SOHBETİN ADI: GEMLİK KONFERANSI
TARİH: 31.07.2005
Muhterem misafirlerimiz, aziz Gemlikli kardeşlerimiz ve Gemlik’e dışarıdan gelen kardeşlerimiz, Allah’ın huzurunda, hepinizi Allah’ın selâmıyla selâmlıyoruz. Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Konferansımıza hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Sevgili misafirlerimiz, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Allah’ın bir zikir sohbetinde, Sualler ve Cevaplar faslında birlikteyiz. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bu tarafa geçen 14 asırlık bir devrede, Kur’ân’ın insanları cennet ve dünya mutluluğuna götürecek olan temel mefhumları ortadan kaybolmuştur, İslâm’ın 7 safhası da yok olmuştur, bu 7 safhada mutlaka gerçekleştirilmesi gereken 4 teslim de. Yani ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslimi.
İslâm’ın durumu, ciddi bir hastalık ifade ediyor. Ve hidayet mefhumu tamamen gözlerden nihan olmuştur, kaybolmuştur. Sadece bizim ülkemizde 70 milyondan fazla insanın cehenneme doğru yol almasının arkasında Kur’ân’ın temel hükümlerinin unutulması söz konusudur. Bu hükümleri hatırlatmak üzere insanları, hepinizi, bütün insanları hidayete davet etmek üzere bu konferansları düzenlemek emrini aldık. Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerlerinde bu konferans bugüne kadar defalarca tekrar edildi, farklı farklı suallerin farklı farklı cevaplarıyla. Şimdi de inşaallah Allahû Tealâ Gemlik’te bir beraberliği nasip kıldı.
Hepinizi Allah’ın huzurunda selâmlayarak işe başladık inşaallah ve sorulara geliyoruz.
SORU: Muhterem Efendimiz, Allah’a mülâki olmak, Allah’a yönelmek, Allah’a münîb olmak, Allah’a ulaşmak, Allah’a kavuşmak, âmenû olmak kavramlarıyla, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan, bunların Kur’ân’daki gerçek mânâsı olan “insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması” kavramı, insan ruhunun o kişi hayattayken, ölmeden evvel Allah’a ulaşması Kur’ân-ı Kerim’de farz mıdır?
(El cevap; farzdır. Suali bitirelim, sonra da cevabı verelim inşaallah).
Bugün geleneksel İslâm tatbikatında, İslam’ın 5 şartında da tüm dünyadaki insanlar tarafından ve cemaat mensuplarında, mürşidine tâbî olan olmayan tüm insanlarda bu kavram; ‘insan ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmak’ kavramı, maalesef şeytan tarafından unutturulmuş ve bugün yaşanmıyor. (Evet bu bir vakıadır. İnsanlar bu kavramı 14 asır evvel yaşanmasına rağmen bugün unutmuşlar). Zannediyorlar ki bu kavramlar ölmeden değil, ölünce ruhun Allah’a ulaşması. Bu kadar önemli olan, İslâm’ın giriş kapısı olan, bu ruhun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını ve Allah’a ölmeden evvel ruhunu ulaştırmayı dilemeyenlerin durumunu Kur’ân ışığında anlatır mısınız? Allah razı olsun.
CEVAP: Allah’a ulaşmayı dilemek farzdır. Bu, Allah’a yönelmek ve Allah’a mülâki olmayı dilemek şeklinde bir “enîbu” “munîb” “munîbine” gibi kelimelerle anlatılıyor, bir de ‘âmenû olmak’ kelimesiyle anlatılıyor. Aslında âmenû olmak, inanmak demek. Âmenû olanlar, îmâna adım atanlar, inananlar. Yani inananlar adına mü’minler. Mü’minler kendi aralarında iki ana gruba ayrılıyor:
1- Hakiki mü’minler, Hakk mü’minler. Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ hak mü’minlerden bahsediyor:
8/ENFÂL-2: İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).
Gerçek mü’minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir). Ve onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların îmânlarını arttırır ve Rab’lerine tevekkül ederler.
2.’si: İnananlar. Ne yazık ki Allah’a inanmak hiç kimseyi cehennemden kurtaramaz sevgili kardeşlerim. Allah’a inanan bir kişi Allah’a ulaşmayı dilemedikçe cehennemden kurtulması mümkün değildir.
Biz insanlar birer mahlûkuz. Şu fizik vücudumuzdan, geceleri rüyayı yaşadığımız nefsimizden, bir de Allah’ın bize emanet olarak verdiği, doğduğumuz zaman bize üfürdüğü ve Allah’a dönecek olan ruhumuzdan oluşuruz. 3 vücudumuz var; ruh, vech yani fizik vücudumuz, şu vücudumuz, bir de nefs. Bunlardan ruh Allah’a aittir. Allah’ın bize verdiği bir emanettir. Bu emaneti Allahû Tealâ geri istiyor.
Nisâ Suresinin 58. âyet-i kerimesi şöyle:
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli). İnnallâhe niımmâ yeızukum bihî. İnnallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.
“innallâhe ye’murukum en tueddûl emanati ilâ ehlihâ: Allah, emanetleri, onların ehline, onların sahibine teslim etmenizi emreder.” diyor Allahû Tealâ.
Emanetleri o emanetlerin sahibi olan Allah’a ulaştırmamız emrolunuyor. Emanet kelimesi ‘emânât’ olarak çoğul geçmiş. Ama sahibi ehli, o çoğul değil, tekil. Emanetlerin bir tane sahibi var, O Allah. Allah’a emanetlerin teslimi, üzerimize farz kılınmış.
İşte bu ruhun Allah’a ulaştırılması, Allahû Tealâ tarafından defaatle üzerimize farz kılınmış. Allahû Tealâ ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını şu âyetlerle farz kılıyor üzerimize. Birincisi bu emanetlerin Allah’a teslimi, 1. emanet ruhun Allah’a ulaşması. Sonra fizik vücudumuz, sonra nefsimiz, en sonra da irademiz. Ama ruhumuzdan başkası Allah’a ulaşmaz, Allah’a sadece teslim olurlar.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemekten başlayarak “Ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşması üzerimize farz mıdır?” sualinin cevabını verelim: Farzdır. İşte Allahû Tealâ bu farzı açık bir şekilde anlatıyor, Muzzemmil-8, Yüce Rabbimiz buyuruyor:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Allah’ın ismiyle zikret ve Allah’a her şeyden kesilerek ulaş.”
Allah’a ulaşmamız ve zikirle ulaşmamız üzerimize farz. Neden zikirle? Çünkü nefs tezkiyesi ancak zikirle gerçekleşebilir. Nefsimizin kalbine Allah’ın nurlarının dolması ve her %7 fazl birikiminde ruhumuzun bir gök katı yükselmesi, böylece 7 defa %7 fazl birikiminde, %2 rahmetle beraber nefsimizin kalbinde %51 nur birikimi tamamlandığında, ruhumuz 7. katın 7 âlemini geçip 7 tane gök katını aşar; 1. 7. katta da 7 tane âlem geçer ve Allah’ın Zat’ına Sidretül Münteha’dan yükselerek ulaşır ve Allah’ın Zat’ında yok olur, ifna olur. Böylece Allah’a ait olan emanet, sahibine tevdi edilmiştir, teslim edilmiştir, iade edilmiştir ve üzerimize farzdır. Bu, birinci farz.
Allahû Tealâ diyor ki:
fe firrû ilâllâhi: Öyleyse Allah’a firar et. Allah’a kaç. Allah’a sığın.”
Zâriyât-50:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
Allahû Tealâ Zumer Suresinin 54. âyet-i kerimesinde buyuruyor:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerinize azap gelmeden önce Allah’a yönelin. Allah’a ulaşmayı dileyin ve O’na teslim olun.”
İlk teslim olacak olan ruhumuz. “Ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah’a teslim edin.”
Öyleyse ruhumuzun teslimini de kaplıyor âyet-i kerime. Allahû Tealâ Fecr Suresinin 28. âyet-i kerimesinde; “irciî ilâ rabbiki.” diyor ruhumuza.
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
“Ey ruh! Rabbine rücû et. Ey ruh! Rabbi'ne geri dön. Geri dönerek Rabbi'ne ulaş, hayattayken.”
Ölümden sonra herkesin ruhu Allah’a ulaşır.
Cehenneme gireceklerin de ruhu Allah’a ulaşır, cennete gideceklerin de ruhu Allah’a ulaşır. Ama cennete gideceklerin ruhu ölmeden evvel Allah’a ulaşır. Öyleyse ölmeden evvel ruhumuzu Allah’a ulaştırmak, üzerimize Allahû Tealâ tarafından farz kılınmıştır. Biliyorsunuz ki Kur’ân-ı Kerim’imizde hangi konu emir şekilde tecelli etmişse, o üzerimize farzdır. İşte bu emri Allahû Tealâ bildiriyor. Ra’d Suresi, 21. âyet-i kerime:
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi Allah’a ulaştırırlar.”
vellezîne: Ve onlar.
yasılûne: Vasıl ederler, ulaştırırlar.
mâ: Şeyi.
emerallâhu: Allah’ın emrettiği şeyi.
bihî: O’na, Allah’a.
en yûsale: Ulaştırmayı.
“Ve onlar Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi Allah’a ulaştırırlar.” diyor.
Bu âyet-i kerimeye dikkat edin sevgili kardeşlerim. Eğer evinizdeki Kur’ân-ı Kerim’e bir göz atarsanız, bir kenara not alın; Ra’d Suresinin 21. âyet-i kerimesi. Kelime kelime böyle olan mânâyı, insan ruhunun Allah’a ulaştırılmasını Allahû Tealâ’nın emretmesi açık bir şekilde yer aldığı halde ve “O’na ulaştırırlar.” ifadesi açık bir şekilde yer aldığı, halde bu âyet-i kerimeyi “Akrabalık bağlarını kuvvetlendirirler.” diye Türkçeleştirmişler.
Sevgili kardeşlerim, şaka etmiyoruz. Son derece ciddi bir konu bu. Ve de özel bir surette, insan ruhunun Allah’a ulaştırılmasının gizlenmesine çalışılmış Kur’ân-ı Kerim meallerinde. Hamdolsun ki Kur’ân-ı Kerim’in aslını hiçbirisi değiştirememiş. Ama asırlardır şeytanın emrindeki insanlar Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe meallerini, insan ruhunun Allah’a ulaşmasını yok etmek istikametinde hep değiştirmişler. Bunun için kitap çıkardık, değiştirilerek insanların cennete gitmesini önledikleri hidayetle ilgili âyetler diye bir kitap çıkardık. Ülkemizde 22 tane Kur’ân-ı Kerim meali satılıyor. Hepsini aldık. Hidayete müteallik bütün âyetleri tek tek oraya koyduk ve 22 tane Kur’ân-ı Kerim mealinde ne söylediklerini, oraya ibret-i âlem için yazdık ve doğrularını da yazdık. Kur’ân-ı Kerim meali yazanların insanları nasıl bir uçuruma düşürdüklerini orada ispat ettik. Hidayet kavramı yani “insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması” kavramı, her açıdan yok edilmeye çalışılmış. Alın, ibretle okuyun. Sizin de gözleriniz bizim gibi fal taşı gibi açılacak, bu ihaneti nasıl yaparlar diye.
Sevgili kardeşlerim, gördük ki insan ruhunun Allah’a ölmeden evvel Allah’a ulaşması üzerimize farz kılınmıştır. Öyleyse bu konuda ruhun Allah’a ulaşması üç safha gerektirir:
1. safha; Allah’a ulaşmayı dilemek.
2. safha; mürşide ulaşıp tâbî olmak; o da farzdır.
3. safha; ruhumuzu Allah’a ulaştırmak; o da farzdır.
Allah’a ulaşmayı dilemek üzerimize farz mı? Evet sevgili kardeşlerim, ruhumuzu Allah’a ulaştırmak üzerimize farz. Ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemek o da üzerimize farz. İşte 1. âyet-i kerime, Rûm Suresi 31. âyet-i kerime:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“munîbîne ileyhi vettekûhu.” Diyor ki Allahû Tealâ:
“O’na (Allah’a) yönel ve O’na karşı, Allah’a karşı takva sahibi ol.”
Yani Allah’a yönelmeden, Allah’a ulaşmayı dilemeden hiç kimse takva sahibi olamaz.
ve ekîmûs salâte: Ve namaz kıl.
ve lâ tekûnû minel muşrikîn: Ve müşriklerden olma.
Hiç kimse Allah’a ulaşmayı dilemeden müşrik olmaktan kurtulamaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes şirktedir. Rûm Suresinin 31. âyet-i kermesi gereğince ve Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes Allah’a karşı takva sahibi değildir.
Sevgili kardeşlerim, devam ediyor âyet-i kerime, Rûm-32'de:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
“O kimselerden olmayın ki; onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır ve hizipler oluşturmuşlardır. Her hizip kendi elindekiyle ferahlanır.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e soruluyor.
“Ey Allah’ın Resûlü! Kaç fırka söz konusu?”
“73” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V).
“Peki içlerinden bir tek fırka mı kurtulacak gerçekten?”
“Evet.” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V).
“Bu fırkanın adı ne ey Allah’ın Resûlü?”
“Fırka-ı Naciye.”
“Peki özellikleri ne, hususiyetleri ne?”
“Hususiyetleri, sizler ve benim gibi Sıratı Mustakîm üzerinde olmaları.”
İşte 73 fırkadan 72’si, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler. 73. fırka da Allah’a ulaşmayı dileyenler. Demek ki kim Allah’a yönelmezse, yani Allah’a ulaşmayı dilemezse, o Allah’a karşı takva sahibi değildir ve şirktedir.
Bu “munîbîne” kelimesi, “yönelmek” anlamına geliyor. Nereye yönelmek? Allah’a yönelmek. Peki, nereden biliyoruz yönelmenin, bu kelimenin Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a yönelmek olarak dizayn edildiğini? Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinden biliyoruz. Allahû Tealâ diyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb.”
allâhu: Allah.
yectebî: (Kendisine) seçer.
ileyhi: O’na.
allâhu yectebî ileyhi: Allah Kendisine seçer.
men: Kişiyi
yeşâu: Dilediği kişiyi.
“ve yehdî ileyhi men yunîb.”
ve yehdî: Ulaştırır.
ileyhi: O’na, Allah’a, Kendisine.
men: Kişiyi.
yunîb: Yönelen kişiyi, yunîb olan kişiyi.
“munîbîne” kelimesi de oradan geliyor. Rûm-31’deki; “munîbîne ileyhi vettekûhu” ifadesindeki munîbîne kelimesi, buradaki yunîb kelimesiyle aynı kökten geliyor.
Bu âyet-i kerime ispat ediyor ki; yönelmek, munîb kelimesiyle ifade edilen bu müessese, Allah’a yönelmek, Allah’a ulaşmayı dilemek. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’a ulaştırılır. Ve üzerimize, gördünüz ki üzerimize, ruhumuzu Allah’a ulaştırmak üzerimize farz. Bir başka âyet-i kerimede daha Allahû Tealâ farz kılmış, ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı.
Diyor ki Yûnus Suresinin 25 ve 26. âyetlerinde:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
10/YÛNUS-26: Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdetun, ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilletun, ulâike ashâbul cenneti, hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onlar için Ahsenül hüsna (Allah'ın Zat'ına ulaşmak) ve ziyadesi (daha fazlası, Allah'ın cemalini görmek) vardır. Onların yüzlerini bir keder kaplamaz ve bir zillet (küçük düşme, hakirlik) yoktur. İşte onlar, cennet halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır.
“Allah selâm yurduna davet eder.”
Aslında oradaki selâm kelimesi, aynı kökten gelen teslim kelimesiyle ifade edilmek istenen mânâyı veriyor. Çünkü diyor ki Allahû Tealâ:
“Allah selâm yurduna davet eder. Ama kimi oraya ulaştırmayı dilerse, onları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”
Öyleyse şimdi Sıratı Mustakîm’in nereye ulaştırdığına bakacağız? Selâm yurdunun hangi mânâya geldiğine de. İşte Nisâ Suresinin 175. ayet-i kerimesi, Allahû Tealâ şöyle buyuruyor Nisâ-175’te:
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
“Kim Allah’a ulaşmayı ve O’na sarılmayı yani Allah’ın Zat’ında yok olmayı (ruhunu Allah’a ulaştıracak, ruh Allah’ın Zat’ında yok olacak, böylece ruh Allah’a sarılmış hüviyete bürünecek) dilerse Allah, onları rahmetinin ve fazlının içine koyar.”
Yani o kişiler nefs tezkiyesi yapar demek bunun mânâsı. Böylece nefsinin kalbinde %2 rahmet ve ondan sonra hep fazl birikimi devam edecektir. Kalbinin rahmet ve fazlla kaplanması konusunda “Allah onları rahmetinin ve fazlının içine koyar.” diyor ve onları, burası çok önemli:
“Ve onları Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”
Yani Sıratı Mustakîm’in Allah’a ulaştıran yol olduğunu söylüyor:
“Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm.”
Mustakîm, Allah’a ulaştıran yolun adı. Allahû Tealâ Hicr Suresinde “sıratı aleyye mustakîm” ifadesini kullanıyor; “Bana istikametlenmiş yol.” diyor, “İstikameti Allah olan yol.” diyor, “sıratı aleyye mustakîm.”
15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).
Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”
İşte bu Sıratı Mustakîm, Nisâ-175’te görüldüğü gibi onları, Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e ulaştırır. Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm’e hidayet eder, vasıl eder.
Öyleyse şimdi bakalım Yûnus-25’e. Ne diyordu Allahû Tealâ? Allah selâm yurduna davet eder. Ve dilediğini Sıratı Mustakîm’e ulaştırır. Yani anlaşılıyor ki Sıratı Mustakîm, Allah’ın Zat’ına ulaştıracağına göre bu selâm yurdundan murat, asında teslim yurdu, Allah’ın Zat’ı.
İşte sevgili kardeşlerim, böyle bir dizayn söz konusu; Allah’ın Zat’ına ulaşmak. Allah da selâm yurdu diye teslim yurduna davet ediyor.
Öyleyse görüyorsunuz ki; Allah’ın daveti üzerimize farz. Böylece ruhumuzu Allah’a ulaştırmak üzerimize farz oluyor. Şimdi insanlardan Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, dilemeyenlerin iki tane özelliğini verdik. Rûm Suresi 31. âyet-i kerimede iki özellik geçiyor:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Bir tanesi o kişinin Allah’a ulaşmayı, ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dilemeyen kişinin takva sahibi olmadığı, 2.’si; o kişinin şirkte olduğu. Bu, gizli şirktir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor:
“Benim ümmetim için açık şirk söz konusu olamaz. Ama gizli şirkten korkarım.”
Bizim sevgili Yaşar Nuri Öztürk de gizli şirki mürşide tâbî olmak olarak anlatıyor. Oysaki mürşide tâbî olmak, şimdi sırası gelecek, anlatacağız, üzerimize farz. Ve bu farzı şirk vasıtası olarak görüyor adam.
Sevgili kardeşlerim, insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması söz konusu. Ve şimdi Allah’a ulaşmayı dileme faslındayız. Sadece iki tane husus var:
Allah’a ulaşmayı dilemeyen;
1- Allah’a karşı takva sahibi değildir.
2- Şirktedir.
Bu kişi kâfirdir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi, Allah’a inansa da kâfir hüviyetinde mütâlea ediliyor. Ama bu küfürden evvel bir başka kavramdan bahsederek oraya ulaşalım. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, tagutun yani insan ve cin şeytanların dostudur. Tagut; insanları yoldan çıkarmaya çalışan herkes, tagut hükmündedir. Şimdi beraberce Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesine bakıyoruz, Allahû Tealâ buyuruyor:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Sahâbeden bahsediyor; “Onlar” diyor “Taguta (o insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler, kaçındılar, kendilerini kurtardılar.” Ne yapmışlar? “Allah’a yöneldiler.” diyor. “Allah’a ulaşmayı dilediler.” Böylece kendilerini taguta kul olmaktan kurtardılar. Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.” diyor.
Yani? Yani “Onlar” diyor, “Bana ulaşmayı dileyerek Bana kul oldular.” diyor.
Başlangıçta tagutun kulları olarak vasıflandırılan sahâbe, “Kullarımı müjdele” ifadesiyle âyet-i kerime sona erdiği cihetle, Allah’a kul oldukları kesin. Yaptıkları şey, Allah’a ulaşmayı dilemiş. Bütün sahâbe dilemişler sevgili kardeşlerim.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemeyen (3. faktör); şeytanın kuludur, Allah’ın kulu değildir.
Hani herkes zanneder ki; “Ben insanım, ben Allah’ın kuluyum.” Hayır değilsiniz. Eğer Allah’a ulaşmayı dilememişseniz, Allah’ın kulu değilsiniz. Allah’a ulaşmayı dileyin ve Allah’ın kulu olmak şerefine ulaşın.
Sevgili kardeşlerim, şimdi bu noktadan hareketle bu Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların küfürde oldukları noktasına ulaşacağız. Neden küfürde bu insanlar? “Allah’a ulaşmayı dilemeyenler kâfir.” diyor Allahû Tealâ. Şimdi birinci âyete bakalım; Sebe Suresi 20. âyet-i kerime, Sebe-20:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
Allahû Tealâ diyor ki:
“Şeytan, insanlara olan hedefini kıyâmet günü gerçekleştirdi.” Ve sonuç söylüyor Allahû Tealâ. “Mü’mînleri oluşturan, vücuda getiren bir tek fırka hariç, bütün fırkalar şeytana kul oldular.”
Öyleyse “Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç.” ifadesinden neyi anlıyoruz? Rûm-31’de ne diyordu Allahû Tealâ? “Onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır. Her biri kendi elindekiyle ferahlanır. O fırkalara ayrılanlardan sadece bir tanesi Allah’a ulaşmayı dileyenler. Onlar şirkte değil. Onlar fırkalara ayrılmışlardır.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar şirktedirler. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, takva sahibi değildirler. Şirkte olanlar 73 tane fırkadan 72 tanesi. Ama bir tanesi münîb olanlar, Allah’a ulaşmayı dileyenler. Onlar şirkte değiller. Onlar Allah’a karşı takva sahibi. Burada da, Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ o tek fırkadan bahsediyor. Mü’minleri oluşturan bir tek fırka hariç, bütün fırkalar yani şirkte olan ve takva sahibi olmayan fırkalar onlar taguta kul oldular, şeytana kul oldular.” diyor. Onlar mü’min olmadıklarına göre kâfir oldukları kesinleşiyor. Bir tek fırka mü’min; Allah’a ulaşmayı dileyenler, geri kalan herkes şeytana kul olmuş durumda. Şeytana kul olanlar da kâfirler.
Öyleyse bir tek fırka, şeytana kul olmayanlar bir tek fırka, Allah’a karşı takva sahibi olanlar bir tek fırka, mü’minler gene bir tek fırka. Geri kalan bütün fırkalar mü’min değil, kâfir ve dalâlette. Allah’a karşı takva sahibi değil. Dalâlette konusuna henüz gelmedik. Şimdi göreceğiz. Şu anda onların, 72 fırkanın küfürde olduğu kesinleşti. “Bir tek fırka, 73. fırka mü’min.” diyor Sebe Suresinin 20. âyet-i kerimesi. Şeytana kul olanlar gördük ki şeytana kul olurlar. Kul olmayanlar mü’min olduğuna göre şeytana kul olanların kâfir olduğu kesinleşiyor. Şeytana kul olanların da gördük ki Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde Allah’a ulaşmayı dilemeyenler oldukları kesinleşmiş:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Öyleyse bu tagutun dostluğuna, tagutun kulu olmaya bir de tagutun kulu olmayı eklemiş Allahû Tealâ. Gene mü’minlerle kâfirleri birbirinden ayıran bir âyet-i kerime, Bakara Suresinin 257. âyet-i kerimesi:
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
Allahû Tealâ buyuruyor ki bu âyet-i kerimede, Bakara-257’de:
“allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumâti.”
Allahû Tealâ diyor ki; “Allah, âmenû olan (Allah’a ulaşmayı dileyen) mü’minlerin dostudur. Onları zulmetten nura çıkarır. Kâfirlere gelince (mü’min olmayanlara gelince) onlar da tagutun dostlarıdır.” diyor.
Demek ki Allah’ın dostları, mü’minler; Allah’a ulaşmayı dileyenler. Tagutun dostları; kâfirler.
Gördük ki sahâbe taguta dostken Allah’a dost olmayı başarmış. Neden? Allah’a ulaşmayı dilemişler. Âyet-i kerime son derece açık. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler mü’minlerdir. Dilemeyenler tagutun dostudurlar ve kâfirdirler. Tagutun dostu olmak yeni bir vechesi konunun.
Öyleyse:
*Takva sahibi değiller; 1.
*Şirkteler; 2.
*Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, onlar kâfirdirler; 3.
*Tagutun dostudurlar, aynı zaman da tagutun kuludurlar; 5 oldu sevgili kardeşlerim.
*6. konu; onlar dalâlettedir.
Ra’d Suresi, 27. âyet-i kerime, Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
“Allah dilediğini dalâlette bırakır.” Yani dalâlette olanlarla ilgilenmez.”
Yani onları mutlaka dalâletten çıkaracağım diye bir gayretin içine girmez. Kul dilemedikçe Allah onu Kendisine ulaştırmaz. Dilerse mutlaka ulaştırır. Gördük. Tekrar döneceğiz.
Öyleyse Allah dilediğini dalâlette bırakır. “Ama” diyor “Onlardan kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları Kendisine ulaştırır.” Kim Allah’a yönelirse, o dalâlette olanlardan her kim Allah’a yönelirse, Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onları Kendisine ulaştırır. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyenlerin dalâlette olmadığı kesin. Kendisine ulaştırdıkları daha Allah’a ulaşmayı diledikleri andan itibaren hidayette bu insanlar. Allah’a ulaşmayı dilemezlerse dalâletteler. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler dalâletteler. Âyet-i kerime, Ra’d-27 açıkça “ulaşmayı dilemeyenler dalâlettedir.” diyor. Önemli olan da bu âyette bu:
“Kim Allah’a ulaşmayı dilemezse, onlar dalâlettedir.” diyor.
Öyleyse bu dalâlette olma vasfına (6. konumuzdu bu) bir 7. konu ekleniyor:
*Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, onlar hüsrandadırlar.” diyor Allahû Tealâ. “Aynı zamanda hidayette değildir.” diyor onlar. Yûnus Suresi, 45. âyet-i kerime. Diyor ki Allahû Tealâ:
10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yeteârafûne beynehum, kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).
“Kim Allah’a mülâki olmayı yani ruhunu hayattayken Allah’a ilkâ etmeyi, mülâki kılmayı dilemezse, kim Allah’a mülâki olmayı dilemezse…”
“İnkâr ederse” şeklinde almış Allahû Tealâ, inkâr eden kişi hiçbir şekilde Allah’a ulaşmayı dilemez. Allah’a mülâki olmayı inkâr ettiğine göre dilemesi mümkün değil. “Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi.
“O” diyor Allahû Tealâ, “Hüsrandadır.” diyor. Aynı âyet-i kerime “Ve hidayette değildir.” diyor.
Demin dalâlette olduğunu söyledik. Bu sefer de Allahû Tealâ hidayette olmadığını ifade ediyor Yûnus Suresinin 45. âyet-i kerimesinde ve hüsranda olduğunu ifade ediyor. Hüsranda olmak önemli mi? Çok önemli sevgili kardeşlerim. Çünkü hüsranda olan kişinin gideceği yer cehennem. Bu babda olaya beraberce bakalım, gelin. Allahû Tealâ cennet ve cehenneme gidecek olanları ayırt ediyor; Muminûn-102 ve 103:
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
Muminûn-102: “Kıyâmet günü mizanlar kurulur. Kimin sevap tartıları ağır gelirse (sevapları günahlarından fazla olursa demek) onlar felâha ererler.” diyor Allahû Tealâ.
Felâh; kurtuluş. Yani cehennemden kurtulurlar. “Gidecekleri yer cennettir.” diyor.
Bir sonraki âyet-i kerime, Muminûn-103:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Ama kimin sevap tartıları hafif gelirse, onlar hüsranda olanlardır. Gidecekleri yer cehennemdir. Ebediyyen cehennemde kalacaklardır.”
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dilemeyenler hüsranda. Bu, 7. konumuzdu.
*Dalâletteler; 6. konu.
*Hüsranda; 7. konu.
*Ve gidecekleri yer cehennem; 8. konu.
Burada âyet kesin bir şekilde hüsranda olanların cehenneme gideceğini söylüyor ebediyyen kalmak üzere. Demek ki cehenneme gidecekler. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin gidecekleri yer cehennem. Sadece bu âyet-i kerime mi söylüyor Allah’a ulaşmayı dileyenlerin gidecekleri yer cehennem olduğunu? Hayır. Çok daha net olarak Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetlerinde bu konuyu ifade ediyor:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Diyor ki Allahû Tealâ:
“Onlar muhakkak surette, kesin surette Allah’a ulaşmayı, (“Bize” diyor), Bize mülâki olmayı dilemezler.” diyor. “Kesinlikle dilemezler.” diyor. “Onlar” diyor “Dünya hayatından razıdırlar. Onlar dünya hayatıyla mutmain olurlar. Dünya hayatındaki kazandıkları şeyler nelerse onlar o dünya hayatındaki kazandıkları şeylerle tatmin olurlar. Doyuma ulaşırlar.”
Sonra ne diyor Allahû Tealâ? Sonrası önemli?
“Onlar Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor. “Bize mülâki olmayı dilemeyenler, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.” diyor Allahû Tealâ. Bu, 10.’su; Allah’ın âyetlerinden gâfil, ama âyet-i kerimenin sonunda biraz evvelki konuyu bir defa daha tekrar etmiş olacağız, sağlam olarak yerine oturuyor o zaman, daha sağlam. “Ve onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle ateştir, cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ. Allah’a ulaşmayı, Allah’a ruhlarını ilkâ etmeyi, mülâki kılmayı dilemeyenlerin gidecekleri yer ateştir.” diyor, “Cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ.
Onun için sevgili kardeşlerim, bu kadar önemli bir kavramdan bahsediyoruz. Onların gidecekleri yer, cehennem. Onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil.
Öyleyse 9 tane kavram oldu. Bu söylediğimiz âyetler açık bir şekilde anlatıyor. Zaten daha evvelki âyetlerde de cehenneme gidecekleri kesinleşmişti Allah’a ulaşmayı dileyenlerin. Ama bu âyet bir defa daha kesinleştiriyor; Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin gideceği yer, kazandığı dereceler itibariyle ateştir. Neden? Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilemezse, onun bütün amelleri boşa gider. Onu da şimdi söyleyeceğiz inşaallah.
Öyleyse şu ana kadar o kişinin hidayette olmadığı muhtevası ile beraber “hidayette değil” diyordu Allahû Tealâ demin söylediğimiz Yûnus Suresinin 45. âyet-i kerimesinde, hem “hüsranda” diyordu, hem de “hidayette” değil diyordu.
10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yeteârafûne beynehum, kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).
10 oldu. Hepsini bitirince, zaten 2 tane kaldı, bir defa daha sayacağız inşaallah. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin durumu, böylece çok açık bir şekilde gözler önüne serilmiş olacak.
Böyle insanların amelleri boşa gider. Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların amelleri boşa gider. Kehf Suresinin 105. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“Onlar ki Allah’a mülâki olmayı, yani ruhların ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını inkâr ederler. Ve Allah’ın âyetlerini inkâr ederler. Onların amelleri boşa gider.” diyor.
Allah’ın âyetlerini inkâr eden bir kişinin, Allah’a mülâki olmayı inkâr eden bir kişinin, asıl önemli olan burası; Allah’a mülâki olmayı yani ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı dilemeyi, Allah’a ulaştırmayı inkâr eden bir kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesi elbette düşünülemez. Ve bu kişinin amellerinin boşa gittiğini söylüyor Allahû Tealâ. Kehf Suresi 105. âyet-i kerimesinde; “Allah’a mülâki olmayı ve Allah’ın âyetlerini, ama burada önemli olan Allah’a mülâki olmayı inkâr edenler, onların amelleri boşa gider.” diyor.
Ve 12. faktör: Bu insanlar fıskta. Allahû Tealâ Hadîd Suresinin 27. âyet-i kerimesinde diyor ki:
57/HADÎD-27: Summe kaffeynâ alâ âsârihim bi rusulinâ ve kaffeynâ bi îsabni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînettebeûhu ra’feten ve rahmeten, ve rahbâniyyetenibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illâbtigâe rıdvânillâhi fe mâ raavhâ hakka riâyetihâ, fe âteynâllezîne âmenû minhum ecrehum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Sonra onların izleri üzerine resûllerimizi ardarda gönderdik. Ve Meryemoğlu İsa (A.S)’ı gönderdik ve O’na İncil’i verdik. Ve O’na tâbî olanların kalplerinde refet (şefkat) ve rahmet kıldık. Ve onlar, O’na ruhbanlık ihdas ettiler. Biz, Allah’ın rızasını ibtiga etmekten başkasını onlara farz kılmadık. Oysa O’na hakkıyla riayet etmediler. Böylece onlardan, âmenû olanların ecirlerini verdik ve onlardan çoğu fasıklardı.
“Âmenû olanların; Allah’a ulaşmayı dileyenlerin ecirlerini verdik. Geri kalanlar fısktadır.” diyor. “Allah’a ulaşmayı dilemeyenler fısktadır.” diyor. Tam 12 kavram sevgili kardeşlerim. Tam 12 tane kavram ifade ediliyor. Bu kavramları şimdi bir defa daha sayalım. Âyetler ile belirttik.
1- Takva sahibi değil bunlar. Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesi:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Bu insanlar şirkte:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
2- Bu insanlar kâfir. Bakara-257, Sebe-20 ve Rûm-31:
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
4.’sü: Tagutun dostu; Bakara-257.
5.’si: Tagutun kulu; Zumer-17.:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
6.’sı: Dalâlette; Rad-27:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihi, kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
7.’si: Hüsranda; Yûnus-45:
10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yeteârafûne beynehum, kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).
8.’si: Allah’ın âyetlerinden gâfil; Yûnus-7:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
9- Gideceği yer cehennem; Yûnus-8:
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
10.’su: Hidayette değil; Yûnus-45:
10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yeteârafûne beynehum, kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).
11.’si: Amelleri boşa gider; Kehf-105.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
12.’si: Fıskta; Hadîd-27:
57/HADÎD-27: Summe kaffeynâ alâ âsârihim bi rusulinâ ve kaffeynâ bi îsabni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînettebeûhu ra’feten ve rahmeten, ve rahbâniyyetenibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illâbtigâe rıdvânillâhi fe mâ raavhâ hakka riâyetihâ, fe âteynâllezîne âmenû minhum ecrehum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Sonra onların izleri üzerine resûllerimizi ardarda gönderdik. Ve Meryemoğlu İsa (A.S)’ı gönderdik ve O’na İncil’i verdik. Ve O’na tâbî olanların kalplerinde refet (şefkat) ve rahmet kıldık. Ve onlar, O’na ruhbanlık ihdas ettiler. Biz, Allah’ın rızasını ibtiga etmekten başkasını onlara farz kılmadık. Oysa O’na hakkıyla riayet etmediler. Böylece onlardan, âmenû olanların ecirlerini verdik ve onlardan çoğu fasıklardı.
Tam 12 ayrı cepheden Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin durumu.
Sevgili kardeşlerim, bu konuya lâzımgelen ehemmiyet verilmezse, o kişinin gideceği yer ne yazık ki cehennemdir. Öyleyse ruhunuzu ölmeden evvel Allah’a ulaştırmayı mutlaka dilemek mecburiyetindesiniz. Dilemezseniz, gideceğiniz yer cehennem olur sevgili izleyenler, sevgili kardeşlerim. Eğer hâlâ ulaşmayı dilemeyenler varsa, onlara sesleniyoruz, kendinize yazık etmiyor musunuz? Size öğretilen eksik ilim sebebiyle eğer Allah’ın bu emrini yerine getirmezseniz sadece bir tek dilek, Allah’a; “Ya Rabbi! Ben Sana ruhumu ölmeden evvel ulaştırmayı diliyorum veya Senin bunca yüzlerce, binlerce ermiş evliyan var. Sana ruhlarını ulaştırmışlar da ermişler. Ben de onlar gibi bir ermiş evliya olmak istiyorum. Bana da nasip kıl Allah’ım.” demeniz de aynı mânâyı ifade eder, ama demezseniz sevgili kardeşlerim, 12 tane açıdan meselemize baktık. Gerçekten kendinize yazık edersiniz. Ayrıca Allah’a ulaşmayı dileyen bir kişinin Allah bütün günahlarını örter. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde diyor ki:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey inananlar! Allah’a karşı takva sahibi olun. Allah’a karşı takva sahibi olun ki Allah size furkânlar versin ve günahlarınızı örtsün, sonra da size mağfiret etsin.”
Yani takva sahibi olmadan inananlar, bu inancınız yetmez. Mağfiret de günahların sevaba çevrilmesidir. Sadece bir tek dilek. Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Hepsi bu kadar. Geri kalanı O yapacak, Allah yapacak. İnşaallah ruhumuzun ölmeden evvel Allah’a ulaşması konusunda bütün negatif inançlar, bu söylediğimiz açıklamalardan sonra inşaallah ortadan kalkmıştır diye düşünüyoruz.
Sevgili misafirlerimiz, muhterem misafirlerimiz, biz sizler için yaşıyoruz. Allahû Tealâ bunları bize sizlere öğretmemiz için, sizleri uyarmamız için öğretti. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi cehenneme gidecek ve sadece bir tek dilekle bir defa sadece Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz, geri kalanını Allah yapacak. Hangi ibadet konusunda eksiğiniz varsa, Allah onu tamamlayacak. Namaz kılmayı sevmiyorsanız, size mutlaka sevdirecek, oruç tutarken açlık çekiyorsanız, açlığınızı alacak. Bütün ibadetleri seviyor hale geleceksiniz. Öyleyse hâlâ aranızda Allah’a ulaşmayı dilemeyenler varsa, o kardeşlerimiz kendilerine zulmetmiyorlar mı? Bir tarafta Allah’a ulaşmayı dilemek ve Allah’ın Kendisine mutlaka ulaştırması, bunun mânâsı Allah ulaştıracak Kendisine. Âyet-i kerimeyi verdik. Çok iyi hatırlıyorsunuz.
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Ruhunuzu Allah’a ulaştırdığınız zaman 3. kat cennetin sahibisiniz ve dünya mutluluğunun da nefs tezkiyesi tamam olduğuna göre %51’ine ulaştınız, her gün yarı yarıya mutlu bir insan oldunuz, sadece bir dilek sebebiyle, Allah’a ulaşmayı dilemeniz sebebiyle. Bunlar 14 asır evvel, hepsi yaşanmış sevgili kardeşlerim. Gördünüz ki; bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemişler.
Şimdi konumuzu, Allah’a ulaşmayı dilemeyi bu noktada tamamlamak için son sözü söyleyelim. Allah’a ulaşmayı dilemek, gördünüz ki ayrı ayrı âyetlerle, 4 âyet-i kerimede üzerimize farz; 1.
İkincisi, bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı dilemiş, onu da gördünüz. Bütün sahâbe Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesiyle taguta kul iken şeytanın kulu iken Allah’a ulaşmayı dilemişler ve Allah’ın kulu olmuşlar.
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Üzerimize farz ve bütün sahâbe gerçekleştirmiş.
SORU: Resûl ve nebî kavramlarını anlatır mısınız? Günümüzde tüm dîn adamlarında ve insanlarda “her resûl peygamberdir” inancı var. Ve bu yüzden, bu yanlış inanış yüzünden bu insanlar sizin peygamberlik iddiasında bulunduğunuzu zannediyorlar. Kur’ân’da kaç çeşit resûl vardır, anlatır mısınız? Allah razı olsun.
CEVAP: Bu konu geniş kapsamlı bir konu sevgili kardeşlerim. Öyleyse risalet kavramı, insanlar tarafından hep yanlış değerlendiriliyor. Ve o kadar çok şeyler yanlış öğretilmiş ki; zamanımızda her şey insanları ateşe götürecek şekilde dizayn edilmiş. Akaid’in birinci ayağı; bütün resûller nebîdir. Ama her nebî, resûl değildir, evvelâ bütün resûller nebî değildir, sadece peygamber resûller nebîdir. Her nebî, resûl değildir ifadesi de yanlıştır.
“kullu resûlun nebiyyîn, kullu nebiyyîn leyse bi resûlun.” ifadesi, iki ayrı cepheden de yanlış. “Bütün resûller nebîdir.” diyorlar. Hayır, tam tersine bütün resûller nebî değildir. Diyorlar ki: “Her nebî resûl değildir.” Kur’ân-ı Kerim tamamen tersini söylüyor: “Her nebî mutlaka resûldür.” Yani Akaid’in bu ifadesi, bütünüyle Kur’ân-ı Kerim’e aykırıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de nebîlere baktığımız zaman, bunların peygamberler olarak vasıflandırıldığını görüyoruz. Türkçemize ‘peygamber’ kelimesi Farsçadan girmiştir. Bu kelime, nebî kelimesi, peygamberleri ifade eder ki bütün peygamberler aynı zamanda mutlaka resûldür.
İşte son nebî, son peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimizdir. O, son nebîdir. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Muhammed, aranızdan hiç bir erkeğin babası değildir. O Allah’ın Resûlüdür ve nebîlerin sonuncusudur, “Hatem’ün nebiyyîndir.” diyor; “Nebîlerin sonuncusudur.” diyor.
Peygamberlik müessesesi Peygamber Efendimiz (S.A.V) eliyle, onun zamanında sona ermiştir. O, kâinatın son nebîsidir. Nebî, Türkçemizdeki peygamber kavramının tam kendisini ifade eder. O, peygamberlerin (nebîlerin) sonuncusudur. Ondan sonra bir daha peygamber gelmesi mümkün değildir.
Öyleyse Allahû Tealâ bunun tam tersini söylüyor:
Bütün nebîler resûldür; Akaid’in tam tersi.
Ve Bütün resûller nebî değildir; gene Akaid’in tam tersi.
“Her nebî, resûl değildir.” ifadesi bütünüyle yanlış. Bütün nebîler bütün peygamberler aynı zamanda kendi kavimlerinin resûlüdür ve “Bütün resûller nebîdir.” ifadesi de gene büyük ölçüde yanlış. Sadece peygamber olanlar için geçerli bu. Sadece peygamber olan, yani nebîler, sadece peygamberler için aynı zamanda risalet söz konusudur. Kavim resûlleri, bütün kavimlerde bulunan resûller, nebî değildir. Öyleyse nereden biliyoruz? İşte âyetler.
Evvelâ bu çağdaki müesseseye bakalım. Şu anda bir resûl yaşıyor, hayatta. Mehdi Resûl ve peygamber değil. Onun geleceği, çok açık bir şekilde Duhân Suresinin 5, 10, 11, 12,13 ve 14. âyetlerinde açıklanmış durumda. Allahû Tealâ diyor ki Duhân-5’te:
44/DUHÂN-5: Emren min indinâ innâ kunnâ mursilîn(mursilîne).
Katımızdan bir emir olarak. Muhakkak ki Biz, (Kur’ân’ı ve resûlleri) gönderenleriz.
“Bu, katımızdan bir iştir. Biz, öteden beri (ezelden beri) resûller göndermekteyiz.”
Sonra 10, 11, 12, 13, 14, 15’te Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden) ibret almadılar.
44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.
44/DUHÂN-15: İnnâ kâşifûl azâbi kalîlen innekum âidûn(âidûne).
Muhakkak ki Biz, azabı biraz kaldırsak (bile), şüphesiz ki siz (şirke) dönecek olanlarsınız.
“Habîbim!” diyor Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e, “O günlere bak ki; o gün, yerleri, gökleri bir duman kaplamış olacaktır.”
Buna fitne diyoruz, bu dumana. Dünyayı bugün kaplayan duman, fitnedir.
“Öyle bir duman ki; o aslında bir azaptır.” diyor Allahû Tealâ, “Bütün insanları saracaktır.”
“Ve onlar diyecekler ki; “Ya Rabbi! Biz mü’minleriz, bizden bu azabı kaldır.”
Evvela kıyâmete yakın bir zamandaki, ilerideki bir güne bakmasını söylüyor Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e. O bakacağı devredeki, yeryüzünü kaplayan, yerleri gökleri kaplayan şey, fitne olacak.
“O” diyor Allahû Tealâ, duman demesine rağmen “o” diyor, “İnsanları saracak olan bir azaptır.” diyor.
Aslında dumanın gerçek duman olmadığı, bir azap olduğu, bütün insanları saracak olan bir azap olduğu ifade ediliyor açık bir şekilde. Sonra diyor ki Allahû Tealâ:
“Onlar dediler ki; Ya Rabbi! Biz mü’minleriz, bizden bu azabı kaldır.” “Biraz kaldıracağız. Siz tekrar küfre döneceksiniz.” diyor Allahû Tealâ.
Asıl önemlisi bundan sonrası konunun:
“Onlara apaçık bir resûlümüz geldi.”
1- “Ona, öğretilmiş, şeytan tarafından öğretilmiş, şeytandan vahiy alıyor dediler.”
2- “Ve deli dediler.”
3- “Ondan, onun söylediklerinden ibret almadılar.” diyor Allahû Tealâ.
4- “Ondan yüz çevirdiler.” diyor.
Öyleyse buradaki ifade:
*Öğüt almazlar,
*Yüz çevirdiler,
*Öğretilmiş dediler,
*Deli dediler.
4 tane faktör.
Sevgili kardeşlerim, bu olayı hatırlayacaksınız, 1996 yılındaki Ceviz Kabuğu rezaletinde bu olay tahakkuk etti ve sonra hepsini yaşadık bunların. Allah’ın resûlüne deli dediler. Ve 4 profesörle Hulki Cevizoğlu bunu ortaya koydular ve bütün Türk halkını da buna inandırdılar. Öyle değil mi sevgili kardeşlerim, sevgili izleyenler dinleyenler? Dinlediyseniz hatırlayacaksınız ki siz de inandınız.
Peki, o zaman bizim söylediğimizi hatırlıyor musunuz? Tam üç defa fırsat bize verilir verilmez, aslında verilmemesi için her şey yapıldı, ne dedik? “Allah’a ulaşmayı dileyin.” dedik, 3 defa. “Yoksa cehennemden kurtulamazsınız” dedik, üç defa. Oraya gitmemizin tek sebebi buydu. Size bu ihtarı yapabilmekti. Bunu yaptık. Ama öbür konuda onlar kamuoyunu inandırdılar ki; biz deliyiz, şeytandan vahiy alıyoruz. Sonra da insanlar bizden yüz çevirdiler. Bize zarar verecek olan bir noktaya geldiler.
Bu âyette “Onlar yüz çevirdiler.” diye söyleniyor. Allahû Tealâ Duhân Suresinin 10, 11, 12, 13, 14, 15. âyetlerinde açık bir şekilde Mehdi Resûl’ün geleceğini ve bu olayı yaşayacağını ifade ediyor.
Resûl ve nebî muhtevasına baktığımız zaman, Peygamber Efendimiz (S.A.V) için; “O son nebîdir ve son resûldür.” diyorlar. “Ondan sonra resûl de gelmez, nebî de gelmez.” diyorlar. Allahû Tealâ ise hiç böyle söylemiyor. Bu âyet-i kerimeler Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir resûlün geleceğini kesinleştiriyor. Neden, nasıl kesinleştiriyor? Çünkü geleceğe bakan, kıyâmete yakın o olaya bakan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e; “Habîbim!” diyor, “O günlere bak ki; kıyâmete yakın o devrede bir resûlümüz gelecek.” diyor. Yani “Senden kim bilir kaç yüzyıl sonra bir resûlümüz gelecek.” diyor.
“Peygamber Efendimiz (S.A.V), son resûldür. Ondan sonra resûl gelmez.” diyenlere bu âyet-i kerime tek başına bir cevap verebilir. Yetmez, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra resûl geleceği konusu, Allahû Tealâ tarafından Furkân Suresinin 27, 28, 29, 30. âyetlerinde de ifade edilmiş. Allahû Tealâ açık bir şekilde orada diyor ki:
25/FURKÂN-27: Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ(sebîlen).
Ve o gün, zalim ellerini ısırır: “Keşke resûlle beraber (Allah’a giden) bir yol ittihaz etseydim.” der.
25/FURKÂN-28: Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ(halîlen).
Yazıklar olsun, keşke ben filanı (o kişiyi) dost edinmeseydim.
25/FURKÂN-29: Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ(hazûlen).
Andolsun ki; bana zikir (Kur’ân’daki ilim) geldikten sonra beni zikirden saptırdı ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.
25/FURKÂN-30: Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzâl kur’âne mehcûrâ(mehcûran).
Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur’ân’dan ayrıldı (Kur’ân’ı terketti).” dedi.
“O gün” diyor “Parmaklarını ısırırlar.” diyor “Onlar” diyor, “Hırslarından.” “Ve” diyor “Derler ki; ah keşke o resûle tâbî olsaydım ve dalâletten kurtulsaydım. Ah keşke falana uymasaydım da dalâlete düşmeseydim. Keşke falanı kendime dost edinmesiydim de dalâlete düşmeseydim. Resûl dedi ki; benim kavmim Kur’ân’ı unuttular.”
Sevgili kardeşlerim, Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde Kur’ân’ın unutulması şöyle dursun, Allah’ın ifadesi aynen şu standarttadır; Âli İmrân-119:
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
“Ey sahâbe! Onlar size buğzederler, kötü davranırlar, ama siz onlara karşı muhabbet beslersiniz, sevgi duyarsınız. Çünkü siz, Kitab’ın (Kur’ân’ın) bütününe îmân edersiniz.”
Yani sahâbenin Kur’ân’dan vazgeçmek şöyle dursun, Kur’ân’ın bütününe îmân ettikleri, tâbî oldukları kesinleşiyor Kur’ân-ı Kerim’de.
Öyleyse Burada Furkân Suresinin 27. âyet-i kerimesinde ve 30. âyet-i kerimesinde bahsedilen resûl; “Keşke falancaya tâbî olmasaydım da resûle tâbî olsaydım.” diyor başlangıçta kişi.
Sonra da resûl de diyor ki:
“Benim kavmim Kur’ân’ı unuttular, Kur’ân’ı terk ettiler.”
İşte sevgili kardeşlerim, olaylar bütün boyutlarıyla açıklanmış durumda. Bugüne kadar biz, yüzlerce defa, bu devirde Kur’ân unutulmuş.” diyoruz, kavmimiz Kur’ân’ı unutmuş. Unuttukları kesin sevgili kardeşlerim.
Öyleyse nübüvvet ve risalet müessesesi birbirinden büyük farklılıklar gösterir. Nübüvvet peygamberliktir. Son peygamber, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)'dir. Risalete gelince, risalet müessesesi kıyâmete kadar devam edecektir.
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ resûllerle nebîleri birbirinden ayırmıştır. Evvelâ birinci ayrıma baktığımız zaman, nebîlere şeriat kitabı verildiğini görüyoruz. Eğer Allahû Tealâ bir resûle, nebî olmayan resûle bir kitap yazdırırsa, o asla şer’î bir emri ihtiva etmez. Eğer Allahû Tealâ bir resûle, peygamber olmayan bir resûlüne bir kitap yazdırırsa, onun hiçbir şer’î hükmü, yani başkalarının mutlaka uyması lâzımgelen bir hükmü mevcut olmaz. Ama peygamberlerine Allahû Tealâ şeriat kitabı indirir ki onunla hükmetsinler diye.
Âli İmrân-79’da Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-79: Mâ kâne li beşerin en yu’tiyehullâhul kitâbe vel hukme ven nubuvvete summe yekûle lin nâsi kûnû ıbâden lî min dûnillâhi ve lâkin kûnû rabbâniyyîne bi mâ kuntum tuallimûnel kitâbe ve bimâ kuntum tedrusûn(tedrusûne).
Bir insan için, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra onun insanlara; “Allah'tan başka bana kul olun” demesi olamaz (mümkün değildir). Fakat, sizin kitabı tedris etmiş (okuyup öğrenmiş) olmanız ve öğretiyor olmanızdan dolayı ancak: “Rabbâni (kendini Rabb'e adamış) kullar olunuz” der.
“Hiçbir insana yakışmaz ki; Allah ona kitap, hikmet ve peygamberlik versin de (nübüvvet versin de) sonra o insanlara, Allah’ı bırakın da bana kul olun desin. Fakat ders alan ve kitabı öğreten Rabbâniyyînlerden olun der.”
Başka insanlara; “Kitabı öğretenlerden (Rabbaniyyûnlardan) olun.” der.
Âli İmrân-84’te Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-84: Kul âmennâ billâhi ve mâ unzile aleynâ ve mâ unzile alâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ven nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum, ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).
“Allah'a ve bize indirilene ve İbrâhîm (A.S)'a, İsmâil (A.S)'a, İshâk (A.S)'a, Yâkub (A.S)'a ve Yâkub oğulları’na indirilenlere, Hz. Mûsâ'ya ve Hz. Îsâ'ya ve nebilere Rab'leri tarafından verilenlere îmân ettik. Onların arasından birini (diğerlerinden) ayırdetmeyiz. Ve biz O'na (Allah'a) teslim olanlarız.” de.
“De ki; Biz Allah’a, bize indirilene İbrâhîm (A.S)'a, İsmâil (A.S)'a, İshâk (A.S)'a, Yâkub (A.S)'a ve esbâta indirilenlere, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya ve peygamberlere Rab'leri tarafından verilenlere îmân ettik. Onlardan hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz, O’na teslim olanlarız.”
Burada peygamberlerin adı geçiyor. Onlara verilen şeriat kitaplarından bahsediyor Allahû Tealâ. Hz. Mûsâ, Hz. Îsâ ve ondan evvelki bütün peygamberlere Allahû Tealâ kitap verdiğini söylüyor. Hepsi şeriat kitabıdır.
4/NİSÂ-105: İnnâ enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı li tahkume beynen nâsi bimâ erâkallâh(erâkallâhu). Ve lâ tekun lil hâinîne hasîmâ(hasîmen).
Muhakkak ki insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için Biz, sana Kitab'ı hak olarak indirdik. Ve ihanet edenlere taraftar olma.
“Şüphesiz insanların arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmek için Biz sana Kitab’ı hak olarak indirdik.”
Bir peygamber olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Kur’ân’ı onunla hükmetmesi için indirdiğini söylüyor Allahû Tealâ. Ama peygamber olmayan hiçbir resûle hükmetmesi için bir kitap verildiği şimdiye kadar hiç mümkün olmamıştır.
En’âm-89’da Allahû Tealâ diyor ki:
6/EN'ÂM-89: Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe vel hukme ven nubuvveh(nubuvvete), fe in yekfur bihâ hâulâi fe kad vekkelnâ bihâ kavmen leysû bihâ bi kâfirîn(kâfirîne).
İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Onlar eğer, onu inkâr ederlerse artık, onu inkâr etmeyecek bir kavmi ona vekil ederdik.
“İşte onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.”
Ne veriyormuş Allahû Tealâ? Kitap, hikmet ve peygamberlik, beraber. İşte o, hükmetmesi için verilen şeriat kitabı.
Meryem-30:
19/MERYEM-30: Kâle innî abdullâhi, âtâniyel kitâbe ve cealenî nebiyyâ(nebiyyen).
(Bebek) şöyle dedi: “Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni nebî (peygamber) kıldı.”
Hz. İsa diyor ki bebekken; “Muhakkak ki ben, Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni nebî kıldı, peygamber kıldı.”
Nebîlerin peygamber oldukları ve kendilerine kitap verildiği açık bir şekilde yazıyor inşaallah.
Şimdi kavim resûlleriyle nebîlerin temel ayraçlarına beraberce bakalım. Sevgili kardeşlerim, nebîler kâinat içindir. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e diyor ki:
21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.
“Seni âlemlere rahmet olasın diye yarattık.” diyor. “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdık.” diyor. “Seni âlemlere rahmet olasın diye yarattık.” Sadece bu dünyaya değil. Peygamber Efendimiz (S.A.V), bütün kâinatın peygamberidir. Ondan evvelki bütün peygamberler de aynı şekilde bütün kâinatın peygamberleriydi. Peygamberler arasında” Allahû Tealâ “Ayırt etmeyiz.” diyor, “Hepsi peygamberimizdir.” diyor.
2/BAKARA-136: Kûlû âmennâ billâhi ve mâ unzile ileynâ ve mâ unzile ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve ya’kûbe vel esbâtı ve mâ ûtiye mûsâ ve îsâ ve mâ ûtiyen nebiyyûne min rabbihim, lâ nuferriku beyne ehadin minhum ve nahnu lehu muslimûn(muslimûne).
Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilenlere, İbrâhîm (as.)’a, İsmail (as.)’a, İshak (as.)’a, Yâkub (as.) ve torunlarına indirilenlere, Musa (as.) ve İsa (as.)’ya verilenlere ve (diğer) nebîlere, Rab’leri tarafından verilenlere (sahife, kitap ve vahiylere) îmân ettik. Onların arasından hiçbirini ayırmayız (fark gözetmeyiz). Ve biz, O’na teslim olanlarız.”
Şimdi “Bütün kavimlere art arda resûl gönderirim.” diyor Allahû Tealâ. Bizim dîn adamlarımız zannediyorlar ki; peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra resûl gelmeyecektir. Üstelik de buna kesin şekilde inanmışlar. İyi de Allahû Tealâ hiç öyle söylemiyor. Bütün zaman devrelerinde resûllerin varlığını âyetler kesin bir şekilde söylüyor. Hadi gelin beraberce bakalım, Nahl Suresi 36. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz bütün kavimlerde resûl beas ederiz, Allah’a kul olsunlar ve taguttan kaçınsınlar diye. Bu sebeple bir kısmı hidayete erdiler.”
Ne yapmışlar? Resûle tâbî olmuşlar, hidayete ermişler.
“Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.” diyor.
Allahû Tealâ bütün kavimlere resûl gönderdiğini söylüyor. Nebî resûl, bir tanedir. Bu resûller, bütün kavimlere gönderilen resûller, nebî resûl değillerdir. Bunlar velî resûldür. Allah’ın evliyası olan resûldür. Hiçbir resûl olmamıştır ki Allah’a ulaşmayı dilememiş olsun, ruhunu Allah’a ulaştırmamış olsun, fizik vücudunu, nefsini ve iradesini Allah’a teslim etmemiş olsun. Daha Allah’a ulaşmayı dilediği anda o kişi bir velîdir.
*Allah’a ulaşmayı dilemek; 1. safha.
*Mürşide ulaşma; 2. safha.
*Ruhu Allah’a ulaştırmak; 3. safha.
*Fizik vücudu Allah’a teslim etmek; 4. safha.
*Nefsi Allah’a teslim etmek; 5. safha.
*İrşad olmak; 6. safha.
*İradeyi Allah’a teslim etmek; 7. safha.
7 tane safha geçirilir. Bu safhaların daha birincisine ulaşan, Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, velîdir. Bu resûl de mutlaka velîdir. Öyleyse Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde geçen, bütün kavimlere devamlı olarak gönderilen resûller, onlar sadece velî resûllerdir. Nebî resûller de kavimlerden birine gönderilir, kendi kavminin resûlüdür. Ama kâinatın peygamberidir, kâinatın nebîsidir.
Öyleyse Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bütün kavimlere resûl gönderdiğini söylüyor. Öyleyse bütün kavimlere Allahû Tealâ’nın resûl göndermesi söz konusu. İşte bu babda Bakara Suresinin 87. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-87: Ve lekad âteynâ mûsâl kitâbe ve kaffeynâ min ba’dihî bir rusuli ve âteynâ îsâbne meryemel beyyinâti ve eyyednâhu bi rûhil kudus(kudusi), e fe kullemâ câekum resûlun bimâ lâ tehvâ enfusukumustekbertum, fe ferîkan kezzebtum ve ferîkan taktulûn(taktulûne).
Andolsun ki, Biz, Musa’ya kitap verdik ve ondan sonra ardarda resûller gönderdik. Ve Meryem’in oğlu İsa’ya beyyineler (açık deliller) verdik ve onu Ruh’ûl Kudüs ile destekledik. Öyle ki, nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle gelen resûle karşı, her defasında kibirlendiniz. Bu sebeple bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürüyorsunuz.
“Andolsun ki Biz Musa (A.S)’a kitap verdik ve ondan sonra da birbiri ardından resûller gönderdik. Meryemoğlu İsa’ya beyyineler verdik ve onu Ruhül Kudüs ile destekledik.” (Bunların hepsi peygamber; Hz. Musa, Hz. İsa). Ne zaman bir resûl, size nefslerinizin hoşlanmadığı bir şeyle geldiyse hemen kibirlendiniz. Bir kısmını yalanladınız, bir kısmını öldürdünüz.” diyor.
Burada “Hz. Musa’ya kitap verdik. Ondan sonra da birbiri ardından resûller gönderdik.” diyor “Birbirinin ardı sıra, ardı arkası kesilmeksizin resûl gönderdik.” diyor.
İsrâ-15’te Allahû Tealâ buyuruyor ki:
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
“Biz bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.” diyor.
Ama bütün kavimlere resûl geldiği kesin. Bu muhteva içerisinde Allahû Tealâ Muminûn-44’de diyor ki:
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
“Biz, bütün kavimlere resûl göndeririz ve birbiri ardından göndeririz. Peş peşe göndeririz yani hiçbir kavmi resûlsüz bırakmayız.” diyor Allahû Tealâ. Muminûn-44 bu konuyu kesinleştiriyor:
“Bütün kavimlere birbiri ardından, peş peşe resûller göndeririz.” diyor.
Bunlara Zumer-71’i de ilave etmemiz lâzım. Zumer-71’de Allahû Tealâ diyor ki:
39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
“Kâfirler zümre zümre cehennemin kapısında toplanırlar. Cehennem bekçileri kapıları açarlar ve onlara derler ki; size Allah’ın resûlleri gelmedi mi? Onlar da derler ki; geldiler. Size, o gelen resûller Allah’ın âyetlerini söyleyerek buraya cehenneme geleceğinizi, bugün buraya geleceğinizi size söylemediler mi?” Yani; “Size Allah’a ulaşmayı dilemiyorsunuz...”
Bakınız; “Allahû Tealâ resûllerini, âmenû olanları uyarsınlar diye, âmenû olanları müjdelesinler diye, Allah’a ulaşmayı dileyenleri müjdelesinler diye, âmenû olmayanları uyarsınlar diye göndeririz.” diyor Allahû Tealâ. “Allah, resûllerini âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) müjdelesinler diye, âmenû olmayanları uyarsınlar diye gönderir.” diyor Kur’ân-ı Kerim’de.
6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.
İşte cehennem bekçileri de onlara, hangi zamanda yaşamışlarsa, o devirdeki kitaptaki âyetleri söyleyerek “Size bu âyetleri söyleyerek uyarmadılar mı, buraya cehenneme geleceğinizi söylemediler mi Allah’a ulaşmıyorsunuz diye?” Cevap; söylediler, ama azap, kâfirlerin üzerine hak oldu.”
İşte sevgili kardeşlerim, burada Allahû Tealâ’nın dizaynını açık bir şekilde görüyoruz. Allahû Tealâ, resûllerini bütün kavimlere gönderiyor ve art arda gönderiyor. İşte bu resûller, nebî resûl değildir, bunlar velî resûllerdir.
Akaid’in bir diğer temel kaidesi, nebî olmadan resûl olmaz iddiası. Sevgili kardeşlerim, “Nebî olmadan resûl olunmaz.” diyor insanlar. Allahû Tealâ da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra resûl gönderiyor. Duhân Suresinin 10, 11, 12, 13, 14. âyetlerinde geçen resûl, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den çok sonra gelecek olan bir resûldür. Bu devirde gelmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesine göre son nebîdir. Son nebî olduğuna göre, ondan sonra gelecek hiçbir resûlün nebî olması mümkün değil, peygamber olması mümkün değil. Kur’ân bunu kesinleştirmiş durumda.
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
Öyleyse şu hurafeye bakın; “Nebî olmadan resûl olunmaz.” diyorlar. Nübüvvet, risaletten üstün bir müessesedir. Nübüvvet, peygamberliktir. Risalet resûllüktür. “Nebî olmadan resûl olunmaz.” ifadesi, Kur’ân’a bütünüyle ters düşmektedir. Bunun mümkün olmadığını Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de iki grup âyet-i kerimeyle ispat etmiş. Duhân Suresi 10, 11, 12, 13, 14, 15. âyet-i kerimeler, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den çok sonra, kıyâmete yakın bir devrede bir resûlün geleceğini açıkça söylüyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), son nebîydi. Nübüvvet onunla bitmiş. Bu resûl evvelâ nebî oldu da sonra mı resûl oldu? Nübüvvet yok artık! O zaman Akaid, hurafelerle uğraşıyor sevgili kardeşlerim. Yani okullarımızda öğretilen ilim, bütün boyutlarıyla yanlıştır. Bu yanlışlıkların hepsini düzeltmeliyiz. Demin söylediğimiz Furkân Suresinin 27, 28, 29. âyetlerinde bahsedilen resûl de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bu devirde yaşayan bir resûldür. Kur’ân-ı Kerim’in terk edildiğini söylüyor. O, biziz. Ve de biz nebî miyiz? Asla. Peygamberlik müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sona ermiştir.
Şimdi bu şartlarda eğer bir insan derse ki bu adam peygamberlik iddia ediyor, bu bühtandır ve o kişi iftira etmektedir; hem Allah’ın âyetlerine, hem Allah’a, hem bize. Öğrenilen yanlış ilmin karanlıkları, cehaleti altında insanlar çeşitli iftiralarda bulunuyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra bir peygamber gelmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ve resûl kelimesi peygamber olarak kabul edildiği için bütün hata doğuyor. “Bütün resûller peygamber değildir, sadece nebî resûller peygamberdir.” Onun da nübüvvetin de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sona erdiğini hepimiz biliyoruz.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, nebîleri ve resûlleri birbirinden kesin şekilde ayırmamız lâzım. İşte o ayırma sadedinde farklardan bahsedelim, yani burada bir kesinlik kazanacak artık olay.
Peygamberler belirli kavimlerde yaşamışlardır. Bütün dünya için vazifelidirler. Peygamber olmayan resûller ise dünyada bulunan her kavimde yaşamışlardır ve yaşayacaklardır. Ama sadece kendi kavimleri içinde vazifelidirler.
Öyleyse Nahl-36’da Allahû Tealâ diyor ki:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Biz bütün ümmetlerin içinde resûl beas ettik.”
Burada bütün ümmetler, ne kadar dünya üzerinde ümmet varsa hepsinin içinde şu anda bir resûl vazife yapıyor.
Rûm-47’de Allahû Tealâ diyor ki:
30/RÛM-47: Ve lekad erselnâ min kablike rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bil beyyinâti fentekamnâ minellezîne ecramû, ve kâne hakkan aleynâ nasrul mu’minîn(mu’minîne).
Ve andolsun ki, senden önce onların kavmine resûller gönderdik. Böylece onlara beyyineler (kesin deliller) getirdiler. Bunun üzerine mücrimlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım, Bizim üzerimize hak oldu.
“Andolsun ki senden önce onların da kavimlerine resûller gönderdik.”
Her kavme Allahû Tealâ bir resûl göndermiş; Sebe Suresi, 28. âyet-i kerimesi:
34/SEBE-28: Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lin nâsi beşîren ve nezîren ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Ve Biz, seni (kâinattaki) insanların hepsi için müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olmandan başka bir şey için göndermedik. Fakat insanların çoğu bilmezler.
“Biz, seni kâinattaki insanların hepsi için müjdeleyici ve nezir olmandan başka bir şey için göndermedik.”
Burada Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e söylüyor:
“İnsanların hepsi için.” diyor. “Arap kavmi için gönderdik.” demiyor.
O peygamber, o nebî, insanların hepsi için gelmiş. Ama kavim resûlleri kendi kavimleri için gelirler.
Ra’d Suresinin 7. âyet-i kerimesi Allahû Tealâ diyor ki:
13/RA'D-7: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihî, innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd(hâdin).
Ve kâfirler derler ki: “O’nun üzerine Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Sen, sadece bir uyarıcısın ve bütün kavimler için hidayetçi vardır (zamanın her parçasında ve bütün kavimlerde).
“Sen sadece bir uyarıcısın. Ama bütün kavimler için hidayetçiler vardır.” diyor Allahû Tealâ, Ra’d Suresinin 7. âyet-i kerimesi. “Bütün kavimler için hidayetçi resûl vardır.” diyor Allahû Tealâ.
Hangi kavim olursa olsun, o kavme mutlaka Allahû Tealâ resûl gönderiyor. Zaten Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesindeki cehenneme gelen bütün insanlara “Size resûl gelmedi mi?” diye sorulduğunda, hepsi; “geldi” cevabını veriyorlar.
Allahû Tealâ diyor ki:
19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ(makdıyyen).
Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona (cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir hükümdür.
“Kıyâmet günü aranızdan cehenneme gitmeyecek olan (uğramayacak olan) hiç kimse yoktur.” diyor.
Herkes mutlaka cehenneme gittiğine göre, Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesi, her devirde yaşayan, ayrıca her kavimde yaşayan, bütün devirlerde bütün kavimlerde yaşayan insanların hepsine birden; “Sana resûl gelmedi mi? Seni şu âyetlerle uyarmadı mı? Buraya geleceğini (cehenneme geleceğini) sana söylemedi mi?” demesine karşılık, cehenneme giren bütün insanlar aynı şeyi söylüyorlar; “Evet geldi.” Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, kim olursa olsun o kişi mutlaka resûlden haberdardır.
“li kulli ummetin resûl.” diyor Allahû Tealâ, “Her ümmetin bir resûlü vardır.”
10/YÛNUS-47: Ve li kulli ummetin resûlun, feizâ câe resûluhum kudıye beynehum bil kıstı ve hum lâ yuzlamûn(yuzlamûne).
Her ümmetin bir resûlü vardır. Onlara, resûlleri geldiği zaman onların aralarında adaletle hükmolundu. Onlara zulmedilmez.
Bütün ümmetler, bütün milletler bir resûle şu anda da sahip. Şu andaki de, hiçbir resûl aslında peygamber değildir.
İkinci ayırım: Nebî olan resûller arasında uzun fetret devreleri vardır. Ama kavim resûlleri arasında fetret devirleri söz konusu değildir.
Öyleyse söz konusu olan şey, peygamberler. Bakıyoruz, Hz. İsa. Hz. İsa’dan 600 yıl sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V) nübüvvetle vazifelendiriliyor. Hz. İsa da peygamber, Peygamber Efendimiz (S.A.V) de peygamber. Ama bu iki peygamber arasında 600 senelik bir fetret devresi var. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den kıyâmete kadar geçecek olan zamana bakıyoruz, bu devrede başka bir peygamberin gelmesi hiçbir şekilde mümkün değil. 1400 yıl geçmiş, bir peygamber yok. Bugün de yok, kıyâmete kadar da olmayacak.
Öyleyse 1400 yıldır dünya peygambersiz. Hz. Musa’yla Hz. İsa arasında geçen peygamberlerin arasında gene fetret devirleri var. Ama Hz. İsa’dan sonra 600 yıllık peygambersiz devre olduğu da kesin. Öyleyse Allahû Tealâ; “Bütün kavimlere resûl göndeririz, aralıksız göndeririz.” diyor. O zaman o gönderilen resûllerin peygamber olması mümkün mü?
Asıl önemli olan bir başka açıdan konumuza bakalım. Kur’ân-ı Kerim’de Firavun’un Hz. Yusuf’a gönderdiği alelâde bir haberci (ulak), resûl adı ile anılıyor Kur’ân-ı Kerim’de. Evet, resûl adı ile anılıyor, “Resûl, Yusuf’a ulaşınca” diyor. Yûsuf Suresi, 50. âyet-i kerime:
12/YÛSUF-50: Ve kâlel meliku’tûnî bihî, fe lemmâ câehur resûlu kâlerci’ ilâ rabbike fes’elhu mâ bâlun nisvetillâtî katta’ne eydiyehunn(eydiyehunne), inne rabbî bi keydihinne alîm(alîmun).
Ve Melik: “Onu bana getirin.” dedi. Böylece ona, resûl (ulak, haberci) geldiği zaman Yusuf (a.s): “Efendine dön ve ellerini kesen kadınların hali (durumu) nedir, ona sor.” dedi. Muhakkak ki; Rabbim onların hilelerini en iyi bilendir.
Alelâde bir haberci, resûl adı ile anılıyor. Bunun peygamber olması mümkün mü? Sevgili kardeşlerim, resûl tabiri, “Kur’ân’da geçen bütün resûller peygamberdir.” İfadesi, her şeyi mahvetmiş. Bütünüyle yanlış. Alelâde bir haberciye peygamber dememiz lâzım. Geçtik.
Neml Suresinin 83. âyet-i kerimesinde Belkıs’ın Hz. Süleyman’a gönderdiği elçinin de adı gene resûl olarak geçiyor.
27/NEML-35: Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn(murselûne).
Ve muhakkak ki ben onlara hediye ile resûller göndereceğim. Böylece bakalım resûller (elçiler) ne ile dönecekler?
27/NEML-35 Ve innî mursiletun ileyhim bi hediyyetin fe nâzıratun bime yerciul murselûn(murselûne).
Ve muhakkak ki ben onlara hediye ile resûller göndereceğim. Böylece bakalım resûller (elçiler) ne ile dönecekler?
Yeter mi? Yetmez, Allahû Tealâ, başka açılardan bakıyor konuya. Hadîd Suresinin 27. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
57/HADÎD-27: Summe kaffeynâ alâ âsârihim bi rusulinâ ve kaffeynâ bi îsabni meryeme ve âteynâhul incîle ve cealnâ fî kulûbillezînettebeûhu ra’feten ve rahmeten, ve rahbâniyyetenibtedeûhâ mâ ketebnâhâ aleyhim illâbtigâe rıdvânillâhi fe mâ raavhâ hakka riâyetihâ, fe âteynâllezîne âmenû minhum ecrehum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Sonra onların izleri üzerine resûllerimizi ardarda gönderdik. Ve Meryemoğlu İsa (A.S)’ı gönderdik ve O’na İncil’i verdik. Ve O’na tâbî olanların kalplerinde refet (şefkat) ve rahmet kıldık. Ve onlar, O’na ruhbanlık ihdas ettiler. Biz, Allah’ın rızasını ibtiga etmekten başkasını onlara farz kılmadık. Oysa O’na hakkıyla riayet etmediler. Böylece onlardan, âmenû olanların ecirlerini verdik ve onlardan çoğu fasıklardı.
“Onların arkalarından da resûllerimiz art arda gönderdik.”
“Hep art arda gönderdik.” diyor. Bütün kavimlere resûller art arda gidiyor. Zaten defaatle söylediğimiz Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesi, cehenneme giren bütün insanlardan bahsediyor. Dünya üzerinde ne kadar zamanın içerisindeki insanlar hangi devirde yaşamışlarsa yaşamış olsunlar, hepsinin önce gideceği yer cehennem. Hepsi; “Evet, bize resûller geldi.” diyor.
Bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında resûl var. Ama gördük ki; peygamberler arasında fetret devirleri var. Peygambersiz geçen devreler var. Ama bu devrelerde de kavim resûlleri yaşıyorlar. Çünkü bütün insanlara tebliğ, Allahû Tealâ’nın zaruri bir hizmeti.
İsrâ-15’te Allahû Tealâ; “Biz bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.” diyor.
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
Ra’d-7’de; “Sen sadece bir uyarıcısın. Bütün kavimler için hidayetçi vardır.” diyor Allahû Tealâ. Hidayetçi resûller.
13/RA'D-7: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbihî, innemâ ente munzirun ve li kulli kavmin hâd(hâdin).
Ve kâfirler derler ki: “O’nun üzerine Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Sen, sadece bir uyarıcısın ve bütün kavimler için hidayetçi vardır (zamanın her parçasında ve bütün kavimlerde).
Allahû Tealâ, cinlere cin resûller, meleklere melek resûller göndermiş. İnsanlara da melek resûller göndermiş. Ama cinlerden ve meleklerden peygamber oluşturmuyor. Ne cinlerden peygamber var, ne meleklerden. Peygamberler (nebîler), sadece biz insanlara has.
En’âm-130’da Allahû Tealâ diyor ki:
6/EN'ÂM-130: Yâ ma’şerel cinni vel insi e lem ye’tikum rusulun minkum yakussûne aleykum âyâtî ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû şehidnâ alâ enfusinâ ve garrathumul hayâtud dunyâ ve şehidû alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn(kâfirîne).
Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resûller (elçiler) gelmedi mi? “Kendi nefslerimize şahit olduk.” dediler. Dünya hayatı onları aldattı. Ve kendilerinin kâfir olduğuna, kendileri şahit oldular.
“Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran, içinizden resûller gelmedi mi?” İnsan ve cin topluluğuna söylüyor. İkisinin de içinden resûller geldiğini söylüyor.
Hacc-75’te; “Allah, meleklerden ve insanlardan resûller seçer.” diyor.
22/HACC-75: Allâhu yastafî minel melâiketi rusulen ve minen nâsi, innallâhe semîun basîr(basîrun).
Allah, meleklerden ve insanlardan resûller seçer. Muhakkak ki Allah, en iyi işitendir, en iyi görendir.
Nitekim meleklerden de resûller seçiyor. Nitekim Hz. İbrâhîm’e, Hz. Lût’a melekler geliyor. Melek resûller geliyor.
Ve Allahû Tealâ diyor ki; “Resûller hangi kavimlerden çıkmışsa, hangi kavimlerden bir resûl tayin edilmişse, o kavmin lisanı ile tayin edilir.”
Îbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesi:
14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
“Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım.”
Neden? Kendi lisanıyla kavmine hitap etsin diye.
Öyleyse her devirde, her kavimde mutlaka onlara kendi lisanıyla hitap eden bir kavim resûlü olduğu kesin.
Sevgili kardeşlerim, bu konu son derece önemli. Onun için bu açıklamaları sonuna kadar yapacağız ve bu, bir ibret vesikası olacak, bu konuşmamız.
Ve Allahû Tealâ diyor ki; nebî resûllerin görevi 5’tir, velî resûllerin görevi 4’tür. 4 görev, 5 görev. Nebî resûllerin görevi nedir?
1- Allah’ın âyetlerini okumak,
2- Onların nefslerini tezkiye etmek,
3- Onlara kitap öğretmek,
4- Onlara hikmet öğretmek,
5- Ve onlara hikmetin de ötesinde bilmedikleri şeyleri öğretmek.
Bakara-151, diyor ki Allahû Tealâ:
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size, aranızda (görev yapmak üzere), sizden (kendinizden) bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki, âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye (ve tasfiye) etsin, size Kitap’ı (Kurânı Kerim’i) ve hikmeti öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.
Tıpkı bundan evvelki âyette olduğu gibi, “Size de sizlerin arasından bir peygamber resûl gönderdik.” diyor Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bahsediyor.
1- Size Allah’ın âyetlerini okusun diye,
2- Sizin nefsinizi tezkiye etsin diye,
3- Size Kitap öğretsin diye,
4- Size hikmet öğretsin diye,
5- Hikmetin ötesinde bilmediğiniz şeyleri öğretsin diye.
Cumâ-2’de Allahû Tealâ buyuruyor ki:
62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.
“Onlara, onların içinde, Allah’ın âyetlerini okusun, onları tezkiye etsin ve onlara kitap ve hikmeti öğretsin diye, ümmîler için onların aralarından resûl beas eden O Allah’tır.”
O kavmin içinde olanlardan birini;
*Allah’ın âyetlerini okusun; 1
*Onları tezkiye etsin; 2.
*Kitap öğretsin; 3.
*Hikmet öğretsin; 4.
Bu bir kavim resûlü, 4 görev. Ama peygamber resûller için 5 tane görev var. Öyleyse Allahû Tealâ’nın bu istikamette söylediği şeyler, her biri ayrı ayrı bir hüküm. Bütün nebî resûller mutlaka tasarruf rızasına ulaşmışlardır. Velî resûllerdense sadece huzur namazının imamlığına tayin edilenler, sadece onlar tasarruf rızasına ulaşmışlardır.
Âli İmrân-179’da Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-179: Mâ kânallâhu li yezerel mu’minîne alâ mâ entum aleyhi hattâ yemîzel habîse minet tayyib(tayyibi), ve mâ kânallâhu li yutliakum alâl gaybi ve lâkinnallâhe yectebî min rusulihî men yeşâu fe âminû billâhi ve rusulihî, ve in tu’minû ve tettekû fe lekum ecrun azîm(azîmun).
Allah, habis olanı (kötüyü), temiz olandan (mü'min olanı, mü'min gözükenden) ayırıncaya kadar mü'minleri, sizin bulunduğunuz hâl üzere (mü'min olanla mü'min gözükenin bir arada olduğu bir durumda) terk edecek değildir. Ve Allah sizi gayba muttali edecek (gaybı bildirecek) değildir. Ve lâkin Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer (gaybı o resûlüne bildirir). O halde, Allah'a ve O'nun resûllerine îmân edin. Ve eğer âmenû olur ve takva sahibi olursanız, o zaman sizin için "Büyük Ecir" vardır.
“Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer. Allah, sizi gaybden haberdar edecek değildir. Fakat Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer, yani ona tasarruf rızasına ulaşmış olan, huzur namazının imamı olan resûle, gaybden haberler verir.”
Bu resûl, peygamber değildir. Ama tasarruf rızasına ulaşmıştır. Cinn-26 ve 27’de de Allahû Tealâ aynı şeyi söylüyor:
72/CİNN-26: Âlimul gaybi fe lâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ(ehaden).
O (Allah), gaybı bilendir. Fakat O, gaybını hiç kimseye izhar etmez (açıklamaz).
72/CİNN-27: İllâ menirtedâ min resûlin fe innehu yesluku min beyni yedeyhi ve min halfihî rasadâ(rasaden).
Resûllerden razı oldukları (tasarruf rızasına ulaşmış olanları) hariç! O taktirde, muhakkak ki O (Allah), onların önünden ve arkasından gözetenler sevkeder ki,
“Gaybı bilen Allah, gaybı kimseye açıklamaz, ancak resûllerden rızaya ulaşanlar müstesna.”
Her ikisinde de aynı şeyi söylüyor Allahû Tealâ.
Öyleyse sevgili kardeşlerim, bunların her birisi ayrı bir ayrım. Ve Allahû Tealâ nebîleri ve nebî olan resûlleri, peygamberleri ve velî resûlleri, yani peygamber olmayan resûlleri, Enbiyâ-73’te ve Secde-24’de ayırıyor birbirinden.
Diyor ki Enbiyâ-73’de:
21/ENBİYÂ-73: Ve cealnâhum eimmeten yehdûne bi emrinâ ve evhaynâ ileyhim fi’lel hayrâti ve ikâmes salâti ve îtâez zekâti, ve kânû lenâ âbidîn(âbidîne).
Ve onları, emrimizle hidayete erdiren (ölmeden önce ruhları Allah’a ulaştıran) imamlar kıldık. Ve onlara, hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, Bize kul oldular.
“Onları emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık.” “Onları” diyor. “ve cealnâhum: Ve onları hidayete erdiren imamlar kıldık.” diyor.
Enbiyâ-72’de peygamberlerden bahsediyor. Peygamber ismini vermiş. 73’te de; “Onları emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık.” diyor.
21/ENBİYÂ-72: Ve vehebnâ lehu ishâk(ishâka), ve ya’kûbe nâfileten, ve kullen cealnâ sâlihîn(sâlihîne).
Ve ona, İshak (A.S)’ı ve nafileten (ilâveten) Yâkub (A.S)’ı vehbî (armağan) olarak verdik. Ve hepsini salihler kıldık.
Ama Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ; “ve cealnâ minhum eimmeten: Onlardan imamlar kıldık.” Onları imamlar kıldık değil. ve cealnâhum eimmeten değil, “ve cealna minhum eimmeten: Onlardan (onların bir kısmından) imamlar tayin ettik. Geri kalanlarını imam yapmadık.” diyor.
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
Yani anlaşılıyor ki sadece bir kişi devrin imamlığına tayin edilmiş. Sonuç da çok açık:
yehdûne bi emrinâ: Emrimizle hidayete erdirsin diye.
ve lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn: Sabrın sahibi olduğu için ve âyetlerimize yakîn hâsıl ettiği için.”
İşte Enbiyâ Suresinin 73. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, peygamberleri imamlığa tayin ettiğini söylüyor. Hidayete erdiren imamlar kıldığını söylüyor. Bunlar peygamberler. Ama Secde-24’de: “Onlardan imamlar kıldık.” diyor. “Peygamber olmayan resûlleri Allahû Tealâ imam tayin ettiğini söylüyor.
Öyleyse huzur namazının imamlığında da aslında aslî mevki, asaleten tayin edilenler huzur namazının imamlığına, peygamberlerdir. Ama bu devirde peygamber olmadığı için huzur namazının imamlığı da bir velî resûl tarafından gerçekleştiriliyor. Bu devirde o görev bizdedir.
Ve yeni bir ayrım, bütün nebîlere Allahû Tealâ şeriat kitapları indirmiştir. Oysa nebî olmayan resûllerin sadece bir kısmına sohbet niteliğinde kitaplar indirilmiştir. Allahû Tealâ’nın bize yazdırdığı Risalet Nurları da bir sohbet kitabıdır. Asla bir hüküm ihtiva etmemektedir. Emredici bir hükme sahip değildir.
Âli İmrân-81’de Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.
“Ey nebîler! Size kitap verdik ve hikmet verdik.”
Bu nebîlerine Allahû Tealâ kitap vermiş ve hikmet vermiş. Açık bir şekilde “nebîler” diyor. Onlara verdiği, hükmetsinler diye şeriat kitabı.
Şimdi Ra’d Suresinin 38. âyet-i kerimesine bakıyoruz:
13/RA'D-38: Ve lekad erselnâ rusulen min kablike ve cealnâ lehum ezvâcen ve zurriyyeten, ve mâ kâne li resûlin en ye’tiye bi âyetin illâ bi iznillâh(iznillâhi), li kulli ecelin kitâb(kitâbun).
Andolsun, senden önce de resûller gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyyet (çocuklar) kıldık. Bir resûl için, Allah’ın izni olmaksızın bir âyet getirmesi olmaz (mümkün değildir). Her zamanın, bir kitabı vardır.
“Bir resûl için Allah’ın izni olmaksızın bir âyet getirmesi olmaz, mümkün değildir.” diyor “Her zamanın bir kitabı vardır.”
Resûllerden dilediğine Allahû Tealâ sohbet kitabı yazdırır. Dilerse âyetli olarak yazdırır. Ama o, bir şeriat kitabı olmaz. Hüküm ifade etmez. Bu devirde Ra’d Suresinin 38. âyet-i kerimesine göre de Allahû Tealâ bize bir kitap yazdırmıştır. Ama bu kitap, bir şeriat kitabı değildir, emredici bir hüviyeti yoktur. Ama Allah’ın izniyle indirildiği, bizim anlayamadığımız başlangıçta, oydu; Neden Allahû Tealâ bunu yazdırdı diye. “bi iznillahi tealâ indirilmiştir.” diyor. Sonra da “Allah’ın izniyle indirilmiştir.” diyor.
7/A'RÂF-175: Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn(gâvîne).
Onlara, âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin haberini oku (anlat). Sonra o, ondan (âyetlerden) ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o zarar görenlerden (azgınlardan) oldu.
“Onlara âyetlerimiz verdiğimiz kimsenin haberini oku. Sonra o ondan, âyetlerden ayrıldı, artık şeytan onu kendisine tâbî kıldı. Ve böylece o azgınlardan oldu.”
Ve Allahû Tealâ o kitapta âyetler yazdırdı bize ve Allahû Tealâ’nın âyetlerle verdiği, peygamber olmayanlara âyetler verdiği âyet-i kerimede, A’râf-175’te kesinleşiyor.
Sevgili kardeşlerim, işte risalet ve nübüvvet müessesesi şöyle sonuçlanıyor:
*Nebîler, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir.
*Nebî olmayan resûller, peygamber değillerdir, ama resûldürler.
Ve bütün zamanlarda, bütün kavimlerde mutlaka Allah’ın bir resûlü vazifelidir. Şu anda da dünyadaki bütün kavimlerde bir resûl görev yapmaktadır.
Allah razı olsun.
Gemlik’ten Perihan Aykaç, sevgili ablamız.
SORU: Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu, gözümüzün nuru, gönlümüzün sultanı, Allah’ın ve kulların en çok sevdiği en sevgili, Allah sizi başımızdan eksik etmesin inşaallah. İzninizle bir sualim olacaktı. Bugün hidayet ve Sıratı Mustakîm dendiğinde ikisine de “doğru yol” denip geçiliyor. Bizlere Kur’ân ışığında, hidayet ve Sıratı Mustakîm kavramlarını açıklar mısınız? Sizi çok seviyoruz Allah razı olsun demiş ablamız.
CEVAP: Allah razı olsun abla, sevgili ablacığım.
Hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşması mânâsını tazammun ediyor. Allahû Tealâ buyuruyor, Âli İmrân-73:
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm'dir (en iyi bilendir).
“innel hudâ hudallâh”
inne: Muhakkak ki.
el hudâ: Hidayet.
hudallâh: Allah’a ulaşmaktır.
Bakara-120’de Allahû Tealâ şöyle söylüyor:
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
“inne hudâllâhi huvel hudâ.”
inne: Muhakkak ki.
hudallâhi: Allah’a ulaşmak.
huve: İşte o.
el hudâ: Hidayettir.
“İşte o hidayettir.” Neymiş? Allah’a ulaşmak hidayetmiş.
Sevgili kardeşlerim, ne Allah’a ulaşacak? Ruhumuz. Allahû Tealâ Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde diyor ki:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
“Biz, insana ruhumuzdan üfürdük. Sonra ona fuadler verdik, (işitme, görme ve idrak etme hassalarını verdik).” diyor.
Üfürülen bir ruhumuz var. Sonra Allahû Tealâ, fizik vücudumuzu halk etmiş, yaratmış. Nefsimizi ise sevva etmiş. Üç ayrı âyet-i kerimede bunları söylüyor.
Öyleyse hidayet nedir? Hidayet, Allah’a ulaşmaktır. Ama bir kısım insanlar, “innel hudâ”dan sonra gelen” “hudallâh” kelimesini; Allah’a ulaşmaktır’ı “Allah’ın ulaştırmasıdır.” şeklinde tercüme etmişler. Olabilir, böyle olduğunu düşünelim. Netice gene değişmez. Çünkü Allah’a ulaştırmasıdır deyince, nereye ulaştırmasıdır hidayet? Cevap veriyoruz; Allah'ın Zat'ına ulaştırmasıdır. Çünkü konunun başlangıcı, Allah’a ulaşmayı dilemek. Yani Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde geçen “munîbîne” kelimesi “munîb olmak” Allah’a yönelmek ve Allah’a yönelen kişinin, Allahû Tealâ tarafından Kendisine ulaştırılacağı ifade ediliyor.
İşte; “allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb.” Allahû Tealâ diyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
“Allah, dilediğini Kendisine seçer ve o seçtiklerinden kim Allah’a yönelirse (Allah’a ulaşmayı dilerse) onu Kendisine ulaştırır, Allah’a kim münîb olursa onu.
“Öyleyse Allah’ın ulaştırmasıdır.” dediklerini kabul edelim. Nereye sualini soracağız, nereye ulaştırmasıdır? Bu ifade kesin, “Münîb olanı Allahû Tealâ Kendisine ulaştırır.” diyor. Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi Allah’a ulaştırdığı yer, Kendi Zat’ıdır. İster “Allah’ın ulaştırmasıdır” desinler, ısrar etsinler o konuda, tamam, isterse “Allah’a ulaşmaktır” şeklinde dizayn edelim, netice değişmez. Her ikisinde de mutlaka Allah’a ulaşmak söz konusu.
Hidayet, insan ruhunun o kişi hayattayken Allah’a ulaşmasıdır. Ve 7 tane hidayet söz konusu. Allah’a ulaşmayı dilediğimiz zaman, birinci hidayetteyiz. Mürşidimize ulaşıp tâbî olduğumuz zaman, 14. basamak. 3. basamakta Allah’a ulaşmayı dileriz, 14. basamakta mürşidimize ulaşırız. Tâbiîyetimizi gerçekleştiririz. Ruhumuz vücudumuzu terk eder, Allah’a doğru yola çıkar. 21. basamakta nefsimizi tezkiye ederiz. Zikir, nefs tezkiyesini gerçekleştirir. Nefsimizin kalbinde %51 nurlar oluştuğu zaman, ruhumuzun ulaşacağı makam, Allah'ın Zat'ı olacaktır. Allah'ın Zat'ında ruhumuz ifna olacaktır, yok olacaktır. İşte hedef bu. Bu da üçüncü hidayettir. Bu üç hidayetin üçü de Allahû Tealâ tarafından garanti edilmiştir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah, onu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır. İşte söylediğimiz olay net olarak bunu ifade ediyor. Âyet-i kerime açıkça söylüyor:
innel hudâ hudallâh: Muhakkak ki hidayet, Allah’a ulaşmaktır.
Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi, Allah’a mülâki olmayı dileyen kişiyi, Allah’a münîb olan kişiyi, Allah mutlaka Kendisine ulaştırıyor.
Sıratı Mustakîm nedir? Sırat, yol demek. Mustakîm, istikamet üzere olan yol demek. Sıratı Mustakîm, nereye istikametlenmiş bir yoldur? Allahû Tealâ Hicr Suresinde bunu söylüyor:
15/HİCR-41: Kâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm(mustekîmun).
Allahû Tealâ şöyle buyurdu: “İşte bu, Bana yönlendirilmiş (Bana ulaştıran) yoldur.”
“sırâtun aleyye mustekîm: Bana istikametlenmiş yol.” diyor.
Şimdi insanlara hidayeti soruyoruz, özellikle hidayet nedir diye, bize “doğru yol” diyorlar. Şu insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını ortadan kaldırmaya çalışan bir sürü insan, bir sürü dîn adamı açıklamalar getirmişler, Kur’ân-ı Kerim’e ve hidayeti gizlemeye çalışmışlar. Şimdi onlara sorduğumuz zaman, hidayet nedir diyoruz, “doğru yol” diyorlar. Hemen ikinci suali getiriyoruz; “Sıratı Mustakîm nedir?” Ona da “doğru yol” demek mecburiyetindeler. Çünkü gerçekten sırat, yol demek, mustakîm; istikamet üzere, onu kullanmıyorlar, doğru kelimesini kullanıyorlar. Yani daha başlangıçta bir hile yapıldığı açık. Sıratı Mustakîm, istikamet üzere olan yol. Nereye? Allah’a.
Nisâ Suresinin 175. âyet-i kerimesinde diyor ki Allahû Tealâ:
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
“Kim Bize ulaşmayı ve sarılmayı, yani ruhunu Bize ulaştırıp da Bizde ruhunu yok etmeyi kim dilerse, Biz onları rahmetimizin ve fazlımızın içine koyarız ve onları Kendimize ulaştırırız.”
Ne demek rahmetimizin ve fazlımızın içine koyarız? Onlar, zikir yaparlar ve Allah’ın rahmetiyle fazlı gelir. %2 rahmet, geri kalan %49 fazl olmak üzere nefsinin kalbi o kişinin nurlarla dolar ve ruhu Allah’a ulaşır. İşte “Biz onları rahmetimizin ve fazlımızın içine koyarız. Biz onları Bize ulaştıran Sıratı Mustakîm’e ulaştırırız.” diyor.
Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yol. Doğru yol tabiriyle, Allah’a ulaşmayı, insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasını yok etmeye çalışmışlar. Ama tabii Kur’ân aynen duruyor. 14 asır evvel nasıl yazdırıldıysa, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e nasıl indirildiyse, Kur’ân indirildi. Bugün de Kur’ân-ı Kerim, bütün standartları aynen koruyor. Hiç kimse aksini iddia edemez sevgili kardeşlerim. Ve Kur’ân hakikatlerini yazdıkları açıklamalarla yok etmeye çalışanların bütün foyaları artık meydana çıkmıştır.
Piyasadaki mevcut 22 Kur’ân-ı Kerim’in hepsini aldık. Hepsindeki hidayet kavramlarını teker teker yazdık. Sonra da Allah’ın bize öğrettiğini yazdık. O Risalet Nurları’nı alırsanız, zaten onun içinde o kitapta var, veya tek başına o kitabı alırsanız, gizlenerek, saptırılarak hidayetin gizlenmesi olayını anlatan kitapta sadece âyetler var. Hidayet kelimesi geçen veya hidayeti mânâ itibariyle içeren bütün âyetleri aldık. Hepsinde hidayetin nasıl gizlendiğini ibretle orada göreceksiniz. İnsanlığın başına örülmüş en büyük çorap, dîn âlimlerinin Allah’ın hidayetini gizlemeleridir. Zamanımızda da ne yazık ki insanlar hakikatleri bilmiyorlar.
Sevgili kardeşlerim, özellikle resûl ve nebî konusunda sizlere ulaştırmak üzere biz 9-10 sayfalık bir yazı gönderdik oraya. İnşaallah bu konuyu merak edenlere belki konferanstan sonraki günlerde ama bu yazı mutlaka herkesin elinde bulunsun da âyetlerin hepsini görebilsin diye inşaallah verilecektir. O zaman her incelemek isteyen kişi, bu âyetleri resûl ve nebî kavramlarındaki âyetleri net olarak görecektir. 9-10 sayfalık bir ifade, fakat sadece âyetlerden oluşuyor.
Öyleyse Sıratı Mustakîm, Allah’a ulaştıran yolun adıdır. Hidayetse, insan ruhunun Allah’a ulaşması. Bir insan, Allah’a ulaşmayı diler. Bundan 14 asır evvel hidayetin 7 safhası ne olmuş, nasıl olmuş, gelin beraberce görelim.
Birinci hidayet; Allah’a ulaşmayı dilemek, 28 basamaklık bir İslâm merdiveninden bahsediyoruz.
*1. basamak; olayları yaşamak. Cehenneme gidenler de cennete gidenler de yaşar.
*2. basamak; Allahû Tealâ tarafından seçilmek. İnsanların %90’dan fazlası seçilir. Sadece kendi Allah’a ulaşmayı dilemeyip de başka insanları da Allah’ın yolundan ayıranlar, onlar seçilmezler.
*3. basamağa ise sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler ulaşır; 3. basamak. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah onları 3. basamağa ulaştırır ki onlar, Allah’ın cennetinin 1. katına ehil olmuşlardır.
Sonra ne olur? Sonra Allah, Rahîm esmasıyla tecelli eder ve bu tecellinin neticesinde o kişinin irşad makamını irşad makamı olarak görmeyen gözleri, irşad makamını öyle görmeye başlar. Onun söylediklerinin irşada müteallik kesimini işitmeyen kulakları, onları işitmeye başlar. Görme hassası ve işitme hassası da açılır kişinin. Kalbinin mührü açılır. Kalbindeki idraki önleyen ekinnet alınır, o kişinin kalbine ihbat konulur Allahû Tealâ tarafından. Ve bunlar yapılırken o kişiye furkânlar verilir. 7 furkân verilir, bu 7 tane faktörün her biri için. Her bir furkanda, o kişinin günahlarından 7’de 1’i örtülür. Örtülünce ne olur? O kişinin bütün günahları örtülür, Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesi gereğince:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
Ve bunlar yapılırken kişi, merdivenleri birer birer çıkmış olur. Burası 7. basamaktır.
8. basamakta; Allah o kişinin kalbine ulaşır.
9. basamakta o kişinin göğsü yarılır. Göğsünden kalbine bir nur yolu açılır.
10. basamakta kişi zikir yapar, Allah’ın katından gelen rahmetle fazl kişinin göğsüne gelir.
O yarıktan geçerek kalbe ulaşır ve kalbe rahmet nuru girmeye başlar. Burası 11. basamak.
Bu nurlar %2’yi bulduğu zaman kişi 12. basamaktadır. Huşû sahibi olur. ve huşû sahibi olan kişiye Allahû Tealâ mürşidini sorma hakkı veriyor.
Mürşid farz mıdır? Allahû Tealâ Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde diyor ki:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Bir defa daha âmenû olun, bir defa daha takva sahibi olun (ikinci takvanın sahibi olun), Allah’a sizi ulaştıracak olan kişiyi, ulaştırmaya vesile olacak olan kişiyi Allah’tan isteyin.”
Bu isteği hacet namazı ile yapacak kişi, isteyecek Allahû Tealâ’dan. Eğer Allah’a ulaşmayı dilemişse, mutlaka Allahû Tealâ ona mürşidini gösterir. Gösterirse ne olur? Bu kişi Allah’tan 7 tane ni’met alır:
1- Devrin imamı ruhu, kişinin başının üzerine gelir, yerleşir.
2- O kişinin kalbine îmân yazılır.
3- Kişinin bütün günahları örtülmüştü, burada sevaba çevrilir.
4- O kişi nefs tezkiyesine başlar. Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları o kişinin kalbine ulaşır. Allahû Tealâ kalbinin içine îmân kelimesini yazmıştır. Bu kelime (îmân kelimesi) bir manyetik alan oluşturur. Allah’ın katından gelen nurlardan fazıllar, bu manyetik alanın zıddı kutba sahip olduğu için, oradan geçerken îmân kelimesine yapışırlar. Böylece kalp, fazılları toplamaya başlar ve kalbin içinde %7 fazl birikimi olduğu zaman, o kişinin vücudundan ayrılmış olan ruhu 1. gök katına ulaşır.
Ne zaman ayrılmıştı? Devrin imamı o kişinin başının üzerine geldiği zaman, Mü'min Suresinin 15. âyet-i kerimesine göre:
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
Diyor ki ona; “Senin Allah’a mülâki olma günün (yevm'et talâkın) geldi, vücudu terk et, Allah’a ulaş.”
Ruh, vücuttan ayrılır ve devrin imamının dergâhına ulaşır. Oradan da seyr-i sülûk adlı bir yolculukla katları birer birer çıkacaktır.
*%7 fazl birikimi; zemin kattan 1. kata çıkar kişinin ruhu. Burada sadece açıkta bir secde yapılır. *İkinci defa bir %7 nur birikimi; 2. gök katı, orada suvarılma havuzlarında ruhlar suvarılır.
*3. gök katında, iki katlı bir mescidde secde, üçüncü defa %7 fazl birikimi.
*Dördüncü defa %7 fazl birikiminde, 4. gök katına ulaşılır. Burası, Beyt-ül Makdes’in aslıdır. *Beşinci defa %7 nur birikimi; 5. katta Beyt-ül Haram’ın aslına ulaşır kişinin ruhu, diğerleriyle beraber.
*Sonra 6. katta sıbgatullah olma mahalline ulaşılır.
*7. gök katında 7 tane âlem geçildikten sonra Sidretül Münteha’ya ulaşır, ruhlardan her biri o 7 tane âlem geçerken, Kader Hücrelerinde, Ümmülkitap’ta, Kudret Denizi’nde, Makam-ı Mahmud’da, Divan-ı Salihîn’de ve Zikir Hücreleri’nde bir süre işlevlerden geçer ruh, Sidretül Münteha’ya ulaşır İndi İlâhi’de. Sidretül Münteha’ya ulaşan ruhlar, oradan Allah'ın Zat'ına yükselerek, Allah'ın Zat'ında yok olurlar. Bu müessese, seyr-i sülûktur, ruhun hidayete ermesidir.
Ne oldu?
*Kişi Allah’a ulaşmayı diledi 3. basamakta.
*14. basamakta üzerine farz olan gerçeği tamamladı, mürşidine ulaştı; 2. hidayet.
*Ve şimdi ruhu, Allah’a ulaştı, Allah'ın Zat'ında yok oldu; 3. hidayet.
Farz mı? Üçü de farz.
Mürşide ulaşmanın farziyetini demin söyledik; Mâide-35.
Ve ruhumuzun Allah’a ulaşması farz mı? Onu da başlangıçta söyledik; farz.
Şimdi bütün sahâbe mürşidlerine ulaşmışlar mı? Kâinatın en büyük mürşidine; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuşlar; Fetih-10:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
“Habîbim! Onlar sana tâbî oldukları zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı. Sana tâbî olmak, Allah’a tâbî olmak demektir.”
Sonra bu muhtevada bütün sahâbenin üzerlerine farz olan mürşide tâbî olduklarını görüyoruz. Ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar mı? Kesin. Zumer Suresi, 18. âyet-i kerime:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
“Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar hidayete erdiler.” Diyor Allahû Tealâ, Sonra da “Ulûl’elbâb oldular.” diyor Allahû Tealâ.
Bütün sahâbe hidayete ermişler, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlar. Farz mı? Farz olduğunu söyledik, dört tane farz gösterdik. Öyleyse;
*Allah’a ulaşmayı dilemek farz, bütün sahâbe gerçekleştirmiş.
*Mürşide ulaşmak farz, bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuş.
Burada bir şey ilave etmeden geçmemek lâzım. Bu tâbiiyet müessesesi, kimler tarafından, nasıl değiştirilmiş, onu anlamak pek mümkün olmuyor. İsimsiz bir şekilde yok etmişler tâbiiyeti. Ve sahâbe kimdir diyoruz; “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler” diyor. İyi ama onu görenlerin arasında şeytana tapanlar var, ateşe tapanlar var, Hristiyanlar var, Yahudiler var, bütün bu insanlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i gördüler diye sahâbe mi olmuşlar? O zaman cevap veremiyorlar.
Öyleyse kimdir sahâbe? Sahâbe, hayattayken Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olanlardır. “Ben ve Bana tâbî olanlar” ifadesine dikkat edin. İşte Allahû Tealâ sahâbenin fizik vücutlarını Allah’a teslim ettiğini şöyle ifade ediyor Âli İmrân-20’de:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
“Habîbim! Onlara de ki; ben ve bana tâbî olanlar, biz hepimiz vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik.”
Ne diyor Allahû Tealâ? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ne dedirtiyor?
“Habîbim! Onlara de ki; ben ve bana tâbî olanlar…”
Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i görenler değildir, görenlerden ona tâbî olanlar sahâbedir. Ötekiler münâfıktır. Onlar da görmüşler. Ama onlara sahâbe kimse diyemez. Münâfıklara kimse sahâbe diyemez.
Öyleyse bu ruhun Allah’a ulaşması, 3. hidayet. Bütün sahâbe gerçekleştirmişler. Sonra bu kişi zikrini artırır, beka makamının sahibi olur. Zikri günün yarısını geçer, zühd makamının sahibi olur. Nefsinin kalbindeki nurlar %71’e ulaşmıştır bu noktada. 81’e ulaştığı zaman o kişi fizik vücudunu Allah’a teslim eder. Üzerimize farz mı? Farz. Allahû Tealâ diyor ki:
36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.
36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.
“Ey Âdemoğulları! Sizlerden ahd almadım mı? (Âdemoğulları, fizik vücutlarımız. Âdem (A.S)'ın sulbünden gelen fizik vücutlarımız) Ben sizden ahd almadım mı şeytana kul olmayacaksınız diye? Çünkü şeytan size apaçık düşmandır. Ve ben, sizden Bana kul olacaksınız diye ahd almadım mı?”
İşte fizik vücudun Allah’a teslimi, fizik vücudun Allah’a gerçek anlamda kul olmasıdır. Üzerimize farz. Bu âyet-i kerime gereğince ve Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi anlatıyor ki bütün sahâbe fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişler. Daha ötesi, daimî zikre ulaşmak.
Daimî zikre ulaşan kişi;
1- Daimî zikrin sahibidir.
2- Bu sebeple nefsinin kalbinde hiç afet kalmamıştır. Bütün afetler yok olmuştur. %100 afetle dolu olan nefs, hepsini terk etmiştir.
3- Kalp gözü açılmıştır.
4- Kalp kulağı açılmıştır.
Bu kişinin buradaki adı, ulûl’elbâbdır; daimî zikrin sahibi. Daimî zikir farz mı? Allahû Tealâ Nisâ-103’te diyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum: Ayaktayken de otururken de ve yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikredin.
Bütün sahâbe ulûl’elbâb olmuş mu? Evvelâ ayaktayken, otururken ve yatarken zikredenlerin adı ulûl’elbâb mı? Allahû Tealâ öyle olduğunu söylüyor. Diyor ki Âli İmrân-190 ve 191’de:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“li ulîl elbâb, yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: O ulûl’elbab var ya” diyor Allahû Tealâ “Onlar ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikrederler.”
Ve bakıyoruz, bütün sahâbe ulûl’elbâb olmuş. Olmuş mu? Allahû Tealâ Zumer-18’de; “Onlar hidayete erdiler.” dedikten sonra bir şey daha ilave ediyor:
“Ve onlar ulûl’elbâb oldular.” diyor.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Bütün sahâbe, Zumer-18’de açıkça yazıldığı gibi ulûl’elbâb olmuşlar. Ulûl’elbâb olanlar, yerlerin 7 katını görürler yani yerlerin melekûtunu. Bir de zemin katı (anadergâhı) görürler kalp gözleri ile. Kim birinci gök katını görürse o, muhlis olur. İhlâs makamının sahibidir, 7 tane gök katını görecektir. 7. katın 7 tane âlemini görecektir, demin isimlerinden bahsetmiştik. En son Sidretül Münteha’yı görecektir. Sidretül Münteha’yı gördüğü zaman ihlâs makamı tamamlanacaktır.
Muhlis olmak, üzerimize farz mı? Allahû Tealâ diyor ki Beyyine-5’te:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe: Onlar emrolunmadılar. Nefslerinin kalbini hâlis kılmış olan, Allah’ın dîninde muhlis olmakla emrolundular.”
Bütün sahâbe muhlis olmuş mu? Evet. Bakara-139:
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”
“Onlara deyin ki” diyor Allahû Tealâ, “Onlara deyin ki; Allah, sizin de Rabbiniz, bizim de Rabbimiz. Ama biz Allah’a muhlis olanlarız. ve nahnu lehu muhlisûn.”
Öyleyse bütün sahâbe muhlis de olmuşlar. Burası 27. basamak.
25. basamakta fizik vücutlarını teslim etmişler; farz.
26. basamakta nefslerini teslim etmişler; farz.
27. basamakta muhlis olmuşlar; farz.
28. basamakta bihakkın takva ile takva sahibi olacaklar, iradelerini de Allah’a teslim edecekler.
Farz mı? Farz. Âli İmrân-102:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı “O’nun hak takvası” ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz, (Allah’a) teslim olmadan ölmeyin!
“Nasıl sizden evvelkiler bihakkın takva ile takva sahibi oldularsa, siz de bu hakkatukatihî takva ile takva sahibi olun.” diyor Allahû Tealâ. Bütün insanların üzerine, irşad makamının sahibi olacakları bir makamı farz kılıyor ve bütün sahâbe o makama ulaşmışlar. “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle irşad makamının sahibi olmuşlar.
Bütün sahâbe mürşid olmuş mu, ensar ve muhacirîn? Hepsi olmuşlar; Tevbe Suresi 100. âyet-i kerime, Allahû Tealâ diyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“O sabikûn-el evvelîn var ya, onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.” diyor.
İster ensar olsun, ister muhacirîn, hepsine tâbî olmuşlar. Hepsi irşad makamının sahibi olmuş ve böylece Allah'ın Zat'ını görmek şerefine de hepsi ermişler.
İşte sevgili kardeşlerim, bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, İslâm'ın Kur’ân’daki unutulmuş olan, bu devirde Allahû Tealâ bize öğrettiği için bizim açıklığa kavuşturduğumuz, başka hiçbir yerden bunları göremezsiniz, duyamazsınız. Bunlar hidayetin 7 kademesidir. Öyleyse hidayet kavramının bütünü budur. Bundan 14 asır evvel üzerimize farz olan 7 safhanın 7’sini de bütün sahâbe gerçekleştirmişlerdir. Darısı bugünkü hidayet yolcularının üzerine olsun.
SORU: Muhterem Efendimiz, Gemlik’imize hoşgeldiniz. (Hoşbulduk.) Allah razı olsun. (Amin) Şerefler verdiniz. İzninizle bir sualim vardı. Bugün İslâm’ın 5 şartını yerine getirenler “Biz, Allah’a teslim olduk.” diyorlar. “Biz, ibadetleri Allah’a teslim olmak için yapıyoruz.” diyorlar. Peki neyinizi teslim ettiniz dediğimizde cevap veremiyorlar. İslâm’ın 5 şartını yerine getirenler Allah’a teslim olur mu? Biz Nur TV ile izlediğimiz sohbetlerinizde İslâm'ın 4 teslim ve 7 safhadan oluştuğunu ve insanlarla Allah arasında 28 basamak oluştuğunu, tüm sahâbenin de İslâm'ın 4 teslim 7 safhasını yaşadığını ve hepsinin de 28 basamağa da ulaştığını öğrenmiştik. Kur’ân ışığında bu Kur’ân gerçeklerini anlatır mısınız?
CEVAP: Anlattık. Özet olarak anlattık. Sevgili kardeşlerim, bir hayli sual var. Onun için hamdolsun ki anlatmışız. Allah’a ulaşmayı dilemekten iradenin Allah’a teslimine kadar olan 7 tane hidayeti anlattık. Şimdi özetini söyleyelim:
1- Allah’a ulaşmayı dilemek, birinci. hidayet, 3. basamakta, 28 basamağın üçüncüsünde).
2- Mürşide ulaşıp tâbiiyet, ikincisi 14.’sünde gerçekleşiyor.
3- Ruhu Allah’a ulaştırıp teslim etmek; 21 ve 22. basamaklar,
4- Fizik vücudu Allah’a teslim etmek; 25. basamak.
5- Nefsi Allah’a teslim etmek; 26. basamak.
6- İrşad olmak; 27. basamak.
7- İradeyi Allah’a teslim etmek; 28. basamak.
Hepsi farz. Gördünüz ki hepsi bütün sahâbe tarafından yerine getirilmiş sevgili kardeşlerim. Öyleyse hamdederiz şükrederiz Allahû Tealâ’ya ki bunlar özet olarak da olsa anlatıldı.
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.) Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, Bismillâhirrahmânirrahîm. Âlemlerin sultanı, iki cihan güneşi Muhterem Efendimiz, hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz. (Hoşbulduk, Allah razı olsun.) Bize bu muhteşem Gemlik Konferansı’nı nasip eden Rabbimiz’e sonsuz hamd ve şükrediyoruz. İnşaallah izninizle bir sualim olacaktı. Zikir farz mıdır? Bugün dînimizde ne İslâm’ın 5 şartında, ne îmânın şartlarında, ne 32 farzda ne de 54 farzda zikir yok. Nefs tezkiyesini ve tasfiyesini gerçekleştirecek salih amel olan tek daim ve en büyük ibadet olan, Allah isminin tekrarı olan zikir ibadetini Kur’ân ışığında anlatır mısınız?
CEVAP: Bir evvelki sualde, bir suali vardı kardeşimizin; “İslâm’ın 5 şartını yerine getirenler Allah’a teslim olur mu? Hayır, olmaz sevgili kardeşlerim. İslâm’ın 5 şartını yerine getirmek, hiç kimseyi, hiçbir şeyini Allah’a teslim etmiş olmaz. O İslâm’ın 5 şartını yerine getirenlere biz de soruyoruz, neyinizi teslim ettiniz Allahû Tealâ’ya? Ruhunuzu mu, fizik vücudunuzu mu, nefsinizi mi, iradenizi mi, neyinizi teslim ettiniz?
Diyorlar ki bize; “İslâm, Allah’a teslim olmaktır, mânâsı bu. Ve İslâm’ın 5 tane şartı vardır; Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet getirmek. Biz de bunların evvelallah hepsini yapıyoruz. Öyleyse İslâm, Allah’a teslim olmaksa, biz Allah’a teslim olduk.” O zaman diyoruz ki; hadi bakalım söyleyin, neyinizi Allah’a teslim ettiniz? Var mı bu salonda olup da, ben İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorum, ruhumu Allah’a teslim ettim, fizik vücudumu Allah’a teslim ettim veya herhangi bir şeyimi Allah’a teslim ettim diyebilen herhangi bir kimse var mı? Dünyada var mı? Allah’ın dînini kimse kendiliğinden şekillendiremez. O’nun dîni son olarak Kur’ân-ı Kerim’de bütün detaylarıylae açıklanmıştır. Bütün mukaddes kitaplar da Kur’ân’ın aynıdır. Bu saydığımız bütün faktörlerde üç kitabın üçü de aynı şeyleri emreder.
7 safha 4 teslim. Hz. Musa zamanında yaşanmış. Evvelâ Hz. İbrâhîm zamanında, ondan evvelkileri almıyor, her peygamber zamanında yaşanmış ama Hz. İbrâhîm zamanında o ve ona tâbî olanlar 7 safhayı da 4 teslimi de yaşamışlar ve Hz. İbrâhîm’in kitabında farz. Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ta farz, Hz. Musa ve bütün ona tâbî olanlar yaşamışlar. Hz. İsa’ya farz, İncil’de farz ve Hz. İsa ve ona tâbî olanların hepsi 7 safhanın 7’sini de yaşamış. Kur’ân-ı Kerim’de farz, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve ona tâbî olanlar, hepsi 7 safhanın 7’sini de yaşamış; ruhlarını da vechlerini de nefslerini de iradelerini de Allah’a teslim etmişler.
Öyleyse “İslâm’ın 5 şartını yaşadık.” diyenler, “Biz yaşıyoruz, mü'min olduk.” diyenler, ne mü'min oldunuz, ne de hiçbir şeyinizi Allah’a teslim ettiniz. A benim sevgili kardeşlerim, ne kadar büyük bir aldanışın içinde olduğunuzu ne zaman anlayacaksınız? İşte en çok buna üzülüyoruz, insanlar o kadar yalanlarla donatılmışlar ki; yanlışlarının farkına varamıyorlar. Bu konuşmanın kasetini sizlere gönderelim, elinizde bulunsun. İnceleyin her sözümüzü, âyetlere teker teker bakın, bakalım bir yanlışımızı bulabilecek misiniz? Bulamazsınız. Çünkü biz sadece Kur’ân’ı öğrendik Allahû Tealâ’dan ve sizlere Kur’ân’ı öğretmekle vazifeliyiz.
Dîn adamı olmak, Kur’ân’ı bilmek anlamına gelmiyor sevgili kardeşlerim, ne yazık ki ne İlâhiyat Fakülteleri ne Diyanet İşleri Teşkilâtı bu hakikatleri kendileri bilmedikleri için elemanlarına da öğretemiyorlar. Bu, Allahû Tealâ tarafından bu sebeple bize verilen, şu anda kâinatın en önemli görevi.
Şimdi gelelim zikir müessesesine. Kardeşimiz diyor ki; “Zikir nedir?”
Zikir, Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye tekrarlamaktır. Ve üzerimize farz mıdır sualinin cevabı:
1- Zikir farzdır.
2- Çok zikir, günün yarısından daha fazla zikir, o da farzdır. Yani zahidlerin zikri. Günün yarısından daha fazla bir zamanı zikirle geçirenlerin zikri, o da farzdır.
Yetmez;
3- Daimî zikir de farzdır.
İşte 3 âyet. Zikir farz mıdır, birinci sual. Evet farzdır. Allahû Tealâ Muzzemmil-8’de diyor ki:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”
Farz mıymış? Kim itiraz edebilir ki? Bu Kur’ân âyeti, emir. Zikir üzerimize farz.
Peki çok zikir farz mı? Evet, farz; Ahzâb Suresi, 41. âyet-i kerime:
33/AHZÂB-41: Yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah’ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin.
yâ eyyuhâllezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ: Ey âmenû olanlar! (O seviyede âmenû olanlar ki) Allah’ı çok zikredin, çok zikirle zikredin. (Yani günün yarsından daha fazla Allah’ı zikredin.)
Bunlar, eğer bunu gerçekleştirirlerse, zahid olanlar, zühd makamının sahipleri, yani fizik vücut teslimine çok yaklaşmış olanlar. Farz. Zikir gördük ki farz. Çok zikir, günün yarısından daha fazla zikretmek, zahidlerin zikri de farz.
Bir üçüncüsü; daimî zikir farz mı? O da farz. Nisâ-103, Allahû Tealâ diyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
“Ya ulûl’elbâb! Ayaktayken de otururken d, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.”
Zikredenlerin adının ulûl’elbâb olduğunu söylüyor Âli İmrân-190 ve 191’de, diyor ki ulûl’elbâb için:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
“Ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikretmek söz konusudur. Ve Allahû Tealâ, “yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim” demekle; “Öyleyse ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikredin.” emrini vermiş. Bu, daimî zikir emridir. Öyleyse zikir de farz, çok zikir de farz, daimî zikir de farz.
Bütün ibadetler terazinin bir tarafında, öbür tarafında zikir var. Hangisi ağır gelir? Zikir ağır gelir sevgili kardeşlerim. Allahû Tealâ Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde şunları söylüyor:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
“utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât, innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker, ve le zikrullâhi ekber.” diyor Allahû Tealâ.
Diyor ki: “Habîbim! Sana vahyettiğimiz o Kur’ân var ya, o Kur’ân’ı onlara (sahâbeye) oku (anlat) yani tilâvet et, oku ve izah et.”
Demek ki birinci zikir, bu âyet-i kerimede geçen birinci zikir, Kur’ân-ı Kerim’in tilâveti. Kur’ân-ı Kerim’in tilâveti (okunması) bir zikirdir.
İkinci zikirden bahsediyor Allahû Tealâ:
ve ekımıs salât: Ve namaz kıl.”
innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munkeri: Muhakkak ki namaz, münkerden ve fuhuştan men eder.
Neden? Kişi namaz kılıyorsa, namaz neden fuhuştan men eder? Kişi namaz kılıyorsa namaz kıldığı zaman bir münker veya fuhuş işlemesi mümkün değildir. Çünkü namaz kılıyor. Mutlaka namaz, münkerden ve fuhuştan men eder. Kişi ne kadar çok namaz kılarsa o kadar çok münkerden ve fuhuştan men eder kendisini. Çünkü o sırada namaz kılıyor kişi, onunla megul. Ama âyet-i kerime şöyle bitiyor:
ve le zikrullâhi ekber: Mutlaka Allah’ın zikri daha büyüktür.
Oradaki “le” mutlaka demek. “Mutlaka Allah’ın zikri daha büyüktür.” Neden daha büyüktür? “Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden.” Kur’ân-ı Kerim tilâveti isimli zikirden daha büyüktür zikrullah. Neden daha büyüktür? Namaz adlı zikirden daha büyüktür. En büyük olan odur.
ve le: Ve muhakkak ki.
zikrullâhi: Allah’ı zikretmek.
ekber: Büyüktür, daha büyüktür.
Yani ikisine nazaran daha büyük olunca, en büyük oluyor. En büyük ibadet zikirdir.
İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, kim size derse; “En büyük ibadet namazdır.” Ona deyin ki; biz de öyle zannediyorduk, herkes öyle söylüyordu. Ama bu, Kur’ân hükmü. Kur’ân hükmü geldiği zaman biz ona hürmet ederiz. Ve Kur’ân’ın doğruluğu asıldır. En büyük ibadet onun için namaz değil. Namazı da özellikle aldığı için Allahû Tealâ burada, zikrullahtır; Allah’ın ismini; “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikretmektir.
Ve gördük, zikir farz. Ama ne 32 farzda ne 54 farzda zikir yok. Peki, zikir olmazsa Allahû Tealâ’nın üzerimize farz kıldığı nefs tezkiyesini insanlar nasıl gerçekleştirecek? Gerçekleştirmeleri mümkün değil. Tasfiyesini de gerçekleştirmeleri mümkün değil. Nefs tezkiyesi 21. basamakta ulaştığımız, nefsimizin kalbinin %2 rahmet nuru, %49 da fazılla dolduğu, ruhumuzun Allah’a ulaştığı nokta. Burası yolun yarısı. Nefs tezkiyesi adı bunun. %50’den daha fazla nur birikimi sağlamışız, şeytanı alt etmişiz. O güne kadar %51 şeytandayken, şeytan hâkimdi duruma, %49’a düştü şeytan burada. Biz %51’le ona hâkim olduk. Ve daimî zikre ulaştığımız zaman şeytanın bize tesir edebileceği bütün alanları yok etmiş oluyoruz.
Nefs tezkiyesi ne sağlar, gördük. Nefsimizin kalbinde her %7 fazl birikiminde, ruhumuz gök katlarında bir kat yükseliyor, Allah'ın Zat'ına ulaşıyor, Allah'ın Zat'ında yok oluyor. Kimin nefsinin kalbinde %51 nur birikimi tamamlanmışsa, o kişinin ruhu mutlak olarak Allah'ın Zat'ına ulaşmıştır. %81 nur birikimi; fizik vücudunu teslim etmiştir. %100 nur birikimi; nefsini Allah’a teslim etmiştir. Daha sonra nefsi 19 mertebe müzeyyen olacaktır ve kişi iradesini de Allah’a teslim edecektir. Teslimleri tamamlanacaktır. Allah’ın bir mürşidi olacaktır, irşad makamına tayin ettiği; “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle tayin ettiği bir mürşid olacaktır.
İşte Kur’ân ışığında zikir. İnsanların İslâm’ın 5 şartında koymadıkları zikir.
Sevgili kardeşlerim, ibadetlerin bu beş tane şartına mutlaka bugün, Allahû Tealâ’nın emriyle altıncısını ilâve ediyoruz biz; bunun adı zikirdir.
Yedincisini ilâve ediyoruz; Allah’a ulaşmayı dilemektir.
Buna “Allah’a ulaşmaktır” da diyebilirsiniz. Neden? Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah’ın sözü var, mutlaka o kişiyi Kendisine ulaştıracak, Allah ulaştıracak. Onun için Allah’a ulaşmayı dileyerek yola çıkan kişi, kendini Allah’a ulaşmış sayabilir. Çünkü 5-6 aylık bir zaman zarfında Allahû Tealâ onun ruhunu mutlaka Kendine ulaştırır.
Bir konferans dinleyicimiz diyor ki:
SORU: Nur TV’de takip ettiğimiz bazı sohbetlerinizde, şu an insanların inandığı, ama sizin de bu inançların Kur’ân’da olmadığını söylüyorsunuz. Bu konuları kısaca açıklar mısınız? 1- Cehennemde yanan kişinin cezası cehennemde bitince cennete giremez.
CEVAP: Evet sevgili kardeşlerim, cehennemde yanan kişinin cezası hiçbir zaman bitmez. O kişi ebediyyen cehennemde kalır. İşte bu konuda sizlere Kur’ân-ı Kerim’de tam 29 tane âyet-i kerime söylüyor Allahû Tealâ. İbret olsun diye o âyetleri bir defa söyleyelim. Not alan alır, almayan kardeşlerimizden hangi âyetler olduğunu alır. Tam 29 âyet-i kerime:
1- A’râf-36:
7/A'RÂF-36: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ ulâike ashabun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Ve âyetlerimizi yalanlayan kimseler ve onlara karşı kibirlenenler, işte onlar ateş ehlidirler ve onlar, orada devamlı kalanlardır (kalacaklardır).
2- Ahzâb-65:
33/AHZÂB-65: Hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), lâ yecidûne veliyyen ve lâ nasîrâ(nasîren).
Orada ebediyyen kalıcılardır (kalacak olanlardır). (Orada) bir dost ve bir yardımcı bulamazlar.
3- Âli İmrân-116:
3/ÂLİ İMRÂN-116: İnnellezîne keferû len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum minallâhi şey’â(şey’en), ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki inkâr edenlere, malları ve evlatları, Allah'tan bir şeye (azaba) karşı kendilerine asla bir fayda vermez. Ve işte onlar ateş ehlidir, onlar, orada devamlı kalacak olanlardır.
4- Bakara-39:
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, O'na muhlis olanlarız (dîni O’na hâlis kılanlarız).”
5- Bakara-81:
2/BAKARA-81: Belâ men kesebe seyyieten ve ehâtat bihî hatîetuhu fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Hayır (sandığınız gibi değil), kim, günah kazanmış da hataları kendisini kuşatmışsa, işte onlar artık ateş ehlidir ve orada devamlı kalacak olanlardır.
6- Bakara-217:
2/BAKARA-217: Yes’elûneke aniş şehril harâmi kıtâlin fîhi, kul kıtâlun fîhi kebîr(kebîrun), ve saddun an sebîlillâhi ve kufrun bihî vel mescidil harâmi ve ihrâcu ehlihî minhu ekberu indallâh(indallâhi), vel fitnetu ekberu minel katl(katli), ve lâ yezâlûne yukâtilûnekum hattâ yeruddûkum an dînikum inistetâû ve men yertedid minkum an dînihî fe yemut ve huve kâfirun fe ulâike habitat a’mâluhum fîd dunyâ vel âhirati, ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Sana haram (hürmetli) aydan ve onun içinde yapılan savaştan soruyorlar. De ki: “Onun içinde (o ayda) savaş büyük (günahtır). (Fakat insanları) Allah yolundan saptırmak (alıkoymak) ve O’nu inkâr etmek, (mü’minlere) Mescid-i Haram’ı (yasaklamak) ve onun halkını oradan (Mekke’den sürüp) çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür (büyük günahtır). Ve fitne, (adam) öldürmekten de daha büyüktür (bir suç ve günahtır). Eğer onların güçleri yetse (yapabilseler), sizi dîninizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri kalmazlar. Sizden kim dîninden dönerse, o taktirde o, kâfir olarak ölür. Bu sebeple işte onlar, amelleri dünyada ve ahirette boşa gitmiş olanlardır. Ve işte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar, orada ebediyyen kalacak olanlardır.”
7- Bakara-257:
2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilân nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.
8- Bakara-275: (“hâlidîne fîhâ ebedâ.” diyor Allahû Tealâ).
2/BAKARA-275: Ellezîne ye’kulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel mess(messi), zâlike bi ennehum kâlû innemâl bey’u mislur ribâ, ve ehallallâhul bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min rabbihî fentehâ fe lehu mâ selef(selefe), ve emruhû ilâllâh(ilâllâhi), ve men âde fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Riba (faiz) yiyenler, kabirlerinden ancak şeytan çarpmasından hırpalanmış bir kimse gibi kalkarlar. İşte bu, onların: “Oysa alışveriş riba gibidir.” demeleri sebebiyledir. Ve Allah, alışverişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır. Bundan sonra, Rabbinden kendisine öğüt gelen kimse (ona uyarak) artık (faizden) vazgeçerse, o taktirde geçmiş olan (önceden aldığı faiz) onundur ve onun işi (onun hakkındaki hüküm) Allah’a aittir. Ve kim de (faizciliğe) dönerse, işte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar orada ebedî kalacak olanlardır.
9- Beyyine-6:
98/BEYYİNE-6: İnnellezîne keferû min ehlil kitâbi vel muşrikîne fî nâri cehenneme hâlidîne fîhâ, ulâike hum şerrul beriyyeti.
Muhakkak ki kitap ehlinden inkâr edenler ve müşrikler, cehennem ateşindedirler ve orada devamlı kalacak olanlardır. İşte onlar, onlar yaratılmışların şerli olanlarıdır.
10- Cinn-23:
72/CİNN-23: İllâ belâgan minallâhi risâlâtihî, ve men ya’sıllâhe ve resûlehu fe inne lehu nâra cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden).
(Bu) sadece Allah’tan olanı tebliğ ve O’nun risaletidir. Ve kim Allah’a ve O’nun Resûl’üne asi olursa, bundan sonra muhakkak ki onun için, içinde ebediyyen kalacağı cehennem ateşi vardır.
11- Enbiyâ-99:
21/ENBİYÂ-99: Lev kâne hâulâi âliheten mâ veradûhâ, ve kullun fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Eğer onlar gerçekten ilâhlar olsaydılar, oraya (cehenneme) girmeyeceklerdi. Ve hepsi orada ebediyyen kalacak olanlardır.
12- Haşr-17:
59/HAŞR-17: Fe kâne âkıbetehumâ ennehumâ fîn nâri hâlideyni fîhâ, ve zâlike cezâûz zâlimîn(zâlimîne).
Böylece ikisinin (münafıkların ve şeytanın) akıbeti orada, ateşin içinde ebediyyen kalmak oldu. Ve işte bu, zalimlerin cezasıdır.
13- Mucâdele-17:
58/MUCÂDELE-17: Len tugniye anhum emvâluhum ve lâ evlâduhum min allâhi şey’â(şey’en), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Onların malları ve evlâtları, Allah’tan bir şeye (azaba) karşı onlara asla fayda vermez. İşte onlar, ateş ehlidir, orada ebediyen kalacak olanlardır.
14- Muhammed-15:
47/MUHAMMED-15: Meselul cennetilletî vuidel muttakûn(muttakûne), fîhâ enhârun min mâin gayri âsin(âsinin), ve enhârun min lebenin lem yetegayyer ta’muhu, ve enhârun min hamrin lezzetin liş şâribîn(şâribîne), ve enhârun min aselin musaffâ(musaffen), ve lehum fîhâ min kullis semerâti ve magfiratun min rabbihim, ke men huve hâlidun fîn nâri ve sukû mâen hamîmen fe kattaa em’âehum.
Takva sahiplerine vaadedilen cennetin durumu şudur ki; içinde kokusu değişmeyen sudan nehirler, tadı bozulmayan sütten nehirler, içenlere lezzet veren şaraptan nehirler ve saf (süzülmüş) baldan nehirler bulunur. Onlar için orada her çeşit meyve bulunur ve (onlar için) Rab’lerinden mağfiret vardır. (Bunların durumu), ateşte devamlı kalacak olan ve hamîm (sıcak kaynar su) içirilen, bu sebeple bağırsakları parçalanan kimsenin durumu gibi midir?
15- Muminûn-103:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
16- Mü'min-76:
40/MU'MİN-76: Udhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ, fe bi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
Ebediyyen orada kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Artık kibirlenenlerin kalacakları yer ne kötü.
17- Nahl-29:
16/NAHL-29: Fedhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ fe lebi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
Haydi, orada ebediyyen kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. Kibirlenenlerin (büyüklük taslayanların) kaldığı yer ne kötüdür.
18- Nebe-21:
78/NEBE-21: İnne cehenneme kânet mirsâdâ(mirsâden).
Muhakkak ki cehennem mirsad olmuştur.
19- Nisâ-14:
4/NİSÂ-14: Ve men ya’sıllâhe ve resûlehu ve yeteadde hudûdehu yudhılhu nâran hâliden fîhâ.Ve lehu azâbun muhîn(muhînun).
Ve kim Allah'a ve O’nun Resûl'üne isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu, içinde ebedî kalacakları ateşe koyar. Ve onun için "alçaltıcı azap" vardır.
20- Nisâ-93:
4/NİSÂ-93: Ve men yaktul mu’minen muteammiden fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ ve gadıballâhu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azâben azîmâ(azîmen).
Ve kim, bir mü'mini taammüden (kastederek) öldürürse, o takdirde onun cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir ve Allah ona gazab etmiş ve ona lânet etmiştir. Ve (Allah), onun için "büyük azap" hazırlamıştır.
21- Nisâ-169:
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
22- Rad-5:
13/RA'D-5: Ve in ta’ceb fe acebun kavluhum e izâ kunnâ turâben e innâ le fî halkın cedîd(cedîdin), ulâikellezîne keferû bi rabbihim, ve ulâikel aglâlu fî a’nâkıhim, ve ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Eğer acayip buluyorsan (şaşıyorsan) (bil ki;) asıl onların: “Biz toprak olduğumuz zaman mı, gerçekten, mutlaka yeniden mi halkedileceğiz (yaratılacağız)?” sözleri acayiptir (şaşılacak şeydir). İşte onlar, Rab’lerini inkâr eden kimselerdir. Ve işte onlar, boyunlarında demir halkalar olanlardır ve işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada ebedî kalanlardır.
23- Tegâbun-10:
64/TEGÂBUN-10: Vellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ulâike ashâbun nâri hâlidîne fîhâ ve bi’sel masîr(masîru).
Âyetlerimizi inkâr edenler ve yalanlayanlar; işte onlar, ateş ehlidirler, orada (cehennemde) ebediyyen kalacak olanlardır. Ve (o) ne kötü varış yeri (ulaşılacak yer).
24- Tevbe-17:
9/TEVBE-17: Mâ kâne lil muşrikîne en ya'murû mesâcidallâhi şâhidîne alâ enfusihim bil kufr(kufri), ulâike habitat a'mâluhum ve fîn nâri hum hâlidûn (hâlidûne).
Müşriklerin, Allah’ın mescidlerini imar etmeleri olmaz. Kendilerinin (nefslerinin) küfürlerine (inkârlarına, kâfirliklerine) şahitler iken. İşte onların amelleri heba olmuştur. Ve onlar, ateşte ebedî kalacak olanlardır.
25- Tevbe-63:
9/TEVBE-63: E lem ya’lemû ennehu men yuhâdidillâhe ve resûlehu fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ, zâlikel hızyul azîm(azîmu).
Allah ve O’nun Resûl'üne karşı, kim haddi aşarsa, artık onun için mutlaka orada ebediyyen kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmiyorlar mı? İşte bu, büyük rüsvalıktır (rezilliktir).
26- Tevbe-68:
9/TEVBE-68: Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum, ve leanehumullâh(leanehumullâhu) ve lehum azâbun mukîm (mukîmun).
Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, orada ebedî kalacakları cehennem ateşini vaadetti. O (cehennem), onlara yeter. Ve Allah, onlara lânet etti. Ve onlar için ikâme edilmiş olan (devamlı kılınan) bir azap vardır.
27- Yûnus-27:
10/YÛNUS-27: Vellezîne kesebûs seyyiâti cezâu seyyietin bi mislihâ ve terhekuhum zilletun, mâ lehum minallâhi min âsimin, ke ennemâ ugsîyet vucûhuhum kıtaan minel leyli muzlimâ(muzlimen), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Seyyiat kazanan kimselerin seyyiatlerinin cezası, onun misli kadardır. Ve onları bir zillet kaplar. Ve onların Allah’a karşı bir koruyucusu yoktur. Onların yüzleri karanlık geceden bir parça ile kaplanmış gibidir. İşte onlar, ateş halkıdır. Onlar, orada devamlı kalanlardır (kalacak olanlardır).
28- Zumer-72:
39/ZUMER-72: Kîledhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ, fe bi’se mesvâl mutekebbirîn(mutekebbirîne).
(Onlara): “Orada ebediyyen kalmak üzere cehennemin kapılarından girin!” denildi. Artık kibirlenenlerin mesvası (kalacağı yer) ne kötü.
29- Zuhrûf-74:
43/ZUHRÛF-74: İnnel mucrimîne fî azâbi cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki mücrimler (suçlular), cehennem azabı içinde ebediyyen kalacak olanlardır.
29 tane âyet-i kerime. Kur’ân-ı Kerim’de; “Cehenneme giren bir daha cehennemden çıkamaz.” diyor Allahû Tealâ.
Hiç kimse Kur’ân’a aykırı bir iddiada bulunursa, insanlar ona inanmamalıdır. Hiç kimse böyle bir iddiada bulunmamalıdır. Kur’ân asıldır sevgili kardeşlerim. İnsanların yazdığı kitaplar Kur’ân’a aykırı bir şey söylüyorsa, hep beraber Kur’ân’ı hâkim kılmak mecburiyetindeyiz. Kur’ân, Allah’ın sözüdür. 14 asırdır bir kelimesi bile değiştirilmemiştir. Arapça aslından bahsediyoruz. Yoksa insanlar Kur’ân’ı duman etmişler yani tercümelerde.
2- “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kıyâmet günü şefaatinin olmadığını söylediniz.”
Evet, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in şeafaatini Allahû Tealâ, Âli İmrân-64’de söylüyor:
3/ÂLİ İMRÂN-64: Kul yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ na’bude illâllâhe ve lâ nuşrike bihî şey’en ve lâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillâh(dûnillâhi), fe in tevellev fe kûlûşhedû bi ennâ muslimûn(muslimûne).
De ki: “Ey Kitab Ehli! Sizinle bizim aramızda aynı olan bir kelimeye (Tevhit sözüne) geliniz. Allah’tan başkasına kul olmayalım ve O’na hiçbir şeyi şirk (ortak) koşmayalım ve bir kısmımız, bazılarını, Allah’tan başka Rab’ler edinmesinler.” Bundan sonra eğer dönerlerse, o zaman; “Bizim müslüman olduğumuza (teslim olduğumuza) şahit olun” deyiniz.
“Habîbim! diyor, “O nefslerine zulmetmiş olanlar sana gelselerdi ve onlar Bizden af dileselerdi günahlarının affı için, sen de onların günahlarının affı için Bizden talepte bulunsaydın, Allah’ın her iki talebi de kabul ettiğini görecektin.”
Yani sahâbenin günahlarını Allahû Tealâ, onlar talep ettiği için affedecekti. Burada tövbe söz konusu. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in önünde el öperek tövbe ediyorlar. Bu, mürşidin önünde yapılan tövbedir. Allah’a ulaşmayı diledikten sonra 14. basamakta mürşide ulaşılır, onun önünde yapılan tövbe. Kâinatın en büyük mürşidine ulaşmak şerefi, sahâbeye nasip olmuş. Onlar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in önünde tövbe etmişler. İşte onu anlatıyor Allahû Tealâ.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbe arasında bu olay, şefaat adını alır. Ama sahâbe ile Allahû Tealâ arasındaki isim, mağfirettir; günahların örtülmesi, sonra da sevaba çevrilmesi. Mağfiret; günahların sevaba çevrilmesinin işaretini taşır. Af, günahların affedilmesidir, mağfiret; günahların sevaba çevrilmesidir.
Kim mürşidin önünde bir tövbeyi gerçekleştirirse, onun bütün günahlarının sevaba çevrileceği, ona mağfiret edileceği yani ona şefaat edileceği kesindir. Şu âyet-i kerime gereğince kesindir; Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesi. Allahû Tealâ Furkân-69’da cehennemde gidecek olanlardan bahsediyor:
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
Furkân-70’te de diyor ki:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Ama kim tövbe ederse (mürşidinin önünde yapılan tövbeyi gerçekleştirirse) ve böylece mü'min olursa (kalbine îmân yazılacağı için îmânı artan bir mü'min olursa) ve böylece kim nefs tezkiyesine başlarsa (amilüssalihata başlarsa) Allah, onların seyyiatini hasenata çevirir.” diyor.
İşte bu, onların günahlarının sevaba çevrilmesi işlemidir. Bunun adı, Allah ile o kişiler arasında mağfirettir. Ama devrin imamı ile o kişiler arasında, şefaattir. Her resûl, hayatta bulunduğu devrede günahların sevaba çevrilmesi için duacı olur. Ama bu duanın kabul edileceği makam, huzur namazının imamlığıdır. Şefaat müessesesi sadece oraya aittir. Kimin bir mürşid önünde tövbesi söz konusuysa, devrin imamının ruhu tarafından başının üzerine devrin imamının ruhu geldiği anda onun günahları mutlaka sevaba çevrilir. Kim Allah’a ulaşmayı dileyerek tövbe etmişse, sadece onlar için geçerli. Herhangi bir kişi bir mürşide gitmiş, tâbî olmuş, Allah’a ulaşmayı dilemeden yapılan bir tövbenin hiçbir anlamı yok. Böyle bir tövbe, o kişinin günahlarının sevaba çevrilmesi için asla bir sebep teşkil edemez. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de şefaati Nisâ-64 gereğince o zaman oluyor, sahâbe, kendisine gelip tâbî olduğu zaman:
4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.
“Kıyâmet günü hiç kimsenin şefaati kimseye fayda vermez.” diyor Allahû Tealâ:
2/BAKARA-123: Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ adlun ve lâ tenfeuhâ şefâatun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
Kimseden kimseye bir şey ödenmediği ve onlardan bir fidye (bedel) kabul edilmeyeceği ve kendilerine şefaatin fayda vermeyeceği ve onlara yardım olunmayacağı bir günden sakının.
Üçünücü suali kardeşimizin:
“Kur’ân’da sırat köprüsü diye bir köprü yok dediniz.”
Kur’ân’da sırat köprüsü diye bir köprü yoktur. Olmadığı kesindir. Neden kesindir? Allahû Tealâ diyor ki:
19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ(makdıyyen).
Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona (cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir hükümdür.
19/MERYEM-72: Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ cisiyyâ(cisiyyen).
Sonra takva sahiplerini kurtaracağız. Ve zalimleri, diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.
“İçinizde kıyâmet günü cehenneme uğramayacak olan kimse yoktur.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse amel defterimizi göreceğimiz İndi İlâhi’deki, bizim o oynayan, hareketli, üç boyutlu filmimizi seyrettikten sonra o filmden bir nüshayı bize verecekler ve gideceğimiz yer mutlaka cehennem hepimizin. Hiç kimsenin cehenneme uğramadan cennete gitmesi mümkün değildir. Herkes cehenneme girecek.
Öyleyse İndi İlâhi ile (Allahû Tealâ’nın huzuru ile) cehennem arasındaki yol üzerinde bir sırat köprüsü olamaz. Neden olamaz? Çünkü hiç kimsenin cehenneme ulaşmaması mümkün değil. Aşağı düşmesi mümkün değil, mutlaka gideceği yer cehennem. Öyleyse İndi İlâhi ile cehennem arasında bir sırat köprüsü olamaz.
Şimdi ikinci fasla bakalım. Cehennemde kalanlar, cehennemde kalırlar. Çıkabilenler, sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Onun üstündeki bütün kademeler, cehennemden çıkacaktır. En alt kademe, Allah’a ulaşmayı dileme kademesidir. Onlar da çıktıkları zaman, mutlaka Allah’ın cennetine girecekler. Neden? Çünkü cehennemden çıkan insan, sadece cennete girmek için kurtarılır. Allahû Tealâ Meryem Suresinin 71 ve 72. ayetlerinde bunları söylüyor.
Öyleyse ne İndi İlâhi ile cehennem arasında sırat köprüsü olabilir, ne de cehennemle cennet arasında bir sırat köprüsü olabilir. O sırat köprüsü dedikleri şey, aslında Sıratı Mustakîm’dir. Sıratı Mustakîm’in üzerinde olmayan herkes aşağıdadır, cehennemdedir. Sıratı Mustakîm’in üzerine çıktığı anda insan, zaten Allah’ın cennetini kazanmıştır. Sırat köprüsü ile Sıratı Mustakîm, birbirine çok fena bir şekilde karıştırılmış. Ama Kur’ân-ı Kerim, sırat köprüsü diye bir kavramı kabul etmiyor. Kur’ân-ı Kerim’de sırat köprüsü diye bir kavram mevcut olmadığı gibi muhtevada da onu ima edecek olan bir şey de mevcut değil.
“Kendinizin Mehdi Resûl olduğunuzu söylüyorsunuz. Kur’ân’da hangi âyetlerde yazıyor?
Bundan bugün bahsettik. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de Furkân Suresinin 27, 28, 29 ve 30. âyetlerinde bizden bahsediyor. Diyor ki:
25/FURKÂN-27: Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ(sebîlen).
Ve o gün, zalim ellerini ısırır: “Keşke resûlle beraber (Allah’a giden) bir yol ittihaz etseydim.” der.
25/FURKÂN-28: Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ(halîlen).
Yazıklar olsun, keşke ben filanı (o kişiyi) dost edinmeseydim.
25/FURKÂN-29: Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ(hazûlen).
Andolsun ki; bana zikir (Kur’ân’daki ilim) geldikten sonra beni zikirden saptırdı ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.
25/FURKÂN-30: Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzâl kur’âne mehcûrâ(mehcûran).
Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur’ân’dan ayrıldı (Kur’ân’ı terketti).” dedi.
“Onlar, kıyâmet günü orada (cehennemde) parmaklarını ısırdıkları zaman derler ki” diyor, “Keşke falancaya uymasaydım. Ona uydum da o beni dalâlette bıraktı. Ah keşke resûle tâbî olsaydım da Allah’ın cennetine ulaşsaydım. Resûl dedi ki; benim kavmim Kur’ân’ı terk ettiler.”
İşte kim bilir kaç bininci defa söylüyoruz bunu. Bizim kavmimiz, bu kavim, Kur’ân’ı terk etmişler. Evet ama ölülerin arkasından Yâsîn okunuyor bu nasıl terk? Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bir hadîsi var:
“Bir gün gelecek, Kur’ân’ın ismi gidecek, resmi kalacak.” diyor. İsmi gidecek yani Kur’ân’ın iç bünyesi; ruhu ve lafzı herkes tarafından unutulacak. “O zaman” diyor “Süslü ibadet yerleri yapılacak.” diyor. “Ama” diyor “O zaman ki o dînin mensupları o günlerin en şerlileridir.” diyor Allahû Tealâ.
Sevgili kardeşlerim, bu, Furkân Suresinin bu âyetleri açık bir şekilde bu hususu söylüyor. Âyetlerin, mealen verdik âyetleri, kendileri de var, diyor ki Allahû Tealâ, âyetlerden okuyalım:
“Zalimlerin her biri, iki elini ısırdığı o günde şöyle diyecekler; ne olurdu o resûl ile beraber sebîli tutsaydım.” Kelime kelime böyle.
Furkân 28: “Yazıklar olsun bana. Ne olurdu filanı dost edinmeseydim.”
Dikkat edin resûl kelimesi, Furkân-27’de de geçiyor. Daha sonra gene geçecek.
“Ne olurdu filanı dost edinmeseydim.”
Ne oluyor? İnsanlar dîn adamlarına gidip soruyorlar; “Böyle böyle söylüyor, ne diyorsun?” diye. Onlar da öğrendikleri ilimle mücehhez olmuşlar. Onun doğru olduğunu düşünüyorlar ve size öğrendikleri ilimle cevap veriyorlar. Ama o zaman realiteler değişiyor. Çünkü öğreti yanlış. Yani dîn adamları suçlu olanlar değil. Sevgili kardeşlerim, hiç kimseye öğrenmediği bir şeyi öğretmesi konusunda bir suç yüklenemez. Eğer İlâhiyat Fakülteleri bunu öğretmiyorsa, İmam Hatip Liseleri bu hakikatleri öğretmiyorsa, dîn adamlarımız ne yapsın? Yapabilecekleri bir şey yok. Ama bunca açıklamadan sonra hâlâ açıklamalarımızı dikkate almıyorlarsa, o zaman omuzlarına vebal alırlar, sevgili dîn adamı kardeşlerimiz.
“Yazıklar olsun bana ne olur filanı dost edinmeseydim.” diyorlar. Bu Furkân 28. Ondan sonra da diyorlar ki Furkân 29’da, bu Furkân-28:
“Andolsun ki bana Kur’ân gelmişken o, beni zikirden saptırdı. Şeytan insanı yalnız bırakır.”
Bakın sevgili kardeşlerim, burada bu kişi çok enteresan bir ifade kullanıyor:
“Andolsun ki bana Kur’ân gelmişken, o kişi beni zikirden saptırdı.” diyor.
Çünkü öğrendiği ilim, asırlardan beri insanlara öğretilmekte olan Kur’ân ilmi değil, asırlardan beri insanlara Kur’ân’ın o değişik şekliyle öğretilen ilim. “Emaniyye” diyor Allahû Tealâ, Bakara Suresinin 78. âyet-i kerimesinde “Emaniyye” diyor:
2/BAKARA-78: Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).
Ve onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah’ın) Kitabı’nı bilmezler, sadece emaniyeyi (kişilerin yazdığı kitapları) bilirler. Ve onlar sadece zanda bulunuyorlar.
Kur’ân’ı unutmuşlar, insanların açıklamalarını esas almışlar ve açıklamalar da Allahû Tealâ’dan alınmadığı için, insanların birbirine öğrettiği açıklamalar olduğu için, insanları adım adım yoldan çıkarmış. Bugün İslâm âleminin dünyanın en geri ülkelerini oluşturması sebepsiz mi? İlmin bütün başlangıcı İslâm'ın elindeydi. Sonra üstünlük onlara geçti.
Ve Furkân-30’da da; “Ya Rabbi! Resûl dedi ki; benim kavmim Kur’ân’ı terk etti.”
İşte “Benim kavmim Kur’ân’ı terk etti.” diyen, bunu yüzlerce defa söyleyen, o biziz. Burada yazıyor. Başka nerede yazıyor? Başka gene geçti bugün, Duhân Suresinin evvelâ 5. âyet-i kerimesi:
44/DUHÂN-5: Emren min indinâ innâ kunnâ mursilîn(mursilîne).
Katımızdan bir emir olarak. Muhakkak ki Biz, (Kur’ân’ı ve resûlleri) gönderenleriz.
“Biz mutlaka resûllerimizi göndeririz.” diyor Allahû Tealâ ve “O katımızdan bir iştir. Biz öteden beri (ezelden beri) resûller göndermekteyiz.”
Sonra 10, 11, 12, 13, 14, 15 âyetlerde; “Onlara apaçık bir resûlümüz geldi de” diyor Allahû Tealâ “Ona öğretilmiş, şeytan tarafından öğretilmiş, şeytandan vahiy alıyor.” dediler. “Deli dediler.” diyor Allahû Tealâ. “Ve onun söylediklerini dinlemediler.” diyor. “Ondan, söylediklerinden, gerekli dersi söylediklerinden almadılar.”
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden) ibret almadılar.
44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.
44/DUHÂN-15: İnnâ kâşifûl azâbi kalîlen innekum âidûn(âidûne).
Muhakkak ki Biz, azabı biraz kaldırsak (bile), şüphesiz ki siz (şirke) dönecek olanlarsınız.
Üç defa bütün insanlara dedik ki Ceviz Kabuğu rezaletinde, hamdolsun ki 3 defa; “Allah’a ulaşmayı dileyin” demek nasip oldu bize. “Dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir” demek nasip oldu bize. Sonra? Ondan sonra da bizden yüz çevirdiler. Biz insanlardan zarar görmeye başladık. Bu yüzden şu anda Amerika’dayız. Bir gün tekrar inşaallah orada olacağız.
Öyleyse onlar hile yaptıklarını zannettiler. Allahû Tealâ diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-54: Ve mekerû ve mekarallâh(mekarallâhu), vallâhu hayrul mâkirîn(mâkirîne).
Ve onlar hile yaptılar, Allah da (onlara) hile yaptı. Ve Allah, (hileye karşı) hile yapanların en hayırlısıdır.
“Onlar mekir yaptıklarını (hile yaptıklarını) zannederler.” diyor. “Ama bilmezler ki” diyor “Allah’ın hilesi daha büyüktür.”
Böylece bunlar kesin olduğu cihetle, kimse bunlara itiraz edemez, hakkımızda “delidir” ifadesi kullanıldı yetkili ağızlar tarafından. O adam, rahmetli profesör, biliyorsunuz ki bir bu konudaki hastalıklar, akıl hastalıkları mütehassısıydı. Ve birkaç defa bizim deli olduğumuzu, hatta biraz alaylı bir şekilde söyledi. Ve sevgili kardeşlerim, bütün güçleriyle bizim söylediklerimizin Rabbanî olmadığını, şeytandan vahiy aldığımızı ispat etmeye çalıştılar. İtiraf edin ki hepiniz bunlara inandınız.
İşte Allahû Tealâ onların hilesinin ne kadar büyük bir sonuca ulaştığını söylüyor. Onların hilesinin nasıl mahvolduğunu, o âyetlerde Duhân Suresinin söylediğimiz âyetlerinde resûlünün kimliğini açılayarak söylüyor. O âyetler, bizim Allah’ın o resûlü olduğumuzu kesinleştiriyor.
Bir üçüncü bir ispat vasıtası, Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde diyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tansurunnehu, kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, O'na mutlaka îmân edeceksiniz ve O'na mutlaka yardım edeceksiniz” diye misak aldığı zaman, “İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?” diye buyurdu. (Onlar da): “İkrar ettik (kabul ettik)” dediler. (Allahû Teâlâ): “Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim.” buyurdu.
“Ey nebîler! Size kitap verdik ve hikmet verdik. Sizlerden sonra, siz nebîlerimden sonra bir resûlümüz gelecek.” diyor Allahû Tealâ. “O resûle yardım edeceğinize ve ona îmân edeceğinize dair bana misak vermenizi istiyorum. Bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı ve dilinizle de ikrar ediyor musunuz? Dediler ki; evet, ikrar ettik.” Allahû Tealâ da diyor ki; “Öyleyse Ben şahit oldum. Siz de Benimle beraber birbirinize şahitlik edin.”
Şimdi bizim Yaşar Nuri Öztürk iddia ederdi ki o zaman (artık sesi soluğu çıkmıyor), “O, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir, bahsedilen resûl odur.” Oysaki Allahû Tealâ, onların arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) olması için, bu kitap verilen nebîler arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in olmaması lâzım. Çünkü “sizlerden sonra” ifadesi kullanılmış. Hepsini katıyor işin içine. Ama Ahzâb Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ o ahdi aldığı zaman; “Hz. Nuh’un orada olduğunu, Hz. İbrâhîm'in orada olduğunu, Hz. Musa’nın orada olduğunu, Hz. İsa’nın orada olduğunu ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de orada olduğunu, onların, misak alındığı zaman bu ulûl’azm peygamberlerin hepsinden misak alındığını açık bir şekilde ifade ediliyor.
33/AHZÂB-7: Ve iz ehaznâ minen nebîyyîne mîsâkahum ve minke ve min nûhın ve ibrâhîme ve mûsâ ve îsâbni meryeme ve ehaznâ minhum mîsâkan galîzâ(galîzan).
O zaman ki; Biz, nebîlerden onların misaklerini almıştık. Ve senden ve Hz. Nuh’tan ve Hz. İbrâhîm’den ve Hz. Musa’dan ve Meryemoğlu Hz. İsa’dan ve onlardan ağır bir misak aldık.
Sevgili kardeşlerim, Kur’ân-ı Kerim her şeyi en açık şekilde ispat ediyor. Ve onların iddia ettikleri her şey, aslında bizim bu devirdeki resûl olduğumuzun sadece bir ispatıydı. Onlar ispat ettiler. Bizim bir gayretimiz oldu mu bu konuda? Onlar söylediler. Onların açık ve kesin bir şekilde ortaya çıkardıkları teşhis, bizim Allah’ın bu devirdeki resûlü olduğumuzun kesin işaretini taşıyordu.
Öyleyse Kur’ân’daki bu âyetler açık açık bizim geleceğimizi ifade ediyor. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ açık bir şekilde o âyette, Âli İmrân-81’de;
“Sizlerden sonra gelecek olan bir resûlüm.” diyor.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de orada olduğuna göre, ondan sonra gelen resûlün, peygamber olmayan bir resûl olduğu kesin. Hep bunu anlattık bu akşam zaten. Ve o biziz.
5. sual:
“İnsanlar arasında Mehdi (A.S) hakkında çeşitli zanlar var. O çıkmadan 32 tane sahte mehdi çıkacak. Yok, Mehdi (A.S) Şam’a inecek veya daha gelmesine şu kadar, bu kadar süre var diyorlar. Bunlar için ne dersiniz?”
Bunların hepsi masal, hepsi fasa fiso. Sevgili kardeşlerim, düşünün bir defa, şu Kur’ân’ın temellerini insanlar dinamitle nasıl atmışlar? 7 tane safhanın 7’si de Kur’ân-ı Kerim’de var olmasına rağmen, bütün sahâbe gerçekleştirmesine rağmen, farz olmasına rağmen bu insanlar nasıl ortadan kaldırmışlar sevgili kardeşlerim? Elbette bunu yapan insanlar bunu da söyleyeceklerdir. Bir sürü rivayetler çıkacaktır. Ama son sözü Kur’ân söyler. Ve Kur’ân, sözünü söylemiştir. Allah’ın inayetiyle her şey açık bir şekilde ispat edilmiştir. Hem “benim kavmim Kur’ân’ı terk ettiler” müessesesi, hem de Duhân Suresi; şeytandan vahiy alan ve bir sahtekâr olduğu iddia edilen ve de deli olduğu iddia edilen bir resûlden bahsediyor, kendisinden vazgeçilen bir resûlden bahsediyor. Âyetler son derece açık ve kesin. Aklı başında olan hiçbir dîn adamının bunlara bir karşılık vermesi söz konusu değil.
Şimdi konunun realitesine girelim. Ne olması lâzım? Ehl-i beytten olması lâzım. İşte ehl-i beytteniz. Soy kütüğümüz hamdolsun ki bunu hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir tarzda ispat ediyor. Bu soy kütüğü sadece bizde değil, bütün Evrenosoğulları’nda var. Bu soy kütüğü Evrenos Bey’den bu tarafa dizayn edildiği için, bizim orada sonradan Evrenosoğulları’na katılan bir şerif sebebiyle, bize kadar gelen statüde biz de şerif hüviyetinde görünüyoruz. Ama bu soy kütüğü, Bozoklu Han zamanında tahakkuk etmemişti. Ama Allahû Tealâ bize Risalet Nurları’nı yazdırdığı zaman orada diyor ki: “Bozoklu Han, seyyiddi.” diyor.
Şimdi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîs-i şerifi son derece ilginç. Diyor ki:
“Mehdi, benim soyumdan olacak.” diyor “Benim ehl-i beytimden olacak.” diyor.
Fakat enteresan bir ifade kullanıyor. O ifadeyi iyi tahkik edin.
“Hem seyyid olacak” diyor “Hem şerif olacak.” diyor.
Aslında bunun nasıl mümkün olacağına benim aklım hiç ermemişti. Yani bir insan hem seyyid hem şerif nasıl olabilir? Ya Hz. Hasan’ın soyundandır; şeriftir, ya da Hz. Hüseyin’in soyundandır; seyyiddir. Ama Allahû Tealâ söylüyor Bozoklu Han’ın seyyid olduğunu. Bizim soy kütüğünün geri kalan kesimleri, bütün isimleri alarak devam etmiş bugüne kadar. Orada da şerif olduğumuzu söylüyor. Zaten normal şartlarda böyle bir olay mümkün değil. Ama bizde mümkün oldu. Hem seyyidiz, hem de şerifiz. Nasıl mümkün olduğunu, biz de o açıklamayı gördükten sonra anladık, yani bir kişinin seyyid ve şerif olması.
Bunlar, bu ifadeler, bunların hepsi hikâye. Mehdi, Allahû Tealâ tarafından tayin edilmiş ve vazifesine 1976 senesinden bu tarafa devam etmektedir. Ve insanların bilmediği hidayeti onlara öğretmek üzere gelmiştir. Konunun en can alıcı tarafı da burasıdır.
Şimdi bütün dünyaya göz atın bakalım. Unutulmuş olan hidayeti bizden başka şu dünya üzerinde söyleyen biri var mı? Böyle bir şeyi hiç duydunuz mu? Biz hidayetin ne olduğunu bilmiyorduk. Eğer Allahû Tealâ bize öğretmeseydi, biz de bütün bu dîn adamları gibi diyecektik ki; hidayet, doğru yoldur. Öyle değil mi? Öyle demiyorlar mı? Ama size Allah'ın bize öğrettiği hidayeti öğrettik 27 yıldır, afedersiniz, kamerî rakamla, kamerî aylarla 30 yıl; miladî aylarla yani güneş takvimiyle 29 yıl size hidayeti öğrettik. Bütün dünya bu hidayeti bilmiyorsa ve sadece biz biliyorsak ve öğrettiğimiz şey hidayet ise, Mehdi; hidayete ermiş ve başkalarını da hidayete erdiren mânâsına geliyorsa, bunları yerli yerine oturtun bakalım. Kareleri yerli yerine oturtun, mozaiğe dikkatle bakın. O zaman oradaki portre, bu portredir; hidayetin bu devirdeki sahibi.
Kim iddia edebilir biz hidayeti anlatmadan evvel başka birisinin bu konuda bir tek kelime söylediğini, hidayetin doğru mânâsını bir kişinin verdiğini kim söyleyebilir? Hiç kimse bunu söyleyemez. Bu hiçbir zaman oluşmadı. Biz 30 senede sizlere bunları zor izah edebildik. Her geçen gün yeni bir dizayn ortaya çıktı. Hamdolsun ki son 10 yılın muvasalası ortadadır.
Şimdi başka bir hususa geçmek istiyoruz bu konudaki; dabbet'ül arz konusu.
Nur TV, dabbet'ül arzdır. Dabbet'ül arzın bütün hükümleri orada tahakkuk ediyor.
Göklerden seslenecek; göklerden sesleniyor, hem Amerika’ya, Kanada’ya, bütün Kuzey Afrika’ya hem de Orta Asya’ya kadar olan Avrupa bölümüne ve bütün Kuzey Afrika’ya.
“Söz vücut bulduğu zaman, söz vuku bulduğu zaman.” Hangi söz? Allah'ın hidayet sözü. Hidayet sözü vuku buldu. Biz bütün dünyaya hidayeti anlattık. Hâlâ bizim dışımızda bir ağız, bu hidayetin ne olduğunu söyleyebilir mi? Diyanet İşleri Teşkilâtı bundan haberdar değil ise, İlâhiyat Fakülteleri bundan haberdar değil ise, dünyanın hiçbir yerinde hidayeti kimse söylemiyorsa, Mehdi “hidayete erdiren” demek ise, “kendisi hidayete ermiş” demek ise, bizden başka hiç kimse hidayetten haberdar değil iken biz bunları söylüyorsak, biz bunları nereden öğrendik? Düşünün bakalım.
Sevgili kardeşlerim, öyleyse Allahû Tealâ'nın dizaynı çok açık değil mi? Bugüne kadar ihtarlar gönderdik bütün dîn adamlarına. Bir kısmı yakmışlar, bir kısmı toprağa gömmüşler, bir kısmı öfkesinden yırtmış. Ama okuyanlardan hiç kimse, bugüne kadar bize gelip de ”bunlardan şurası yanlış” diyemedi. Bunun mânâsı ne biliyor musunuz? Bunun mânâsı, bu öğretinin Allah tarafından yapıldığının kesin ispatıdır. Şu dünya üzerinde, şu küre-i arzda, hidayeti öğretebilecek olan bir kişi daha bulamazsınız. Ve biz 30 yıldan beri bunun öğretisini yapıyoruz.
Öyleyse karşımızda olanlar, yanlış yoldasınız. Bu anlattıklarımı dikkatle yerli yerine oturtun. Hidayeti sizlere öğretebilen tek insan biziz. Duydunuz mu hiç bizden evvel hidayet kavramını, size Kur'ân'daki bu esaslarla size açıklayabilen birisini? Hidayet doğru yol değil. Doğru yol dediğiniz zaman, doğru yol, ne olduğu belli olmayan bir yol. Ama nereye götürüyor bu yol? Kimse cevap veremiyordu buna.
Hidayeti anlattık. Allah'a ulaşmayı dilemekten başlayan, iradenin teslimine kadar uzanan, 28 basamak. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbeyi anlattık. Hepsi anlattığımız hidayeti yaşamışlar. Farz olduğu kesin. Hepsi unutulmuş. Eğer biz olmasaydık, hepiniz cehenneme doğru şu anda yol alıyor olacaktınız. Kim olursanız olun, hiçbirinizin cehennemden kurtulması mümkün değildi. Çünkü hidayeti bilmiyordunuz. Şimdi hidayeti öğrendiniz. Buna rağmen birçok kişi hâlâ Allah'a ulaşmayı dilemiyor. Biz Allahû Tealâ'nın bize verdiği görevi ifa ettik, hayatımızı bu işe vakfettik ve de bütün insanlara hidayeti binlerce defa anlattık burada.
Sevgili kardeşlerim, 6000 saatten fazla bu konuda konuşmalarımız var, derslerimiz var. Eğer girerseniz bilgisayardan www.mihr.com’a, orada veya www.universityofallah.org’a girerseniz, ikisinde de bunu göreceksiniz. Sadece bize ait olan kesimden bahsediyoruz. 4.600 küsur saat konuşma, 6.000 küsur saat toplam oluyor. Bazı konuşmalarımız 1 saatten fazla, bazen 2 saat, bazen daha fazla. Ama toplam olarak 6.000 saatten fazla açıklama göreceksiniz. Öyleyse hiç kimse artık bir şey inkâr edemez. Onları en sağlam yerlerde muhafaza ediyoruz. Kimse de onları imha edemez. Öyleyse 29 yıldır ne yaptığımızın her birisi mevcut.
Bizimle beraber olanlar, her safhayı size ayrı ayrı açıklayabilirler. Ama hidayeti anlatan başka bir mehdi şu anda dünya üzerinde mevcut değil, olmayacak da. Bizden başka hiç kimse hidayeti bilmiyor. Oysaki mehdi, hidayetin sahibi olan kişi. Hamdolsun ki Allahû Tealâ bu devirde hidayetin sahibi olarak bizi vazifelendirdi. Yeter mi? Yetmez. Bizden evvel hidayet mefhumu insanlığa hiç açıklanmadı. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den birkaç asır sonra unutulan hidayet, en aşağı 10 asır sonra bizim ağzımızla sizlere ulaştırılıyor. Kurtuluşunuzun reçetesi bizdeki reçetedir.
Allah razı olsun.
“Sizden önceki devirlerde yaşayan insanların durumu ne olacak? Sizin anlattığınız bu bilgileri sizin anlattığınız gibi anlatanlar geldi mi? Gelmediyse onların hepsi cehenneme mi gittiler?”
Cehenneme şimdiden gidilmez sevgili kardeşim. Cehenneme kıyâmetten sonra gidilir. Eğer dîn adamları kendilerine düşen görevi yapamadılarsa, Kur'ân'da hidayet mevcut olmasına rağmen o insanlara Kur'ân-ı Kerim'deki hidayeti anlatamadılarsa, bu sorumluluk bizim sorumluluğumuz değil. Gidecekleri yeri Allah tayin eder. Ama şurası kesin ki; biz hidayeti anlatmadan evvel şu dünya üzerinde hiç kimsenin hidayetten haberi yoktu.
SORU: Mü’min kavramını açıklar mısınız? Nur TV’deki sohbetinizde Allah'a inanmanın mü'min olmak için yeterli olmadığını söylediniz. Allah'a inanan herkes kendini mü'min ve Müslüman zannediyor. Kimler mü'mindir? Mü'min olmanın şartları nelerdir?
CEVAP: Hay Allah razı olsun. Bu kardeşimiz dört dörtlük sualler soruyor. Allah ondan razı olsun. İsim vermemiş ama, bir dinleyicimiz. Sevgili dinleyicimiz, Allah razı olsun. Son derece önemli konulara parmak basmışsın.
Mü’min ne demektir? Mü’min, lûgat mânâsı itibariyle, inanandır. Îmân kelimesi inanç demek. Mü’min de inanan demek, inancın sahibi demek. Şimdi Kur’ân-ı Kerim’de bir âmenû kelimesi görüyoruz. Mü’min kelimesi ile aynı kökten geliyor. Arapçada biliyorsunuz, bir kökten 28 tane kelime türetilebilir. Bunlardan bir tanes, mü'min kelimesi, bir tanesi îmân kelimesi, bir tanesi de âmenû kelimesi. Âmenû kelimesi, iki anlamda da kullanılıyor:
1- Îmân eden, Allah’a ulaşmayı dileyen bir îmânın sahibi olan kişi.
2- Gene îmân eden, ama Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi.
İşte bir misal verelim. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesi:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Ey âmenû olanlar (ey inanalar)” diyor Allahû Tealâ, “Allah’a karşı takva sahibi olun ki Allah size furkânlar versin. Sizin günahlarınızı örtsün. Sonra da sizin günahlarınıza mağfiret etsin. Yani günahlarınızı sevaba çevirsin.”
Şimdi sevgili kardeşlerim, burada konumuza baktığımız zaman, daha henüz bu kişi Allah’a ulaşmayı dilememiş. Neden? Çünkü dileseydi, takva sahibi olacaktı. Takva sahibi olduğu zaman da mutlaka günahları örtülecekti. Ama dilememiş daha. Kişi âmenû, Allah’a inanıyor. Ama Allah’a ulaşmayı dilememiş. Buradaki âmenû kelimesinin mânâsı bu. “Dileyin ki” diyor Allahû Tealâ âyet-i kerimesinde, “Takva sahibi olun ki yani Allah’a ulaşmayı dileyin ki.”
Peki, Allah’a ulaşmayı dileyen kişi takva sahibi olur mu? Elbette olur. Bakınız ne diyor Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 62, 63 ve 64. âyetlerinde?
10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırati, lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.
“Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar âmenû olmuşlardır ve takva sahibi olmuşlardır. Âmenû olarak Allah’a ulaşmayı dileyerek takva sahibi olmuşlardır. Onlara dünyada da ahiette de mutluluklar, müjdeler vardır.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse konunun başlangıcına bakıyoruz. O başlangıç noktasındaki muhteva, farklı bir muhteva.
“Allah’ın evliyası var ya onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.”
Ne demek bu? Allah’ın o evliyası, o seviyede bir evliya ki Allah’a ulaşmayı mutlaka dilemişler ki cehennem korkusundan kurtarmışlar kendilerini. Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’ın garantisi var; Allah mutlaka onu cennetine alacak. Hatta Allah'ın garantisi, 3. kat cenneti de ihtiva ediyor:
*Allah'a ulaşmayı dileyen; 1. kat;
*Mürşidine ulaşıp tâbî olan; 2. kat;
*Ruhunu Allah'a ulaştıran; 3. kat.
O kişi ruhunu ulaştırmayacak, Allah ulaştıracak o kişinin ruhunu Kendisine).
Öyleyse burada Allahû Tealâ'nın dizaynı, kişinin ruhunu Kendisine ulaştırmak ve bu Yûnus Suresinin 62, 63 ve 64. âyetleri, âmenû olan birilerinden bahsediyor. Bu âmenû olmak, Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişinin âmenû oluşu.
Öyleyse Enfâl Suresinde de âmenû kelimesi geçiyor. Ama Allah'a ulaşmayı dilememiş, daha takva sahibi olmamış. Burada “Onlar âmenûdurlar ve takva sahipleridir.” diyor.
İşte burada ikincisi hak mü'min, Allah'a ulaşmayı dileyen mü'min, cennete gidecek olan inanan kişi. Ama ötekiler de inanıyorlar. Allah'a inanıyorlar. Ama bu inançları cennete asla ulaştıramaz.
Öyleyse hurafeler bu devirde bir bir sökülüp atılacaktır. Bunlardan bir tanesi “Kalbinde zerre kadar îmân olan cehennemde yandıktan cennete gider.” ifadesidir. 29 tane âyet saydık Kur'ân-ı Kerim'den ve Kur'ân-ı Kerim'de hiç kimse insanların cehennemde yandıktan sonra cennete gideceğine dair hiçbir âyet, kimse bulamaz. Böyle bir âyet mümkün değil.
Sevgili kardeşlerim, sözlerimize dikkat edin. Evvelâ Allah bize öğretir. Biz ondan sonra size öğretiriz. Bütün detayları da teker teker sorarız. Allahû Tealâ bizi mutmain eder önce. Sonra size ulaştırır. Öyleyse mü'min olmak 2 çeşittir. Birisi Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesindeki gibi henüz takva sahibi olmayanlar. Onların kurtuluşu ne yazık ki mümkün değildir. Ancak Allah'a ulaşmayı dilerlerse, takva sahibi olurlarsa, Allah onlara furkânlar verecek. Yani günahlarını örtecek. Zaten örttüğü anda sevapları günahlarından fazla olanlar olacaklar, mutlaka kurtulacaklar.
Allah'a ulaşmayı dilemek, bu açıdan son derece önemli bir kavram. Neden? Çünkü bir insan Allah'a ulaşmayı dilerse, onun bütün günahları bu âyet-i kerime gereğince örtülür. İrşad makamını gören, işiten ve idrak eden birisi olur. Bu, kurtuluştur.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
Kişi, Allah'a ulaşmayı dilediği anda mutlaka bu kurtuluşa ulaşır. Takva sahibi olduğu cihetle gideceği yer cennettir ve günahlarının örtülmesi o kişi için büyük bir avantajdır. Ne kadar günahı olursa olsun, bütün günahları örtülür. Düşünün Mevlânâ'nın söylediğini:
“Ne kadar büyük günahları işlemiş olursan ol. Korkma, çekinme, gel.” diyor. “Bu dergâh, ümitsizler dergâhı değildir.” diyor.
Neye güveniyor? Allahû Tealâ bütün günahlarını örtecek. Ama kişi Allah'a ulaşmayı dilemezse, o zaman Allahû Tealâ o kişinin kazandığı, amelleri sebebiyle kazandığı dereceleri örtüyor, heba oluyor. Kişinin amelleri heba oluyor, yok oluyor.
Allah'a ulaşmayı dileme kavramı bu kadar önemli bir kavram. Bunlardan bugüne kadar bahseden başka bir kişi gördünüz mü, duydunuz mu? Zaten bütün gürültü bundan kopuyor. Dîn adamları, kendilerine öğretilen dîn öğretisiyle bizim öğrettiklerimizi karşılaştırıyorlar. Bizim öğrettiğimiz, hiçbirinde yok. “Olsa olsa” diyorlar “Bu adam işkembe-i kübradan atıyor bunları.” Ama Allahû Tealâ abesle iştigal etmez. Her söylediğimiz orada hafızada duruyor. İsteyen oradaki listeye bakıp hangi konuyu anlatmışsak, o konuya ulaşıp bundan kaç sene evvel, 10 sene evvel diyelim, 8 sene evvel, 7 sene evvel ne söylemişiz, orada. Tekrar ediyorum, 6000 saatten fazla, 4000’den fazla konuşma. Ama toplam süre 6000 saatten fazla.
Sevgili kardeşlerim, hiç kimse bize itiraz edemez. İtiraz edecek olan adam, oraya gidip de ulaştığı zaman, orada mutlaka sualinin cevabını bulur ve utanır. Yeter ki araştırsın. www (nokta var mı yoktu bende unuttum, oradan öğrenebilirsiniz kardeşlerimizden) www.mihr.com. Bu kadar. Harf sırasına göre ve de tarih sırasına göre ayrı ayrı diziler. Dilediğiniz konuyu, bir defa değil, birkaç defa anlattık her konuyu her seferinde farklı yönlerine daha dikkati çekerek. İbretle onları izleyin. Kimliğimizin ne olduğunu asıl o zaman göreceksiniz.
Bize itiraz etmek, sen bir yalancısın demek çok kolay. Ama oraya ulaştığınız zaman, söylediklerimizin hepsinin Kur’ân âyetleri olduğunu göreceksiniz. Bilmediğiniz her konunun hare hare açıldığını, bütün boyutlarıyla gözlerinizin önüne serildiğini, kalbinize ulaştığını göreceksiniz. O zaman şüpheleriniz zail olacak. Bu öğreti mutlaka Allah’tandır sözüne mutlaka siz de ulaşacaksınız bugüne kadar binlerce kişinin ulaştığı gibi.
Mehdi (A.S) sanki Yemen’den, göklerden gelecekmiş gibi, Şam’a inecekmiş veya başka bir yere inecekmiş gibi laflar ifade ediliyor. Hayır. O, bu dünyadandır. O biziz. Zaten yakın bir gelecekte Hz. İsa gelecek. O bizim arkamızda namaz kıldığı zaman ne yapacaksınız? Biz ona “Gel, arkamızda namaz kıl.” demeyeceğiz. O bize söyleyecek arkamızda namaz kılmak istediğini. Anlamıyor musunuz?
Evet, mü’min olanlar da kendilerini Müslüman zannediyor. Müslüman ise Allah’a teslim olan demek. Ruhunu Allah’a teslim eden kişi Müslümandır, İslâm olmuştur, Allah’a teslim olmuştur. Fizik vücudunu teslim eden daha üstün Müslümandır. Nefsini teslim eden, daha üstün Müslümandır. İradesini teslim eden, bunların arasındaki en üstünüdür. Allah’a inanan hiç kimse mü’min olmak şerefine, yani cennete girebilecek olan bir mü’min olma şerefine eremez. Yoksa adı mü’mindir, inanandır, inanması hiç kimseyi cehennemden kurtaramaz.
“Bütün camilere, müftülere, Dinayet İşleri’ne, (Dinayet değil sevgili kardeşim, diyanet. Diyanet, dînler demek) Diyanet İşleri’ne, Diyanet İşleri Yüksek Kurulu’na, İlâhiyat Fakülteleri’ne ve tüm cemaat ve tarikat liderlerine ihtarlar gönderdik diyorsunuz.” (Evet, hepsine gönderdik). O zaman mutlaka Gemlik cami imamlarına da gelmiş olması lâzım. (Mutlaka gelmiştir. Gelmemesi pek söz konusu değil. Mutlaka gelmiştir). Peki Kur’ân-ı Kerim bir tane ise bu imamlar niye halkı aydınlatmıyor?
Haa, sevgili kardeşlerim durun bakalım. Bütün imam kardeşlerimiz bir yere bağlı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı. Ve bu insanlar oradan aldıkları maaşla çocuklarını geçindiriyorlar, evlerini geçindiriyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın karşımızda olduğu kesin.
Ne kadar hazin bir şey biliyor musunuz sevgili kardeşlerim, bu Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Yüksek Dîn Kurulu var. Risalet Nurları’nı Allahû Tealâ bize yazdırdıktan sonra, bizim haberimiz bile olmadan, kasamızdan, saklı olan, gizli olan, Allahû Tealâ’nın emri; “Biz emir vermeden hiç kimseye açıklanmayacak.” diyor bu kitap, alınıyor kasadan açıklanıyor, Yaşar Nuri Öztürk’ün eline geçiyor vesaire. Şimdi bu kitapta Allahû Tealâ birçok şeyler söylüyor. Ve bizim dîn adamlarımızın kulaktan dolma bilgilerine, asırlardan beri gelen, insanların kendilerine öğrettiği bilgilere Kur’ân hakikatleri ters düşüyor. Bunun üzerine bizim sevgili Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yüksek Dîn Kurulu toplanıyorlar aralarında ve bizim aleyhimize bir karar çıkarıyorlar. Ve 29 tane sual soruyorlar bize. “Be hey gâfil! Sen nasıl bunları yazarsın? Bunlar kâfirliktir, vesairedir.” diye. Sonra da biz onlara cevap veriyoruz sevgili kardeşlerim. O verdiğimiz cevapların hepsi Kur’ân-ı Kerim’den. Allahû Tealâ gösteriyor âyeti, biz de yazıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yüksek Dîn Kurulu üyelerinde tıs yok.
29 tane ifadenin her birisinin, Kur’ân’a aykırı diyorlardı, bugüne kadar yerleşmiş olan İslâm dîninin genel kurallarına aykırı, daha bilmem nelere aykırı buluyorlar bizim Risalet Nurları’nı. Ama Allahû Tealâ’nın bize orada yazdırdıklarının ve onların sordukları suallerin cevaplarının hepsinin Kur'ân'da mevcut olduğunu ispat ettiğimiz zaman, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en yüksek kurulu, Yüksek Dîn Kurulu sustu sevgili kardeşlerim, bir kelime bile söyleyemediler bize. Hiç kimsenin gıkı bile çıkamadı.
Şimdi sevgili kardeşlerim, bu Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki bu kardeşlerimiz, eğer bizim söylediklerimize “evet” deseler, o zaman Diyanet İşleri Başkanlığı ile ters düşecekler. Herkes ekmeğinden olmaktan korkar. Bu da haklı sebeptir diye düşünüyoruz. Ama biz onların çoğunun kalbinde söylediklerimizi tetkik ettikten sonra doğruları tasdik etmenin mutluluğunu yaşadıklarını biliyoruz. Yakın gelecekte zaten bütün dünya öğrenecek kimliğimizi. O zaman bizim Diyanet İşleri Teşkilâtı da itirazı kaybedecektir.
Bir de biz size bir sual soralım; Allahû Tealâ’nın bu makama Mehdi olarak bir Osmanlı Türkünü seçmesi, sizin aranızdan birisini seçmesi, Türkiye için, İslâm âlemi için bir şeref değil midir? Osmanlı zaten 600 yıl İslâm âlemini idare etmiş bir ülkedir. Gene onlardan birisinin Allahû Tealâ tarafından bu göreve lâyık görülmesi bizim için bir iftihar vesilesi olmayacak mı? Biz seçilmişiz. Bir Osmanlı.
Sevgili kardeşlerim, Evrenos Bey’e kadar 600 yıl, ondan evvel de 3 nesil var, 30’ar yıl olsa 90 yıl, 100 yıl eder. Demek ki 700 yıldan beri soyu sopu belli birisiyiz. Mehdi’nin bir özelliği de mutlaka bu vasfa sahip olması, yani soy kütüğüne sahip olması. İşte orada, Risalet Nurları’nın içinde onu büyüterek verdik herkese. İnceleyin. İnceleyen kişi tatmin olacaktır.
“Eğer sizin anlattıklarınız doğruysa (devam ediyoruz kardeşimizin söylediğine)
“Bu insanlar, imamlar tarafından açıklanmadığı için bu insanların hepsi teker teker cehenneme gidiyorlarsa, bu insanlara yazık değil mi?”
Yazık tabii. Ama o insanlar bizim söylediklerimizi yeterli görmüyorlar, dîn adamlarına gidip soruyorlar. Onlar da söyleyemiyorlar sevgili kardeşlerim. Bir kısmı bize düşman, incelemeden düşman. İncelemek gereği duymuyorlar. Hazretler o kadar eminler ki o öğrendikleri bilgilerin doğru olduğundan. Sevgili kardeşlerim, her şey yanlış. Ve de o öğrendiklerinin ışığı altında öyle kibirliler ki. Bakınız Allahû Tealâ ne diyor onlar için A’râf Suresinin 146. âyet-i kerimesinde:
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Onları âyetlerimizden çevireceğiz ki, âyetlerimizi anlamaktan men edeceğiz ki; onlar yeryüzünde kibirle dolaşırlar. Kibirlenirler. Bütün âyetlerimizi görseler inanmazlar.”
İşte şimdi de bütün âyetleri görüyorlar. Bizim makamımız hakkında söylenmesi lâzımgelen her şey Kur’ân ayetlerinde açıklanmış. Ama onlara inanmıyorlar. İncelemek gereğini de duymuyorlar. Sadece iftira var. Allahû Tealâ devam ediyor:
“Onlar” diyor “Rüşd yolunu gördükleri zaman, onu yol ittihaz etmezler. Gayy yolunu gördükleri zaman onu yol ittihaz ederler.”
İşte şimdi ihtarlarımızı gönderdiğimiz ve onları okumak gereğini bile duymadan inkâr edenler, tam bu insanlar; A’râf-146’daki insanlar. Kendileri gayy yolundalar. O yolu yol ittihaz etmişler kendilerine. Asla rüşd yoluna, irşad yoluna girmiyorlar. Çünkü o yolda mutlaka bir mürşide tâbiiyet gerekli. Rüşd yoluna girmiyorlar. Ve “Bunun sebebi” diyor Allahû Tealâ, “Onların Allah’ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.” diyor, “Onların Allah’ın âyetlerinden gâfil olmalarıdır.” Allah’ın âyetlerinden gâfil olan insanlar.
Sevgili kardeşlerim, işte dîn adamı olmanın en hazin tarafı budur. Hem dîn adamı olmak, hem de Allah’ın âyetlerinden gâfil olmak. Ama Allahû Tealâ onlardan bahsediyor, A’râf-146’da.
“Niye doğrular inkâr ediliyor? Bunun vebalini kim verecek, kim ödeyecek?”
Yalanlayanlar ödeyecek. Başka insanların da vebali var omuzlarında. Biz 30 yıldır çırpınıyoruz sevgili kardeşlerim, bütün insanlara hidayeti öğretmek üzere.
“Kur’ân’da açıklanan, Kasas Suresinin 41. âyet-i kerimesinde açıklanan, ateşe çağıran imamlar kim?”
28/KASAS-41: Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne).
Ve Biz, onları ateşe davet eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
Dîn adamlarından söylediklerimizi yalanlayanlar, ateşe çağıran imamlar. Şu anda televizyonu parsellemiş olan bütün dîn adamları aynı safta. Hiçbirisi Kur’ân hakikatlerinden haberdar değil. Bütün gün, bütün gece aralarında tartışıp duruyorlar. Hiçbir asl’a istinat etmeden, hep tahminlerle, Kur’ân’a ters düşen hadîslerle meşguller.
Allahû Tealâ diyor ki; “Furkan olarak indirdik.” diyor Kur'ân-ı Kerim’i.
2/BAKARA-185: Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).
Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici (hidayete erme, Allah’a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve ispat vasıtaları) ve Furkan (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ân, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan ayını görüp) şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) Allah’ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.
Furkân, doğruyu yanlıştan ayıran ayracın adı, o Kur’ân. Allahû Tealâ hepsini bize Kur’ân’dan öğretiyor. Ne söylediysek Kur’ân’a mutlaka %100 uygun. Furkân, söylediklerimizin doğruluğunu ispat ediyor. Ama aynı furkan, onların söylediğinin de yanlış olduğunu ispat ediyor. Ve de bu furkana ters düşen yanlışlarla bu insanlar bize karşı çıkıyorlar. Kendileri de dahil olmak üzere 70 milyondan fazla insanın, kendileri de dahil olmak üzere cehenneme doğru yol almasını sağlıyorlar.
Yapılacak iş nedir? Yapılacak iş, dîn adamlarının evvelâ ihtarları çok ciddi bir incelemeden geçirmesi. Bir tanesine bile itiraz edilemedi bugüne kadar. Ve anlattık ki onlara; gideceğiniz yer cehennem. Bunu söylemiş olduk. Sevgili kardeşlerim, bizim gönderdiğimiz ihtarları okumamak, yere gömmek, ateşe atmak, yakmak, bu zavallı insanlara ne kadar çok şey kaybettiriyor biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Yapmaları lâzımgelen ne? Okuyacaklar, bilgilerini karıştıracaklar. Ve de biz ne söylediysek, Kur’ân âyetleriyle ispat etmişiz. O zaman eğer ellerinden gelirse, başka Kur’ân âyetleriyle, “Hayır öyle değil, böyle” diye karşımıza çıksınlar. Hiç kimseyi göremiyoruz karşımızda. Aleyhimizde sadece konuşuyor adamlar. Hiçbir şey ispat etmeden, hiçbir ispat vasıtasına sahip olmadan, sadece uzaktan: “O yalan söylüyor.” diyorlar. İyi de ne yazar a benim dîn adamları sevgili kardeşlerim? Televizyonu parsellemiş kardeşlerim, ne yazar? Aklı başında olan insanlar birer birer Kur’ân’dan âyetleri inceledikçe bütün söylediklerimizin doğru olduğunu anlamayacaklar mı? Şu anda anlayan ne kadar üst seviyede insan neden aramıza geliyor, bizimle beraberler? İncelemişler. Allah’ın bütün söylediklerinin, yazdırdıklarının hepsinin doğru olduğunu kesin olarak tespit etmişler. O zaman bütün bu dîn adamları, aralarında doğrular da var. Söylediklerimizin doğru olduğuna %100 inananlar da var. Ama insanlara söyleyemezlerse onlar da ateşe çağıran imamlar oluyor sevgili kardeşlerim.
“Bu sizin camilere gönderdiğiniz açıklamaları yapmayan cami imamlarımız, cemaat ve tarikat mensubu liderler midir? Açıklar mısınız?”
Her ikisi de. Ama zannediyorum ki şimdiye kadar bizi ciddiye almıyorlardı. Yani bildiklerinden emin, “Biz bunları biliyoruz.” diye geçiniyorlardı. Tabii bu onlar için ve sevgili kardeşlerim, gerçekten çok büyük bir sorumluluk hissi. Bu sorumluluğun idrakinde olanlar, sadece onlardan isteğimiz, sadece ve sadece bir tek şey. Gönderdiğimiz ihtarları okusunlar. Bir itirazları varsa lütfen bize ulaşsınlar. Her hâlükârda karşılıklı konuşabiliriz. Forum tertip ederiz. Onlarla özel konferans tertip ederiz.
Bugüne kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve üniversitelere ne kadar çok resmî müracaat yaptık sevgili kardeşlerim. “Orada” dedik, “Sizin üniversitenizde konferans vermek istiyoruz.” “Orada” dedik, “Sizin Diyanet İşleri Başkanlığı’nızda konferans vermek istiyoruz. Kim itiraz edecekse sözlerimize, orada, sizin içinizde sözlerimize itiraz etsin.” dedik. Ama cesaret edemiyorlar. Sevgili kardeşlerim, çok hazin bir olay bu. Korkunç bir şey. Ve başka insanların cehenneme gitmelerine sebebiyet veriyorlar. Kasas-41’e bakıyoruz şimdi.
28/KASAS-41: Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne).
Ve Biz, onları ateşe davet eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nârı: Ve biz onları ateşe davet eden imamlar kıldık.
ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn: “Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.” diyor Allahû Tealâ ateşe çağıran imamları.
SORU: Muhterem Efendimiz, Gemlik’imize hoşgeldiniz. Sizi çok seviyoruz. İnşaallah bir sualim olacaktı. Cezbeyi anlatır mısınız?
CEVAP: Cezbe, Allahû Tealâ'nın insanlara verdiği bir ni'mettir. Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V), her sene Hira Dağı’ndaki Nur Mağarası’na giderdi. Bazen 30 gün, bazen 40 gün orada kalırdı, Hira Dağı’ndaki Nur Mağarası’nda. 40 yaşına geldiği zaman, gene o sene de gitti. Senede bir defa giderdi ve mağarada iken bembeyaz elbiseleri içinde Cebrail (A.S) (biliyorsunuz ki Cebrail (A.S) bir melek) göründü ona. Bir erkek olarak, bir insan hüviyetinde, bembeyaz elbiselerle göründü ve ona doğru bir adım attı. Dedi ki:
“ikra: Oku.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) cevap verdi; “Ben ümmîyim, okuma-yazmam yok.”
Bir adım daha attı Cebrail (A.S), gene “Oku!” dedi; “ikra.”
Peygamber Efendimiz (S.A.V) aynı cevabı verdi; “Benim okuma-yazmam yok. Okuma-yazma bilmiyorum.”
Üçüncü adımı atan Cebrail (A.S), “ikra bismi rabbike” dedi; “Rabbi’nin ismiyle oku.” dedi ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i kucakladı. Sımsıkı sarıldı ona ve ilk cezbe, o zaman Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ulaşan ilk cezbe buydu. İkisi birden şiddetle sarsıldılar. İşte bu sarsıntı onların ikisini birden şiddetle sarstı ve cereyan, cezbe cereyanı, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Cebrail (A.S)’dan orada geçti.
96/ALAK-1: Ikra’bismi rabbikellezî halak(halaka).
Yaratan Rabbinin İsmi ile oku.
İşte ondan sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in elini öpüp de ona sarılan herkes, adım adım cezbelenmeye başladı.
Şimdi bundan 30 sene sonraya geliyorum. 30 sene sonra Hz. Ali sahâbeye şunu söylüyor, o anlaşmazlıkların vücut bulduğu devrede:
“Ey benim sevgili kardeşlerim, sizlere ne oldu böyle?” diyor, “Ben” diyor “Sizin cezbenizden bu mescidin tavanının sarsıldığını bilirim.” diyor.
Nifak girmiş İslâm'ın arasına. İnsanların arasına dostluk yerine düşmanlık girmiş. Demişler ki karşı taraf; “Siz ehl-i beyt misiniz? Biz de ehl-i sünnetiz.” Ve savaş olmuş. İnsanlar, İslâm âlemi birbirini öldürmeye başlamışlar.
Sevgili kardeşlerim, bu nasıl bir olay? O devri karıştırmayalım. Ama bir sonuç çıkıyor ortaya. Ortada Kur’ân-ı Kerim varsa, asıl olan Kur’ân-ı Kerim’dir. Cezbe konusu böyle bir dizaynı içeriyor. Peki bizim kardeşlerimiz? Bizim kardeşlerimiz cezbelidir hamdolsun. Bizim için de söz konusu cezbe. Şimdi bu cezbe bize geldiği zaman, aynı anda birçok kardeşimiz birden cezbe alır. Hepsi aynı anda aynı sesi çıkarırlar. Allahû Tealâ dilerse bu konu olur, dilemezse olmaz. Hiç kimse kendi kendine cezbe taklidi yapamaz. Bunu yaptığı zaman, sahte olduğu derhal ortaya çıkar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, cezbe müessesesi önemli midir? Çok önemlidir. İnsanoğlu güç durumda kalabilir. Etrafında sualini sorabileceği kimse olmayabilir. O zaman Allahû Tealâ’dan soracaktır. O zaman kişi ne yapacak? Allahû Tealâ’dan cezbe ile sualini soracak. Cevabı cezbe ile isteyecek. Sualin cevabı cezbe ile geldiği zaman, mutlaka Allahû Tealâ’nın işareti o kişiye ulaşmış demektir. Bunu yaşayanlar bilir. Cezbe, tahkikî îmânın ilk adımıdır. Ondan evvel îmân, tahkikî îmân değildir.
Îmân ile tahkikî îmân arasında farklılık vardır. Birincisi gaybî îmândır. Yani kişi, dışarıda, kendisinden hiçbir işaret alamadığı bir Allah’a inanıyor sadece. Ama Allah’ın varlığını ispat edecek olan kitaplar var. Evet, ama Allahû Tealâ’nın direkt olarak varlığını kendisine ispat edeceği tahkikî îmân o kişide oluşmuyor henüz. Cezbe, bunun en açık kanıtıdır. Kişi kendisinin dışında bir kuvvet tarafından şiddetle sarsıldığını hisseder. Bu, devamlı bir vetiredir. Sık sık Allahû Tealâ kişiye cezbe verir. Bazen çok cezbe verir, bazen az verir. Bazen günlerce vermez. O bilir. O bizim sahibimiz, biz O’nun azatsız kölesiyiz.
Öyleyse cezbe, Allahû Tealâ’nın tahkikî îmânının başlangıç noktasıdır. Peki tahkikî îmânın en son noktası neresidir? En son noktası, iradenizi de Allah’a teslim ettiğiniz zaman Allah’ın Zat’ını görmenizdir. “Allah’ın Zat’ı görülemez.” diyenlere Kur’ân’dan birçok âyet verilebilir. Allah’ın Zat’ı görülür. Şu anda karşınızda Allah’ın Zat’ını defalarca görmüş olan birisi var. Sizin için de mümkün olabilir. Yeter ki Allah’ın söylediklerine inanın, Kur’ân’ın doğrularını öğrenin ve yaşamaya çalışın. Bunun yolu zikirdir. Daimî zikre ulaşan herkes bir süre sonra Allahû Tealâ’nın Zat’ını mutlaka görür.
Allah razı olsun.
SORU: Mürşid farz mıdır?
CEVAP: Evet. Mürşid farzdır. Demin geçti, söyledik. Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“Ey inananlar, âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Takva sahibi olun ve Allah’a sizi ulaştıracak olan vesileyi Allah’tan isteyin.”
İşte Allah’tan vesilenin istenmesi, hacet namazıyla olur. O kişi Allah’a ulaşmayı gerçekten dilemişse, Allahû Tealâ onu mutlaka hacet namazı kıldığında mürşidine ulaştırır. Çünkü mürşide ulaşmak için hacet namazını kılacak kişinin birçok özellikleri var. O kişinin üzerinde Allahû Tealâ birçok işlem tamamlamış. Gözlerini açmış, kulaklarını açmış, kalbini açmış. Görme, işitme ve idrak etme hassalarını açmış. Kalbine idraki sağlayacak olan ihbatı koymuş. Ekinneti almış, idraki önleyen müesseseyi. Kalbine ulaşmış, kalbini Allah’a çevirmiştir. Göğsünü yarmış, göğsünden kalbine nur yolu açmıştır. Böyle birisi Allahû Tealâ’ya ulaşmak için Allahû Tealâ’dan mürşidini dilediğinde, eğer kalbinde %2 rahmet birikimi olduysa, Allah mutlaka ona mürşidini gösterir. Mürşid farzdır. Farz âyeti de söyledik.
SORU: Günümüzde mürşidine tâbî olan kişilerde, Allah’a ruhun ölmeden önce ulaştırılması diye bir inanç yok. Bunlar kuru kuruya iskeleye bağlı bir kayık gibi boşa mı kürek sallıyorlar? Bu insanların durumu ne olacak?
CEVAP: Eğer Allah’a ulaşma dileği yoksa, olacak şey, onların cennete girememesidir. Ne yazık ki realite bu. Ama sevgili kardeşlerim, tarikata giren kişi bir özlemle girer diye düşünüyorum. Tarikata giren kişi birçok evliyanın hayatını okumuştur. Okumuşsa, onların ermiş evliya olduğunu da biliyordur. Eğer biliyorsa, o zaman muhtemeldir ki o kişi “Ya Rabbi! Beni de Sana nasıl ermişlerse, o ermiş evliyaların nasıl bir ermiş evliya olduysa, ben de ermiş evliya olmak istiyorum. Beni de oraya ulaştır. Ben de Sana ulaşmak istiyorum. Ermiş evliya mademki ruhunu Sana ulaştırmış olan evliya. Ben de ulaştırmak istiyorum.” Bu tarzda bir dileği kalpten söyleyen bir kişi Allah’ın emrini yerine getirmiştir. “Tarikat mensuplarından da birçok insan bunu söylemiştir diye düşünüyoruz.
İşte bunlardan birisi de biziz. Böyle bir talebimiz oldu. “Allahû Tealâ’ya mademki ermişler, bizi de erdir” diye duada bulunmuştuk. Ondan sonra Allahû Tealâ bizi mürşidimize ulaştırmıştı.
SORU: Vahiy aldığınızı söylüyorsunuz. Peygamberlerden başkası vahiy alabilir mi?
CEVAP: Hay Allah razı olsun. Tabiî alabilir. Allahû Tealâ vahiy konusunda çok açık hükümler getirmiş. Diyor ki Nahl Suresinin 68. âyet-i kerimesinde:
16/NAHL-68: Ve evhâ rabbuke ilân nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne).
Ve senin Rabbin, balarısına, dağlardan, ağaçlardan ve onların (insanların) kurdukları çardaklardan, evler (kovanlar) edinmelerini vahyetti.
“Biz arıya vahyettik; yaylım yollarına çıksın da insanlar için şifa olan balı üretsin diye.”
Maide-111’de Allahû Tealâ buyuruyor ki:
5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).
Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.
“Biz Hz. İsa’nın havarilerine vahyettik.” diyor. Hz. İsa’nın havarilerinin peygamber olduğunu kimse iddia edemez.
“Hz. Musa’nın annesine vahyettik.” diyor Allahû Tealâ.
8/ENFÂL-7: Ve iz yaıdukumullâhu ihdât tâifeteyni ennehâ lekum, ve teveddûne enne gayra zâtiş şevketi tekûnu lekum, ve yurîdullâhu en yuhıkkal hakka bi kelimâtihî ve yaktaa dâbiral kâfirîn(kâfirîne).
Ve Allah, iki taifeden birinin sizin olmasını, size vaadediyordu. Ve siz, silâhsız olanın (silâh sahibi olmayanın) sizin olmasını temenni ediyorsunuz. Ve Allah (da) O’nun (Kendi) sözleri ile hakkın gerçekleşmesini ve kâfirlerin arkasının (neslin devamının) kesilmesini istiyor.
Elbette bir kadın peygamber olması mümkün değil. Ayrıca peygamberler konusunda ne kadar yanlış şeyler düşündüğünüzü, düşündüklerini uzun uzun anlattık başlangıçta, resûller ve nebîler ayrımını yaptığımız zaman.
Öyleyse Allahû Tealâ “Biz Meryem’e vahyettik.” diyor. O da Hz. İsa’nın annesi ve Allah’tan açık bir şekilde vahiy alıyor.
Allahû Tealâ bunun ötesinde: “Şeytan, onlara vahyeder.” diyor Allahû Tealâ “Kendi taraftarlarına ve de bütün insanlara vahyeder.” diyor.
6/EN'ÂM-121: Ve lâ te’kulû mimmâ lem yuzkerismullâhî aleyhi ve innehu le fısk(fıskun), ve inneş şeyâtîne le yûhûne ilâ evliyâihim li yucâdilûkum ve in eta’tumûhum innekum le muşrikûn(muşrikûne).
Ve üzerine Allah’ın ismi anılmayan şeylerden yemeyin. Ve muhakkak ki; o fısktır. Ve şeytanlar, mutlaka sizinle mücâdele etmeleri için dostlarına vahyederler. Ve şâyet onlara itaat ederseniz (uyarsanız), mutlaka siz müşrikler olursunuz.
İnsanlara şaşıyoruz sevgili kardeşlerim, şeytandan vahiy aldıklarına inanıyorlar da “Allahû Tealâ vahyetmez.” diyorlar. Yani Allahû Tealâ vahyedemez mi? Şeytan en kötü insanlara vahyederek onları en kötü noktalara ulaştırıyor. “Peygamberlerden başkasına vahyetmez.” sözünün ne kadar geçersiz olduğunu hâlâ anlatamadık mı acaba?
1- Hz. İsa’nın havarileri; hiç kimse onların peygamber olduğunu iddia edemez.
2- Hz. Musa’nın annesi, Hz. İsa’nın annesi; ikisine de vahyediyor Allahû Tealâ.
Şûrâ Suresinin 51. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:
42/ŞÛRÂ-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.
“Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illa vahiyle.” Allah karşılıklı konuşursa, sadece vahiy yoluyla konuşur. Bu konu burada herhalde tamamlanır. Bu kadar misal, bu kadar âyet yeter diye düşünüyorum.
SORU: Bir insan 80 yaşında. Ömrünün 65 yılını İslâm’ın 5 şartı ile yerine getirerek yaşamış. Ama kişi Allah’a ulaşmayı dilememiş. “Dilmezse kurtulamaz.” diyorsunuz. (Aynen öyle söylüyoruz sevgili kardeşlerim). “Ve amelleri boşa gider.” diyorsunuz. (Aynen öyle diyoruz ve amelleri boşa gider). Kimlerin amelleri boşa gider, açıklar mısınız?
Allahû Tealâ Kehf Suresinin 105. âyet-i kerimesinde diyor ki:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“Kim Allah’a mülâki olmayı inkâr ederse ve Allah’ın âyetlerini inkâr ederse (zaten Allah’a mülâki olmayı inkâr eden Allah’ın âyetlerini inkâr etmiştir) onların amelleri boşa gider.” diyor.
Kim bu insan? Elbette Allah’a ulaşmayı dilemeyen birisi. Allah’a mülâki olmayı inkâr ettiğine göre Allah’a ulaşmayı dilemesi mümkün olabilir mi? Olamaz tabiî, amelleri boşa gidiyor. Allahû Tealâ bir yerde daha söylüyor bunu, A’râf Suresinin 147. âyet-i kerimesinde:
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhirati habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve onlar ki; âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) tekzip ettiler (yalanladılar) ve onların amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır?
“Kim Allah’ın âyetlerini yalanlarsa ve Allah’a mülâki olmayı yalanlarsa, onların amelleri boşa gider.” diyor Allahû Tealâ.
Burada Allah’a mülâki olmak ifadesi, “yevm’il ahir” ile ifade edilmiş. Sonuç, o kişinin amellerinin boşa gitmesi. Kehf Suresinin 105. âyet-i kerimesi ile aynı paralelde. Ama “Allah’ın âyetlerini inkâr eder.” diyor orada, burada da “yalanlayan” diyor. Ve de o kişilerin amelleri boşa gider. Bir başka ifadeyle Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkesin amelleri boşa gider.
Ne olur? Kişi öyle bir gayret etmiş ki; amelleri, kazandığı dereceler kaybettikleri derecelerden çok fazla. Böyle bir insan, mutlaka Allah’ın cennetine girecek. Cennetlerden cennet beğenemiyor kardeşimizin misali, 80 yaşında adam ölüyor. 15 yaşında sorumluluğunu idrak etmiş. İslâm’ın 5 şartını yerine getirmeye başlamış ve de 65 yılda bunu yapmış ve de cennetlerden cennet beğenemiyor. Ama gideceği yer cehennem, Allah’a ulaşmayı dilemediği için.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), hadîs-i şerifinde diyor ki:
“İnsanlar vardır, cennetlik amel işlerler ama cehenneme gireceklerdir. İnsanlar vardır, cehennemlik amel işlerler ama cennete gireceklerdir.
Öyleyse birisi cennetlik amel işliyor; gideceği yer cehennem. İkincisi cehennemlik amel işliyor; gideceği yer cennet. İşte bunun en kesin misali, Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki:
“Hiç kimse amelleri sebebiyle cennete giremez.”
“Sen de mi ey Allah'ın Resûlü?”
“Ben de” diyor. “Ama ben Allah’ın rahmetine gark oldum.”
Allah’ın rahmetine nasıl gark olmuş Peygamber Efendimiz (S.A.V)? Allah’a ulaşmayı dilemiş. Diler dilemez, Allah’ın rahmeti, fazlı ve salâvâtı onun üzerine olmuş. Ve de diler dilemez, müessese olması lâzımgelen hüviyete ulaşmış. Yani Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bütün o güne kadarki günahlarını örtmüş. Var mıydı? Elbette vardı sevgili kardeşlerim ve Allahû Tealâ diyor ki Peygamber Efendimiz (S.A.V) için:
93/DUHÂ-7: Ve vecedeke dâllen fe hedâ.
Ve seni dalâlette buldu sonra hidayete erdirdi.
“Biz seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedik mi?”
Herkes dalâlettedir başlangıçta. Peygamber olmak neticeyi değiştirmez. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kâinattaki en üst seviyede son peygamberdir. Ama başlangıçta o da herkes gibiydi. Şimdi bu muhtevada ne yapmış? Peygamber Efendimiz (S.A.V) de Allah’a ulaşmayı dilemiş. Dilediği an Allahû Tealâ onu rahmetine gark etmiş. Yani rahmet, fazl ve salâvât nurları göndermiş, onu bütün güzellikleriyle donatmış. Allah’a ulaşmayı diler dilemez onun günahlarını örtmüş. Örttüğü anda Allahû Tealâ’nın rahmetine zaten gark olmuş oluyor. Günahların örtülmesi, Allah’ın Rahîm esmasıyla tecelli ediyor. Onun için Peygamber Efendimiz (S.A.V); “Allah bizi rahmetine gark etti.” diyor.
SORU: Selâmun aleykûm. (Ve aleykûm selâm rahmetûllah ve berekâtuhu). Geçenlerde www.bediuzzamansaidinursi.net internet sitesini incelerken, Said-i Nursi Hazretleri beklenen mehdi ile ilgili açıklama yaptığını ve geleceği tarih ile işaretler vermiş olarak gördüm. Açıklamalar şöyle; Bediüzzaman, Şam Hutbesinde 10 bin kişiye net tarihler vermiş. 1981-1991 yılları; Hz. Mehdi’nin faaliyetlerine başlaması, 2001 yılında Hz. Mehdi’nin materyalist felsefe karşısındaki galibiyeti, 2004 yılında Hz. Mehdi önderliğinde insanların Kur’ân ahlâkına yaklaşmaları, 2008 yılında Hz. Mehdi önderliğinde insanların Kur’ân ahlakının galibiyeti. Bu tarihlerdeki olaylar, vuku bulmuş mudur, açıklar mısınız?
CEVAP: 1981-1991 yılları. Sevgili kardeşlerim, 1981 ile 1991 arasında bizim birçok makalemiz yayınlandı ve Livay-ı Hamd altında toplanalım diye ilk makalemizi yayınlamıştık. Ondan sonra çok sayıda yazımız çıktı o zaman ki şimdi de devam ediyor gazetelerde. Bu gazetelerden biri de Milli Gazete’dir. 30’dan fazla makalemizde orada çok şeyler açıkladık. Livay-ı Hamd altında toplanma daveti çok açık bir davetiyeydi. Kimliğimizin bir nevi açıklanmasıydı.
Zamanımızda genler, genetik kodlar açıklama evresine girince, oradan incelemeleri neticelendirdiğimiz zaman insanın maymundan türemesinin imkânsız olduğu neticesi ile karşılaştık ve bunu sözlerimizle açık açık etrafa açıklayarak bu konuda söz sahibi olduğunu iddia eden kişiyi, ne kadar büyük yanlışlıklar yaptığı konusuna ulaştık. Neyi gördük? Genetik kodlar maymunlarda en büyük ve maymuna en çok benzeyen, en maymun hüviyetinde olan maymun türlerini yavaş yavaş insana doğru yaklaştıran husus ne idi? Kuyruğun kısalması ve sonunda yok olması.
Bakıyoruz ki genetik kodlar 19 çift kromozomdan başlıyor, 19, 21, 23, 25, 27, 29, 31, 33 çift kromozoma kadar ulaşıyor. Ve 33 çift kromozomda kuyruksuz bir maymun türü var; şempanze. İnsana en çok benzeyen, dik yürümeye başlayan. Ama bakıyoruz ki ayakları hâlâ el hüviyetinde. Bakıyoruz ki yüzü insana bir nebze benzese de çenesi bir hayvan çenesi gibi. Ve genetik kodları incelediğimizde insanın bu dizenin sonuna eklenmesi halinde 35 çift kromozomlu olması lâzım. Ama 23 çift kromozomlu. 23 kromozomda da bir maymun türü şu anda hayatta yaşıyor.
Öyleyse genetik kodlar itibariyle DNA sarmalları itibariyle, insanın bu maymun türleri arasına sokulması mümkün değil diye bu devrelerde bunu açık bir şekilde ispat etmiştik. Herkes bu istikamette bir gayretin sahibi zaten, birçok kişinin söyledikleri de bizim söylediklerimizi zaten doğruluyordu. Ama burada bütün tarihler yok. 1996 yılında olan olayı unutmayın. Onu da Said-i Nursi yazdığı halde, bu kardeşimiz oradan, bir tek yerden aldığı için, tek kaynaktan, o ifade yok. Biliyorsunuz ilk defa Yıldırım Çavlı’nın sohbetine çıkmıştık. Ve orada sahte mehdi olarak vasıflandırılmıştık. Ve bizi gelip ziyaret ettiklerinde, bazı yerlerin filme alınmaması gerektiğini onlara söylemiştik. Ama kameramanlar, söylememize rağmen bunun aksini yapmışlardı. Ve de neler olduğunu hepiniz biliyorsunuz. 1996. Sahte mehdi adıyla, Allahû Tealâ Mehdi’nin kimliğinin ortaya çıkmasını istiyordu. Said-i Nursi de 1996 yılını o istikamette açık bir şekilde koymuş. “İlk defa kimliğinin açıklanacağı gün.” diyor, “1996”. Ama burada o işaret yok. Araştırın, Said-i Nursi Hazretleri’ni, o işareti de bulacaksınız.
Sonra ne oldu? Sonra, hakkımızda onca dedikoduyu yapan o zat, gözleri fal taşı gibi açılmış vaziyette öldü. Arkasından o çekimleri yapan o iki kameraman da öldü. Ölüm sebepleri bilinmiyor. Onlar ölmekle kalmadılar, hakkımızda birçok yanlışı hakaret eder bir tavırda yazan İktibas Gazetesi’nin sahibi Ercüment Özkan da öldü. Daha başka pekçok kişi öldü. Ama isimlerini vermeyeceğiz. Takip edenler bilirler. Güç sahibi olduklarını zanneden birçok kişi arka arkaya gittiler. Allah ile kimse başa çıkamaz. 2001 yılına kadar o konu tamamlandı.
2004 yılında Hz. Mehdi önderliğinde insanların Kur’ân ahlâkına yaklaşmaları, işte 2004 yılında bu olay artık bütün boyutlarıyla dünyaya ilan edildi. Neyle? İhtarlarla. İhtarlar, açık ve kesin bir işareti dizayn ediyordu. Artık hiç kimse o ihtarlara “Hayır böyle değil.” diyemez sevgili kardeşlerim. Diyemeyeceklerini bildiği için kimsenin sesi çıkmıyor. Karşımızda olanlar da ihtarlara baktıkları zaman susmak mecburiyetinde kalıyorlar. O konuları açmamızı da hiç istemiyorlar. Bugüne kadar hiç kimse çıkıp da bize, “Hayır senin söylediklerinde, yazdığın ihtarlarda şurası yanlış.” diyemedi.
2008 yılında neler olacağını hep beraber göreceğiz. Ama şu anda kimliğimiz açık bir şekilde ortadadır. Daha açık bir şekle bürünecek mi? Evet, bürünecek, yakın gelecekte.
Bu tarihlerdeki olaylar, vücut bulmuştur. 2008 daha gelmediği için olacaktır diyoruz.
SORU: “Niçin Türkiye’de değil de Amerika’dasınız ve Türkiye’ye dönecek misiniz, açıklar mısınız?
CEVAP: Amerika’dayız, Amerika’da da yayın yapıyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki:
“Güneş, Mehdi (A.S) zamanında batıdan doğacaktır.”
İşaretlerden birisi bu. Güneş batıdan doğmuştur sevgili kardeşlerim. Mihr, Farsça’da “Güneş” demek. İşte bu Mihr Vakfı’nın açıklamalarını yapan Nur TV, burada, Amerika’da da yayına, uydu yayınına hamdolsun ki başlamış durumda. Öyleyse Güneş (Mihr), batıdan doğmuştur. Batıyı da doğuyu da aydınlatmaktadır. Almanya’dan yaptığımız yayın; doğuyu, Amerika’dan yaptığımız yayın; batıyı aydınlatmaktadır. Ama Güneş, yani Mihr, batıdan doğmuştur. O aynı zamanda Dabbet’ül Arz’dır. Dabbet’ül Arz da çıkmıştır. Bütün dünyaya Allah’ın güzelliklerini, doğrularını inşaallah Allahû Tealâ ifade ediyor.
Amerika’da olmamızın bir başka sebebi de Türkiye’de televizyonlarda yapılan, Allahû Tealâ’nın bir hilesi olan o Ceviz Kabuğu rezaleti sebebiyle insanlar bizim aleyhimizde çok ciddi faaliyetlerde bulunmuşlardı. Bize zarar vermeye başlamışlardı. Buraya gelişimizin arkasında Allahû Tealâ’nın bu emri vardır. Ayrıca hiçbir sebep olmayabilirdi. Allahû Tealâ bizi buraya gönderebilirdi. Biz gene Allahû Tealâ ne yaptırırsa, sadece onu yapabilirdik. Buraya gelişimiz kendiliğimizden olmamıştır. Allahû Tealâ’nın bizi buraya göndermesi sebebiyle buradayız. Ve bu sebep, öteki saydığımız bütün sebeplerin çok ama çok ötesinde asli sebeptir.
SORU: Gemlik Belediye Başkanı Sayın Mehmet Turgut, “Sayın Mihr Vakfı Başkanlığı” diye bir yazı yazmış; “Yurt dışında bulunmamdan konferansınıza katılamıyorum. Nazik davetinize teşekkür eder, sevgi ve selâmlarımı sunarım.” diyor.
CEVAP: Biz de Muhterem Belediye Başkanımıza huzurlarınızda teşekkür ediyoruz. Bu nazik beyanatı bize ulaştırdığı için, özrü beyan etmesi sebebiyle saygılarımızı sunarız.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu Muhterem Efendimiz, himmetinizle bugün size tâbî olmak istiyorum. Allah yolunda bu tövbemin kabulünü, ayaklarımın bu yolda sağlam basması ve görevlerimi eksiksiz yapabilmem için dua buyurur musunuz?
CEVAP: Elbette dua ederiz. Hayırlı olsun. Kardeşlerimiz de orada, gereğini yaparsanız inşaallah hemen.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu (ve aleykûmselâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu) Muhterem Efendimiz, ellerinizden sonsuz hürmetle, hasretle öperiz. (Biz de gözlerinden öperiz evlâdım). Yüce Rabbimize bir konferansa defa daha sizin o nur yüzünüzle, bülbül misali sesinizle ve dünyalara bedel gülüşünüzle bizleri müşerref kıldığı için sonsuz kere hamd ve şükrederiz. (Bir defa daha güleyim bari. Allah razı olsun. Sayenizde gülümsüyoruz sevgili kardeşlerim). Muhterem Efendimiz En’âm Suresinin 87 ve 88. âyet-i kerimelerinde ailelerin içerisinden bir kısmını seçip Sıratı Mustakîm’e ulaştıracağını söylüyor. Yine Yüce Rabbimiz, Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde; “Allah, dilediğini Kendisine seçer.” buyuruyor. Bu iki âyet-i kerimede Yüce Rabbimizin muradı nedir, açıklar mısınız?”
CEVAP:
6/EN'ÂM-87: Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim ve ihvânihim, vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
Ve onların babalarından, zürriyetlerinden (nesillerinden) ve kardeşlerinden onları seçtik. Ve onları Sıratı Mustakîm'e (Allah'a ruhu ulaştıran yola) hidayet ettik (ulaştırdık).
ve min âbâihim ve zurriyyâtihim: Ve onların anne-babalarından ve zürriyetlerinden (çocuklarından, yani usûl ve fürûlarından demiş oluyor).
ve ihvânihim: Ve kardeşlerinden.
vectebeynâhum: Biz onlardan seçtik.
ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm: Onları Sıratı Mustakîm’e ulaştırdık.
Sevgili kardeşlerim, En’âm-87 ve 88’de bahsedilen insanlar, peygamberler, peygamberlerin çocukları, akrabaları.
En’âm-88:
6/EN'ÂM-88: Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ibâdihî, ve lev eşrakû le habita anhum mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
İşte bu Allah’ın hidayetidir. Kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler heba olurdu (boşa giderdi).
zâlike hudallâhi: İşte bu, Allah’ın hidayetidir.
yehdî bihî men yeşâu min ibâdihî: Onunla kullarından dilediğini hidayete erdirir. (Sıratı Mustakîm; hidayete erdirmenin yolu).
ve lev eşrakû le habita anhum mâ kânû ya’melûn: Eğer şirk koşsalardı, o zaman onların amelleri boşa giderdi.
Yapmış oldukları şeyler; ma: Şeyler.
kânû ya’melûn: Amel ederek yapmış oldukları şeyler (boşa giderdi).” diyor Allahû Tealâ.
Bir kısmını seçip Sıratı Mustakîm’e ulaştıracağını söylüyor. Bunlar peygamberlerden gelenler.
“Yine Yüce Rabbimiz, Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde; Allah, dilediğini Kendisine seçer.” buyuruyor.
Bu, herkes için. Şûrâ-13:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme: Dînde onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiğimiz, Hz. İbrâhîm’e vasiyet ettiğimiz…
Âyet-i kerimenin neticesi zaten aklımızda; “Hz. Nuh’a vasiyet ettiğimiz, Hz. İbrâhîm’e vasiyet ettiğimiz, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya verdiğimiz şeriatı sana da vahyetmek suretiyle size de şeriat kıldık. Müşriklere senin talebin, yani Allah’a ulaşmayı dileyin de şirkten kurtulun sözün ağır geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve onlardan kim Allah’a ulaşmayı dilerse onları, Kendisine ulaştırır.”
Burada bütün insanlar var. En’âm-87 ve 88’de peygamberlerin arkasından gelenler, peygamberlere ait çocuklar, onların anne-babaları olan peygamberler ve bu âyette, Şûrâ-13’te herkes.
“Bu iki âyet-i kerimede Yüce Rabbimizin muradı nedir, açıklar mısınız?”
Bu âyetler, Allahû Tealâ’nın bir Şûrâ-13’te bütün insanlara açıkladığı, orada kim Allah’a ulaşmayı dilerse, âyet-i kerimenin sonu geliyor:
“Kim Allah’a ulaşmayı dilerse.” Şöyle başlıyor:
“Allah, dilediğini Kendisine seçer. (Bu 2. basamakta Allah’ın yaptığı seçimdir). O seçtiklerinden kim Allah’a ulaşmayı dilerse onları Kendisine ulaştırır.” diyor Allahû Tealâ.
İşte seçtiklerinden Allahû Tealâ’nın Kendisine ulaştırdığı kişiler. Bu iki âyet-i kerimede Allahû Tealâ’nın muradı, “Allah’a ulaşmayı dileyin. Allah sizi seçsin, Kendisine ulaştırsın.” İnsanların %90’dan fazlası seçilir. O zaman herkesin seçilme şansı çok yüksek. Onlardan sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’a ulaşabilir.
SORU: Muhterem Efendimiz, bir şeyin olmasını çok istediğimiz zaman ve olmadığı zaman çok üzülüyoruz. Kendimizi çok yıpratıyoruz. Doğru düşünme alışkanlığı nasıl olmalı? Bu konuda ne buyurursunuz?
CEVAP: Bir şeyin olmasını çok isteyebilirsiniz. Ama Allahû Tealâ’nın bir kanunu var; “liyâkat kanunu” diyor ona. Allah’tan her şeyi isteyebilirsiniz. Ama lâyık olduğunuzu sadece alabilirsiniz. Onun için bizim bu konudaki tavsiyemiz, Allahû Tealâ’nın emri de o, kademeli olarak Allah’tan talepte bulunun. Önce Allah’a ulaşmayı dileyin. Diledikten sonra mürşidinize ulaşmayı dileyin. Mürşidinize ulaşıp tâbî olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dileyin. Hepsinin gerçekleştiğini göreceksiniz. Eğer Allah’a ulaşmayı Allahû Tealâ size nasip ederse, o zaman düşünün; “Ben Allah’a ulaşmayı diledim. Allah demişti ki; kim Bana ulaşmayı dilerse Ben onu Kendime ulaştırırım. İşte Allah, beni hamdolsun ki Kendisine ulaştırdı.”
Öyleyse sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın Kendisine ulaştırması tahakkuk etmiş. Kişi şöyle düşünecek, Allahû Tealâ ne diyordu Kur’ân-ı Kerîm’de?
“Kim Bana ulaşmayı dilerse mutlaka Ben, onu Kendime ulaştırırım.”
“İşte ben diledim. Allah beni hamdolsun ki Kendisine ulaştırdı.” Öyleyse? “Öyleyse kim Allah’a fizik vücudunu teslim etmeyi dilerse, bunu gerçekten kalbinden dilerse, Allahû Tealâ onu da gerçekleştirir. Öyleyse ben Allah’a fizik vücudumu teslim etmeyi dilemeliyim.”
Bir insan bunu dilerse ve bunun gereklerini yapmak üzere üzerine düşen vazifeyi idrak ederse, bu vazife, zikrini devamlı olarak artırmaktır. 33 bin zikrin ötesinde 35 bin, 37 bin, 39 bin ve 47 bin zikre kadar zikrini çoğaltan bu kişi, daha öteye geçerse, yani bu örtü altında yaptığı zikrin ötesinde de ya saati ya kulağına koyduğu mp3 ile zikrini daha üst seviyelere çıkarırsa, bir de bakacak ki fizik vücudunu da Allah’a teslim etmiş. Bunun inancı içerisinde; “Ben fizik vücudumu Allah’a teslim etmeyi diledim. Zikirlerim de arttı hamdolsun. Fizik vücudumu Allah’a teslim ettim. Daimî zikre de Allahû Tealâ beni ulaştırabilir. Ben dua ederim.” diye kişi dua ederse Allahû Tealâ’ya, fizik vücudunu Allah’a teslim etmek üzere, fizik vücudunu da Allah’a teslim edebildiğini görecektir.
Sevgili kardeşlerim, o zaman buradaki muhteva açıklık kazanıyor. Bu muhtevada kişi diler de sonuca kalben inanırsa, Allahû Tealâ ona o mutmain hissini verirse, tatmin hissini verirse, o kişi mutlaka zikrini arttıracaktır. Mutlaka fizik vücudunu da teslim edecektir ve sonuçta inşaallah daimî zikre ulaşacaktır. Doğru düşünce alışkanlığı bu olması lâzım.
SORU: Cinlerin bize musallat olmaması için nelere dikkat etmeliyiz? Allah razı olsun.
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, eğer Allah’a ulaşmayı gerçekten dilerseniz, kime tâbî olursanız olun, eğer o gerçek bir mürşidse, mutlaka başınızın üzerine biz geleceğiz. Geldiğimiz andan itibaren hiçbir cin size tesir icra edemez. Böyle bir şey mümkün değildir. Ne şeytanın bir insana, şeytana tâbî olanlar tarafından büyü yaptırılması tesir edebilir ne de cinler o kişiye zarar verebilir. Böyle bir şey asla oluşmaz. Allah razı olsun. “Allah, izin vermedikçe cinler ve şeytan size bir şey yapamaz.” diyor Allahû Tealâ.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu (Ve aleykûm selâm rahmetullâh ve berekâtuhu.) Muhterem Efendimiz, Osmanlı şehri olan Bursa’mızın şirin beldesi Gemlik’e hoşgeldiniz, şeref verdiniz. Allah sizden razı olsun. (Allah sizlerden de razı olsun. Gemlik’te de bir süre çocukluğumuzda yaşamıştık). Efendimiz ellerinizden sonsuz hasret, hürmet ve saygıyla öperim. Sizi çok seviyorum. (Biz de gözlerinizden öperiz. Biz de sizleri çok seviyoruz). Sizden öğrendiğimiz gibi Allahû Tealâ tüm nebî-resûllerinden sonra kendilerine vermiş olduğu kitabı ve şeriatı açıklayan, ardı arkası kesilmeyen velî-resûllerini bugüne kadar göndermiştir. Hiç eksilmeden bugüne kadar gelmiştir. (Sevgili kardeşlerim, aynen öyle. Bugüne kadar Allahû Tealâ eksilmeden bunları yapmış. Bütün kavimlere resûl göndermiş). Yûnus Suresinin 74. âyet-i kerimesinde; “Hz. Nuh’tan sonra da peş peşe resûllerini gönderdiğini, fakat âyetlerini ve resûllerini yalanlamaları nedeniyle yalanlayanların kalplerini mühürlediğini söylüyor. Allah, âyetlerini yalanlayan ve resûllerini yalanlayanların kalplerini mühürlüyor mu?
CEVAP: Yûnus-74, diyor ki:
10/YÛNUS-74: Summe beasnâ min ba’dihî rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bil beyyinâti fe mâ kânû li yu’minû bimâ kezzebû bihî min kabl(kablu), kezâlike natbeu alâ kulûbil mugtedîn(mugtedîne).
Sonra onun arkasından onların kavimlerine resûller gönderdik. Onlara beyyineler (açık deliller) getirdiler. Daha önce (hidayete erip sonradan) onu yalanladıklarından dolayı böylece (fıska düştükleri için) mü’min olmadılar. Haddi aşanların kalplerini işte böyle mühürleriz (tabederiz).
“summe beasnâ, sonra onun arkasından onların kavimlerine resûller gönderdik.” Onlara beyyineler; açık deliller getirdiler. Daha önce hidayete erip sonradan onu yalanladıklarından dolayı böylece mü’min olmadılar. Haddi aşanların kalplerini işte böyle mühürleriz.” diyor Allahû Tealâ. “Kalplerini tab ederiz.” diyor.
“Allah, âyetlerini yalanlayan ve resûllerini yalanlayanların kalplerini mühürlüyor mu?”
Şimdi buradan; “Onların kavimlerine resûller gönderdik.” diyor. Ne zaman mühürlüyor? Resûl açıklamalarını yapacak, bu açıklamaları ilk duyduğu zaman değil, kişi bunları düşünecek, değerlendirecek ve resûlün söylediklerini tahkik etmeksizin olarak da tahkik ederek de olsa eğer onun söylediği doğrular yerine insanların yazdığı kitaplardaki yanlışlara tâbî olursa kişi, bunu bilerek isteyerek yaparsa, ikisini mukayese etmesine rağmen böyle yaparsa, o zaman Allahû Tealâ onların kalbini mühürler. Onlar Allah’ın âyetlerini, resûlün o âyetler konusundaki ifadelerini yalanlayanlardır.
“Mü'min Suresi, 69, 70, 78, 83. âyetleri?”
40/MU'MİN-69: E lem tere ilellezîne yucâdilûne fî âyâtillâh(âyâtillâhi), ennâ yusrafûn(yusrafûne).
Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele edenleri görmedin mi? Onlar nasıl döndürülüyorlar.
“Allah’ın âyetleri hakkında mücâdele edenleri görmedin mi? Onlar nasıl döndürülüyorlar?”
Mü’min-70:
40/MU'MİN-70: Ellezîne kezzebû bil kitâbi ve bimâ erselnâ bihî rusulenâ, fe sevfe ya’lemûn(ya’lemûne).
Onlar, Kitabı ve resûllerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanladılar. Fakat yakında bilecekler (öğrenecekler).
“Onlar, kitabı ve resûllerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanladılar. Fakat yakında bilecekler (öğrenecekler).”
İşte şu anda da bizim ülkemizde Allah’ın âyetleri ile mücadele edenler var. Bizimle mücadele demek, Allah’ın âyetleri ile mücadele demek. Neden? Çünkü biz sadece âyetlerle konuşuyoruz. O zaman bize karşı çıkan kişi, Allah’ın âyetlerine yani Allah’a karşı çıkmış durumdadır.
“Kitabı yalanladılar ve resûllerimizle gönderdiğimiz şeyleri yalanladılar.”
Şu anda da Allahû Tealâ resûlüyle Allah’ın Kur’ân hakikatlerini anlatıyor herkese. Yalanlayanlar, hem resûlü yalanlıyorlar, hem de asıl önemlisi, Kur’ân’ı yalanlıyorlar.
Mü’min-78:
40/MU'MİN-78: Ve lekad erselnâ rusulen min kablike minhum men kasasnâ aleyke ve minhum men lem naksus aleyk(aleyke), ve mâ kâne li resûlin en ye’tiye bi âyetin illâ bi iznillâh(iznillâhi), fe izâ câe emrullâhi kudıye bil hakkı ve hasire hunâlikel mubtılûn(mubtılûne).
Ve andolsun ki senden önce (de) resûller gönderdik. Onlardan bir kısmını sana anlattık ve bir kısmını sana anlatmadık. Allah’ın izni olmadan bir resûlün âyet getirmesi olamaz. Artık Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hükmedilmiş olur. Ve bâtılı isteyenler, orada hüsran uğramışlardır.
Zamanımız az kaldığı için Türkçesini sadece okuyorum:
“Andolsun ki senden önce de resûller gönderdik. Onlardan bir kısmını sana anlattık ve bir kısmını sana anlatmadık. Allah’ın izni olmadan bir resûlün âyet getirmesi olamaz. Artık Allah’ın emri geldiği zaman hak ile hükmedilmiş olur. Ve bâtılı isteyenler, orada hüsrana uğramışlardır.”
Burada da “Allah’ın izni olmadan bir resûlün âyet getirmesi mümkün olamaz.” diyor.
İşte biz de Allahû Tealâ'nın bize verdiği o âyetleri Allahû Tealâ yazdırdı Risalet Nurları’na. Ve o âyetler, Allah’ın âyetleri olarak orada yer aldı. Onun için de Allahû Tealâ daha o âyetleri yazdırmadan, bize ilk yazdırdığı sayfada “Bi iznillâhi Tealâ indirilmiştir.” diyor. Bize Türkçesini “Allah’ın izniyle indirilmiştir.” diye iki kapak sayfası yazdırdı.
Sevgili kardeşlerim, dikkat edin ki Allahû Tealâ bize onları söylediği zaman, bizim dînden pek öyle haberimiz yoktu. Bir dîn dışında yaşamış bir insanın bir bataklıktaki halini yaşamıştık uzun süre. Ama Allahû Tealâ böyle yazdırdı. Bunun mânâsını âyet-i kerimeye bakınca anlıyoruz. Orada da Allahû Tealâ “âyet” yazdırıyor, yazdırdığının resûl olduğunun kesin ispatı için.
Mümin-83:
40/MU'MİN-83: Fe lemmâ câethum rusuluhum bil beyyinâti ferihû bimâ indehum minel ilmi ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn(yestehziûne).
Onlara resûlleri beyyinelerle geldiği zaman yanlarındaki ilim sebebiyle şımardılar. Ve alay etmiş oldukları şey onları kuşattı.
fe lemmâ câethum rusuluhum bil beyyinâti ferihû: Onlara resûlleri beyyinelerle geldiği zaman şımardılar.
bimâ indehum minel ilmi: Yanlarındaki ilim sebebiyle (şımardılar).
ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn: İstihza ettikleri (alay ettikleri) şey onları kuşattı.
Burada Allahû Tealâ açıkça onlara resûllerinin beyyinelerle geldiğini söylüyor ve alay ettikleri şeyin onları kuşattığını. Ama Allahû Tealâ bu âyetlerle; “Resûllerin beyyinelerle gelmesine rağmen yanlarındaki ilim sebebiyle şımardılar.” diyor.
İşte dîn adamlarının bir kısmının bize karşı çıkışları ve de bizimle alay edişleri bu şımarıklığın işareti.
SORU: A’râf Suresinin 40. âyet-i kerimesinde büyüklenenler ve Câsiye-23’deki hevasını ilâh edinenler ve yine Allah’ın ilim üzere dalâlette bıraktığı kişileri mi ifade ediyor?
CEVAP: Evet, Arâf-40’la ve Câsiye-23’e de bakalım:
7/A'RÂF-40: İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehum ebvâbus semâi ve lâ yedhulûnel cennete hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyât(hiyâti) ve kezâlike neczîl mucrimîn(mucrimîne).
Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara kibirlenenler; onlara gök kapıları açılmaz (ruhlarını hayatta iken Allah’a ulaştıramazlar). Deve (veya urgan) iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Mücrimleri (suçluları) işte böyle cezalandırırız.
“Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara kibirlenenler, onlara gök kapıları açılmaz. Deve veya urgan iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Mücrimleri işte böyle cezalandırırız (suçluları yani).
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“e fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu.” Türkçesini söyleyelim; “Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü?”
“Ve Allah, onu ilim üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbinin idrak hassasını mühürledi. Ve onun basar (görme hassasının) üzerini perde kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir, hâlâ tezekkür etmez misiniz?” diyor.
Burada hep insanlar var. Allah’ın ilmini kendilerine ilim edinmeyip, o kulaktan dolma bilgilerle, asırlardan beri gelen yanlış birikimle mutmain olan insanlar. Onlar emaniyye bilgilerle Allah’ın âyetlerini yalanlamış oluyorlar. Allahû Tealâ'nın en çok ifade etmek istediği şey bu.
Emaniyye bilgilerle bize karşı çıkanlar, biz onlara sadece Allah’ın âyetlerini söylediğimiz cihetle aslında Allah’ın âyetlerine karşı çıkanlardır. Allah’ın resûlüne karşı çıkan, resûl sadece Allah’ın âyetlerini kullanarak onlara cevap veriyorsa, açık bir şekilde Allah’ın âyetlerine karşı çıkandır. Ve o insanların ilminin faydasız ilim olmasının sebebi ne? Çünkü Allahû Tealâ diyor ki:
“Onları ilimleri üzere dalâlette bırakırız.”
Hem ilim sahibi olsun insan, hem dalâlette olsun. O zaman ilim, elbette faydasız ilim sevgili kardeşlerim.
“Allah’tan sonra onu hiç kimse hidayete erdiremez.”
Allahû Tealâ, onun görme hassasını, onun üzerine gışâvet çekerek örtüyor. İşitme hassasını mühürlüyor. Kalbini mühürlüyor. Ve o adam, idraksiz bir standartta Allah’tan sonra kimsenin kendisini hidayete erdiremeyeceği bir standartta.
SORU: İki hafta önce Bursa Müftüsü, Cuma namazından önceki vaazında yaptığı konuşmada kim hacca giderse annesinden doğmuş gibi günahsız olacağını söyledi. Peki, hacca gidecek gücü ve parası olmayanların suçu nedir? Bu doğru mudur?
CEVAP: Evvelâ doğru değil sevgili kardeşlerim. Hacca gidiyor diye hiç kimse cennete girmez. Hiç kimse bize Kur’ân’da hacca gidenlerin cennete gireceğine dair bir işaret gösteremez. Zenginler için, parası olanlar için hacca gitmek söz konusu. Hamdolsun ki Allahû Tealâ bize de zengin olmamamıza rağmen bunu nasip etmişti. Gitmiştik. Ve aynı şeyi orada da işitmiştik. Biz etrafa; yani hacca gittiniz diye cennete gideceğinizi mi düşünüyorsunuz diye konuşurken, oradaki dîn görevlisi olan dedi ki: “Aranızda haccın cennete götürmeyeceğini zannedenler var.” dedi. “Onların katli vaciptir.” dedi. İyi mi sevgili kardeşlerim?
Peki, haklılar mı? Evet haklılar. Çünkü onlar o öğrendikleri ilmi öğretmek için para alıyorlar. Ailelerini oradan aldıkları parayla geçindiriyorlar ve onlara emaniyye ilimler öğretiliyor. Yani Kur’ân-ı Kerim öğretilmesi yok. Kur’ân-ı Kerim’in sadece okunması öğretiliyor. Kur’ân-ı Kerim rafa kaldırılmış. Kur’ân-ı Kerim’i kimse öğrenmek gayretinde değil. Dîn adamları Kur’ân-ı Kerîm’in dışında bir ilmi öğreniyorlar. Ama Kur’ân-ı Kerim’in esasını öğrenmiyorlar. 7 safha 4 teslimden haberleri yok. Ve öyle olunca da gereklerini yerine getirmiyorlar. Hem kendileri cehenneme gidecek, hem de onlardan ilim soranlar hiçbir şekilde ilim öğrenemezler. Onlar, o ilmin sahibi hiçbir zaman olmayacaklar.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ'ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki Gemlik’te de Allahû Tealâ bu konferansı bizlere vermeyi nasip kıldı. Sevgili kardeşlerim, sevgili Gemlikli kardeşlerimiz, sevgili misafirlerimiz, Gemlik’e dışarıdan gelen kardeşlerimiz ve dışarıdan gelen misafirlerimiz, Allahû Tealâ'nın hepinizi hem cennet saadetine hem de dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimiz’den dileyerek ve sabırlarınızdan dolayı hepinize teşekkürler ederek bu 5 saate yakın konuşmamızı burada inşaallah tamamlamış olmayı diliyoruz. Bu konuda sual sorup da cevaplarını alamayanlar mutlaka Nur TV’den cevaplarını inşaallah alacaklardır. Burada salon kapanacağı için huzurlarınızdan ayrılmak zorundayız.
Allahû Tealâ'nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimiz'den dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili misafirlerimiz, değerli izleyenler. Allah, hepinizden razı olsun.
SORU: Ben kendim Reşat Atilla Hazretleri’ne tâbîyim. Sizin Allah’ın velî resûlü olduğunuza inanıyorum. Eğer bağlı olmasaydım, size mutlaka tâbî olurdum. (Allah razı olsun. Ama bir mürşide sahipsin. Mürşidine sımsıkı sarıl evlâdım). Size birkaç sorum olacak. Hakiki tevhid nasıl yaşanır?
CEVAP: Tevhid, ileride yaşanacaktır. Şu anda İslâm âleminin içinde Hanefî, Hanbelî, Mâlikî, Şâfî diye 4 tane mezhep var. Bunlar sünnî grup. Bir de Şiî grup oluşuyor. Demek ki ona da bir beşinci mezhep gibi bakmak mümkün.
Sevgili kardeşlerim, tevhid; birlik beraberlik demektir. Allahû Tealâ'nın bize verdiği emir, mezheplerin kaldırılması. Mezheplerde yaptırdığımız incelemeler şunu gösterdi ki; mezhepler Kur’ân’dan birçok konularda ayrılmışlar, fazlalıklar var ve eksiklikler var.
Öyleyse mezheplerin kaldırılması Allahû Tealâ'nın emri olduğuna göre, ha deyince mezhepler kaldırılır mı? Kaldırılmaz. Mezheplerdeki eksik olan, Kur’ân’a göre eksik olan kesimler o mezhepteki eksikliğe göre tamamlanacak ve Kur’ân’da olmayıp da orada mezheplerde yer alan hususlar da oradan alınacak. O zaman bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbenin yaşadığı Kur’ân’daki İslâm’a dönüşüm olacak. Hem şiî grup için hem de sünnî grup için Allahû Tealâ'nın emri bu istikamette.
Sevgili kardeşlerim, bu iş elbette ha deyince olmaz, ayrıca zorla da olmaz. Gelecek günlerde, aylarda bu konunun toplantıları yapılacaktır. Kur’ân asıldır. Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında mezhepler yoktu. Sadece o vardı ve onun koyduğu kaideler vardı. Hepsi de Kur’ân’ın aslını ihtiva ediyordu. Öyleyse öyle yapılacak inşaallah.
“Peki dişlerimizde dolgu var. Hangi mezhebe göre abdest almalıyız?”
Hangi mezheptenseniz ona göre abdest alın.
SORU: Sabah namazını kıldıktan sonra güneşin doğuşunu beklemek gerekir mi?
CEVAP: Hayır, gerekmez. İsteyen zikrini yaparak güneşin doğuşundan sonra da zikrine devam edebilir. İsteyen yatar ve uyur. Özellikle gecenin büyük kısmını zikirle geçirenler için böyle bir şey mümkündür.
“Geçen uyandığımda kendimi farkında olmadan “şöhreti mânâ ile asal denge dengesizlik” derken uyandım.”
Şan ve şöhret, Allah’ın nefse verdiği iki tane afettir. Bunlar bir hastalıktır. İnsanı kene gibi kemirir. Ve kişi meşhur olmak, daha çok meşhur olmak, daha çok meşhur olmak ister. Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ'nın dostları içinse bunların hiçbir geçerliliği yoktur. Onlar, Allah kendilerine ne yaptırırsa onu yaparlar.
Diyelim ki birisi şöhret peşinde ama söylediklerinde mânâ yok. Yani Kur’ân’dan konuşmuyor. O zaman bunu mânâ ile asal dengelemek söz konusu. Asal, asli unsurları ifade eder. Asli unsurun da bütünü Kur’ân-ı Kerim’dedir. Dengelemek bu tarzda olabilir ancak.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Sevgili Efendim, seni çok seviyorum. (Biz de seni çok seviyoruz.) Sen Allah’ın Resûlü, bizim de manevî babamızsın. Bizler hamd ve şükrolsun ki Mehdi Resûl’ün öğrencileriyiz. Bizler Efendimiz’den öğrendiklerimizi öğretmekle vazifeliyiz. Sevgili Efendimiz, çok yerlerde çok yerlerde tebliğ yapıyorum. İki gün önce Sular İdaresi’nden iki memur geldi. Bu zatlara sordum; “Size tebliğ yapabilir miyim?” diye. “Tabiî” dediler. Bakara-29 âyet-i kerimesi, Câsiye-13, Bakara-156 ve 157, Enfâl-29, Yûnus-7, 8 âyetlerini anlattım.
CEVAP: Burada bu âyetlerin bizden olduğu belli.
“Bir tanesi dedi ki; siz insanların beynini yıkıyorsunuz. Ben Kur’ân’ı bilmesem bana da yutturacaksın.”
Bu söyleyen zatın Kur’ân’ı hiç bilmediği kesin, Sular İdaresi’ndeki sevgili kardeşimizin. Neden? Çünkü Kur’ân’ın okunmasını değil de ruhunu bilmiş olsaydı, böyle konuşmazdı. “Senin mürşidine nasıl ulaşabilirim?” diye sorardı. “Ben de bir an evvel şemsiyenin altına girmek, sığınağa sığınmak isterim.” derdi.
Bu “yutturacaksın” sözü de gerçekten çok o söyleyen kişiyi küçültücü bir şey. Siz Allah’ın Resûl’ünden öğreniyorsunuz. Onlara da âyetleri söylüyorsunuz. Söylediğiniz âyetler, gerçekten başkalarınınkinden farklı, bir Allah’ın tercümesi söz konusu. Onlar Türkçeye şimdiye kadar hangi âlimler nasıl çevirmişlerse, aynı statüde çeviriyorlar. Onlara göre onun mânâsı çok önemli değil. Önemli olan oradan ayrılmamak, sürüden ayrılmamak. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Yani yanlışlıklar nasıl konulmuşsa aynen devam ettirmek. E o zaman senin söylediğin onlara ters gelecek tabiî. Yutturmak olarak da vasıflandırabilirler. Normal.
“Senin anlattıklarını Nur TV’deki Mehdi denen bir zat anlatıyor.” (Mehdinin ne olduğundan da haberi yok). Ben de dedim; o bizim Efendimiz. Dedi ki; “Kur’ân’da öyle bir şey yok. Sizin anlattıklarınızı dîn adamları anlatmıyorlar.” dedi.
O zaman sen de diyeceksin ki; Kur’ân’da öyle bir şey var. Ama gerçekten dîn adamları bizim anlattıklarımızı anlatamazlar.
SORU: Sevgili Efendimiz, bize Kehf-103, 104, 105, 106. âyetlerini; Ahzâb-66, 67, 68. âyetlerini anlatabilir misiniz? Sevgili Efendimiz, her şey çok güzel. (Bize de öyle geliyor, her şey çok güzel). Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Allah razı olsun.
CEVAP: Kehf-103:
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
“kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ: De ki; amelleri hasara uğrayanları size haber vereyim mi?”
Kehf-104:
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ: Onlar ki dünya hayatında amelleri sapmış olanlardı.
ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â: Onlar en güzelini yaptıklarını zannediyorlardı.
Kehf-105:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim: Onlar ki Rabb’lerinin âyetlerini küfrederler (örterler).
ve likâihî: Ve O’na (Allah’a) mülâki olmayı (örterler).
fe habitat a’mâluhum: O zaman onların amelleri heba oldu (boşa gitti).
fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ: Onlar için kıyâmet günü mizan tutulmaz.
Kehf-106:
18/KEHF-106: Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ(huzuven).
(Âyetlerimi) örtmeleri (inkâr etmeleri) ve âyetlerimi ve resûllerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle, onların cezası işte bu cehennemdir.
zâlike cezâuhum cehennemu: İşte onların cezaları cehennemdir.
bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ: Allah’ın âyetlerini örtmeleri ve resûllerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle “(onların cezası işte bu cehennemdir).” diyor Allahû Tealâ.
Burada çok açık bir şekilde, kişinin Allah’a ulaşmayı dilemeyi inkâr etmesi halinde amellerinin boşa gideceği açık bir şekilde ifade ediliyor. Yani Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes için mutlaka bu söz konusudur.
Ahzâb-66, 67,68:
33/AHZÂB-66: Yevme tukallebu vucûhuhum fîn nâri yekûlûne yâ leytenâ eta’nâllâhe ve eta’ner resûlâ(resûlen).
Onların yüzlerinin, ateşin içinde (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği gün: “Keşke biz Allah’a ve Resûl’e itaat etseydik.” diyecekler.
Onların yüzlerinin, ateşin içinde (bir taraftan bir tarafa) çevrileceği gün, keşke biz Allah’a ve resûle itaat etseydik diyecekler.
Her devirde resûl var sevgili kardeşlerim. Bu devirde de o resûl biziz.
“Keşke biz Allah’a ve Resûl’e itaat etseydik.” diyecekler.
Bu devirden bahsediyor Allahû Tealâ. Bütün devirleri alır bu 3 âyet-i kerime.
33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnâs sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler ki: “Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîmi’nden) saptırdılar.”
Cehennemde olanlar derler ki; “Ya Rabbi! Muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîm’inden) sebîlden saptık.”
33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel azâbi vel anhum la’nen kebîrâ(kebîren).
“Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.”
“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.”
İşte bu kardeşlerimiz de cehennemde kendilerine ilim öğretenlere bunu söyleyecekler, o, “başkaları öyle söylemiyor” diye bahsettikleri o başkalarına, Allah’ın Resûlüne değil de o başkalarına uydukları için, onların doğru söylediğini tahkik etmeden kabul ettikleri için onlar da Allahû Tealâ'ya kıyâmette, cehennemde böyle söyleyecekler; “Onlara iki kat azap ver.”
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.) Muhterem Efendimiz, gül kokulu ellerinizden sonsuz hürmetle ve hasretle öperim. (Biz de muhabbetle gözlerinden öperiz. Allah razı olsun). Günümüzde çoğu kişinin, Allah ile kul arasına kimse giremez diyerek şeytanın insanlara benimsettiği bu ifadeyi açıklar mısınız?
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, bu öteden beri devam eden şeytanın büyük bir fitnesi. Allahû Tealâ bunun tam aksini kesin bir şekilde ifade ediyor Kur’ân-ı Kerim’de. Secde Suresi, 24. âyet-i kerimede diyor ki Allahû Tealâ:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“İnsanlardan” diyor “İmamlar kıldık, emrimizle insanları hidayete erdirsinler diye. Sabrın sahibi olmalarından dolayı ve âyetlerimize Hakk’ul yakîn derecesinde yakîn hâsıl etmeleri sebebiyle.”
Burada Allahû Tealâ devrin imamlarından bahsediyor. “İnsanla Allah arasına kimse giremez diyen insanlara, Allahû Tealâ'nın tokadı bu:
“Ben” diyor “İnsanlarla arama imamlar koyarım.” diyor. “İnsanları hidayete erdirsinler diye”.
Bunu söyleyen bu zavallı insanlar Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesindeki farzı bilmiyorlar.
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
ya eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete: Ey âmenû olan kişi, kim seni Allah’a ulaştıracaksa, o ulaştırmaya vesile olacak kişiyi Allah’tan iste ve böylece takva sahibi ol.
Allahû Tealâ açıkça “Mürşidini Allah’tan isteyeceksin.” diyor.
Bakara-45’te de diyor:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
vesteînû bis sabri ves salâti, innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn: Allah’tan sabırla ve hacet namazıyla istianeyi, mürşidin kim olduğunu sor, iste.” diyor Allahû Tealâ. “Mürşidini iste.
Üzerimize farz. Ve bu adamlar diyorlar ki; “Allah ile kul arasına kimse giremez.” Bunlar hep cehalet sevgili kardeşlerim. Ama adım adım insanlar, Kur’ân doğrularını hamdolsun ki öğreniyorlar.
SORU: Allah’a ulaşmamızda mürşidin rolü nedir?
CEVAP: Allah’a ulaşmamız için mutlaka ruhumuzun vücudumuzdan ayrılması gerekir. Allah’a ulaşmamız için mutlaka kalbimize imânın yazılması gerekir. Mutlaka başımızın üzerine devrin imamının ruhunun gelmesi gerekir. Mutlaka günahlarımızın sevaba çevrilmesi gerekir. Nefs tezkiyesi yapmamız gerekir. Bunların hepsi ancak bir insan mürşidine ulaştığı takdirde tahakkuk eder. Hiç kimsenin ruhu o kişi mürşidine ulaşmadan vücuttan ayrılıp Allah’a doğru yola çıkmaz.
Kim hangi mürşide tâbî olursa ki mürşidini Allah’tan sorması lâzım, sordu, Allah gösterdi, gitti tâbî oldu kişi. Tâbî olduğu an ruhu vücudundan ayrılıp o dergâhta yerini alır. 10’arlık insan safları arasında yerini alır. Kısa bir zaman sonra oradan anadergâha geçecektir; devrin imamının dergâhına. Eğer mürşid olmasaydı, o kişinin ruhu vücuttan ayrılamazdı.
İşte mürşide tâbiiyetle devrin imamının ruhunun o kişinin başının üzerine geldiğini Allahû Tealâ anlatıyor, Mü'min Suresi, 15. âyet-i kerime:
40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
“Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanların üzerine yani başlarının üzerine Allah’ın emrinden ruh gönderilir. O kişiye yevm’et talâkının (Allah’a ulaşma gününün) geldiğini ihtar etmesi için.”
Ruh, kişinin başının üzerine ulaşır, o kişinin ruhuna der ki; Senin Allah’a mülâki olma günün (yevm’et talâkın) geldi. Allah’a doğru yola çık. Bu dergâhta bulunacaksın, sonra anadergâha ulaşacaksın. Oradan da katları herkesle beraber sen de çıkmaya başlayacaksın.”
SORU: Allahû Tealâ, Kasas-41’de “Ateşe çağıran imamlar” ifadesiyle belirttiği ve anlatmak istediği nedir?
CEVAP:
28/KASAS-41: Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne).
Ve Biz, onları ateşe davet eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr: Biz, onları ateşe çağıran imamlar kıldık.
ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn: Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
Ateşe çağıran imamlar, Diyanet İşleri Teşkilatı ve İlâhiyat Fakülteleri’nin öğretim üyeleri, bir de dışarıdan dîn öğretimine soyunan birçok amatör ve bir kısmı da profesyonel, ama çoğu Allah’ın hakikatlerinden haberdar değil. Haberdar olanlar da gururlarını yenip, burunlarını kırıp tâbiiyetlerini gerçekleştiremiyorlar.
Sevgili kardeşlerim, kibir şeytanın dostlarının işidir. Allahû Tealâ öyle söylüyor:
7/A'RÂF-146: Se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîlâ(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
se asrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı: Onları o kişileri âyetlerimizden çevireceğiz ki onlar yeryüzünde haksız yere kibirlenenlerdir.
“Efendimiz, gül kokan ellerinizden sonsuz hasret ve sevgiyle öper, bütün kardeşlerimiz için çok değerli dualarınızı bekliyoruz. Dualarınıza ve himmetinize muhtacım. Sizi çok ama çok seviyorum. Allah razı olsun.”
Biz de hepinizi çok ama çok seviyoruz. Allah razı olsun.
SORU: Organ nakli caiz midir?
CEVAP: Caizdir. Cennette o organlara artık ihtiyacınız olmayacak. Enerji bedenle var olacaksınız orada. Cehenneme gidenler için de aynı şey. Onlar da orada enerji bedenleriyle var olacaklar.
SORU: Vefat eden babamla annem, resmen beraber yaşıyor gibiler. İyisi de kötüsü de rahmetli babama malum oluyor. Böyle bir şey olabilir mi?
CEVAP: Olabilir. Yani annesi şimdi buradan anlayamadığım bir taraf var, eğer ikisi de vefat etmişse gayet normal. Orada aile yuvası tekrar kurulur. Taraflardan biri gitmişse, ötekini bekler. Hatta gelirken karşılar da.
Sevgili kardeşlerim, birisi ölürken son dakikalarında ona dikkatle bakın, birileriyle konuştuğunu göreceksiniz. Onun tanıdıkları, hatta siz, anne kiminle konuşuyorsun derseniz, o hayretle size bakar, “Aa görmüyor musun?” der. “Baban geldi.”
Sevgili kardeşlerim, bu, eşyanın tabiatına gayet uygun bir şey. Sonra oraya gideceksiniz, berzah âlemine ve onları hep beraber göreceksiniz. Aile orada tamamlanacak. Onlar birer birer orada yaşamaya devam edecekler. Kıyâmete kadar da berzah âleminde kalınacak. Aslında bu dünyadan farklı değil. Bir tek farkı var, orada ölüm yok. Olaylar ne olursa olsun, neyi ifade ederse etsin, kimse ölemez. Evet, onlar beraberler.
“Rahmetli babama malûm oluyor.” diyor. O da olabilir, mümkün. Böyle bir şey olabilir.
SORU: Kul hakkım var. Fakat yüzleşip helâllik almaya utandığım için helâlleşemiyorum. Ne yapmalıyım? Allah razı olsun.
CEVAP: Utanmayın, hakkını helâl etmelisin. Allahû Tealâ'dan yardım iste, biz de dua edelim. Yaparsın inşaallah bunu. Bu aslında herkesin kolay kolay yapamayacağı bir şey, hakkından vazgeçip helâl etmek. “Kul hakkım var.” demekle tersini de ifade etmiş olabilir bir insan. Tersi olsaydı ne olacaktı? Kul hakkı olan, borcunu öder, konuyu bitirir kişi.
SORU: Cehennemden çıkış olacak mı, eğer olursa kimler çıkabilecek?
CEVAP: Cehennemden çıkış hiçbir zaman olmayacak. Cehenneme, cehennemde kalmak üzere giren kişi cehenneme girecek, sonra cehennemin cezalandırıldığı kesimine girecek. Çünkü ötekiler daha kendisi diz üstü çökmüş vaziyetteyken bütün cehennemleri dolaşıp uçarak bütün cehennemlere bakıp cehennemden çıkmış olacaklar. Onlar da diz üstü vaziyette orada kalmış olacaklar. Sonra onların hepsini cehennem melekleri cehennemin ateşine sokacaklar. Cehennemden hiç kimsenin çıkmayacağına dair bugünkü konferansımızda 29 tane âyet okuduk. Cehennemden çıkılacağına dair de hiçbir işaret yok.
SORU: Kıyâmeti bütün insanlar yaşayacak mı, ölenler dirilmeyecek mi?
CEVAP: Kıyâmeti bütün insanlar yaşayacak. Kıyâmet günü, geçmişten geleceğe doğru akan zaman, kâinatın büyümesi duracağı için duracaklar. Ve zaman, geriye doğru dönecek. En son ölenler, kıyâmet günü canlı iken orada İndi İlâhi’de ölenler olduğu için evvelâ onlar dirilecek. Ve zaman geriye doğru aktıkça, zamanın ulaştığı bütün zaman parçalarındaki insanlar, birer birer hayata gelip yukarıya doğru yükselecekler. Nerede toplanacaklar? Mahşer meydanında toplanacaklar. Sonra gidecekleri yer, İndi İlâhi ve orada hayat filmlerini görecekler. Oradaki filmin neticelerine göre ya cehenneme sürünerek girecekler, onlar cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır. Ya da uçarak cehenneme girecekler, cehennemi tamamen gördükten sonra Allah’a sonsuz hamd ve şükrederek cehennemden ayrılacaklar.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu) Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir babanın bedduası evlâdına tesir eder mi?
CEVAP: Etmez. Ama Allah’a ulaşmayı dileyen baba da evlâdına beddua etmez. Neyse belki eder.
SORU: Bir insan Allah’a ulaşmak kavramını bilmeyip de Allah’a ulaşmayı dilemiş gibi imân sahibi olursa, kişinin durumu nedir?
CEVAP: Îmân sahibi olmak, inanmak demek. Allah’a ulaşmayı dilemiş kişinin, Allah’a karşı olan imânı onu cehennemden kurtarmıyor, dileği kurtarıyor. Bu, imândan ayrı bir konu. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi de Allah’a inanıyor, başkaları da Allahû Tealâ'ya inanıyorlar. Onlar da mü'minler. Ama hak mü'min değiller. Hakk mü'min olabilmeleri için Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minler olması lâzım. Sadece imân eden kişi mü’mindir. Ama hak mü'min değildir. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe o kişi, Hakk mü'min olmayacaktır. Hakk mü'min olmazsa, cennete girmesi söz konusu olmayacaktır.
Yani şimdi; “Allah’a ulaşmayı dilemiş gibi imân sahibi olan kişinin durumu nedir?” diyor kardeşimiz.
Allah’a ulaşmayı dilemiş gibi bir îmânın sahibi olması mümkün değil başka birisinin. İnsan Allah’a inanır, imân buradadır. Ama Allah’a ulaşmayı dilemezse, inancı, Allah’a ulaşmayı dileyen birinin imânından daha kuvvetli olsa bile o kişi gene cehenneme gider sadece. Aynı güçte bir imân mukayesesi Allah’a ulaşmayı dileyen ve dilemeyen kişiler arasında yapılamaz.
SORU: Sevgili Efendimiz, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler sizleri nasıl anlayacak, nasıl idrak edecek?
CEVAP: Bunu zaman gösterecek. Bütün dünyada çok şeyler ispat edilecek. O ispatlar bir bir bütün dünyadan tasvip gördükçe, kabul gördükçe, inanmayanlar da birer birer inanmaya başlayacak.
“Bizler hangi doğrultuda onlara anlatmaya çalışalım?”
Kur’ân gerçeklerinden hareket ederek. Evvelâ Allah’a ulaşmayı dilemek konusundaki 12 grubu söyleyin, bu konferansımızın başlangıcında söylediğimiz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen takva sahibi değildir, Allah’a karşı şirktedir diye başlayın. Sonraki bütün kademeleri de 12 ayrı cepheden meseleyi inceleyerek gözler önüne serin.
Allah razı olsun.
“Bizlere her konuda dua eder misiniz?”
Elbette her konuda dua ederiz inşaallah.
“Allah razı olsun. Sizi çok ama çok seven öğrenciniz.”
Biz de sizi çok seven mürşidiniz. Allah razı olsun.
SORU: Sandalye üstünde namaz kılınır mı?
CEVAP: Kılınır. Bir insanın çeşitli halleri olur sevgili kardeşlerim, öyle bir yerde olabilirsiniz ki Allahû Tealâ'nın işlerini yapmaktan ya da başka bir sebepten, bir yerde çalışıyorsunuz, patronunuz namaz kılmanıza müsaade etmiyor, yani gidip de oradaki mescidde namaz kılmanıza. O zaman sandalye üzerinde namaz kılabilirsiniz. Ayağa kalkacaksınız. Ama oturduğunuz zaman sandalyeye oturacaksınız. Daha öteye geçelim, ona da müsaade etmiyor; O zaman ayakta da kılabilirsiniz. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerîm’de yürürken de namaz kılınabileceğini söylüyor:
2/BAKARA-239: Fe in hıftum fe ricâlen ev rukbânâ(rukbânen), fe izâ emintum, fezkurûllâhe kemâ allemekum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Fakat eğer (hayatî bir tehlikeden) korkarsanız, o zaman yaya yürürken veya binekte iken (namazınızı kılın). Nihayet emin olduğunuz zaman, (Allah’ı nasıl zikredeceğinizi) siz bilmiyorken size öğrettiği şekilde, artık Allah’ı zikredin.
Ve Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-185: Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).
Ramazan ayı ki, insanlar için hidayete erdirici (hidayete erme, Allah’a ulaşma vesilesi) ve beyyineler (açık deliller ve ispat vasıtaları) ve Furkan (hakkı bâtıldan ayırıcı) olarak Kur’ân, Hüda tarafından onda (o ayın içinde) indirildi. Artık içinizden kim bu aya (yetişir de ramazan ayını görüp) şahit olursa o zaman onu, oruç tutarak geçirsin. Ve kim, hasta veya yolculukta olursa, o taktirde (tutamadığı günlerin sayısı) diğer günlerde (oruç tutarak) tamamlanır. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez. (Size bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi hidayet erdirdiği şeye karşılık (sizin de) Allah’ı tekbir etmeniz (yüceltmeniz) içindir. Umulur ki böylece siz (bütün bu kolaylıklara) şükredersiniz.
“Allah, sizin için güçlük dilemez. Allah, sizin kolaylık diler.”
Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor:
“Güçleştirmeyiniz, kolaylaştırınız. Nefret ettirmeyiniz, sevdiriniz.”
Sevgili kardeşlerim, Kur’ân’ı bu çehreyle inceleyin. Kur’ân’ı çok seveceksiniz. Allah da sizi sevecek.
“Namaz kılınırsa hangi halde kılınır?”
Oturacaksınız. Bu hem secde etmeyi ifade edecek, secde ederken de sandalyenin üzerinden başınızı yere sermeyeceksiniz. Meselâ bir masanın yanında kılıyorsanız, masanın üzerine başınız getireceksiniz, koyacaksınız secdelerde. Sonra mümkün olursa ayağa kalkacaksınız. Olmazsa hep sandalyede oturarak da kılabilirsiniz. Yani çevre size bu istikamette negatif bir hüviyette bakıyorsa, patron o tarzda namaz kıldığınız takdirde işten kayıp var diye düşünüyorsa, böyle bir düşüncesi olması halinde bir teklifte bulunabilirsiniz ona. Eğer sizin yapacağınız iş başka birileri ile koordineli değilse, yani siz işinizi yapmazsanız, zamanında yapamadığınız takdirde o iş sekteye uğruyorsa, başkalarının da çalışmasına engel oluyorsanız, böyle bir şeyi yapamazsınız. O zaman ayakta, yürüyerek, çalışarak namaz kılmanız daha evlâ. Ama Allahû Tealâ her türlü kolaylığı getirmiş. Yürürken de namaz kılınabileceğini söylüyor.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Sevgili Efendimiz, ellerinizden sonsuz hürmetle, saygıyla öperim. İzninizle sorum olacak inşaallah; İnsanlar “kalbimiz temiz, biz eninde sonunda cennete gideceğiz.” diyorlar. “Çünkü İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyoruz. Kul ile Allah arasına kimse giremez.” Kalplerin temiz olması nasıl bir işlem gerektirir, anlatır mısınız inşaallah?
CEVAP: Kalplerinin, bir insanın kalbinin temiz olması için Allah’a ulaşmayı dilemiş olması lâzım. Eğer dilemezse, o insanların kendilerine göre “Bizim kalbimiz temiz.” demeleri onlara hiçbir şey kazandırmaz. Cehennemden hiçbir şekilde kurtaramazlar kendilerini. Buradaki hiçbir konuya iştirak etmiyoruz. İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyor diye hiç kimse Allah’ın cennetine giremez. Kul ile Allah arasına kimse giremez sözü de yalandır, Kur’ân’a ters düşen bir olay. Niçin ters düştüğünü daha evvel söyledik.
“Kalplerin temiz olması nasıl bir işlem gerektirir?”
Kalplerin, bir insanın kalbinin temiz olabilmesi için o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesi ve nefs tezkiyesi yapması lâzım. Kalp yarıdan daha az aydınlık olduğu sürece kirli bir kalptir. Yarıdan öte de temiz sayılabilir. 3. kat cennetin sahibi olur kişi. Ama hâlâ %49 karanlık vardır. Buna rağmen o kişi Allah’ın cennetinin 3. katına gider. Ama devam ederse yoluna, o zaman çok daha güzel şeyleri kişi yaşayacaktır.
“İnsan kendi kalbini nasıl temizler?”
Nefs tezkiyesi ile, söylediğimiz standartlarda.
SORU: İnsanlar “İyi ki Müslüman bir anne babadan doğmuşuz. Hem mü'miniz hem de Müslümanız.” diyorlar. Acaba öyle mi, açıklar mısınız?
CEVAP: Hayır öyle değil sevgili kardeşlerim. Müslüman bir anne babadan doğmakla Hristiyan bir anne babadan, Yahudi bir anne babadan doğmak arasında bir farklılık yoktur. Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde, kimden doğarsa doğsun mutlaka Allah’ın cennetine ehil olur. Hristiyan bir anneden, Yahudi bir anneden veya Müslüman bir anneden doğması, Allah katında önemli değildir. Yeter ki o kişi ne yapacağını bilsin. Bizim aramıza Amerikalı kardeşlerimiz karıştı. Onlar bir Müslüman anne babadan doğmadılar. Ama dînlerinin gereğini yerine getiriyorlar ve kurtuluşa ulaştılar. Öyleyse herkes için olay budur.
SORU: Allah’a ulaşmayı dileyen bir genç, dilemeyen bir bayanla evlenebilir mi?
CEVAP: Evlenebilir, hele bir gayesi varsa; o dilemeyen bayanı Allah’a ulaşmayı dilemeye ikna etmek gibi, bu gayeyle evleniyorsa, çok daha hayırlı bir evlilik yapmış olur ve inşaallah başarabilir. Biz böyle olaylarda hep dua etmişizdir. Hamdolsun ki başarı nispeti yüksek.
SORU: Esselâmu aleykûm Efendi Hazretleri. (Ve aleykûm selâm rahmetullâh ve berekâtuhu). Sizi tanıyalı 8 ay oldu. Allahû Tealâ'ya hamd ve şükürler olsun ki sizi tanıdım. İslâm’ın 7 safhasından hiç haberim yoktu. Sizin sayenizde her şeyi öğrendim. Allah’a hamdediyorum. Dünya telaşesi, sorunlarım olduğu halde ben çok mutluyum. Yalnız beni rahatsız eden, insanların sizi anlamaması. Size inanmıyorlar. Fakat ben onlara aldırmıyorum.
CEVAP: Aldırıyorsun. Rahatsız olduğun kesin. Ama aldırma. Çünkü onlar bilmiyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in üzerine insan pisliği bile atılmış, taşlanmış. Ama o hep Allahû Tealâ’ya demiş ki; “Ya Rabbi! Sen onları bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlardı. Onun için böyle yaptılar.”
“Size sormak istediğim şey, zikrimi 5 aydır yapıyorum. Tamamına henüz ulaşamadım. Sakıncası var mı?”
Hayır, sakıncası yok. Ne kadar zamanda ulaşırsanız, o sizin işiniz. Ne kadar çabuk mutlu olmak istiyorsan o kadar çabuk çıkarsın ya da yavaş yavaş yaparsın. İkisi de senin dileğine bağlı. Mutluluğu, yavaş yaparsan daha yavaş bir gelişme içerisinde yaşarsın, hızlı yaparsan daha hızlı bir gelişme içinde yaşarsın.
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Muhterem Efendimiz, ellerinizden sonsuz hürmetle, hasretle öpüyoruz. (Biz de öpüyoruz inşaallah gözlerinizden). Efendimiz, Gemlik’e hoşgeldiniz. (Hoşbulduk.) Müsadenizle suallerimi arz ediyorum. (İnşaallah). Allahû Tealâ'nın, Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesine göre her kavimde resûl beas ettiğini, bu resûllerden Âli İmrân Suresinin 179. âyet-i kerimesine göre birisini seçtiğini, bu imam resûlün Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesine göre insanları hidayete erdirdiğini hamdolsun ki sizden öğrendik.
CEVAP: Nahl-36’da Allahû Tealâ diyor ki:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Ve andolsun ki Biz bütün ümmetlerin içinde bir resûl beas ettik. Allah’a kul olsunlar ve taguttan içtinap etsinler diye. Onlardan bir kısmını Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının da üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğuna bakın.”
Âli İmrân-179
3/ÂLİ İMRÂN-179: Mâ kânallâhu li yezerel mu’minîne alâ mâ entum aleyhi hattâ yemîzel habîse minet tayyib(tayyibi), ve mâ kânallâhu li yutliakum alâl gaybi ve lâkinnallâhe yectebî min rusulihî men yeşâu fe âminû billâhi ve rusulihî, ve in tu’minû ve tettekû fe lekum ecrun azîm(azîmun).
Allah, habis olanı (kötüyü), temiz olandan (mü'min olanı, mü'min gözükenden) ayırıncaya kadar mü'minleri, sizin bulunduğunuz hâl üzere (mü'min olanla mü'min gözükenin bir arada olduğu bir durumda) terk edecek değildir. Ve Allah sizi gayba muttali edecek (gaybı bildirecek) değildir. Ve lâkin Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer (gaybı o resûlüne bildirir). O halde, Allah'a ve O'nun resûllerine îmân edin. Ve eğer âmenû olur ve takva sahibi olursanız, o zaman sizin için "Büyük Ecir" vardır.
“Allah, mü'minleri pisi temizden ayırıncaya kadar şu üzerinde bulundukları hâl üzere bırakacak değildir. Allah, sizi gayb üzerine yani gaypden haberdar edecek de değildir. Fakat Allah, resûllerinden dilediği kimseyi seçer ve ona (yani gaybı o resûlüne, o seçtiği resûlüne) bildirir. O halde Allah’a ve O’nun resûllerine imân edin. Eğer imân eder ve takva sahibi olursanız o zaman sizin için ecr’un azîm (büyük mükâfat) var.”
Allah’a ve O’nun resûllerine îmân etmek.
“Ve eğer îmân eder ve takva sahibi olursanız, sizin için ecr’un azîm (büyük mükâfat) var.”
Tabiî bu mükâfat, daimî zikre ulaştıktan sonraki mükâfat.
Secde-24:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ: Onlardan imamlar kıldık, emrimizle insanları hidayete erdirsinler diye. Sabırlarından dolayı ve âyetlerimize yakîn hâsıl ettikleri için.”
“Tevbe Suresinin 32 ve 33. âyetlerine göre “Dîni izah etsin diye ve hidayetle vazifeli olan Mehdi Resûl’ün öğretisine tâbî olmayanların, Furkân Suresi 27, 28, 29 ve 30. âyetlerine göre cehenneme gideceklerini söyleyebilir miyiz? Sizi çok ama çok seviyoruz. Allah sizden razı olsun.” diyor kardeşimiz.
Tevbe-32:
9/TEVBE-32: Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
(Onlar) ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.
yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim: Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmeyi dilerler.
“ve ye'ballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn.”
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.”
Tevbe-33:
9/TEVBE-33: Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn(muşrikûne).
Resûl'ünü müşrikler kerih görseler de, hidayetle ve hak dîn ile (bu dîni) bütün dînler üzerine izhar etmesi (hak dîn olduğunu ispat etmesi) için gönderen O'dur.
“Müşrikler kerih görseler bile, resûlü, dîn üzerine, dînin bütününü, bütün özelliklerini izhar etmesi (ortaya çıkarması) için hidayetle Hakk dîn ile gönderen O’dur.”
İşte Tevbe Suresinin 32 ve 33. âyetlerinde de Allahû Tealâ gene Mehdi Resûl’den bahsediyor. Buradaki müşrik kavramı, puta tapan bir müşrik değil, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi.
Furkân-27, 28, 29’da da aynı şeyler var. Gerçekten resûle karşı çıkanların hepsi Allah’a şirk koşanlardır. Neden? Puta mı tapıyorlar? Hayır, ama irşad makamının söylediği, devrin imamının söylediği, “Allah’a ulaşmayı dileyin, dilemezseniz gideceğiniz yer cehennemdir.” sözünü bu insanlar dikkate almıyorlar. O zaman gidecekleri yer gerçekten cehennem.
Tevbe-32, 33’de, “Allah nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemez.” dedikten sonra, dîn üzerine dînin bütününü izhar etmesi (ortaya çıkarması) için hidayetle, hak dîn ile gönderen O’dur.” diyor Allahû Tealâ. İşte bugün de bu görev bize verilmiş. Biz yapıyoruz bu açıklamaları.
Bunu daha evvel de söylemiştik; Furkân-27, 28, 29, 30:
25/FURKÂN-27: Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi yekûlu yâ leytenîttehaztu mear resûli sebîlâ(sebîlen).
Ve o gün, zalim ellerini ısırır: “Keşke resûlle beraber (Allah’a giden) bir yol ittihaz etseydim.” der.
25/FURKÂN-28: Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ(halîlen).
Yazıklar olsun, keşke ben filanı (o kişiyi) dost edinmeseydim.
25/FURKÂN-29: Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî, ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ(hazûlen).
Andolsun ki; bana zikir (Kur’ân’daki ilim) geldikten sonra beni zikirden saptırdı ve şeytan, insana yardımı engelleyendir.
25/FURKÂN-30: Ve kâler resûlu yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzâl kur’âne mehcûrâ(mehcûran).
Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur’ân’dan ayrıldı (Kur’ân’ı terketti).” dedi.
“Zalimlerin her biri iki elini ısırdığı o günde şöyle diyecekler; ne olurdu o resûlle beraber sebîli tutsaydım. Yazıklar olsun bana. Ne olurdu filanı dost edinmeseydim. Andolsun ki bana Kur’ân gelmişken beni zikirden saptırdı. Şeytan insanı yalnız bırakır. Resûl dedi ki; Ya Rabb! Kavmim Kur’ân’ı terk ettiler.”
Aynı âyetleri evvelce izah ettiğimiz için aynı âyetleri, tekrar etmiyoruz. Ama Tevbe Suresinin 32 ve 33. âyetleri evvelce geçmedi.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Muhterem Efendimiz, ellerinizden hasretle hürmetle öpüyorum. Müsaadenizle sizin için yazdığım şiiri arz ediyorum inşaallah:
Efendimiz, doğru yolu gösterenimiz.
Efendimiz, bizi biz edenimiz.
Efendimiz, usanmayan öğreticimiz.
(Allah razı olsun evlâdım, güzel).
Senden önce, sana tâbî olmadan önce zifiri karanlıktı. Senden önce, senden önce yani sana tâbî olmadan önce zifiri karanlıktı her taraf. Her yer ama her yer karanlık. Mutsuzduk, üzüntülüydük. Şeytan ele geçirmişken bizi, bizi birbirimize kırdırırken, küstürürken, bizi kendimize bile düşman etmişken, nasıl yaşanmazdı hayat. Nasıl geçiyordu günler ve sonsuz bir tahammülsüzlük, bıkmışlık, usanmışlık. Sen Efendimiz, işte böyleyken bize el verdin. İşte an, o andı. O ana kadar hiçbir an bu kadar güzel olmamıştı. O andan bu ana ise her an güzel seninle, seninle, seninle.
Efendimiz, düşüncelerimizin, yaptıklarımızın arkasında hep şeytanın olduğunu, şeytanın kölesi olduğumuzu ve uyanmazsak bu hastalıklı uykudan, sonumuzun hüsran olacağını anlattın. “Uyan” dedin ve bizi uyandırdın. Ve bir dilekten bahsettin; “Allah’a ulaşmayı dileyin.” dedin. Bıkmadan usanmadan anlattın. Kalpten yapılacak bir dilekle karanlıktan kurtulacaktık. Ne kadar kolay olduğunu öğrettin bize. Evet, karanlıktan kurtulmak bir dilekle mümkündü. Senin sözlerin Efendimiz, Allah’ın sözü idi. Kur’ân’ı anlattın, Allah’ın sözünü anlattın. Allah seni bize bir lütuf kılmıştı. Ama ne çare ki seni inkâr edenler oldu. Onların gözleri kördü, kulakları işitmiyordu, kalpleri mühürlüydü. Başka türlü hangi kalp, hangi göz, hangi kulak, hangi insan Mehdi (A.S)’a kayıtsız kalırdı. Allah razı olsun.” demiş kardeşimiz.
CEVAP: Güzel yazmışsın, Allah razı olsun evlâdım. Kim Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dilerse, mutlaka Allah’ın cennetine girer.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.) İnsanlar cehennemde günahları kadar yanıp çıkacaklarını ve sonra cennete gireceklerini düşünüyorlar. Bunu açıklar mısınız?
CEVAP: Böyle bir şey mümkün değil sevgili kardeşim. Kur’ân-ı Kerîm, buna cevaz vermiyor. Tam aksine 29 tane âyet-i kerime cehenneme giren bir insanın cehennemden çıkıp da cennete ulaşmasının mümkün olmayacağını söylüyor.
SORU: Hidayet nedir?
CEVAP: Hidayetin ne olduğunu bu konferansımızda uzun uzun anlattık.
*Allah’a ulaşmayı dilemektir; 1. hidayet.
*Mürşide tâbiîyettir; 2. hidayet.
*Ruhu Allah’a ulaştırmaktır; 3. hidayet.
*Fizik vücudu Allah’a teslim etmektir; 4.
*Nefsi Allah’a teslim etmektir; 5.
*İrşada ulaşmaktır; 6.
*İradeyi Allah’a teslim etmektir; 7.
Her biri daha üst kademe bir hidayettir.
SORU: Öncelikle gül kokan ellerinizden hürmetle öperiz. Kendimiz ve ailemiz için çok özel dualarınızı bekleriz. Mâide-35, Nahl-9, Bakara-45, 46 âyetlerini açıklar mısınız?
CEVAP: Evvelâ hepiniz için dua ederiz.
Mâide-35:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
“Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olun. Ve O’na ulaştıracak vesileyi Allah’tan isteyin. Ve onun yolunda cihad edin. Umulur ki siz felâha erersiniz.”
Nahl-9:
16/NAHL-9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).
Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn: Ve sebîllerin (yani mürşidlerin) tayini Allah’ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Eğer o dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
Ve Bakara-45 ve 46:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(salâti), ve innehâ le kebîratun illâ alâl hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (özel yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“Allah’tan sabırla ve namazla istianeyi isteyin. Muhakkak ki bu hacet namazıyla kişiyi Allah’a ulaştıran mürşidi sormak, huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.”
ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn: O huşû sahipleri ki; onlar Rabb’lerine mutlaka mülâki olacaklarına ve mutlaka O’na döneceklerini bilirler.
Allahû Tealâ'nın bir kısım kulları var; Allah’a ulaşmayı diliyorlar, Allah’a mülâki olacaklarına, ruhlarını ölmeden Allah’a ulaştıracaklarına kesin şekilde inanıyorlar. İşte Allah’a ulaşacak olan onlardır.
Bakara-45, 46’yı da defalarca anlattık bu konferansımızda.
SORU: Sevgili Efendimiz, esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu). İnsanları Allah’a ulaşmayı dilemekten men eden şeytanın hileleri nelerdir?
CEVAP: Şeytan, bir defa en çok şunu söyler; “Onca âlim bilmiyor da bu mu biliyor? O, bir sahtekârdır.” der. Ve insanlar da hep bu zokayı yutarlar. Sahiden iblis onları öyle düşünmeye çoğu zaman kandırır.
“İnsanları Allah’a ulaşmayı dilemekten men eden şeytanın hileleri nelerdir?”
Bir tanesi, “Allah ile kul arasına kimse giremez.” sözü. İkincisi; insanların asırlardan beri devam ettirdikleri bilgi birikimi. Bu bilgi birikimi ne yazık ki bütün insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmış. İslâm’ın 7 safhası da yok edilmiş ve insanlar İslâm’ın 7 olması lâzımgelen 5 şartına itilmiş; namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet getirmek. 6. şart; Allah’a ulaşmayı dilemek. 7. şart; zikir.
Öyleyse şeytan, insanoğlunun Allah’a ulaşmayı dilememesi için her şeyi yapar ve dikkat edin sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ bize bu Allah’a ulaşmayı dilemeyi öğretmeden önce hiç kimse böyle bir şeyden haberdar değildi. Herkes dînini yaşadığını zannediyordu. Kimsenin kurtulması söz konusu değildi.
Şeytan ne yapar böyle bir şey için? Allah’a ulaşmayı diletmemek için her şeyi yapar. Onu dilerlerse, şuradan, kalpten dilerlerse, mutlaka Allah onları Kendisine ulaştırır. Bu ise o kişinin kurtuluşudur. Şeytanı çatır çatlatır.
SORU: Muhterem Efendi Hazretleri, gül kokan mübarek ellerinizden sonsuz hürmet ve hasretle öpüyorum. Bir insanın 15 yaşına gelmeden âmenû olması mümkün müdür?
CEVAP: Mümkündür.
“Kendi yaşıtlarıma Allah’a ulaşmayı dilemeyi nasıl anlatabilirim inşaallah?”
“Allah, göklerdedir.” diyeceksin. “O’na ulaşmamızı Allahû Tealâ, farz kılmış üzerimize. Hadi gelin, siz de deneyin, biz de deneyelim. Allah’a ulaşmayı dileyelim.” İşte böyle diyeceksin. Oyun oynarken, konuşurken herkese anlatmaya çalış inşaallah.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Sizlerle birlikte olmak, doyulmaz bir mutluluk Efendim. Rüyamda çoğu zaman tebliğ ediyorum. İslâm’ın ilk iki safhasını anlatıyorum ve uyandığımda çok mutlu oluyorum. Bir seferinde siz bana; “Yûnus-7, 8’i anlattın mı?” diyorsunuz. Ben de, “Evet, anlattım.” diyorum. Bununla ilgili ne buyurursunuz?
CEVAP: Her zaman anlatmalısın. Yûnus-7,8, bu konunun en önemli âyetlerinden biridir. Kişilerin hem cehenneme gideceklerini söylüyor, hem de seslerini yükseltmemeleri gerektiğini.
Allahû Tealâ' diyor ki:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
“Onlar muhakkak ki Bize mülâki olmayı dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır. Dünya hayatı ile doyuma ulaşmışlardır. Onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.”
Yûnus-8:
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“İşte onların kazandıkları dereceler itibariyle varacakları yer ateştir, (cehennemdir).”
Görülüyor ki; defaatle okuduğumuz iki tane âyet-i kerime, Yûnus-7 ve 8. Allahû Tealâ buyuruyor:
“Onların kazandıkları dereceler itibariyle gidecekleri yer cehennemdir.”
Yani mutlaka kaybettikleri dereceler kazandıkları derecelerden fazla.”
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, ilk önce o nurlu ellerinizden sonsuz sevgi ve hürmetle öperim. Muhterem Efendimiz bugün televizyonlarda boy gösteren dîn mensuplarının 70 milyondan fazla insanı Rûm Suresi 31, 32. âyetleri gereğince fırkalara ayırmaya vesile olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu dîn mensuplarının televizyonlardaki bu gerçek dışı bilgilendirmeleri ne zaman son bulacak?
CEVAP: Yakında. Bu böyle devam etmeyecek tabiî sevgili kardeşlerim. Allahû Tealâ mutlaka bir çözüm getirecek. Dînlerini bilmeyenlerin, insanları cehenneme doğru yolcu etmeleri, şeytanın büyük bir tuzağı ve insanları o tuzağa düşmekten men edecek olan formülleri gene Allahû Tealâ getirecektir.
Ve Rûm-31 ve 32’de Allahû Tealâ ne diyordu:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn: Allah’a ulaşmayı dile ve Allah’a karşı takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma. O müşriklerden olma ki onlar dînlerinde fırkalara ayrılmışlardır. Bölük bölük olurlar. Her biri kendi elindekiyle ferahlanır.
SORU: Kötü bir annenin çocuğu, kötü işler yapmaya zorlanıyorsa ve hiç kimse yardım etmiyorsa çocuk neden cezalandırılarak cehenneme gider? Suçu nedir?
CEVAP: Gerçekten enteresan bir soru. Kötü bir annenin çocuğu. Anne bir defa kötü. “Kötü işler yapmaya zorlanıyorsa, hiç kimse yardım etmiyorsa çocuk neden cezalandırılarak cehenneme gider, suçu nedir?” Evvelâ bu çocuk 15 yaşından küçükse cehenneme gitmez. Sorumluluk akil ve baliğ olunan devrede başlar. Bu yaş, ortalama olarak 15 yaştır.
“Eğer kötü işler yapmaya zorlanıyorsa, hiç kimse yardım etmiyorsa, çocuk neden cezalandırılır, cehenneme gider?”
Çocuk cehenneme gitmez. 15 yaşından küçükse, gideceği yer cehennem değildir, 15 yaşından küçük ölmüşse. Ama 15 yaşından sonra da aynı şeyleri yapıyorsa, o zaman gideceği yer, gerçek anlamda cehennemdir. Ve bu her grupta bu konunun yaşandığı standartlara bağlı bir olaydır. Hangi ölçüde kim kime tesir edebiliyor, orada teorik bir yaklaşımı var kardeşimizin. Bunun daha ciddi asıllar üzerinden irdelenmesi gerekir. Ama kötü annenin cehenneme gideceği kesindir. Çocuk da Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, gideceği yer cehennemdir. Zorlanmadan da aynı şeyleri yapanlar gene cehenneme gidiyor. Kaldı ki bir çocuk eğer isterse annesinin zorlamasına rağmen onun dediğini yapmış görünür, onu da yapar ama bir taraftan da Allah’a ulaşmayı diler, gereğini de yapar, hayatına tatbik eder.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Efendimiz, bizler Düzce’li talebeleriniz olarak sizi çok sevdiğimizi ve size aşık olduğumuzu ve size hayran olduğumuzu belirterek sizinle ve kardeşlerimizle birlikte olmanın mutluluğu içindeyiz. (Hay Allah razı olsun. Düzceli kardeşlerimize de huzurlarınızda teşekkür ediyoruz inşaallah). Efendimiz, Sahih-i Buhari Cilt-8, Hadîs-1282’de Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor; “Kıyâmet günü benden şefaat isteyecekler. Onlara diyeceğim ki benim burada şefaatim yoktur. Dünyadayken sizi yeterince uyarmadık mı?” Şefaat olayını açıklar mısınız? Her istikamette dualarınızı bekliyoruz.
CEVAP: Şefaat, bu konuyu anlattık. İki âyet-i kerime kullandık. Bir âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyordu ki:
25/FURKÂN-69: Yudâaf lehul azâbu yevmel kıyâmeti ve yahlud fîhî muhânâ(muhânen).
Kıyâmet günü onun azabı kat kat artar. Ve orada alçaltılmış olarak ebediyyen kalır.
O insanlar için söylüyor; “Onlar cehenneme giderler.” diye bir kısım insanların cehenneme gideceğini söylüyor. Ondan sonra da diyor ki Allahû Tealâ:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûran rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).
“Kim tövbe eder de mü'min olursa, mürşidinin önünde tövbe ederek kalbine imân yazılan bir mü'min olursa ve nefs tezkiyesine başlarsa, o zaman Allahû Tealâ onların günahlarını sevaba çevirir.” diyor.
Böylece burada mürşidin ya da devrin imamının şefaati ortaya çıkıyor. Mürşid, şefaat etmek yetkisinin sahibi değildir. Ama Allahû Tealâ mürşide tâbî olan kişiye mükâfatını eksiksiz olarak verecektir. Furkân Suresinin 70. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bunu söylüyor; “Onların” diyor “Allah, günahlarını sevaba çevirir, seyyiatini hasenata çevirir.” diyor.
Öbür taraftan, Nisâ-64’te de şefaatin Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında hayattayken yapıldığı ifade ediliyor.
4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh(iznillâhi). Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Gül kokan ellerinizden hasret ve hürmetle öperim. İnsanlara Allah’a ulaşmayı, ölmeden evvel ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı anlattığımızda, kişiler; “Ben zaten ben namazda bunu diliyorum ve de namaz kılarak bunu gerçekleştiriyorum.” diyorlar.
CEVAP: Hiç kimse namaz kılarak Allah’a ulaşmayı dilemeyi gerçekleştiremez. Namazda Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şey söz konusu değildir. Namazda namaz kılınır. Ama namazın sonundaki dua faslında Allah’a ulaşmayı diliyorsa bu kardeşimiz, çok güzel bir şey yapıyor demektir. İnşaallah Allahû Tealâ onu da Kendisine ulaştırır.
“Namazda bunu diliyorum.” diyor kardeşimiz. İnşaallah öyledir. Öyleyse zaten bu onlara onlar için öğretilmiştir. İnşaallah gerçekten öyledir. O zaman zaten kurtuluşa ulaşmıştır.
“Yani bu kadar eminler.” diyor kardeşimiz. “Bizim bu kardeşimize nasıl açıklama yapmamız uygundur inşaallah?”
Burada bizim endişemiz, “Namaz kılmak zaten Allah’a ulaşmayı dilemektir.” diye düşünüyorlar insanlar ve büyük yanlışlık burada. Namaz kılmak, Allah’a ulaşmayı dilemek değildir. Allah’a ulaşmayı dilemek namazda dilenmez. Allahû Tealâ'nın bütün insanlara olan hedefi, bu istikamette açık ve kesin. İnsanoğlu; “Ya Rabbi! Ben ruhumu ölmeden evvel Sana ulaştırmayı diliyorum.” demesi lâzım veya “O ermiş evliyaların Senin tarafından nasıl ermiş olmuşlarsa bende ermiş evliya olmak istiyorum. Ruhumu Sana erdirmek istiyorum. Böylece ermiş evliya hüviyetine girmek istiyorum.” tarzında dualar edilebilir. Ama hiç kimse namaz kılıyor diye Allah’a ulaşmayı dilemiş olmaz. “Namaz kılarak ben Allah’a ulaşmayı diledim.” diyenler doğru söylemiyorlar. Başlarına çok büyük bir gaile alıyorlar.
“Sizi çok ama çok seviyoruz nur yüzlü Efendimiz. Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Allah razı olsun.”
Allah razı olsun, dua ederiz inşaallah.
SORU: Komşulara, etrafımdaki insanlara tebliğ yapıyorum. Onlara “Allah’a ulaşmayı dileyin” diyorum ve İslâm’ın, Allah’ın mutluluk yolu olduğunu anlatıyorum. Onlardan her zaman ortak bir cevap geliyor; biz namaz kılmakla, kelime-i tevhid getirerek, Besmele çekerek veyahut diğer ibadetlerle Allah’a ulaşmayı dileğini yaptıklarını söylüyorlar. Bu insanlara nasıl cevap verebiliriz?
CEVAP: Allah’a ulaşmayı dileği başka şeylerle olmaz. Bir kişi kalbinden Allah’a ulaşmayı dileyecek. “Ya Rabbi! Ben ruhumu ölmeden evvel Sana ulaştırmayı diliyorum.” Veya “Ya Rabbi! Senin ermiş evliyaların var. Sana hayattayken ruhlarını ulaştırmışlar, ermişler. Beni de onlar gibi ermiş bir evliya yap. Ben de ermiş evliya olmak istiyorum.” Bunun mânâsı, benim de ruhumu Sana ölmeden evvel ulaştır demek. Böyle de dua edilebilir. Bu da gerçek bir duadır. Ama “Biz namaz kılıyoruz. Namaz kıldığımız için Allah’a ulaşmayı dilemiş sayılırız.” demek, o kişiyi mutlaka cehenneme götürecek olan bir zavallı gönül avutmadır.
SORU: Hidayet ve selâmet arasında nasıl bir ilişki vardır? Açıklamanıza muhtacım.
CEVAP: Hidayetin 7 kademesinde, her birinde daha üst seviye selâmet söz konusudur. Selâmet, cehennemden kurtuluştur. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz zaman cehennemden kurtulursunuz. Sonra mürşidinize tâbî olursunuz. Sonra ruhunuzu Allah’a ulaştırırsınız. Üçü de hidayetin ayrı ayrı bölümleridir. Daha sonra fizik vücudunuzu Allah’a teslim edersiniz. Daha sonra nefsinizi Allah’a teslim edersiniz. Daha sonra iradenizi Allah’a teslim edersiniz. Ama cehennemden kurtuluş, sadece Allah’a ulaşmayı gerçek anlamda dilediğiniz an zaten gerçekleşir.
SORU: Muhterem Efendimiz, selâm eder, gül kokulu ellerinizden hasretle öperim. Gemlik’e hoşgeldiniz. Sizi çok seviyoruz. (Hay Allah razı olsun. Biz de sizleri çok seviyoruz.) “Allah, peygamberlerden başkasına vahyetmez.” diyorlar. Âyetler ışığında açıklar mısınız?
CEVAP: Açıkladık.
“Allah görülmez diyorlar. Âyetler ışığında açıklar mısınız?”
CEVAP: Allahû Tealâ görülür. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, o kişi daimî zikre ulaştığında ulûl'elbâb olur. Yer katlarını görür. Daha sonra muhlis olur, gök katlarını da tamamlar. Sonra salâh makamına ulaşır ve salâh makamının 5. kademesinde bihakkın takvaya ulaşır. Allahû Tealâ'dan; “İrşada memur ve mezun kılındın.” ifadesiyle sonucu alır.
Allahû Tealâ Kur’ân âyetlerinde; Allah’ın katında Allah’a şahitlik edenler, Allah’a müşahit olanlar, onlardan bahsediyor sevgili kardeşlerim. Allah’a, Allah’ın Zat’ına şahadet edenler. Bu insanlar, Allah’ı Allah’ın katında görenlerdir. Allahû Tealâ, Allah’a ulaşma babında Allah’a ulaşmayı dilemeyi yeterli görüyor. Ama Allah’ın Zat’ının görülmesi, bihakkın takva kademesindedir. Yani takvaların en üstünü. Kişinin sadece daimî zikre ulaşması yetmez, ondan sonra kalbinin 19 mertebe müzeyyen olması gerekir. Bütün afetler yok olduktan sonra, nefsin kalbinin 19 mertebe müzeyyen olmasının sonunda o insanlar Allah’ı Allah’ın Zat’ını görürler.
“Allah’ın katında.” diyor Allahû Tealâ, “Onlar Allah’a secde etmekten yorulmazlar.”
21/ENBİYÂ-19: Ve lehu men fîs semâvâti vel ard(ardı), ve men indehu lâ yestekbirûne an ıbâdetihî ve lâ yestahsirûn(yestahsirûne).
Semalardaki (göklerdeki) ve arzdaki (yerdeki) bütün kişiler, O’nundur. Ve O’nun katında olan kişiler (huzur namazını kılanlar), O’na ibadet etmekten kibirlenmezler ve onlar yorulmazlar.
Ve diyor ki, “Allah’ın katında Allah’ın Zat’ına şahadet edenlerdir onlar.” diyor.
50/KAF-37: İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun ev elkâs sem’a ve huve şehîdun.
Muhakkak ki bunda kalpleri olan ve ilka edilenleri işitebilen ve (kalp gözleri ile Allah’a) şahit olan kişiler için mutlaka ibret vardır.
“Allah ile kul arasına kimse giremez.” diyorlar. “Benim mürşidim Kur’ân-ı Kerim.” diyorlar. Kur’ân-ı Kerîm ışığında açıklar mısınız?” diyor kardeşimiz.
CEVAP: Allah ile kul arasına Allahû Tealâ'nın insanları soktuğunu, bu sual bugün soruldu ve söyledik, Secde Suresi 24. âyet-i kerimede Allahû Tealâ:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.
“Onlardan (insanlardan) imamlar kıldık ve “İmamlar kılarak” diyor Allahû Tealâ, “İnsanları hidayete erdirsinler diye imamlar kıldık.” diyor Allahû Tealâ. “İnsanları hidayete erdirsinler diye imamlar kıldık.”
Öyleyse Kur’ân-ı Kerim ışığında Allah ile kul arasına Allahû Tealâ'nın bizâtihi devrin imamlığını soktuğunu görüyoruz. “Sabrın sahibi oldukları için ve Allah’ın âyetlerini yakîn derecesinde sahip oldukları için.”
“Resûl ve nebî kavramını Kur’ân-ı Kerim ışığında anlatır mısınız?” diyor kardeşimiz.
Anlattık.
SORU: Kaza namazı olan bir kimse sünnetleri farz olarak mı niyet edip kılması gerekir, yoksa hem sünneti hem de farzı ayrı ayrı mı kılmak gerekir?
CEVAP: Kaza namazları olan bir kimse, yalnız farzları kılabilir. Sünnetleri kılmadan borçlarını kılabilir. Sünneti seniyyeye tam riayet olmaz. Ama yanlış da yapmış olmaz kişi. Borcu çoksa böyle yapması uygun.
“Hem sünneti hem de farz ayrı ayrı mı kılmak gereklidir?”
Eğer bunu yapabilirse, zamanı çoksa, böylesi daha güzel tabiî. Ama olmayabilir. Diğeri de Allahû Tealâ'nın kabul etmeyeceği bir şey değildir.
SORU: Alın yazısı hakkında biraz bilgi verir misiniz? İnsan yazılı şeyler doğrultusunda yaşamak zorunda mıdır? Onun dışına çıkamaz mı? Öyleyse Allah yolunda yaşayıp yaşamamak elimizde olan bir şey mi?
CEVAP: Sevgili kardeşlerim, insan vücudu öyle bir vücuttur ki; kâinat, insan vücudu şeklinde yaratılmıştır ve göğün 7. katında kader hücreleri var. Herkes bir kâinattır ve kader hücrelerinin bulunduğu yer, tam alna rastlar. Alın yazısı da bu sebeple söylenir.
Evvelâ; “İnsan yazılı şeyler doğrultusunda yaşamak zorunda mıdır?”
Yazılı şeyler deyince kardeşimiz farklı bir şey anlıyor. Bütün hayatınız var orada sevgili kardeşlerim. 7. katın 1. âlemi, zikir hücreleridir. Zikir hücrelerinden o âleme ulaşırsınız. Yani 7. gök katına. Zikir hücreleri, sizi giriş kapısı olarak kabul eder. Oradan girersiniz. Sol tarafınız duvardır. Bu duvar, taş duvardır. Taşlar üst üste konularak gerçekleştirilmiştir. Sıvası olmayan bir duvar. Sağa döndüğünüz zaman, önünüzde yarınınız, öbür gününüz, bütün günlerinizin olduğu bir altıgen kader hücrelerini göreceksiniz, böyle bir, iki, üç, dört, beş, altı, on, yüz, bin, onbin, yüzbin, bir milyon, on milyon, yüz milyon. Kader hücreleri bir bütündür. Böyle bir şeyin aslında günler sayısına göre dizayn edilmesi daha doğru. Her bir altıgen bir günü gösterir. Bir kişi 100 yıl yaşayacaksa, 365 x 100 = 36.500. 36.500 günlük bir dizaynı ifade eder. 36.500 günlük hücreden oluşan bir hayat filmi dizisi. Milyonlardan bahsettik. Ama herkesin kader hücreleri toplamı, bu milyonları oluşturur. Onlar da art arda gelmezler, yan yana gelirler. Herkesin bulunduğu yer, başkalarından farklı yerde. Birisi oradaysa, orası herkesin kader hücrelerinin bulunduğu yerdir ve de kader hücrelerinde gelecek vardır.
Şimdi orada yazı ile yazılı olan bir şey yok. Orada, gelecekte neler olacağı belli. Neden belli? Allah öyle bir sonsuz hızın sahibi ki; o sonsuz hız, zamanı sıfırlayabiliyor. O kadar küçük bir sıfırla, Allahû Tealâ'nın sıfırlaması arasında o kadar küçük bir farklılık var ki bu yok kabul edilebilir. Allahû Tealâ o zaman, zamandan münezzeh oluyor, tabiî mekândan da.
Allah, kâinattaki herhangi iki nokta arasını sıfır zaman aralığında aşabilir. Bu sebeple aynı anda her iki yerde birden bulunur. Bir üçüncü yerde de bulunur, bir dördüncü yerde de bulunur. Sonsuz hızı sebebiyle zamanı hiç kullanmadan ya da hemen hemen hiç kullanmadan. Bu kullanma zaman parçası bir saniyenin sonsuzda biri kadar bir zaman parçası olduğunu düşünün. Bunu yok sayabilirsiniz. Öyle bir dizayn içerisinde Allahû Tealâ zamanı sıfırladığı için mekândan münezzeh olur ve kişinin geleceği Allahû Tealâ tarafından bilinir.
Kader hücreleri, sizin gelecekte yapacağınız şeyleri oraya alır. Ama Allah’a göre kıyâmet çoktan kopmuştur. Bu kopan kıyâmette, sizin kader hücreleriniz, cennete veya cehenneme gideceğinize göre oraya yerleştirilmiştir. Nitekim Mutaffifîn Suresinde (7 ve 18. âyetler) 18. âyette Allahû Tealâ diyor ki:
83/MUTAFFİFÎN-18: Kellâ inne kitâbel ebrâri le fî illiyyîn(illiyyîne).
Hayır, muhakkak ki ebrar olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin, hidayette olanların) kitapları (kayıtları, hayat filmleri) elbette illiyyin’dedir (zemin kattan 7 kat yukarıda olan birinci âlemdeki kader hücrelerindedir).
“Ebrarın kader hücreleri (rakamlı kitapları) İlliyyin’dedir.”
“Füccarınsa sicciyyin’dedir.” diyor.
83/MUTAFFİFÎN-7: Kellâ inne kitâbel fuccâri le fî siccîn(siccînin).
Hayır, muhakkak ki, füccarın (şeytanın fücuruna tâbî olan kâfirlerin) kitapları (kayıtları, hayat filmleri) elbette siccîndedir (zemin kattan 7 kat aşağıda olan zülmanî kader hücrelerindedir).
Öyleyse Allah’a göre kıyâmet kopmuş, bütün insanların, kıyâmet kopmuş zaman geriye dönmüş. bütün insanlar mezarlarından çıkmışlar ve de kimler cehenneme girecekse, kimler cennete girecekse, ona göre onların rakamlı kitapları ya 7 kat yukarıya İlliyyin’e ya da ya da 7 kat aşağı siccîne konmuş.
Bir yazı söz konusu değil. “Alnımızın yazısı” derler. Ama bu bir yazı değildir. Geleceğin Allahû Tealâ tarafından bilinmesi ve ona göre kullanılmasıdır. Diyelim ki bir kişi yarın ölecek. Kıyâmetten sonra zaman geriye döndüğünde bugüne geldiği takdirde hayattadır kişi. Yarından da daha geriye geldiğinde, geriye doğru dönerken zaman, o kişi zaten hayattadır. Bu sebeple Allahû Tealâ'ya göre kıyâmet çoktan kopmuştur ve herkesin kader hücreleri yerleştirilmiştir oraya. Gelecekte ne olacağını Allahû Tealâ sonsuz hızı sebebiyle, zamanda, bunların hepsini bilir ve oraya yerleştirmiştir; 7 kat yukarı ve 7 kat aşağı.
“İnsan yazılı şeyler doğrultusunda yaşamak zorunda mıdır?”
Gördünüz ki yazılı bir şey yok. Ama neler varsa kader hücrenizde, onları aynen yaşayacaksınız. Sizin yaşayacağınıza göre Allahû Tealâ tarafından sonsuz hızı sebebiyle önceden bilmek söz konusudur. Bu sebeple Allahû Tealâ ileride yaşayacağınız her şeyi o zamanın başında bilir. Allah’a göre kıyâmet çoktan kopmuştur. Bu sebeple kıyâmetten bahsederken geçmiş zaman kullanıyor Allahû Tealâ. “Kıyâmet günü, şeytan insanlara olan vaadini bildirdi.” diyor meselâ. Kıyâmet günü daha gelmedi. Ama Allah’a göre çoktan gelmiş geçmiş ve o geçmiş olan statüye göre de kader hücreleri yerlerine yerleştirilmiş; yukarıya ve aşağıya.
“Onun dışına çıkamaz mı? diyor.
Hayır, o olayları yaşar. Kendi seçimi o olaylardır. Onun için o olayları yaşar. Çıkamaz mı demeniz söz konusu değil ve böyle bir şeyi düşünmek bile yanlış. Çünkü kişi neyi yaşayacaksa ilerde yaşayacağı o şeyleri Allahû Tealâ oraya almıştır, önceden bilmesi sebebiyle.
“Öyleyse Allah yolunda yaşayıp yaşamamak elimizde olan bir şey mi?”
Evet, elimizde olan bir şey. Ya Allah yolunda yaşarız ya da yaşamayız. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, o Allah yolunda yaşayan birisidir. Dilemezse o da Allah yolunda yaşayan birisi değildir.
SORU: Kur’ân-ı Kerim’i açık olarak bırakmanın iyi olmadığı söyleniyor. Buna açıklık getirir misiniz?
CEVAP: Böyle bir şey geçerli değildir, söz konusu değildir. Açık da bırakabilirsiniz, kapalı da tutabilirsiniz. Ama güzeli hangisidir derseniz, onu kapatıp yerine yerleştirmenizdir, kütüphanenizdeki yerine yerleştirmenizdir. En üstte Kur’ân’ın olması lâzım.
Allah razı olsun.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Muhterem Efendimiz, hasretle ellerinizden öperiz. Böylesine güzel ve nurlu yolda olduğumuz için Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz. Sevgili Efendimiz, oğlum LGS sınavından 395 puan aldı. Ne yapmamızı buyurursunuz inşaallah?
CEVAP: Oğlunuzun gönlünde hangi fakülte yatıyorsa oraya gitmesi uygun. Onun gönlüne yatan şeyi çocuğunuza verin. Severek yapacağı bir iş sahibi olsun.
Allah razı olsun.
“Sizi çok seviyor ve size en üst boyutta itaat etmek, gayret sahibi olmak ve onu devam ettirebilmek, birlik ve beraberlikten ayrılmamak, sevgiyi yaşayabilmek için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah,
SORU: Cuma Suresi 9. âyette; “Ey imân edenler, ezan okunduğunda işinizi bırakın. Namaza koşun.” dendiğinde sadece erkeklere mi söylüyor?
CEVAP: Cuma-9:
62/CUMA-9: Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati fes’av ilâ zikrillâhi ve zerûl bey’a, zâlikum hayrun lekum in kuntum ta’lemûn(ta’lemûne).
Ey âmenû olanlar (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Cuma günü namaza nida olunduğu zaman (çağrıldığınız zaman) hemen Allah’ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. İşte bu, sizin için daha hayırlıdır, keşke bilseniz.
yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ nûdiye lis salâti min yevmil cumuati: Ey imân edenler! Cuma günü Cuma için çağrı yapıldığı zaman.
Devamında Türkçesini okuyayım; “Hemen Allah’ı zikretmeye koşun. Yani Allah için namaz kılmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin daha hayırlıdır.”
O zamanlar Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında herkes Cuma günü Cuma namazında mutlaka dükkânlarını açık bırakarak giderlerdi, namaz kılarlardı, hiçbir şey de çalınmazdı. Osmanlı’da da hep böyle olmuş. Cumalarda bütün esnaf, dükkânlarını açık bırakarak gitmişler. Hiçbir yerde hiçbir olay olmamış.
SORU: Ruh, Allah’a teslim olduktan sonraki durumu, ameline göre mi olacaktır?
CEVAP: Ruh, Allah’a teslim olduktan sonraki durumu, yani ruh 21. basamakta Allah’a ulaştı, Allah’ın Zat’ında yok oldu. Bundan sonraki durumuna göre hiçbir değişiklik olmaz. O ruh, hep aynı standartlarda Allah’ın Zat’ında kalacaktır. O kişi o seviyede de kalsa, bundan sonra fizik vücudunu teslim etse, ruhun vaziyeti Allah’ın Zat’ında aynıdır, daha üste geçse; nefsini Allah’a teslim etse ruhun vaziyeti aynıdır. Daha ötede iradesini Allah’a teslim etse ruhun vaziyeti gene aynıdır. Amelle ruhun alâkası yok. Ruh Allah’tan gelen bir Allah’ın hediyesidir, ni’metidir ve tekrar Allah’a dönecektir.
Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin de ruhu, onlar öldükleri zaman tekrar Allah’a geri dönecektir. Ve Allah’ın Zat’ındaki ruhlar, hepsi saf ve temizdir. Hiçbir kötülüğe iştirak etmemiştir. Birbirlerinden farkları da yoktur. Hepsi aslında Allah’ın ruhudur.
SORU: Her yanımızın günahla dolu olduğu bu ortamda nefsimizi nasıl terbiye edebiliriz?
CEVAP: Zikir yaptıkça nefsinizin afetleri birer birer azalır. Azaldıkça bu ortamın size tesirinin adım adım yok olduğunu göreceksiniz. Bir gün daimî zikre ulaşıp da nefsinizdeki bütün afetleri yok ettiğinizde, ortamın size hiçbir tesiri olmayacak. Nefs tezkiyesi yapmanın, nefsinizi terbiye etmenin bir tek yolu var. Nefs tezkiyesi, nefsinizin kalbine, oradaki afetleri def ederek Allah’ın nurlarını yerleştirmek, bunun adı nefs tezkiyesidir. Sadece bir tek ilacı var, bir tek formülü var; Allah’ı “Allah, Allah, Allah, Allah…” diye zikretmek.
SORU: Namaz kılarken huşû içinde olabilmek için en çok nelere dikkat etmeliyiz?
CEVAP: Zikirle namaz kılabilirseniz, yani kulaklarınızda Allah’ın “Allah, Allah, Allah…” diye Allah kelimesinin kulaklarınızda tekrar edildiği bir süreçte namazı kılmanız, başka şekilde kıldığınız namazlardan çok daha güzel bir namaz olduğunu göreceksiniz. Kulaklarınıza mp3’leri takın, namaz kılarken de Allah kelimesi devamlı kulaklarınızda çınlasın.
Huşû içinde namaz kılabilmek kişinin gayretiyle; “Ben huşû içinde namaz kılmak istiyorum, huşû içinde kılabilir miyim?” suali geçerli değildir. Kişinin huşû müessesesi, nefsindeki afetler azaldıkça artar, yükselir. Kişi giderek daha yüksek huşû kademesine ulaşır. Asıl huşû, nefsinizdeki bütün afetleri yok ettikten sonraki kademelerdedir.
SORU: Îmân konusunda aklımıza birçok düşünceler geliyor. O öyle bir korku ki uykularımdan Allah diye kalkıyorum. Îmânsız ölmekten korkuyorum. Bu konu hakkında ne dersiniz?
CEVAP: Îmânsız ölmekten korkmak istemiyorsanız, Allah’a ulaşmayı dileyin. O zaman îmânsız ölmezsiniz. O korku, boş bir korkudur. Îmânsız ölmek, îmânlı ölmek diye aslında bir şey, sizi kurtaracak olan bir vasfa sahip değildir. Bir kişinin îmânsız ölmesi veya îmânlı ölmesi, Allah’a inanmayan bir kişi zaten inanmadığı cihetle gideceği yer cehennemdir.
Ama şimdi konunun girift kısmına giriyoruz. Bir insan düşünün; Allah’a inanıyor, yani imânı var. Ama bu îmân, onu kurtarabilecek seviyede değil. İşte âlimlerin bilmedikleri taraf da bu, konunun. Bir kişi Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde îmânı onu kurtarabilecek olan bir îmân olur. Yani hakiki îmân olur. Allah’ın değer verdiği bir îmân olur. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyen kişi böyle bir îmânın sahibidir. Bu îmân, hakiki îmândır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi de mü’mindir; Allah’a inanır. Ama onun îmânı onu cennete ulaştıramaz. Onun için hakiki îmân sahibi olmak istiyorsan, sadece bir tek şeyi yapacaksın, Allah’a ulaşmayı dileyeceksin. Dilemişsen, dilediğin andan itibaren hakiki îmânın sahibi olursun, yani bir başka ifadeyle hak mü'min olursun.
Hak mü'min olmak veya mü'min olmak, bir dilekle alâkalıdır; kim Allah’a ulaşmayı dilerse, o mutlaka hak mü'min olur, Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesine göre:
8/ENFÂL-2: İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).
Gerçek mü’minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir). Ve onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların îmânlarını arttırır ve Rab’lerine tevekkül ederler.
Dilemezse, ömrü boyunca Allah’a inanır. Ama cennete ulaşamaz. Yani onların tabiriyle îmânsız gider. Oysaki Allah’a inanıyor. Allah’a ulaşmayı dilemeyenin îmânı, onu cehennemden kurtaramaz. Ebediyyen cehennemde kalır.
Öyleyse sevgili kardeşim, yapman lâzımgelen şey, Allah’a ulaşmayı dilemek. O zaman îmânsız gitmen mümkün olmaz. Mutlaka îmânlı gidersin bu dünyadan.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu). Sizi Türkiye’de görmek bizi çok mutlu ediyor. Bazı günler biz zikirlerimizi tamamlayamıyoruz. Bu bizi üzüyor ve korkuyoruz, acaba tâbiiyetimiz kabul olmadı diye mi böyle oluyor?
CEVAP: Hayır sevgili kardeşim, siz Allah’a ulaşmayı dilemişseniz, tâbiiyetiniz mutlaka kabul olmuştur. Bazı günler zikirlerinizi tamamlayamamanız, eksik olması sizin sadece Allah’a ulaşma sürecinizi uzatır. Diyelim ki 5-6 ayda Allah’a ulaşmak söz konusuyken, sizinki 9 ay sürer, 10 ay sürer, bir yıl sürer. Zikrinizin seviyesine göre bu olay. Ama mutlaka Allah’a ulaşırsınız. Allah’a ulaşmayı dilemişseniz, Allah’a ulaşmamanız mümkün değildir. Bazıları çok daha fazla zikir yapar, bazıları çok daha az zikir yapar. Ama iki taraf da Allah’a ulaşmayı dilemişlerse, ikisi de Allah’a mutlaka ulaşır ve Allahû Tealâ zikir sevgisini onlara verir.
“Sizi çok seviyoruz, hürmetle ellerinizden öpüyoruz.”
Biz de sizleri çok seviyoruz, muhabbetle gözlerinizden öpüyoruz.
SORU: Sizi ilk defa gördük, sizi çok sevdik, sizi sürekli dinlemek istiyoruz. Size nasıl ulaşabiliriz?
CEVAP: Bize Nur TV’den ulaşırsınız. O yazı yazacağınız duruma getireceksiniz bilgisayarınızı ve oraya “Nur TV” diyeceksiniz. Bilgisayarınızdan bizi Nur TV’de 24 saat izleyebilirsiniz. Eğer daha evvel söylediğimiz şeyleri görmek istiyorsanız, o zaman www.mihr.com’a gireceksiniz. Orada da geçmişte yaptığımız konuşmalar, bugüne kadar gelen konuşmalar, 4000 konuşmadan fazla, toplamı da 6000 saatten fazla, sadece bizim yaptığımız konuşmalar.
“Nasıl ulaşabiliriz?” Bunun cevabı burada.
SORU: Mürşide tâbiiyetten sonra ruhumuzun seyr-i sülûka çıktığını sizden öğrendik. Buna göre ruhumuz gök katlarında nasıl bir eğitime tâbî tutulur ve bunun dünya üzerinde kalan nefsimize ve fizik vücudumuza tesiri nasıl olmaktadır?
CEVAP: Bunu söyledik, nasıl bir eğitime tâbî tutulduğunu, her katta neler yapıldığını. Bu suallere cevapta ifade ettik.
“Dünya üzerinde kalan nefsimize ve fizik vücudumuza tesiri nasıl olmaktadır?”
Zikrinizi giderek arttıracaksınız ki ruhunuz adım adım Allah’a doğru yükselsin. Zikrinizi arttırdığınız zaman nefsinizin kalbindeki afetler azalacak. Nefsinizin kalbindeki faziletler; aydınlıklar, nurlar, karanlıkları aştığı zaman ruhunuz Allahû Tealâ'ya mutlaka ulaşır. Ondan sonra daha zor zikir yapacaksınız. Ama zikrinizi arttırdıkça kalbiniz giderek daha çok aydınlanacak. Daimî zikre ulaştığınız zaman bir daha kararmamak üzere kalbiniz %100 Allah’ın nurlarıyla dolacak. Fizik vücudunuz da sonsuz bir mutlulukla yaşamaya devam edecek. Nefsinizin aklanmasına nurlarla dolmasına paralel olarak fizik vücudunuz mutluluğu daha büyük, daha büyük, daha büyük boyutlarda yaşar.
SORU: Allah’a inanıp ama ulaşmayı dilemeyenler cehennemden çıkabilir mi?
CEVAP: Hayır çıkamazlar. Allah’a inanmak, Allah’ın cennetine girmek için sebep değildir. Sadece Allah’a inananlardan Allah’a ulaşmayı dileyenler Allah’ın cennetine girebilir.
SORU: Özürlü çocuklar öbür dünyada ailesine şefaatçi olur mu ve bunlar kaçıncı kat cennete girerler?
CEVAP: Özürlü çocuklar çocukken ölürlerse cennete girerler. Ama öldükten sonra özürlü olmaları neticeyi değiştirmez. Onlar da ibadetlerini yapmak mecburiyetindeler.
“Özürlü çocuk ahirette ailesine şefaatçi olur mu?”
Öbür dünyada şefaat diye bir müessese yoktur. Şefaatin sahibi sadece her devirdeki devrin imamıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de kendi hayatta bulunduğu devrede şefaatini yapmış sahâbeye. Kıyâmette bir defa daha şefaat etmeyecek.
SORU: Günümüzde “faiz helâl” deniyor. Helâl mi, haram mı?
CEVAP: Faiz hiçbir zaman helâl olmaz. Faiz daima haramdır. Ama faizin ne olduğu konusu önemli. Diyelim ki siz bankaya 1000 YTL yatırdınız. Paranız bir yıl orada bekledi ve ülkede %10 enflasyon var. Bir yıl sonra banka size, paranızı geri almak istediniz, 1000 YTL’yi aldınız. Baktınız ki fazlası da var. Faiz adı altında size bir ilave yapıyorlar. Bu ilavenin 1000 YTL’sı demeyelim de 100 YTL’sı diyelim yüzde üzerinden, hesap kolay yapılsın diye, böyle bir noktada size 8 YTL fazla verdiler. 100 lira yerine 108 lira aldınız. Enflasyon %10. Siz bankadan faiz almış olmazsınız. 10 TL verdiler ilave, gene adı faiz, siz gene faiz almış olmazsınız. 12 TL verdiler. O zaman %2 faiz almış olursunuz. Öyleyse enflasyon %10, banka size 100 lirayla beraber 5 lira verdi. 105 lira verdi, 105 YTL verdi. Siz bankaya 5 lira faiz vermiş olursunuz. Olay bu kadar basit.
İşte eğer faiz adı altında verilen bu para enflasyon haddine paralelse, enflasyon haddi kadarsa, o bir faiz değildir. Bir tazminattır. Çünkü sizin hakkınız o. Diyelim ki, şöyle diyelim; 10 altın değerinde bir para yatırdınız bankaya geçen yıl. Bu yıl da banka size faiz adı altında bir şeyler de ilave ederek verdi. Ama enflasyon var. Enflasyonu da hesaba katarak hesap yapmanız gerekmiyor. Size verilen para, sizin bir sene evvelki 10 altınınızı karşılıyor mu karşılamıyor mu? Karşılamıyorsa, 9 altını karşılıyorsa, siz bankaya bir altın faiz verdiniz. 11 altını karşılıyorsa, siz bankadan 1 altın fazla aldınız. Öyleyse olay çok basit, olay, bankaya verdiğiniz paraya, o gün de bugün de aynı değeri biçerseniz eğer, altın karşılıklı bir parayla hesaplarsanız. Bir gün Türkiye’de altın karşılıklı para olacak. O zaman zaten bunlar problem olmaktan çıkacak.
Ama şunu kesin olarak bilin ki Allahû Tealâ diyor: “Faiz alanlar, çarpılmış gibi kalkarlar” diyor. “Asla faiz helal değildir, faiz haramdır” diyor Allahû Tealâ.
2/BAKARA-275: Ellezîne ye’kulûner ribâ lâ yekûmûne illâ kemâ yekûmullezî yetehabbetuhuş şeytânu minel mess(messi), zâlike bi ennehum kâlû innemâl bey’u mislur ribâ, ve ehallallâhul bey’a ve harramer ribâ fe men câehu mev’izatun min rabbihî fentehâ fe lehu mâ selef(selefe), ve emruhû ilâllâh(ilâllâhi), ve men âde fe ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Riba (faiz) yiyenler, kabirlerinden ancak şeytan çarpmasından hırpalanmış bir kimse gibi kalkarlar. İşte bu, onların: “Oysa alışveriş riba gibidir.” demeleri sebebiyledir. Ve Allah, alışverişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır. Bundan sonra, Rabbinden kendisine öğüt gelen kimse (ona uyarak) artık (faizden) vazgeçerse, o taktirde geçmiş olan (önceden aldığı faiz) onundur ve onun işi (onun hakkındaki hüküm) Allah’a aittir. Ve kim de (faizciliğe) dönerse, işte onlar, ateş ehlidir. Ve onlar orada ebedî kalacak olanlardır.
SORU: Büyü yapan, kişinin kendi öz annesi olsa, dînimize göre hüküm nedir, nasıl addedilir?
CEVAP: Büyüyü çözdürdüğü zaman gidip annesinden af dilediği takdirde Allahû Tealâ zaten onu affetmiştir. Büyüyü yapan kişi onun günahını zaten büyüyü yaptığı anda yüklenmiştir. Büyüyü ortadan kaldırmak için harekete geçer de affettirirse, büyü yok olursa, o zaman annesi zaten ferahlayacaktır. Kişi gidip söyleyip annesinden af dilerse annesi de onu affetmesi halinde bir problem kalmaz.
SORU: Taylasan elbiseleri giymiş 70 bin Yahudi’nin, İsfahan ordusunu kuracağı söyleniyor. Buna karşı, inananlar ordusunun kurulacağı söyleniyor. Doğru mu? Taylasan İsfahan ne demek?
CEVAP: Taylasan İsfahan müessesesini ilk defa duyuyorum. Böyle bir konudan bilgi sahibi değilim. İnananlar ordusu. Birçok hurafe dolaşıyor ortalıkta sevgili kardeşlerim. Bu masallara bakmayın siz. Kur’ân-ı Kerîm’e bakın, hakikatler orada.
SORU: Hanımlar, özel günlerinde ibadet yapamadıkları için derece kaybeder mi?
CEVAP: Hayır, kaybetmezler. Özel günlerinde ibadet yapmamaları Allahû Tealâ tarafından emredilmiştir.
SORU: Siz sohbetinizi yaparken ekrana âyetlerin Latinceleri ve Türkçeleri yansıtılıyor. Niçin Arapça metnini ekrana yansıtmıyorsunuz? Ayrıca âyetlerin okunuş kaidelerine uyulmadığını fark etim. Bu konuda açıklamalarınızı bekliyorum.
CEVAP: Bu kardeşimiz çok haklı. Biz, bir dîn kültürü almadık. Arapça da öğrenmedik. Bize dînimizi Allah öğretti. Bu bakımdan gerçekten Arapçanın okunmasında hatalı okumamız çok normaldir. Bu konuda da kardeşimiz bizi muaheze ederse haklıdır. Ama Allahû Tealâ bize dileseydi Arapça okumayı da Arapçanın kendisini de en güzel şekilde öğretirdi. Buna gerek görmediğine göre biz burada kendimizi hatalı görmüyoruz. Biz, Allah’ın kölesiyiz. Ama Arapça olan harfleri de oraya yansıtmak elbette mümkün, inşaallah o da olur. İnşaallah onu da yaparız sizin mutlu olmanız için. Her kardeşimizin talebi bizim için değerlidir.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykum selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu). Muhterem Efendimiz, 5-6 ay önce şartlar gereğince hizmetlerden ve sohbetlerden ayrı kaldım ve otomatikman içimdeki coşku azaldı. Artık Allah’a şükür hizmetlere ve sohbetlere katılıyorum. Ama bir türlü eskisi gibi olamıyorum.
CEVAP: Eskisi gibi olmanız için zikrinizi eskisinden daha ötelere çıkarmanız lâzım. O zaman olduğunuzu göreceksiniz inşaallah.
“Tekrar coşkuyla yaşamak için ne yapmalıyım?”
Söyledik. Zikrinizi arttırın.
SORU: Şeytanın ve tagutun tuzaklarına düşmemek için ne yapmalıyım?
CEVAP: Çok zikir yapmalısınız. Zikrin olduğu yere şeytan yaklaşamaz.
“Her konuda dualarınızı bekliyorum Efendimiz. Hürmetle ellerinizden öperim.”
Biz de gözlerinizden öperiz muhabbetle evlâdım.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Efendi Hazretleri, hürmetle ellerinizden öperim. Bugünkü günümüze hamdolsun ki gene kavuştuk. Yaradana şükürler olsun. Sizin talebeniz olmaktan, dünyadaki bütün mutlulukları tatmış insanlarız. Böyle berrak akan nehirler var ya, gönlümüze sevginiz akıp bizi mutlu ediyor. Gemlik’teki bütün dünyadaki Müslüman kardeşlerimizi Allah’a ulaşmaları için davet ediyorum. Efendimiz Hazretleri, Allah’ın kelâmıyla sizin dilinizle söylediğiniz her şey doğrudur. Biz can-ı gönülden inanıyoruz. Size sevgi sözcüğünden başkası olmayan talebeniz.
CEVAP: Biz söylemiyoruz sevgili kardeşlerim. O söyletiyor. Biz öğrenmiyoruz. O öğretiyor. Biz O’nun elinde bir köleyiz. Dilediği gibi konuşturur. Dilediği hareketi yaptırır.
SORU: Rabbime binlerce şükürler olsun ki; ne mutlu ki sohbetinize, konferansınıza gelmek nasip oldu. Benim bir sorum var. Efendi Hazretleri, ben değerli kardeşlerimden ders aldım. Ama tam olarak teslim olamadığım için mi neyse, bazen bazı zaman geliyor, derslerimi çok ihmal ediyorum. Yanlış olduğunu biliyorum hep dua ediyorum. Allah’a ulaşmak ve yolundan ayrılmamak için. Benim bu durumda tekrar tâbî olmam mı gerek, yoksa tekrar tövbe edip devam edebilir miyim?
CEVAP: İhmal ederseniz yavaş yavaş yozlaşma olur, dikkat edin. Zikirlerinizi hiçbir zaman ihmal etmeyin. Ne kadar çok zikrederseniz, o kadar çok mutlu olursunuz.
“Yanlış olduğunu biliyorum hep dua ediyorum. Allah’a ulaşmak ve yolundan ayrılmamak için. Benim bu durumda tekrar tâbî olmam mı gerek yoksa tekrar tövbe edip devam edebilir miyim?
Tekrar tövbe edip devam edebilirsin.
“Hürmetle ellerinizden öperim.”
Biz de muhabbetle gözlerinden öperiz evlâdım.
Allah razı olsun.
SORU: Cömertlik ve cimrilik konusunu açar mısınız? Kişinin annesi cimriyse, onun evinden ihtiyacım olan bir şeyi almak haram olur mu?
CEVAP: Cimrilik ve cömertlik konusu, insanlara göre şekillenmez. Bir insanın Allah’ın emrettiği istikamette ihtiyaçları olabilir. O ihtiyaçların karşılanması asıldır. Meselâ mübrem ihtiyaçlar; yemek yemek, barınmak, elbise ihtiyacı, her bütçeye göre farklı bir masraf kalemi vardır. Eğer bir kişinin annesi eline geçen paranın azlığı sebebiyle cimriyse bunda haklıdır. Ailenin karnını doyurmak, onun temel görevidir. Bunun ötesindeki ihtiyaçlar ikinci planda kalır. Ve cimrilik ve cömertlik ölçüsü, kazanılan paranın seviyesine göre dizayn edilir.
Cimrilik müessesesi, eğer bir kişinin eline az para geçiyorsa ve bunu uygun standartlarda harcıyorsa o kişi cimri değildir. Eline az para geçtiği için başka annelerin verebileceğinden az para verir evlâdına. Daha az bir miktarda onun elbiselerini, gıdalarını alabilir. Bu da ele geçen paranın miktarıyla alâkalıdır.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm rahmetullâh ve berekâtuhu). Efendimiz, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz. Biz sayenizde Allah'a nasıl kul olunacağını öğreniyoruz. Sizin sayenizde dînin taşınması gereken bir yük değil de mutluluk kaynağı olduğunu yaşayarak ama Allah’a ulaşmayı diledikten sonra öğreniyoruz. Efendimiz, izninizle size bir sualim olacak. Biliyoruz ki ruhumuz Allah’a ulaşıncaya kadar gelişen olayların büyük çoğunluğu Allah tarafından gerçekleştiriliyor. (Evet, daha başka bir ifadeyle ruhunuzu Allah Kendisine ulaştırıyor. Size sadece ibadetleri sevdiriyor. Bütün ibadetleri severek gerçekleştiriyorsunuz ve 5-6 aylık bir zaman zarfında ruhunuz Allah’a ulaşıyor) Ruhumuz Allah’a ulaşmadan evvel nelere çok dikkat etmeliyiz ki bize sonra kolaylık sağlasın?”
CEVAP: Çok zikredin. Ne kadar çok zikrederseniz, o kadar çabuk Allah’a ulaşırsınız. Kolaylık sağlamasını istiyorsanız, o zaman daha çok zikredin. Daha kısa zamanda ulaşırsınız. Ama vazgeçmemeniz lâzım. Ruhunuzu Allah’a ulaştırdıktan sonra da daha çok daha çok zikretmeyi usûl haline getirmelisiniz. Allah razı olsun.
SORU: Çocuklara (0-12 yaş) dînimizi nasıl anlatalım ki sevdirelim. Bize Allah erkek mi kız mı diye soruyor. Cevap verirken yetersiz kalıyorum. Çocuk yetiştirme konusunda hangi kitabı okumalıyız?
CEVAP: Aslında suali anlayamadık. Çocuklara (0-12 yaş) dînimizi nasıl anlatalım ki sevdirelim? Yani 0’la 12 yaş arasında diyelim ki 3 tane evlâdı var bu annenin. Birisi 3 yaşında, birisi 7 yaşında, birisi de 12 yaşında. Birisi kız, ikisi erkek veya ikisi kız birisi erkek.
Bize “Allah, erkek mi kız mı?” diye soruyor. “Cevap verirken yetersiz kalıyorum.” diyor.
Bunu anlayamadık. Bir doğum yapmak mı söz konusu? Eğer doğum yapmak söz konusuysa Allah’tan siz talepte bulunursunuz, erkek istiyorum dersiniz. Biz de dua ederiz. İnşallah Allahû Tealâ erkek verir. Kız istiyorum dersiniz, onun için dua ederiz. Allahû Tealâ dilerse kabul buyurur.
“Çocuk yetiştirme konusunda hangi kitabı okumalıyız?”
Pediatri dersi görenlerin kitaplarını okuyun. Üniversitelerde pediatri dersi yani çocuk eğitimi dersleri okunuyor. O kitapları alıp okuyun.
SORU: Ben neden namaz kıldığım zaman namazda düşüp bayılacak gibi oluyorum, yoksa ben Allah’a ulaşmayı dilemedim mi, nasıl dileyeceğim?
CEVAP: Bu ondan değil. Belki tansiyonunuz var. Belki başka bir, kulaklarda bir denge unsuru var. O denge unsurunda bozukluk olabilir. O sebeple onu hissediyorsunuzdur. Yoksa Allah’a ulaşmayı dilemeyen bayılacak gibi olur da Allah’a ulaşmayı dileyen bayılmaz diye bir kaide yok. Ona bağlamayın.
Allah razı olsun.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için dalâlette olan kişilerin (Ddlâlet olmayacak dalâlet), dalâlette olan kişilerin bize öğrettikleri eksik ve kulaktan dolma bilgilerle İslâmiyeti yaşadığımızı zannediyorduk. Her geçen gün Allah’tan biraz daha uzaklaşarak mutluluğu depresyon ilaçlarında arar olduk. Bugün yapılan istatistiklerde en çok kullanılan ilaçların başında depresyon ilaçları gelmekte. Tasavvufu yaşamadığımız için nefs terbiyesi ve tasfiyesi yapılmadığı sürece bu ilaçlara ne yazık ki bağımlı kalacağız. Allah’ın yap dediğini yapmaya, yapma dediğini yapmamaya çalışan, Allah’a lâyık kullar, size lâyık öğrenciler olmaya çalışıyoruz. İdrakimizin açılması ve gayretimizin artması için bize dua eder misiniz inşaallah? Allah razı olsun. Hürmetle gül kokulu ellerinizden öpüyorum.
CEVAP: Evlâdım, eğer depresyondan kurtulmak istiyorsan, ilaçları bırak depresyon ilaçlarını ve çok zikir yap. O ilaçların hepsinden daha çok kıymetlidir. Allahû Tealâ'nın seni ne kadar kısa sürede ne kadar büyük bir mutluluğa ulaştırdığını göreceksin inşaallah.
Allah razı olsun.
SORU: Kur’ân-ı Kerim’de “resûl” diye geçtiği zaman bu resûlün nebî veya velî olduğunu nasıl anlayabiliriz?
CEVAP: Âyetin, bir evvelki, bir sonraki âyetlerine bakarsanız veya iki evvelden başlayarak, üç evvelden başlayarak üç sonrasına giderseniz, kesinlikle ortaya çıkar; ya nebî resûldür, ya da velî resûldür.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm rahmetullâh ve berekâtuhu). Muhterem Efendimiz, cinlerin etkisi altında olup olmadığımızı nasıl anlarız?
CEVAP: Bu konunun hocaları var. Onlara gittiğiniz zaman size orada hazırladıkları bir suyu içiriyorlar. Cinli olan kişi de içiyor, cinli olmayan kişi de içiyor. Cinli olanda derhâl tesiri görülüyor; onun cinli olduğu kesin. Diğerinde hiçbir tesiri olmuyor suyun, o kişide cin olmadığı kesinleşiyor. Sadece tesir edip de cinli olanların cinlerinin çıkması için cinci hocalar gayretin sahibi oluyorlar.
Cinlerin tesiri altında olup olmadığınızı bunun ötesinde nasıl anlarsınız sualiyse sual, içinizden bir kuvvetin sizin yaptıklarınıza mani olmaya çalışmasını ve onun sesini, iç sesinizle duyarsınız. O içinizdeki cindir. Size hâkim olmaya çalışır. Birçok cin de hâkimiyeti, o insanın iradesi zayıfsa ele almaya çalışır. Ama içinizde bir cin de olsa onunla savaştığınızda galip gelmeniz mümkündür. Eğer Allah’a ulaşmayı dilerseniz, cini yenebilirsiniz. Cinler size bir şey yapamazlar. İçinizdeki cinler. Sadece sizi kendi istekleri doğrultusunda kullanmak isterler. Ona müsaade etmemek de gene sizin elinizdedir.
Cinlerden kurtulmanın en kolay yolu, cinleri kapı dışarı etmektir. Ama böyle bir şeyin tamamlandığı anda tekrar tövbe almanız gerekir derhâl. Tövbe aldıktan sonra yeniden el öptükten sonra cin çıkar çıkmaz, cinlerin tekrar vücudunuza girmesi mümkün değil.
SORU: Nazar kavramı nedir, kimlerin nazarı değer?
CEVAP: Nazar değmesi, nazarı değen insanların elinde değildir. Hiçbir kötü niyeti olmadığı halde bakışlarıyla nazarı değen birçok insan var. Ama bir kısım insanlar da nazar değdiğini bilirler, kendi bakışları sebebiyle. Özellikle başka insanların üzerine nazar değmesi için gayretin sahibi olurlar. Onlar Allahû Tealâ'nın katında şerrlilerdir.
Nazar kavramı bir insanın bakışıyla, düşüncesiyle bir başkasına zarar vermesi hali. Meselâ onun düşmesine sebebiyet vermesi hali, yaralanmasına sebebiyet vermesi hali, onun huzursuzluğuna sebebiyet vermesi hali.
SORU: Şehit olmanın şartları nelerdir?
CEVAP: Şehit olmanın temel şartı, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Bir kişi, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra Allah’ın düşmanlarına karşı bir savaşta ölürse, o kişi mutlak olarak şehittir.
Allah razı olsun.
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, gül kokan mübarek ellerinizden sonsuz hürmet ve hasretle öperim. Bursa’ya hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz inşaallah. Sizi ve tüm kardeşlerimizi çok seviyoruz. Bir insanın kendi kendine hidayete ermesi ve teslim olması mümkün müdür?
CEVAP: Mümkün değildir. Hiç kimse kendi kendine hidayete eremez. Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mutlaka cereyanı olan mürşidi Allahû Tealâ size ulaştırır. Ancak ona tâbiiyetinizi gerçekleştirdiğiniz zaman ruhunuz vücudunuzu terk edip Allah’a doğru yola çıkar. Yoksa asla ruhunuz vücudunuzu terk etmez.
Öyleyse mürşidsiz bir Allah’a ulaşmak, seyr-i sülûk müessesesi hiçbir zaman mümkün değildir. Hiç kimsenin kendi kendine hidayete ermesi mümkün değildir. Mutlaka mürşide tâbiîyet asıldır.
“Günümüzde insanlar ibadet ederek hidayete erdiklerini zannetmekteler.”
Evet, ne yazık ki böyle bir yanlış, bir zan, özellikle dîn adamlarında var. Ve en çok da ona hayret ediyoruz. Bu dîn adamları bu konuları ne yazık ki hiç bilmiyorlar. Ama onlar da haklılar. Çünkü kendilerine öğretilmedi.
“Bu doğru mudur?” Hayır, doğru değildir. Hiç kimse kendi kendine hidayete eremez. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse hidayete eremez. Mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. Sadece dileyenler hidayete erebilirler. Diledikleri anda hidayet üzere olurlar. Ruhlarını Allah’a ulaştırdıkları zaman (5-6 aylık bir süreçtir bu) hidayete ermiş olurlar.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûmselâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu). Hocam, cennet-cehennem konusunda, cehenneme girenler hiçbir zaman cennete giremezler ve arkasından herkes illa cehenneme girecekler dediniz. Tam anlayamadım, açıklar mısınız?
CEVAP: Kıyâmet günü herkes kendi hayat filmini görür. Hayat filmindeki rakamlarda kaybettikleri dereceler fazlaysa, bu insanların gidecekleri yer cehennemdir, ebediyyen orada kalmak üzere. Cehenneme gireceklerdir ve bir daha cehennemden çıkmaları ebediyyen mümkün değildir. Diğer taraftan amellerinde kazandıkları dereceler fazla olanlar, onlar da önce cehenneme gireceklerdir. Cehennemi görmek ve tekrar cehennemden aynı gün girdikleri gün, hatta girdikleri saat, belki bir dakika içinde tüm cehennemi uçarak sonsuz hızla hareket edebilirler. Aynı gün cehenneme girip de cehennemden mutlaka çıkacaklardır, cennete girenler. Ama cehennemde kalanlar ebediyyen orada kalacaklardır. Her ikisi de cehenneme mutlaka giriyor. Bir kısmı cehennemde kalıp azap çekecekler sonsuza kadar. Onlar cehennemlikler. Bir kısmı cehennemi gezmek üzere, Allah’ın onu cehenneme atmayarak ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu öğrenerek, göz yaşları içinde Allah’a hamd ve şükürde bulunmak için cehenneme girerler ve cehennemi gördükten sonra cehennemden ayrılıp cennete ulaşırlar.
Öyleyse herkes cehenneme girecektir. Bir kısmı cehennemde kalıp orada cezalanmak üzere, ateşlerde yanmak üzere, bir kısmı da sadece cehennemi görüp, Allah onu cehenneme atmadığı için Allah’a sonsuz hamd ve şükrederek cehennemden çıkıp cennete gitmek üzere. Anlaşılmıştır diye umut ediyoruz inşaallah.
Allah razı olsun.
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Canlar canı, gönüller sultanı Muhterem Efendi Hazretleri. Hasretle ve hürmetle mübarek ellerinizden öperiz. Sizleri çok ama çok seviyoruz. (Biz de sizleri çok seviyoruz evlâdım). Cinn Suresinin 13. âyet-i kerimesi, Âl-i İmrân Suresinin 180. âyet-i kerimesi, A'râf-180, 181. âyet-i kerimelerinde anlatılmak istenen nedir?
CEVAP:
Cinn-13, Allahû Tealâ diyor ki:
72/CİNN-13: Ve ennâ lemmâ semi’nel hudâ âmennâ bih(bihî), fe men yu’min bi rabbihî fe lâ yehâfu bahsen ve lâ rehekâ(rehekan).
Ve gerçekten biz, hidayeti işittiğimiz zaman O’na îmân ettik. Artık kim Rabbine îmân ederse, bundan sonra hakkının verilmemesinden ve zulme uğrayacağından korkmaz.
“Elbette biz, o yol gösterici Kur’ân’ı işitince ona imân ettik. Artık kim Rabbine imân ederse, o ne ecrinin eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından.”
Burada Rabbine imân eden kişinin, buradaki imândan Allahû Tealâ'nın muradı, Allah’a ulaşmayı dileyerek imân ederse yani hak mü'min olursa, onun ecri eksilmez. Neden? Allah, Allah’a ulaşmayı dileyenlerin hiçbir zaman amellerini boşa çıkarmaz, heba etmez. Onun amelleri mevcut olduğu gibi, günahlarını örter Allahû Tealâ. O kişi mutlaka Allah’ın cennetine girer.
Kur’ân’a imân etmek, Kur’ân’a inanmaktır. Ama Rabbine imân etmek; âmenû olmanın ikincisini ifade ediyor burada Allahû Tealâ. Haksızlığa uğraması da amellerinin eksilmesi de ikisinden de korkmadığına göre, kişi Allah’a ulaşmayı dilemiş bir imân sahibi. Onlar için bunların ikisi de söz konusu olmaz. Onlara korku yoktur.
Âli İmrân-180:
3/ÂLİ İMRÂN-180: Ve lâ yahsebennellezîne yebhalûne bi mâ âtâhumullâhu min fadlıhî huve hayran lehum, bel huve şerrun lehum se yutavvekûne mâ bahilû bihî yevmel kıyâmeh(kıyâmeti), ve lillâhi mîrâsus semâvâti vel ard(ardı), vallâhu bi mâ ta’melûne habîr(habîrun).
Ve Allah'ın kendi fazlından onlara verdiği şeyleri, (Allah yolunda infak etmeyip) cimrilik edenler, sakın zannetmesinler ki o, kendileri için hayırdır. Bilâkis o, onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacak. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Allah, yaptığınız şeylerden haberdar olandır.
“Allah’ın fazlından kendilerine verdiği şeyi, Allah yolunda infak etmeyip cimrilik edenler, sanmasınlar ki bu kendileri için hayırdır. Bilakis, bu onlar için bir şerrdir. Cimrilik ettikleri şey kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası, Allah’ındır. Allah, yaptığınız şeylerden haberdardır.”
Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ'nın yolunda olduğumuz yıllar, 30 yıl, bu 30 yıl boyunca çok şeyler gördük. Bir kısım kardeşlerimiz, Allah yolunda bir taraftan ibadetlerini yapmaya çalışırken, bir taraftan da çalışıp para kazanırlar. Ama bu paranın birr'ini ve zekâtını vermeyenlerin, eğer o birr’i verselerdi birr için harcayacakları paranın en az 10 katı kadar hep zarara uğratıldığını gördüm. Bu Allahû Tealâ'nın onlara ceza vermesidir. Allah’ın yoluna girmeselerdi çok daha az hayrını göreceklerdi paranın. Allah’ın yoluna girmişler. Fakat kazandıklarının haram olan kesimini de kendileri yemeye çalışıyorlar. Hırsızlıklarla, birtakım zorbaların davranış biçimleriyle o insanların paraları hep çarçur olur. Allah yolunda harcamadıkları paralarını Allahû Tealâ mutlaka onlardan alır. Neden bu kadar musibet başımıza geliyor diye soranlara bu cevabı verin. O paradan, kazandığınız paranın 1/40’i (kırkta biri) size helâl değil. Birr'i de vermeyi düşünmüşseniz 2/40 (kırkta ikisi) helâl değil.
O zaman sevgili kardeşlerim, Allah yolunda infak edin. Paraya ihtiyaç duyanlara o paranın ulaşması gerekir. Eğer verilmezse o zaman ondan büyük zarar görür kişi. “Bu kendin için hayır değildir.” diyor “Şerrdir.” Neden şerrdir? Çünkü başkalarına ait olan bir parayı paranın o kesimi kendilerine ait değildir. Onu kendileri yemeye çalışırlar. Ama yiyemezler. Allahû Tealâ, onun kaç katını o insanlardan ya hırsızlar kanalıyla ya başka bir kanalla yangınlarla hep negatif faktörlerle mutlaka geriye alır. O insanlara en az o kadar para helâl değildir ve Allahû Tealâ o parayı kullanmalarına müsaade etmez.
A’râf-180:
7/A'RÂF-180: Ve lillâhil esmâul husnâ fed’uhu bihâ ve zerûllezîne yulhıdûne fî esmâihî, se yuczevne mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
En güzel isimler Allah’ındır, artık O’na onunla (esmaları ile) dua ediniz! Allah’ın isimlerini (mânâsını) saptıranları terket! Yapmış oldukları şeyden dolayı yakında cezalandırılacaklar.
ve lillâhil esmâul husnâ: En güzel isimler Allah’ındır.”
“Artık O’na onunla (esmalarıyla) dua ediniz. Allah’ın isimlerini saptıranları terk et. Yapmış oldukları şeylerden dolayı yakında cezalandırılacaklar.”
Allah’ın Esma’ül Hüsna’sını kullanın. Allahû Tealâ’nın hem El Kâbız esması var, hem de Bâsit esması var. Kâbız; kabzeden, kısan demek, Bâsit de; bâs eden, genişleten demek. Ama iki esma da Allah’ın. Kâbız esmasını çekmeyin. Bâsit esmasını çekin. El Kahhar esması var Allahû Tealâ'nın, Allahû Tealâ kahreder. O esmayı çekerseniz, onun size bir faydası olmaz. Öyleyse Allahû Tealâ’nın size fayda sağlayacak olan esmalarını çekin.
A’râf-181:
7/A'RÂF-181: Ve mimmen halâknâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, Hakk’a (Allah’a) ulaştırırlar ve onunla adaletle hükmederler.
“Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki; Hakk’a ulaştırırlar ve onunla adaleti sağlarlar.”
İşte onlar, mürşidler. Burada söylenen şeyler mürşidler.
SORU: Toplumun dilinde şöyle bir söylenti var; Allah, sevdiği kulunun çabuk canını alırmış. Bu konuda ne buyurursunuz?
CEVAP: Bu doğru değildir. Allah, dilediği kulunun canını çabuk alır, dilediğinin uzatır. Meselâ bize çok uzun bir ömür verdiğini söylüyor. Bakalım, göreceğiz. Bu da sadece bize mutluluk verir, Allah yolunda uzun bir ömür. Ömrün uzunluğu, kısalığıyla Allah’a yakınlık birbirine paralel bir olgu değildir. Bize kısa bir ömür de verebilirdi Allahû Tealâ.
SORU: İçinde cin bulunan bir insan, teslimlerini; ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini yapabilir mi?
CEVAP: Yapabilir. Allah her şeye kaadirdir. Ama en kestirmesi cini yok etmek.
SORU: Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi, mürşide tâbî olursa, tâbiiyeti Allah’ın İndi’nde kabul olur mu?
CEVAP: Olmaz. Ona bir fayda sağlamaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen insan, dilemediği için cehenneme gidecektir. Mürşide tâbî olması, cehennemden onu kurtaramaz.
SORU: Bir sohbetinizde insanların hatalarını gördüğümüz zaman en güzel şekilde söylememizi buyurmuştunuz. Biz gençler, büyüklerimizin hatalarını gördüğümüz zaman söylememiz uygun olur mu?
CEVAP: Uygun olur. Ama söylemekten söylemeye fark var. Çok dikkatli olmalısınız.
“Hataları göz ardı etmeli miyiz?”
Hayır, etmemelisiniz. Söylemenizde daima fayda var.
SORU: Nazar nedir? Allah’a ulaşmayı dileyen ve mürşide tâbî olan kişi nazardan korunur mu?
CEVAP: Nazarın ne olduğunu söyledik. Allah’a ulaşmayı dileyen ve mürşide tâbî olan kişi nazardan korunur.
Allah razı olsun.
SORU: Tesettür konusunda bilgi istiyoruz. Nasıl olmalı, açıklar mısınız?
CEVAP: Tesettürdeki işareti Allahû Tealâ veriyor:
24/NÛR-31: Ve kul lil mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ mâ zahera minhâ, velyadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn(zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhâl mu’minûne leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ve mü’min kadınlara söyle, bakışlarını indirsinler (haramdan sakınsınlar) ve ırzlarını korusunlar. Zahir olan kısımlar (görünen el, yüz ve ayaklar) hariç, ziynetlerini açmasınlar. Ve başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar (örtsünler). Ve ziynetlerini, kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya erkek kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya kadınlar veya ellerinin altında sahip oldukları (cariyeler) veya erkeklerden, kadına ihtiyaç duymayan hizmetliler veya kadının avret yerlerinin farkına varmayan çocuklar hariç, açmasınlar. Ve gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tövbe edin! Umulur ki, böylece felâha eresiniz.
Eller, ayaklar ve yüz. Geri kalan yerlerin hepsinin örtülü olması lâzım. Eller, ayaklar ve yüz, ölçü bu.
“Sultanıma sevgiler.” (Bundan sonrası şiirler galiba. “Sultanıma sevgiler” diyor bir kardeşimiz. Allah razı olsun.
Gül cemalini bilen hayran olur Sultanım
Cennet bile seninle seyran olur Sultanım
Senin lütfuna eren sultan olur Sultanım
Yanmışlar kapında reyhan olur Sultanım,
Fazlının eteğine aklın eli erişmez.
Sensiz Gülizarı cennet hicran olur Sultanım.
Kâinatta kimse değil sensin kalplere tabib.
Nurun gönül derdime derman olur Sultanım.
Didarında aşkım yanmakta, ciğerinde zor.
Her gün hergün gel diye ferman olur Sultanım
Nurunun incisidir sema, güneş, ay, yıldız.
Sendeki ışık bir damla umman olur Sultanım.
Bütün âlemin sensin şu anda tek övüncü.
Şanını yüce kılan Rahmân’dır Sultanım
Senin kerem kapına koşmada büyük küçük
Müritlerine başka kim mihman olur Sulatım. (Yani “mihmandar olur Sultanım” demek istiyor).
Sana tâbî olmayan yarın rûz-i cezada.
Bin defa yüzbin defa pişman olur Sultanım.
(Rûz-i mahşer demek daha doğru olacaktı orada, ama rûz-i ceza da geçerli).
Bu necati mücrime nazarın erişmezse
Artık ona her bir şey düşman olur Sultanım
Peygamber Efendimiz müjdesinden sonra
Sahâbe bile seni az mı bekledi Sultanım
Ama Rabbime hamd-ü senalar olsun ki.
Seni Mehdi (A.S)'ı bizlere lâyık gördü Sultanım.
Efendimiz, sizi çok seven talebeniz. Dua ve himmetinizle.
Gemlik’ten bir kardeşimiz, Mihr konusunda şunu söylüyor:
Mutluluğun doruğunda beklemiş Eylül güllerinin
Ey Efendim, kurban olurum o gül kokuna
Hasretin kasıp kavurdu bir yangın, büyüyor sanki
Dosttur o, dost için yanar yanar biterim
İçimi saran tuhaf bir hasretlik, hiç böylesine özlem çekmemiştim
İnsanları davet ediyoruz Allah yoluna
Mehdi resûl gelmiştir hepimizi kardeşler yapmaya
Ahir zaman sahâbeleri olmak isteyenler
Mülâki olsun Allahû Tealâ'ya
Hadi ey yârenler ,Allah’ın mutluluk yoluna
Anlamadınız mı hâlâ? Yaradanı dileyin
Lalasını bulan dönebilir mi hiç kapısından
İnanmayın, kanmayın şu dünyanın malına
Faniyiz hepimiz mecburuz buradan ayrılmaya
Ecel çatınca kapına, Allah sormayacak mı sana?
Resûlullah Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsinde dediği
Ey ümmetim, ahir zamanda güneş batıdan doğacaktır
Sizsiniz Sultanım, batıdan doğan güneşsiniz
Ufku kaplamış, ısıtıyor ve aydınlatıyorsunuz tüm kâinatı
Livay-ı hamd altında bize de yer ver Sultanım.
Sevgili kardeşimiz ismini yazmamış ama bu şiirin en başındaki harfleri bir araya topladığınız zaman yukarıdan aşağıya “Mehdi, İmam, Halife, Resûl” kelimeleri ortaya çıkıyor.
SORU: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, sizi çok seviyor ve Rabbimize bizi yine böyle bir konferansta beraber kıldığı için hamdediyor şükrediyoruz. Ne kadar şanslı olduğumuzu bilir sizi göremeyenler de geç olmadan inşaallah. Bu salondaki kardeşlerimiz için bir şiir yazdık inşaallah. Bazen şiirler anlatır size, bizim acımızı, tadımızı. O gül kokan ellerinizden öpüyorum. Allah sizden razı olsun.
Şimdi şiire geliyoruz:
Bilmiyorlar, çünkü batıldan inmiyorlar
Görmüyorlar, çünkü kibirleniyorlar
Anlamıyorlar da neden kalplerini açmıyorlar
Bak Allah’a değil de putlara koşuyorlar.
Odun taşıyorlar amelleriyle cehenneme
Allah’ın ipine sarılmıyorlar, o elleriyle
Resûle saldırıyorlar, kulaktan dolma bilgileriyle
Sormuyorlar kalpten düşünüp dilleriyle
Allah’a ulaşırlar isteseler bir dilekle
Eğer sen de anlamıyorsan resûlün sözlerini
Ara bir duvar var gibi idrake engele eğer (Yani idrake engel olan ara bir duvar gib).
Allah’a ulaşmayı dile kalksın artık o perdeler
Anlayacaksın o zaman senden zengini yokmuş meğer
Göreceksin o zaman aradığın erenler her yerde
Gel sen de dinle resûlün sözünü
Onun sözü anlatır senin gerçek özünü.
“Her konuda duanızı dileriz.” diyor kardeşimiz.
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Sizi çok seviyorum.”
Biz de sizi çok seviyoruz evlâdım.
“Benim rahatsızlığım var, rahatsızlığımın geçmesi ve hayırlı şifa bulabilmem için.”
Dua ederiz inşaallah.
“Yengem ve kardeşim sinirlendikleri zaman birbirlerini incitiyorlar. Dua eder misiniz inşaallah?
Onlar için de dua ederiz inşaallah.
“Görümcem ve ev halkı için hastalıkları ve sıkıntıları için dua eder misiniz?”
Onlar için de dua ederiz.
“Okuyanlarımız ve çalışanlarımız herkesin gayretli ve başarıları ve sabırlı olmaları için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
“Olmuş ve olacak olan evlâtlarımızın hayırlı evlâtlar olmaları için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
“Herkesin ben ve ailemin, hem dünya hem de ahiret saadetine ulaşması için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
Eşimin hayırlı ve haklarına sahip olacağı hayırlı bir iş bulması için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“İşsizlerimizin hayırlı işlere sahip olmaları için, çalışanların da haklarını vermeleri için dua eder misiniz?”
“Hastalarımıza hayırlı şifa, gelinim ve oğlum için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
“Namazlarımı kılarken ve dualarımızı ihlâsta olarak yapmamız, ölmeden evvel ruhlarımızı inşaallah Rabbime ulaştırmamız için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
“Oğullarımın da namaza başlamaları için ve herkes için dua eder misiniz?”
Herkes için ve oğullarınız için de dua ederiz inşaallah.
“Zikirlerimi de güzelce yapmam için, ihlâslı bir şekilde yapmam için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
SORU-117: Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm rahmetullâh ve berekâtuhu.) Canımız, kanımız, sizi çok seviyoruz. (Biz de sizleri çok seviyoruz. Allah hepinizden razı olsun). Ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaştırılması, bedenden ruh çıkınca ölümün olmayacağını anlatıyoruz. Velâkin anlatamıyoruz. (Yani biz anlatıyoruz da onlar anlamıyorlar diyor kardeşimiz). Bedenden ruh çıkınca insanın ölmeyeceğini anlatıyoruz. (Gerçekten olay bu. Ruh bedenden ayrılıyor ama insan ölmüyor). Hürmetle ellerinizden öpüyoruz. Salondaki babamı bu konuda ikna ederseniz, size her zaman ki minnettarız. Sizi çok seviyoruz.
CEVAP: Bu kardeşimizin babası, bir insan Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah o kişiyi mutlaka cennetine alır. O kişi mürşidine ulaşmadan ölürse, 1. kat cennete gider. Ama sağ kalırsa mutlaka Allah onu mürşidine ulaştıracaktır. Bütün ibadetleri ona sevdirecektir ve bu kişi mürşidine tâbî olduğu zaman ruhu vücudundan mutlaka ayrılıp anadergâha (devrin imamının dergâhına) ulaşacaktır. Ama kişi ölmemiştir. Ruhu, vücudundan ayrılmıştır. Allah’a ait olan ruh, Allah’a doğru yola çıkmıştır. Ama o kişi ölmemiştir. Böyle bir durumda Allah’ın bütün evliyaları, hepsi ruhlarını Allah’a hayattayken ulaştıranlardır. Ama hiçbiri de öyledir diye ölmemiştir.
SORU: Eşime, kayınvalideme, kaynatama, eltime ve çocuklarıma karşı vazifelerim ve davranışlarım nasıl olmalıdır?
CEVAP: Allah için yaşayın. Eşinize saygı gösterin. Onun sözlerini emir kabul edin. Validenize, kayınvalidenize saygı gösterin. Kaynatınıza (kayınbabanıza) saygı gösterin. Eltinize saygı gösterin. Çocuklarınızı da disiplinli, Allah için çalışan, ibadet eden çocuklar yapmaya çalışın. Allah’a ulaşmayı dilerlerse, bizi dinliyorlarsa, mutlu olacaklardır diye düşünüyoruz inşaallah.
SORU: Mp3 almak istiyorum. Bunu nasıl kullanacağız?
CEVAP: Kulağınıza takacaksınız. Bizim “Allah, Allah, Allah…” veya “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye devamlı zikirlerimiz var. Onlardan birini koyacaksınız oraya ve de kulağınızda mütemadiyen Allah kelimesini tekrar edecek. Siz de kalbinizden iştirak edeceksiniz, sessiz bir şekilde.
SORU: Çocuklarımıza nasıl terbiye vermeliyiz?
CEVAP: Anneye, babaya ve büyüğe karşı saygıyı öğreteceksiniz. Şımartmayacaksınız. Ağlıyorlar diye her istediklerini yerine getirmeyeceksiniz çocuğun. Bir mükâfat olarak verin, eğer bir şey verecekseniz. Bir şey, bir iş yapsın, bir başarı göstersin, öyle bir şeyler almayı usûl haline getirin. Ona bir şeyler alacaksanız bu standartlarda oluşturun.
“Zikirlerimi yapabilmek için, cezbemin artması için, rabıta kurabilmek için, kalp gözümün açılması için, ailemle mutlu ve huzurlu yaşamamız için ve fıska düşmememiz için, çocuklarımla en güzel şekilde onları yetiştirip vatana hayırlı bir evlât olmaları için dua eder misiniz?”
Hepsi için dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“İnşaallah, fıska, dalâlete düşmeden, fitne çıkarmadan daimî zikre ulaşabilmek için, Rabbime ruhumu ulaştırmak için dua eder misiniz?
Elbette dua ederiz.
“Bilgili olayım, anlayayım, anlatayım, beraber olayım, hizmetlerde bulunayım, sevdiklerimizle beraber olayım, unutkan olmayayım, öğrendiklerimiz anlatayım, bilgilendireyim ve bildiklerimi aktarayım. Bunlar için dua eder misiniz”
Hepsi için dua ederiz inşaallah.
“Rabıta kurabilmem için, kalp gözümün açılması için, ailemizle huzurlu bir yaşamımız olması için dua eder misiniz?”
Dua ederiz, Allah razı olsun inşaallah.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Canım Efendimiz, mübarek ellerinizden saygıyla öperim. Efendimiz, benim aile fertlerimin annemin, babamın, ağabeylerimin, yengelerimin ve nişanlımın Allah’a ruhlarını ulaştırmaları için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
“Efendimiz, nişanlımla benim, ömür boyu hayırlı bir yuva kurmamız için dua eder misiniz?”
Bu nişanlılık devresinde hareketlerinize çok dikkat edin. Dua ederiz inşaallah.
“Efendimiz, ablamın oğlu rahatsız, durup dururken kafasını yerden yere vuruyor. Onun da şifa bulması için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
“Efendimiz, abimlerin hanımlarıyla ve de aile içi ve dışı hayatlarında huzurlu olmaları için dua eder misiniz?”
Aile içi ve dışı hayatlarında huzurlu olmaları için dua ederiz inşaallah.
Efendimiz, zikirlerimi yapabilmem ve artırmam için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
Efendimiz, eşime hayırlı bir iş için dua eder misiniz? Ölmeden evvel ruhumun Allah’a ulaşması için dua eder misiniz?”
İnşaallah dua ederiz, her ikisi için de
Efendimiz, eşimle hayırlı ve mutlu bir yuva için dua eder misiniz?
Dua ederiz inşaallah.
“Görümcem kursa gitmek istiyor. Onun için dua eder misiniz?”
Onun için de dua ederiz inşaallah.
“Annemin ve babamın Allah’a ulaşmaları için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
“Kızımın hayırlı bir evlât olması için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Efendimiz, mübarek ellerinizden öperim. Bu yola girebilmem ve hastalığımın şifası için mübarek dualarınızı isterim. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Oğlumun iyi bir okulda eğitim görmesi ve tüm ailemle tasavvufu yaşayabilmem için dualarınızı dilerim. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah eğitim görmesi için. Tasavvufu ailenle, bütün ailenin yaşaması için gene dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Muhterem Efendimiz, ellerinizden öperim. Zikirlerimi artırabilmem ve ailemin tasavvufu yaşaması için dualarınızı diliyorum. Allah razı olsun.”
Hem sizin için hem de aileniz için, tasavvufu yaşamanız konusunda dua ederiz inşaallah.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Maddi ve manevi her konuda mübarek dualarınıza muhtacım. Oğlum Mustafa’nın iyi bir iş sahibi olması için de dualarınızı diliyorum. Mübarek ellerinizden öpüyorum.”
Dua ederiz inşaallah.
Bursa’dan bir grup hanım kardeşimiz:
“Sonsuz hürmetle mübarek ellerinizden öper, bu yoldan en güzele ulaşmak konusunda mübarek dualarınızı dileriz. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Muhterem Efendim, mübarek ellerinizden öpüyorum. Himmetinizle her şey çok güzel. Bayram sevinci yaşıyorum. Tüm Bursalı kardeşlerimiz olarak sizi çok seviyoruz. Ellerinizden öperiz. Her konuda ve özellikle ailemin tasavvufu yaşaması konusunda dualarınızı dilerim. Allah razı olsun.”
Bursa’dan bir dinleyici diyor ki:
“Muhterem Efendimiz, “Huzur İslâmdadır.” sözü beni hep korkuturdu. Çünkü “Allah’tan korkun, sakının ha, Allah yakar.” sözleriyle büyümüştüm, nasıl huzur bulabilirdim ki? Ta ki “Allah’ı sevin. Çünkü o sizi çok seviyor. Bütün her şeyi sizin için yarattı.” diyen o mübarek sesinizi duyana kadar. Öyle bir sevdaya tutuldum ki beni ölüm bile ayıramaz. Beni ölü iken dirilten sözleriniz, huzurun, İslâm’ın kalbimde doğmasına sebep oldu. Mutluyum hem de çok mutluyum ve artık bütün insanların mutluluğu için çalışan, sizin yanınızdan hiç ayrılmayan bir hanım sahâbe olmak istiyorum. Gül kokan ellerinizden hürmet ve hasretle öperim.
“Çok güzel, tebrik ederiz. Böyle düşünmeye devam edeceksin inşaallah. Doğru senin yaptığın. Hayırlı olsun.
İstanbul Şişli’den bir kardeşimiz:
“Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Ellerinizden hürmetle öperim. İki oğlum Suat ve Önder ve annem Gülhatun, kardeşlerim için Yüce Allah’tan himmetlerinizle hidayet talep ediyorum.”
Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
“Şu anda sağlık durumum iyi olmadığı için hizmetlere gidemiyorum. Dualarınız talep ediyorum. Himmetinize muhtacım.”
Dua ederiz inşaallah.)
“Efendimiz, Ümmet-i Muhammed (S.A.V) için, hidayete ermeleri için dualarınızı talep eder, ellerinizden hürmetle öperim.”
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz:
“Gönüller Sultanı Efendimiz, ellerinizden hürmetle ve muhabbetle öperim. Allah’a ulaşma talebinin kalbime yerleşmesi için dua eder misiniz? Bir de dileğim var kabul olması için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
“Allah sizi başımızdan eksik etmesin.”
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Muhterem Efendimiz, gül kokan mübarek ellerinizden sonsuz hürmetle ve hasretle öperim. Bursa’ya hoşgeldiniz, sefalar getirdiniz inşaallah. Sizi ve tüm kardeşlerimizi çok seviyorum inşaallah. Bir insanın kendi kendine hidayete ermesi ve teslim olması mümkün müdür?
CEVAP: Hayır, mümkün değildir. Mutlaka mürşidine ulaşıp, ruhunun vücudundan ayrılmasını mümkün kılacaktır. Başka türlüsü olmaz. Mürşidine ulaşıp tâbî olduğu zaman, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra ruhu vücudundan ayrılacak, devrin imamının bulunduğu dergâha gelecek ve oradan seyr-i sülûkla Allah’ın Zat’ına ulaşacaktır. Bu iş kendi kendine hiçbir zaman olmaz. Bir insanın kendi kendine hidayete ermesi, teslim olması mümkün değildir.
“Günümüzde insanlar, ibadet ederek hidayete erdiklerini zannetmekteler. Bu doğru mudur?”
İbadetle hiç kimse hidayete eremez. Asla doğru değildir.
“İnşaallah her konuda dualarınıza muhtacız.”
İnşaallah her konuda dua ederiz inşaallah Allah razı olsun.
Bir kardeşimiz:
“Sevgili Efendimiz, ellerinizden hürmetle öperiz. Bütün akrabalarımın İslâm’ı yaşaması için dua eder misiniz?”
Hepiniz için dua ederiz inşaallah.
“Sevgili Efendimiz, ellerinizden hürmetle öperiz. Annemlerin durumu için, evlerinin huzuru için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz:
“Sevgili Efendimiz, ellerinizden hürmetle öperiz. Oğlumun doğru yolu bulabilmesi için ve İslâm’ı yaşayabilmesi için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz:
“Sevgili Efendimiz, ellerinizden hürmetle öperiz. Babamın ağrısına şifa için, bütün sülâlemin İslâm’ı yaşayabilmesi için dua eder misiniz?”
Bütün sülâlenizin İslâm’ı yaşabilmeleri için dua ederiz inşaallah.
“Sevgili Efendimiz ellerinizden hürmetle öper, oğlumun işlerinin düzelmesi için, kızımın işinde yükselmesi ve Allah yolunda olmaları için dua eder misiniz? (Dua ederiz inşaallah.) Ayrıca evimin huzuru ve ailece İslâm’ı yaşayabilmek için de dua eder misiniz?”
İstanbul Şişli’den bir kardeşimiz:
“Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûm selâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu). Muhterem Efendimiz, eşim ve oğlum ilk defa konferansa geldi. Onların ve bütün dalâletteki insanların hidayeti için dualarınıza ihtiyacımız var.”
Dua ederiz inşaallah. Allah, onları da inşaallah en kısa sürede hidayete erdirir.
“Efendimiz, ne kadar kıymetlisiniz Allah’ın nazarında. En kıymetli ilmi sizden aldık. Kâinat pazarından sizi görmeyen gözün, duymayan kulağın, fıkıh etmeyen kalbin perde var üzerinde. Canımız sultanımız, Efendimiz.”
Yalova’dan bir kardeşimiz:
Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, gül kokulu ellerinizden öpüyoruz. Sizden Bodrum’daki ailem için dua talep ediyorum. Efendimiz, kardeşimin üniversitede hayırlı bir yerde yerleşmesi için, benim de derslerimde çok başarılı olmam için dua talep ediyoruz. Tüm kardeşlerimiz ve biz, daimî zikre ulaşmayı diliyoruz. Hakkımızda her şeyin hayırlı olması ve kafamın rahatlayıp Allah yolunda ilerleyebilmek için dua talep ediyoruz Efendimiz. Allah razı olsun.”
Dua ederiz inşaallah hepsine evlâdım.
Bursa’dan bir öğrencimiz:
“Esselâmu aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Sevgili canım Efendimiz, ellerinizden özen ve sevgiyle öpüyorum. Eşimin, çocuklarımın ve benim, iştiyakımızın artması, Allah yolunda arabayı çekenler olmamız için dua eder misiniz?”
Dua ederiz inşaallah.
“Zikirleri arttırarak çekebilmem ve ibadetlerimi eksiksiz yapabilmem için dualarınıza muhtacım.
Onlar için de dua ederiz inşaallah.
“Oğlumun ve kızımın derslerinde başarılı olmaları için de dua eder misiniz?”
Onlar için de dua ederiz inşaallah.
“Her konuda dualarınıza muhtacız sevgili Efendimiz, sizi çok ama çok seviyoruz.
Biz de sizleri çok ama çok seviyoruz.
Bursa’dan bir kardeşimiz:
“Eşimin ve kızımın hidayete ermesi ve ayaklarından rahatsız olan abimin iyileşebilmesi için çok özel dualarınızı bekler, hürmetle gül kokan ellerinizden öperiz.”
Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Gemlik’ten bir dinleyicimiz diyor ki:
“Bereketimizin artması ve işlerimin düzgün gitmesi ve her konuda dua eder misiniz?”
Her konuda dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
SORU: Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, biz yakın bir zamanda ev aldık. Fakat hâlâ tapusunu alamadık. Evde de imtihan yaşamaktayım. Muhterem Efendimiz, emir ve görüşleriniz nedir?
CEVAP: Dua ederiz inşaallah. Allah razı olsun.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. (Ve aleykûmselâm ve rahmetullâh ve berekâtuhu.) Kızlarımın ve benim, ibadetlerimizi eksiksiz yapabilmem için, ayaklarımızın sabit kılınabilmesi için, gelen imtihanlara sabır gösterebilmemiz için, Allah’a lâyık kul, Efendimize lâyık mürid olmayı, rahatsızlıklarımızın geçmesi, bütün teslimiyetleri gerçekleştirebilmek için çok özel dualarınıza muhtacız.”
Allah razı olsun. Dua ederiz inşaallah.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Sevgili Efendimiz, hasretle ellerinizden öperiz. Efendimiz, her konuda dualarınıza muhtacız. Dua buyurur musunuz? Sizi çok seviyoruz Efendimiz.”
Biz de sizleri çok seviyoruz evlâdım. Allah razı olsun.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu. Muhterem Efendimiz, ben tâbî olmadan önce (0-11 yaşlarındayken) “Mehdi gelecek” dediklerinde, “Allah’ım, ben de o devre kadar keşke yaşasaydım. Mehdi Resûl’ün çevresindeki birkaç kişinin yerinde olsaydım, daha ne isterim ki?” demiştim. İşte elhamdülillah, Allah dualarımı kabul etti. Efendimiz, bir tanemiz, sizi çok seviyorum. Allah’ın bu ni'metini en güzel biçimde değerlendirebilmek için, hayatımın sonuna kadar sizinle beraber olabilmek için dualarınızı bekliyorum Efendimiz. Hürmetle ellerinizden öpüyorum. Esselâmun aleykûm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.”
Ve aleykumselâm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.
Bir dinleyicimiz diyor ki:
“Muhterem Efendimiz, Allah’a hamdolsun ki Bursa konferansınıza gelmemizi nasip kıldı. Geldik. Muhterem Efendimiz, himmetinizle her şey burada çok güzel. Efendimiz sizinle birlikteyken her şeyinizle muhteşemsiniz. Canımız Efendimiz, sizin uğrunuzda bu canımız feda olsun. Himmetinizle Allahû Tealâ’nın bizi bu konuma getirmesi için ve her konuda o mübarek dua ve himmetinize muhtaç olduğumuzu arz ederiz.”
Hepiniz için dua ederiz inşaallah.
“Muhterem Efendimiz gül kokan ellerinizden hasretle öperiz. Zikrimizin artması, iştiyakımızın artması için ve annemin rahatsızlığı için dua buyurur musunuz? Yeni tâbî olan dayım, yengem için dua buyurur musunuz?”
Hepiniz için dua ederiz inşaallah.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım. Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Allahû Tealâ bize Gemlik’te böyle bir konferansı nasip kıldı. Sizlerden bu kadar çok övgü dolu sözler işitebilmek, Allahû Tealâ'nın çok büyük bir ni'meti diye düşünüyorum.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili misafirlerimiz, Allah’ın huzurunda hepinize teşekkürlerimizi sunuyoruz. Allah için varız. Bu demektir ki sizler için varız. Hedefimiz, Allahû Tealâ'nın bizi hedeflendirdiği şey, hepinizin mutlaka hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaşmanız. Bunun için dualarımız sevgili kardeşlerim. Bunun için çalışıyoruz gece gündüz. Bunun için konferanslar veriyoruz. Bunun için yaşıyoruz. Allahû Tealâ'ya dua ediyoruz sizler için ki Allah, hepinizi hem cennet saadetine, hem dünya saadetine ulaştırsın sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili misafirlerimiz.
İmam İskender Ali M İ H R