Tealâ.

Siz Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Allah’ın âyetlerinden gâfil değil misiniz? O zaman bu nasıl bir kale olmaktır ki; Allah’ın âyetlerinden gâfil olan bir insanın bir kale hüviyetinde ortaya çıkıp burnundan kıl aldırmayan pozlarda herkese kafa tutması, herkese dînini öğretmesi. Allah’ın âyetlerinden gâfil değil misiniz; Allah’a ulaşmayı dilemediğinize göre, hatta böyle bir kavramın var olduğuna ihtimal bile vermediğinize göre? Yeter mi? Yetmez.

Allahû Tealâ diyor ki:  

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


“Onların gidecekleri yer kazandıkları dereceler itibariyle ateştir, cehennemdir.”

Öyleyse bu kadar dîn adamlığı vasfınıza, elinizdeki bu kadar diplomalara rağmen gideceğiniz yer cehennem değil mi sevgili kardeşlerim? Nasıl oluyor da bu ikazlarımız size hiçbir tesir icra etmiyor. O eksik öğretimin sahibi olan, hidayetin ne olduğunu bilmeyen, Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında yaşanan dîni unutan dîn adamlarının size bıraktığı mirası doğru mu zannediyorsunuz? Ona dayalı olarak, Allahû Tealâ’nın bize öğrettiği mealleri siz yanlış olarak değerlendiriyorsunuz. Bizim yanlış söylediğimizi halka ilan ediyorsunuz. Ama aslında onların söylediklerinin yanlış olduğunu, bu anlattıklarımızdan çıkartamıyor musunuz? Siz hidayetin ne olduğunu unutmuşsunuz. “Hidayet doğru yoldur.” diyorsunuz. Bakınız Allahû Tealâ ne diyor:

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).

Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).


“İnnel hudâ hudallâh.”

inne: muhakkak ki
el hudâ: hidayet
hudallâh: Allah’a ulaşmaktır.

Allahû Tealâ hidayetten bahsediyor.

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).

Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.


“İnne hudallâhi huvel hudâ.” diyor Bakara-120’de.

inne: muhakkak ki
hudallâh: Allah’a ulaşmak
huve: işte o
el hudâ: hidayettir.

Allahû Tealâ buyuruyor:

18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).

Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.


men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi: kim Allah’a ulaşırsa, o zaman o kişi hidayete ermiştir.
Öyleyse hidayet hakkında bildikleriniz yanlış değil mi? Yeter mi? Hayır, yetmez. Bu Allah’ın âyetlerinden gâfil olmanız, gideceğiniz yerin cehennem olması da yetmez. Allah’a ulaşmayı dilemediğiniz sürece siz kâğıttan kaleler; Allah’ın kulu değilsiniz, şeytanın kulusunuz. Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.

Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!


Sahâbeden bahsediyor: “Onlar taguta, insan ve cin şeytanlara yani kısaca şeytana kul olmaktan içtinap ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar.”

Ne yapmışlar? Allah’a yönelmişler, Allah’a ulaşmayı dilemişler. Bu sebeple şeytana kul olmaktan kurtulmuşlar. “Onlara müjdeler vardır. Kullarımı müjdele.” diyor Allahû Tealâ. Şeytana kul iken Allah’a kul olmuşlar, Allah’a ulaşmayı dileyerek.

Sevgili kardeşlerim! Sizler, insanlara dîn öğretmek mevkiinde olanlar, hep bize o sözü hatırlatıyorsunuz:“Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, kaldı ki gayrıya himmet ede.”

Himmet, Allah’ın yardımını celbetmek.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, sevgili dîn öğreticileri! Ne zaman ateşe çağıran imamlar olmaktan kurtulacaksınız? Ne zaman Allah’a çağıran imamlar olacaksınız? Biliyorsunuz, Allahû Tealâ Kur’ân’da “ateşe çağıran imamlar” diyor. Sizler Allah’ın unutulmuş olan İslâm’ı bizim ağzımızdan bütün dünyaya yaymasına en büyük engelsiniz şu anda. Farkında değil misiniz? Sizlere ihtarlar gönderiyoruz, okumadan çöp sepetine atıyorsunuz, yırtıyorsunuz. Hamdolsun ki okuyanlarınız, onların doğruluğunu kesin olarak tespit etmiş durumdalar.

Şimdi bu televizyonlarda bu kadar ahkâm kesmenize karşılık, durumunuzu idrak edebiliyor musunuz sevgili dîn öğreticileri? İslâm’ın 7 safhasından haberdar değilsiniz.

Allah’a ulaşmayı dilemek; 1. safha. Ve Allah’a ulaşmayı dilemediğiniz için aynı zamanda gördünüz ki küfürdesiniz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkesin küfürde olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde diyor ki:

34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).

Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.


“Şeytan insanlara olan vaadini kıyâmet günü yerine getirdi. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç geri kalan bütün fırkalar şeytana kul oldular.”

Mü’minleri oluşturan o tek fırka Allah’a ulaşmayı dileyenler. Tıpkı Rûm Suresinin 31 ve 32. âyetleri gibi. Dilemeyenlerin hepsi şeytana kul olanlar, yani cehenneme gidenler. Yani birinciler mü’min olduğuna göre ikinciler açık bir şekilde kâfirler.

Öyleyse biliyorum ki bu söylediklerimizin hiç birini kabul etmeyeceksiniz. “Biz kâfir değiliz.” diyeceksiniz. “Biz hidayetteyiz.” diyeceksiniz. Ama Allahû Tealâ sizin dalâlette olduğunuzu söylüyor Ra’d Suresinin 27. âyet-i kerimesinde.  

13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).

Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”


Diyor ki: “Allah dilediğini dalâlette bırakır.” Zaten bütün insanlar dalâlettedir. Bütün insanları dalâlette bırakır. Onlarla ilgilenmez. “Ama onlardan kim Allah’a yönelirse, Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onları Kendisine ulaştırır yani hidayete erdirir.”

Öyleyse siz kendinize neyi yakıştırırsanız yakıştırın ama dalâlettesiniz. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilemek kavramından haberdar değilsiniz ve tabiî bu böyle olduğu için de ne siz diliyorsunuz ne de dîn öğrettiğiniz insanlara bunları öğretebiliyorsunuz. Peki, bu kadar insanın vebalini almaktan korkmuyor musunuz? Siz Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz. Ama onların da Allah’a ulaşmayı dilemelerine methaldar olmadığınıza göre, o konuda onları teşvik etmediğinize göre üstelik de size bizim hakkımızda sualler soranlara: “O mu? O, şeytandan vahiy alıyor. O yalan söylüyor. Onun bütün söyledikleri kendi uydurmasıdır.” demiyor musunuz sevgili kardeşlerim? Biz size şimdi şu anda bunları ispat etmedik mi ki siz bu kadar Kur’ân-ı Kerim’e göre kötü durumdasınız? Hâlâ nasıl oluyor da kendinizi bir kale olarak görüyorsunuz?

Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin durumunu gördünüz. Daha ilâvesi var. Allahû Tealâ: “Onlar hüsrandadırlar. Onların gidecekleri yer cehennemdir.” diyor. Zaten onu söyledik. Daha derinine girmeyelim, Allah’a ulaşmayı dilememe kavramının. Ama size kısaca İslâm’ın 7 safhasından bahsetmek istiyoruz:

Allah’a ulaşmayı dilemek 1. safhadır. Siz dilemiyorsunuz. 2., 3., 4., 5., 6., 7. safhaları yaşamayacaksınız tabiî. Ama bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile bütün sahâbe, üzerlerine farz olan İslâm’ın 7 safhasını da yaşadılar. Ve sizin bu 7 safhanın yedisinden de haberiniz yok.

Orada söyleşilerinizde, tartışmalarınızda bir kale gibi konuşmanız, başkalarına hadlerini bildirmeniz neye yarar ki sevgili kardeşlerim? Hâlâ anlamıyor musunuz? Onlar kendilerini kurtardılar.

Allah’a ulaşmayı dilemek farz mıdır? İşte Rûm-31:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.


munîbîne ileyhi vettekûhu: Allah’a yönel ve takva sahibi ol.

Emir mi? Emir. Farz mı? Farz. Peki, bütün sahâbe âmenû oldular mı, Allah’a ulaşmayı dilediler mi? Demin söyledik, Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesi. Bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler. Peki, size göre farz değil mi? Sevgili kâğıttan kaleler! Size göre farz değil mi? Bu üzerinize gelen bu açıklamalar Allah’ın rahmeti değil mi? Bu rahmet sizi ıslatmayacak mı? Islattığı zaman kâğıttan kaleleriniz ıslanıp kale olmaktan çıkmayacak mı? Benim sevgili kardeşlerim, kendinize yazık etmiyor musunuz?

3. basamakta Allah’a ulaşmayı dilerler insanlar. Ondan sonra Allah Rahmân esmasıyla onların üzerine tecelli eder. Ve onlara verdiği 7 tane furkanla onların bütün günahlarını örter. Bütün sahâbenin bütün günahları örtülmüş. Sonra da mürşidlerine ulaşmışlar ve tâbî olmuşlar. Şimdi size “Mürşidinize ulaşıp tâbî oldunuz mu?” desek bize gülersiniz. “Mürşid mi? O da ne? Mürşid olan biziz.” dersiniz. Oysaki irşad makamı Allah’ın tayiniyle gerçekleşir. Ve herkes mürşide ulaşmak mecburiyetindedir. Allahu Tealâ diyor ki Mâide-35’te:

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.


“Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler! Takva sahibi olun. Bir defa daha takva sahibi olun. İkinci takva. Ve Allah’a ulaştırmaya vesile olacak olanı, o kişiyi isteyin, ibtiga edin.” diyor. Kimden? Allah’tan isteyeceksiniz. İstediniz mi? Evvelâ mürşide inanıyor musunuz? Eğer inanmıyorsanız, bunun üzerinize farz olduğunu gördünüz. Ne yapacaksınız?
Bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmışlar mı? Kâinatın en büyük mürşidine, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ulaşmışlar ve tâbî olmuşlar. Olmuşlar mı? İşte Fetih Suresinin 10. âyet-i kerimesi:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).

Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).


“Habibim! Sana tâbî olmak Bize tâbî olmaktır. Orada sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” diyor Allahû Tealâ.

Bütün sahâbe, Allah’ın Resûl’üne tâbî olmuşlar. Siz tâbî oldunuz mu? Mürşide inanıyor musunuz evvelâ? Allahû Tealâ’nın kesin olarak söylediği ve sadece sırrını Kendisinde topladığı; “Alallâhi kasdus sebîli” demekle “Sebîllerin tayini Allah’a aittir.” diyor.

16/NAHL-9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).

Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.


Mürşidinizi kendiniz seçemezsiniz. Allah’ın seçtiğine ulaşmak mecburiyetindesiniz. Bunun için de hacet namazını kılıp Allah’tan soracaksınız.

Mürşide ulaşmak farz mıymış? Farzmış, sevgili kaleler! Bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmış mı? Hepsi ulaşmış. Öyleyse siz mürşide inanıyor musunuz? Mürşide ulaşmayı hiç düşündünüz mü? Allah’a ulaşmayı dilemediyseniz zaten bu size hiçbir zaman bir fayda sağlamaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen yani Allah’a: “Yarabbi! Senin bunca evliyan Sana ermişler. Ruhlarını Sana ölmeden evvel ulaştırmışlar. Beni de erdir. Beni de onlardan birisi yap. Benim de ruhum Sana ulaşsın.” diye kalbinizden bir talep Allah’a ulaşmadıkça Allah sizi hiçbir zaman mürşidinize ulaştırmaz. Sizin bir mürşidiniz oluşmaz. Eğer siz kendinizi mürşid zannediyorsanız, ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduğunuzu bu konuşmanın sonunda bir defa daha öğreneceksiniz.

İşte 2. safha; mürşide ulaşmak, 14. basamakta gerçekleşir. Ve mürşide ulaşır ulaşmaz Allah o kişinin başının üzerine devrin imamını gönderir. Ve kalbinin içine de îmânı yazar. Mücâdele Suresi 22. âyet-i kerime:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


“Onların başlarının üzerine Allah’ın katından ruh gönderilir. Onların kalplerinin içine îmân yazılır.”

Niye yazıyor? Çünkü o kişi zikir yapacak. Allah’ın zikrini yaptığı zaman da Allah’ın katından salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl isimli iki tane nur gelecek. Ve kalbe girecek bu nurlar. Allah’ın kalbe yazdığı îmân kelimesinin etrafında fazıllar toplanmaya başlayacak. Bu fazılların toplamı; nefsin kalbindeki nurların toplamı ilk %7’yi bulduğu zaman… Kişinin ruhu mürşidine ulaştığı gün vücudundan ayrılır çünkü devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine ulaşır; Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi gereğince.

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.


Ve ona vücudu terk etmesini, yevm’et telâkının; Allah’a mülâki olma gününün geldiğini emreder. Ruh vücuttan ayrılır, Allah’a doğru yola çıkar. Ve nefsin kalbinde %7 fazl biriktiği zaman o kişinin ruhu 1. gök katına ulaşır. Sonra 2. defa %7 nur birikimi; 2. kat. 3., 4., 5., 6., 7. katlar Allah’ın Zat’ına ulaşma. Kur’ân-ı Kerim tabirleriyle Nefsi- Emmare, Nefs-i Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye ve Tezkiye.

Nefsin kalbinin %51 nurla dolması nefsin tezkiyesidir. Burada ruh Allah’a ulaşır. Bu da söyledik ki “hidayete ermek” diyor. Hidayet kavramından haberiniz var mı sevgili kardeşlerim? Bu söylediklerimizle üzerinize Allah’ın rahmeti geldiği zaman, o kâğıttan kaleyi ıslattığı zaman geriye üzerinize çökmüş bir kâğıt, ıslak bir kâğıt parçası, sadece onunla kalacaksınız. O zaman çöken bir dîn bilgisinin altında ezileceksiniz. Hâlâ söylediklerimiz size bir mânâ ifade etmiyor mu? Allahû Tealâ bütün sahâbenin 7 tane kademeyi geçip hidayete erdiğini söylüyor. Zumer 18:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar sözü dinlerler. Sözün en güzeline tâbî olurlar. Onların hepsi hidayete erdiler.” diyor.

Demin, hidayetin insan ruhunun Allah’a ulaşması olduğunu söyledik üç âyet gereğince. Hâlâ hidayetin ne olduğunu anlamayacak mısınız? Hâlâ sözlerimiz Allah’ın sözleri olarak değerlendirilmeyecek mi?

Sevgili kardeşlerim! Düşünemiyor musunuz Arapça’yı doğru dürüst bilmeyen, Kur’ân-ı Kerim’i okumasını doğru dürüst bilmeyen bir insan size Kur’ân öğretiyor. Öğretmiyor muyum? Hanginiz bunu söyleyebilir? İzanla insafla bakın lütfen. Hanginiz söyleyebilirsiniz? Hanginiz biliyordunuz bunları? İçinizden bir kişi çıkıp da “Ben biliyordum” diyebilir mi? Hiç biriniz bilmiyordunuz. Hâlâ bilmiyorsunuz. O zaman kendinize yazık etmiyor musunuz? Ve iddia edebilir misiniz bana: “Biz ateşe çağıran imamlardan değiliz.” diye? Siz bizim bütün söylediklerimizin yanlış olduğunu insanlara telkin ediyorsunuz. Zaten konuşmalarınızda da belli değil mi?

Kimdir Mehdi? Kendisi hidayete ermiş ve hidayete erdiren değil mi? Öyleyse size göre hidayet neydi? Doğru yoldu. Nereye ulaştırıyor? Bir fikriniz yok. Doğru yol demekle İslâm’ın 5 şartını kastediyorsunuz. Hiç kimsenin İslâm’ın 5 şartıyla kurtuluşa ulaşması mümkün değil. Üstelik de hidayet doğru yol değil, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır.  

Yanlış dîn eğitiminizle bütün insanları cehenneme doğru sevk ettiğinizin farkında değil misiniz sevgili kardeşlerim? Bu sahâbenin yaşadığı hayat, onların hidayete ermeleri size bir şey ifade etmiyor mu?

Bundan sonraki kademe 25. basamakta fizik vücudu Allah’a teslim etmektir. Farz mı? Bakınız ne diyor Allahû Tealâ Yâsîn Suresinin 60 ve 61. âyet-i kerimelerinde?

36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).

Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.

36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).

Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.


“Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden ahd almadım mı,    şeytana kul olmayacaksınız diye? Çünkü şeytan size apaçık bir düşmandır. Ve Ben sizden Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı?” diyor.

Âdemoğulları, fizik vücutlarımız. Allahû Tealâ fizik vücutlarımızdan Allah’a teslim olacaklarına, Allah’a kul olacaklarına dair ahd almış.

Bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler mi? Demek ki fizik vücudumuzun Allah’a teslimi üzerimize farz; Allah, fizik vücutlarımızın Allah’a kul olmasını farz kıldığı cihetle. Ve bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. İşte âyet-i kerime: Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).

Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.


“O ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki Habibim: ‘Ben ve bana tâbî olanlar biz hepimiz fizik vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.”

Fizik vücudumuzu Allah’a teslim etmek farz mı? Farz. Bütün sahâbe teslim etmiş mi? Etmiş. Peki, bunlardan biz bunları anlatıncaya kadar sizin haberiniz var mıydı? Eğer varsa neden hiçbir ders kitabınızda, hiçbir öğreti biçiminizde bunların hiçbirisi yoktu. Hâlâ yok. Ve hâlâ siz bu konuda hiçbir şey söyleyebilecek durumda da değilsiniz. Bu ilmin sahibi değilsiniz. Öyle değil mi sevgili kardeşlerim? Bize kızmakla, bizi küçük düşürmeye çalışmakla, sahtekârlıkla itham etmekle ne kadar çok şeyleri kaybettiğiniz, ne kadar çok Allah’ın nazarında küçüldüğünüzün farkında değil misiniz?

Hâlâ inanmıyor musunuz bizim Allah’ın Resûl’ü olduğumuza? Bu Arapça’yı doğru dürüst bilemeyen, bu hiçbir dîn kültürü almamış olan adam, bu kadar ilmi nereden biliyor, nereden alıyor? Hiç düşünemiyor musunuz? Size hidayeti öğreten biz değil miyiz? İkinci bir kişi gösterebilir misiniz; şu dünya üzerinde size hidayeti öğretebilecek olan ikinci bir kişi gösterebilir misiniz bize? Dîn adamı olarak geçinenlerin hepsini bir süzgeçten geçirin bakalım. Karşılaştığınız şey sadece hüsran olacaktır. Hiçbirisinin, sizler de tabiî buna dâhilsiniz, ne hidayetten yani hidayetin Kur’ân’daki anlamının ne olduğundan ne İslâm’ın 7 safhasından ne de sahâbe ile Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu 7 safhanın yedisini de yaşamış olduğundan haberiniz yok. Öyle değil mi sevgili kardeşlerim? Olsaydı siz de yaşamak istemez miydiniz?    

Sonrası? Sonrası, nefsimizin Allah’a teslimi. Mutlaka daimî zikre ulaşıp ulûl’elbab olmamız lâzım. Ulûl’elbab daimî zikrin sahiplerinin adı.

“li ûlil elbâb. Yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim.” Allahû Tealâ bunu söylüyor Âli İmrân Suresinin 190 ve 191. âyetlerinde.   
 

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


“Ulûl’elbab için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de Allah’ı zikretmesi söz konusudur. Onlar Allah’ı zikrederler.” diyor. Daimî zikrin sahipleri. Çünkü bir insan üç halde bulunabilir.   

Ulûl’elbab olmak üzerimize farz mı? Nisâ-103’te Allahû Tealâ diyor ki:

4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).

Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.


“Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” diyor. Farz. Ulûl’elbab olmak, daimî zikrin sahibi olmak.

Peki bütün sahâbe ulûl’elbab olmuşlar mı? Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).

Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).


“Onlar sözü dinlerler. Sözün ahsen olanına itaat ederler. Ve onlar hidayete erdiler.” dedikten sonra “Onlar ulûl’elbab oldular.” diyor Allahû Tealâ.

Bütün sahâbe daimî zikrin sahibi olmuşlar, ulûl’elbab olmuşlar. Burası daimî zikir. Daimî zikre ulaşan kişinin;

1. özelliği: Daimî zikrin sahibi olmak.
2. özelliği: Kalplerinde hiç afet kalmamak daimî zikir sebebiyle.
3. özelliği: Kalp gözünün açılmış olması.
4. özelliği: Kalp kulağının açılmış olması.

İşte şu anda sizin karşınızda kalp gözü ve kalp kulağı açık olan birisi var.

Ve bu 4 tane özellik, onların Allah ile tezekkür etmesini sağlıyor. Her an her konuyu konuşabilmesini. Ondan sonra devamlı zikrettikleri için devamlı derecat kazandıkları için hayır sahibi olmasını sağlıyor. Ve bütün bunların ötesinde onların hikmet sahibi olmasını sağlıyor.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili dîn adamları, sevgili kâğıttan kaleler! Bütün sahâbe daimî zikrin de sahibi olmuşlar. Siz daimî zikrin sahibi misiniz?

Bütün sahâbe muhlis de olmuşlar. Farz mı? Beyyine-5’te Allahû Tealâ diyor ki:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).

Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.


ve mâ umirû illâ li ya’budullâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: onlar emrolunmadılar. Allah’a kalpleri muhlis olmuş, kalpleri halis olmuş kullar olmakla emrolundular ve bunu hanifler olarak yapmakla emrolundular.

Bakara Suresinin 139. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).

De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”


“Onlara deyin ki: ‘Allah sizin de Rabbiniz, bizim de Rabbimiz. Ama biz Allah’a muhlis olanlarız.”

“nahnu lehu muhlisûn.”

Bütün sahâbe muhlis de olmuşlar. Yani yerlerin melekûtunu ulûl’elbab makamında gördükten sonra göklerin melekûtunu da ihlâs makamında görmüşler.

Ve bu konunun sonunda iradenin teslimine girilir. İrade teslimiyse Allahû Tealâ’nın kişiyi irşad makamına tayin etmesiyle noktalanır. Onlar bihakkın takvanın sahipleridir. Bihakkın takva, hakka tukatihi takva üzerimize farz mı? Âli İmrân Suresinin 102. âyet-i kerimesinde diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).

Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!


“Onlar nasıl hakka tukatihi takvanın, bihakkın takvasının, mürşid olma takvasının sahibi olmuşlarsa siz de onlar gibi olun. Bihakkın takvanın sahibi olun. İrşad makamının sahibi olun.”

Ve bütün sahâbenin irşad makamının sahibi kılındıklarını görüyoruz Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).

O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.


“O sabikûn-el evvelîn var ya! Onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.”

İşte tâbiîn; ister ensar olsun ister muhacirîn, sahâbeye tâbî olmuşlar. Siz de gerçekten sahâbe gibi irşad makamının sahibi misiniz sevgili dîn öğreticileri? Acaba bu kadar yeter mi?

İslâm’ın 7 safhasının yedisini de bilmiyordunuz. Şimdi de öğrendiğinizden emin değiliz. Ama sevgili kardeşlerim, şu yüreğimizin sizler için çarptığını bilmelisiniz. Hepinizin kurtuluşu, bizi her biriniz için ayrı bir mutluluğa ulaştıracaktır. Biz sizin karşınızda değiliz, siz bizim karşımızdasınız. Bize düşmanca davranıyorsunuz ama bizim size bir düşmanlık ettiğimizi gördünüz mü bugüne kadar? Sadece bilmediğinizi söylüyoruz. Söylemezsek hiçbir zaman öğrenemeyeceğiniz için.

Sevgili kardeşlerim, sevgili dîn öğreticileri, sevgili kâğıttan kaleler! Tekrar tekrar söylüyorum, Allahû Tealâ sizin için bu ismi kullanmamızı istedi ve bu sohbeti bu standartlar içinde gerçekleştirdi bize. O gerçekleştirdi. Bizi söyleten her zaman O’dur.

Öyleyse neye yarar kale olmanız, neye yarar o yaptığınız toplantılarda söylediğiniz yanlışları birbirinizi ezerek söylemeniz? Neye yarar “Mehdi yoktur” demeniz, “Mehdi gelmeyecektir” demeniz, Allah’ın Resûl’ünü yok saymanız, neye yarar? Allah’ın bu gerçeklerini yok edebilir misiniz dilinizle? Allahû Tealâ’nın sözünü bilmiyor musunuz? “İnsanlar Allah’ın nurunu söndürmek isteseler bile Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.” diyor.

61/SAFF-8: Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).

Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlayacak olandır.


Kimliğimiz hakkında hâlâ bir yargıya varamadınız mı sevgili dîn adamları? Şu öğrendiğiniz dînle sahâbenin yaşadığı İslâm’ın 7 safhasını bir karşılaştırın bakalım, siz yolun neresindesiniz? Allah’a ulaşmayı dilemek kavramını bile doğru dürüst yerine oturtabilmiş değilsiniz. O zaman yolun hiçbir yerinde olmadığınızı, dalâlette olduğunuzu, küfürde olduğunuzu, Allah’ın emriyle sizlere belirttiğimiz için bizi gene sizin karşınızda birisi olarak mı göreceksiniz? Hayır, sevgili kardeşlerim! Karşınızda değiliz. Sizinle birlikte kalbimiz. Sizin kurtuluşunuz için varız. Size Allah’ın dînini bütün o payelerinize rağmen öğretmekle vazifeli olanız. Kendi kendinize olsun itiraf etmeyecek misiniz dîninizi bilmediğinizi, sahâbe gibi yaşamadığınızı, 7 safhanın yedisinden de haberdar olmadığınızı, o öğrendiğiniz ilmin size bunların hiçbirini sağlamadığını hâlâ anlamayacak mısınız sevgili kardeşlerim?

İşte üzerinize Allah’ın rahmeti yağıyor. Kâğıttan kaleleriniz ıslandı ve hepinizin üzerine yapıştı. Artık kale kalmadı ortalıkta. Siz kaldınız. İster çıplak olun ister elbiseli olun siz, kendisini nezir zanneden sevgili kardeşlerim! O ilimle mi nezir olacaksınız?

Allahû Tealâ’nın hepinizi, o çoktan unuttuğunuz hidayete ulaştırması dualarımızla dileklerimizle hepinizin kalbimizde ayrı bir yeri olduğunu bilmenizi isteyerek, sizleri bütün bunlara rağmen çok sevdiğimizi bilmenizi isteyerek sözlerimizi tamamlamak istiyoruz.

Sevgili kardeşlerim, sevgili dîn öğreticiler! Allah hepinizden razı olsun. Öğretiyi öğrenerek hepinizin Allah’ın cennetine girmesi en büyük dileğimizdir. Allah hepinizden razı olsun.
 
İmam İskender Ali  M İ H R