}
Cezbe 30.04.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110138


SOHBETİN ADI: CEZBE

TARİHİ: 30.04.2006 


Esselâmu aleykum ve rahmetullâhi ve berekâtuhu.

 

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allaha sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Bugünkü konumuz: Cezbe.

Hani Allahû Tealâ insanı ona verdiği ani bir cereyanla titretir ya böyle bir titretme, Allahû Tealâ’nın cereyanın o kişiye ulaşmasını ifade eder. Bu ulaşan ve kişiyi kendi iradesinin dışında bir titreşimle titreten kudretin adı cezbedir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de ‘vecilet’ olarak ifade ediyor bunu; kalbin Allah’tan gelen bir cereyanla titremesi olayını. Kişinin kendi iradesinin içinde olmayan bir konu ve Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

8/ENFÂL-2: İnnemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu zâdethum îmânen ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).

Gerçek mü’minler onlardır ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri titrer (cezbelenir). Ve onlara Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların îmânlarını arttırır ve Rab’lerine tevekkül ederler.



“innemâl mu'minûnellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum.”


“İşte muhakkak ki mü’minler (yani Allaha gerçek anlamda inanan mü’minler) onlardır ki; Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer.”

İşte bu kalbin titremesi vücudun titremesi şeklinde tecelli eder. O vücudu titreten Allahû Tealâ’nın kalbe verdiği bu cereyandır, ani bir elektrik sadmesi, ani bir elektrik cereyanı Allah’ın katından kişinin kalbine ulaşır ve kişiyi şiddetle sarsar. İşte böyle bir olay.

ve izâ tuliyet aleyhim âyâtuhu: Ve onlara Allahın âyetleri okunduğu zaman (tilâvet edildiği zaman.”

“zâdethum îmânen: Îmânları artar.”

“ve alâ rabbihim.”

“Ve Rab’lerine tevekkül ederler.”


“ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne):
Onlar Rab’lerine tevekkül ederler (yani Allahı kendilerine vekil kılarlar).”

Sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ herkese cezbe vermez, herkes cezbeli olamaz. Seçim insanlarda değil, seçim Allah’ta. Burada Allahû Tealâ’nın kullandığı ‘vecilet’ kelimesi kalbin bu tarzdaki titremesini ihata ediyor. Enfâl Suresinin 2. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ onlara: “Îmânı artan mü’minler.” diyor.  “Onların îmânlarını artırır.” diyor. Allah’ı vekil etmek öyle bir müessesedir ki kişi, Allah’ın kendisi üzerine vücuda getirdiği bütün olayları hep Allah’a sonsuz hamd ve şükrederek karşılar. Onun için Allahû Tealâ’dan gelen her şey şereflerin en büyüğüdür. Allahû Tealâ ona cezbe vermişse bu îmânın, tahkikî îmânın başlangıcıdır çünkü kişi kendisinin değil onun dışından olan bir kuvvetin, bilmediği bir gücün kendisini nasıl cezbeyle titrettiğini yaşar. Elinde olmayan bir dizaynda kendisinin dışında bir kuvvetle sarsıldığını görür kişi, bunu yaşar. Bu, Allah’ın varlığının o kişi üzerindeki en ciddî açıklamasıdır. Burası tahkikî îmânın başlangıç noktasıdır. O güne kadar kişi gaybda Rahmân’a huşû duyan birisidir, cezbesi yok. Allah bir gayb onun için, Allah’a inanıyor ama gaybda inanıyor. Orada, bu kişide henüz gaybî îmân vardır, tahkikî îmâna girmemiştir. İşte bir insanın tahkikî îmâna giriş noktası cezbedir.

Cezbe, o kişinin dışındaki bir kuvvetle şiddetle sarsılması halidir. Hacc Suresinin 35. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

22/HACC-35: Ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum vas sâbirîne alâ mâ esâbehum vel mukîmis salâti ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne).

Onlar, Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titreyenlerdir (Allah’tan gelen bir cereyanla kalpleri ve vücutları sarsılanlardır). Onlara isabet edenlere (musîbetlere) sabredenlerdir ve salâtı (namazı) ikame edenlerdir. Ve onlar, onları rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler.



ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum: Onlar k; Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer.”


“vas sâbirîne alâ mâ esâbehum: Onlar kendilerine isabet eden şeye sabrederler.”

“Ve onlar kendilerine isabet eden şeye (Allah’ın isabet ettirdiği şeye) sabrederler.”

Ne demek istiyor Allahû Tealâ? Diyor ki Allahû Tealâ:  “Biz” diyor, “senede bir kaç defa musîbetlerle imtihan ederiz” diyor, “herkesi.” Musîbetlerle Allahû Tealâ’nın imtihan ettiği insanlar, bakalım Allahû Tealâ’ya karşı ne diyorlar. Bir basit misal verelim: Bir kadın bir çocuk doğuruyor ama çocuk kötürüm, ne ayaklarını ne kollarını kullanamıyor ama doğmuş. Kadın ellerini kaldırıyor Allahû Tealâ’ya: “Ya Rabbi!” diyor, “Neden Ayşe’ye, Fatma’ya değil de bana verdin bu çocuğu? Ben Sana ne yaptım? Niçin beni bununla cezalandırıyorsun?" Bir başka kadın da gene Allahû Tealâ ona bir kötürüm çocuk vermiş, bu kadın şükrediyor Allahû Tealâ’ya: “Ya Rabbi! ” diyor, “Sen bana normal bir çocuk vermedin. Bu bana verdiğin çocuk kötürüm, yerinden kımıldayamıyor. Anlıyorum ki beni annelerin en üstünlerinden yapmak istiyorsun. Bana ömür boyunca güç ver, Yüce Allah’ım! Ben bu çocuğu sağlıklı bir çocuk gibi yetiştirmeye çalışayım. Ben bu çocuğu bana lâyık gördüğün için Sana, Senin huzurunda sonsuz hamdediyorum, şükrediyorum çünkü böyle bir olay bana Veysel Karani Hazretlerini hatırlattı. Onun da annesi böyleymiş, kötürümmüş. Ya Rabbi! Öyleyse bana güç ver, kuvvet ver. Ben şu anda çok güçlü hissediyorum kendimi. Bu çocuğa kendimi adayacağım ve inşaallah ona en güzel şekilde baktığımı ispat edeceğim Sana. Ya Rabbi! Bu da ancak Senin bana güç vermenle, kuvvet vermenle gerçekleşir ama bu çocuğu en güzel standartlarda Sana lâyık bir evlât olarak yetiştireceğime Sana, Senin huzurunda söz veriyorum, Ey Yüce Allah’ım!”

 

İşte böyle söyleyen kadınlar da olabilir. Bunlar, bu insanlar güçlükler karşısında Allah’ın musîbetlerinin karşısında yılmayanlardır, o musîbetlere sabredenlerdir. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 156. âyet-i kerimesinde diyor ki:

 

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).

Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.


 

“Kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman onlar derler ki: innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne): Muhakkak ki biz Allah içiniz, Allah için yaratıldık ve mutlaka O’na ulaşacağız (ruhumuzu mutlaka hayatta iken O’na ulaşacağız, rücû edeceğiz Allahû Tealâ’ya; Allah’a ruhumuzu hayatta iken geri döndüreceğiz, rücû ettireceğiz).”

Sonra da Allahû Tealâ bir sonraki âyet-i kerimede, Bakara-157’de diyor ki:

 

2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).

İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.



“Allah’ın rahmeti ve salâvâtı bu hidayete eren bu insanların üzerinedir.” diyor. “Ruhunu Allah’a rücû ettirmek üzere (geri döndürmek üzere) harekete geçenlerin üzerinedir” diyor, “Allah’ın rahmeti ve salâvâtı.”

İki grup nur: Rahmetle fazl ve rahmetle salâvât. Burada rahmetle salâvâttan bahsediyor Allahû Tealâ. Öyleyse Hacc Suresinin 35. âyet-i kerimesini bir defa daha okuyoruz. Yarıya kadar gelmiştik.        

 

“ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum: Onlar ki Allah’ı zikrettikleri zaman kalpleri titrer.”

“vas sâbirîne alâ mâ esâbehum: Ve onlar Allah’ın kendisine isabet ettirdiği şeyden (musibetten, musibete) sabrederler.” diyor. “Kendisine isabet ettirdiği şeye sabrederler.” diyor.

Burada Allahû Tealâ musîbeti kastediyor.

“vel mukîmis salâti: Ve salâtı (namazı) ikame derler (namaz kılarlar).”

“ve mimmâ razaknâhum yunfikûn(yunfikûne):Ve onları Bizim rızıklandırdığımız şeyden (onlara verdiğimiz rızıktan) infâk ederler.” diyor Allahû Tealâ.

 

Burada rızkın infâkı ayrı bir olaydır. Bir insanın malı vardır, onu verir. Allah o kişiye bu malı vermiştir. Allah o kişinin tarlasına buğdayın bol miktarda vücuda gelmesini sağlayarak o kişiyi tarlasına verdiği buğdayla rızıklandırmıştır. Bu bir rızıktır. Allah bize tarlamıza mahsul verdiği zaman; ağaçlarımıza armut, erik, elma; meyve verdiği zaman bizi rızıklandırır. Allah’ın verdiğinin adı rızıktır. Kim bu rızkı alır da başka birisine verirse o kişi diğerini rızıklandırmış olmaz. O kişi diğerini infâk eder, Allah’ın verdiği rızıktan infâk eder. Bu fizik standartlarda bir insanın başkalarına faydalı olması halidir, başkalarını rızıklandırması halidir. Ama sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, bir de kişinin fizik vücudunun nefsini rızıklandırması vardır. Ne zaman zikir yaparsanız, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra da mürşidinize tâbî olduktan sonra bu zikri yaparsanız: “Allah, Allah, Allah, Allah,” dediğinizde Allah’ın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât göğsünüze, göğsünüzden kalbinize ulaşır. Bunu gerçekleştirmek üzere Allahû Tealâ daha evvel En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesine göre göğsünüzü yarmıştır, göğsünüzden kalbinize nur yolu açmıştır. Diyor ki Allahû Tealâ orada:

 

6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).

Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.

 

“fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi): Allah kimi hidayete erdirmeyi dilerse (O’na; Kendisine ulaştırmayı dilerse, irade ederse, isterse) onun göğsünü yarar.” diyor Allahû Tealâ, “Şerh eder.” diyor.

yeşrah sadrahu: Onun göğsünü yarar (şerh eder).”

“lil islâmi: Teslimi için.”

“O kişinin ruhunu Allah’a teslim etmesi için onun göğsünü yarar (şerh eder).” diyor Allahû Tealâ.”

             

Ne olur? O kişi Allah’a ulaşmayı dilemiştir, Allah onun göğsünü yarmıştır, göğsünden kalbine nur yolu açmıştır. Kişi zikir yaptığı zaman mürşidine tâbiiyetten sonra Allahû Tealâ’nın katından gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları o kişinin göğsüne gelir, göğsünden o Allah’ın yardığı yarıktan geçerek nefsin kalbine ulaşır, nefsin kalbine Allahû Tealâ îmân kelimesini yazmıştır ve bu sebeple o kişinin kalbinde nur birikimi başlayacaktır. Neden? Çünkü îmân kelimesi bir manyetik alanın sahibidir. O kişinin kalbine zikirle gelen rahmet, fazl ve salâvât nurlarından fazıllar îmân kelimesinin zıddı kutbu oluşturduğu için kalbi tamamen dolduran rahmet, fazl ve salâvât nurlarından fazıllar o kişinin kalbini işgal etmeye başlar. İşte böyle bir işgal etme müessessi o kişinin kalbini karanlıklardan aydınlığa çıkarır.

Ne olmuştur? Fizik vücut zikir yapmıştır. Fizik vücut zikri niçin yapmıştır? Nefsin kalbine Allah’ın rahmeti, fazlı ve salâvâtı ulaşsın diye. İşte böylece Allahû Tealâ’nın verdiği rızkı fizik vücut bir nafaka olarak o kişinin kalbine ulaştırır. Fizik vücut nefsi infâk eder, nefse nafaka verir; Allah’ın rızkı olan rahmet, fazl ve salâvât nurlarını o kişinin kalbine göndererek. Mu’minûn Suresinin 60. âyet-i kerimesinde de Allahû Tealâ gene kalplerin titremesinden bahsediyor:

 

23/MU'MİNÛN-60: Vellezîne yu’tûne mâ âtev ve kulûbuhum veciletun ennehum ilâ rabbihim râciûn(râciûne).

Ve onlar vereceklerini verirler. Onlar, Rab’lerine geri dönenler (ulaşanlar) olduğundan onların kalpleri titrer.

           

vellezîne yu’tûne mâ âtev: Onlar verecekleri şeyi verirler.”

Yani “Allah’a vermeleri gereken, ulaştırmaları gereken ruhlarını Allah’a ulaştırırlar.” diyor Allahû Tealâ.

“ve kulûbuhum veciletun: Ve onların kalpleri titrer.” diyor Allahû Tealâ.


“ennehum:
Muhakkak ki onlar.”

“ilâ rabbihim râciûn(râciûne): Muhakkak ki onlar Rab’lerine rücû edenler (geri dönenlerdir; (ruhlarını hayatta iken Rab’lerine, Allahû Tealâ’ya ulaştıranlardır).” diyor Allahû Tealâ.

 

Bu müessese sevgili kardeşlerim, herkeste oluşmaz. Allah’a ulaşan, Allah’a ulaşmayı dileyen herkes mutlaka cezbe sahibi olacaktır diye Allah’ın bir kaidesi yok ama Allah’a ulaşmayı dileyenlere Allahû Tealâ cezbeyi verir. Yalnız bir şartı vardır, cezbe hiç kimsede kendi kendine oluşmaz. Bu sebeple tasavvuf müessesesi, tarikat müessesesi ve Kur’ân insanları mürşide ulaşmaya mecbur kılmıştır, Kur’ân mecbur kılmıştır.

Mürşide tâbiiyet farzdır. Farz mıdır? Bakın ne diyor Allahû Tealâ, Mâide Suresinin 35. âyet-i kerimesinde:

 

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.

 

“yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete.

“Ey âmenû olanlar (Allaha ulaşmayı dilemiş olan âmenû olanlar)! Takva sahibi olun.”

Âmenû oldukları zaman birinci takvanın sahipleri, şimdi ikinci defa takva sahibi olmalarını emrediyor Allahû Tealâ. Nasıl takva sahibi olacaklar?

“Allah’a sizi ulaştırmaya vesile olacak kişiyi Allah’tan isteyin ve böylece takva sahibi olun.” diyor Allahû Tealâ.

 

İnsanları Allah’a ulaştıracak olan vesilenin adı mürşiddir, irşada ulaştıran kişi. O bir velî olabilir, o bir velî resûl olabilir, o bir nebî resûl olabilir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) nebî resûl olarak kâinatın peygamberi olarak insanları hidayete erdirdi. Her devirde bütün zaman aralıklarında mutlaka Allah’ın bir resûlü bütün kavimlerde yaşar. Allahû Tealâ: “Bir resûl göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyiz.” diyor İsrâ Suresinin 15. âyet-i kerimesinde.

 

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsihî, ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziratun vizra uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).

Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.

 

Allahû Tealâ  Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

 

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

 

“Biz bütün kavimlere bir resûl göndeririz, onları dalâletten kurtarsınlar da hidayete erdirsinler diye.”

Öyleyse Allahû Tealâ’nın bu bapta yaptığı çok açık bir, gerçekleştirdiği çok açık bir olay var. Bu olay sevgili kardeşlerim, Allah’ın o insanlara uygun gördüğü bir yardımdır. Allahû Tealâ bütün insanlara yardım etmek ister ama sadece lâyık olanlara bunu yapar.

 

İşte bir insanın Allah’a ulaşmayı dilemesi Allah’tan yardım alarak mürşidine ulaşması ve tâbiiyetini ifade eder. Kişinin cezbe sahibi olabilmesi için cezbenin sahibi olan birinden el alması Allah’ın Kurân-ı Kerim’e koyduğu temel kanundur. Onun için cezbe sahibi olan bir mürşid, Allah’ın sevgilisi olduğunu o cezbesiyle hayatı boyunca yaşar. Allahû Tealâ’nın dilediği an onu şiddetle sarsması Rabbinin onu sevdiğinin kesin bir işaretidir ve kalbin titremesi asıldır. Mürşide tâbî olmak bu sebeple mutlaka farzdır. Bir insan mürşidine tâbî olduğu zaman acaba nelerin sahibi olur?

 

Buna baktığımız zaman sevgili kardeşlerim, evvelâ o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu gelir ve o kişinin ruhuna der ki: “Senin Allah’a ulaşma günün geldi, vücudu terk et.”

İşte Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ buyuruyor:

 

40/MU'MİN-15: Rafîud deracâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzira yevmet telâk(telâkı).

Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmak istediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.

 

“Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından lâyık olanlara emrinden ruh gönderir, o kişiyi yevm’et telâk’ının (Allah’a mülaki olma gününün) geldiğini haber vererek onu ikaz etsin diye (uyarsın diye).”

Devrin imamının ruhu o kişinin üzerine gelir ve onun ruhuna der ki: “Senin Allah’a ulaşma günün geldi, vücudu terk et. Allahû Tealâ’nın davetiyle karşı karşıyasın.”

 

İşte bu olay kişi mürşidine tâbî olduğu gün gerçekleşir. Kim ihsanla tâbî olmuşsa yani gerçek anlamda Allah’a ulaşmayı dilemişse Allah onun kalbine tecelli etmiştir, onun kalbine ulaşmıştır, kalbini Allah’a çevirmiştir, göğsünden kalbine nur yolunu açmıştır. O kişinin nefsinin kalbinde %2 de rahmet nuru toplandıktan sonra o kişi hûşuya ulaşmıştır, onun üzerine hacet namazını kılmıştır, Allah onu mürşidine ulaştırmıştır, mürşidine ulaştığı zaman cezbeli bir mürşidse o kişi de gerçek anlamda Allah’a ulaşmayı dilediyse onda cezbe oluşması kuvvetli bir ihtimaldir.

 

Cezbeyi Allah’a yakınlığın mutlak şartı olarak düşünmeyin. Bir kısım insanlar vardır, Allah onları sever ama onlara cezbe vermez. Onlar da ruhlarını Allah’a ulaştırırlar, fizik vücutlarını Allah’a teslim ederler, nefslerini Allah’a teslim ederler ama cezbeleri yoktur. Öyleyse cezbe sahibi olmak mutlak bir hüküm değildir. Bir kısım insanlar cezbe sahibi olabilir, bir kısım insanlar olmazlar. Öyleyse cezbeyi kime vereceğini Allah tayin eder.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah ile olan ilişkilerinizde eğer Allah’a ulaşmayı dilemiyorsanız cehennemden kurtuluşunuz mümkün olmaz. Bunu bir defa daha altını çizerek sizlere ulaştırıyoruz sevgili kardeşlerim, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe Allah’ın güzelliklerinden hiçbirisini yaşayamazsınız. Ne yazık ki zamanımızda dîn öğretisinde bu konu yer almamıştır, dînlerini asırlardan beri insanların yazdığı kitaplardan öğrenen, Kurân-ı Kerim’e bakmayan, Kur’ân-ı Kerim’in söyledikleriyle ilgilenmeyen dîn âlimleri ne yazık ki insanları o kitapların standartları içinde değerlendirirler. Ne kendileri cezbelidir ne de başka insanların cezbesine tahammül edebilirler.

 

Sevgili kardeşlerim, cezbe Allah’ın çok büyük bir ni’metidir. Bir insan cezbeli olan birisinden el öpmedikçe cezbe sahibi olamaz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de cezbeliydi ama cezbeyi Cebrail (A.S)’dan aldı. Nasıl olmuştu olay? Hadi gelin beraberce bakalım: Hira Dağı’ndaki Nur Mağarası’nda Peygamber Efendimiz (S.A.V) her sene otuz gün, hatta bazı seneler kırk gün o mağaraya çekilirdi ve orada tek başına kalırdı. Bütün insanlarla kırk gün süreyle ilişkisini keserdi. Yanına aldığıysa sadece kuru ekmekti, kuru ekmek ve su. Orada o kırk gününü bütün insanlardan çekilerek Allah ile baş başa kalarak geçirirdi. Peygamberlik gelmeden evvelki olay.

 

Bir gün gene öyleyken yani kırk günün hangisinde olduğunu bilmiyoruz olayın, Cebrail (A.S) bembeyaz elbiseleriyle bir insan şeklinde temessül ederek Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e göründü ve ona doğru bir adım attı ve “ikra.” dedi, “Oku.”

Peygamber Efendimiz (S.A.V) okuma bilmiyor, cevap verdi: “Ben okuma bilmiyorum.” Ama hafifçe irkilmişti. Cebrail (A.S) bir adım daha attı: “ikra” dedi, “Oku.” Peygamber Efendimiz (S.A.V) ikinci defa aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmiyorum.” Cebrail (A.S) üçüncü adımı attığı zaman ulaşmıştı ona, kollarıyla sımsıkı Peygamber Efendimizi (S.A.V)’i kavradı ve de dedi ki: “ikra’bismi rabbike: Rabbinin ismiyle oku.” dedi. O bunu derken Allah’ın cereyanı, cezbe ikisine birden geldi, şiddetle sarsıldılar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) o günden sonra cezbeli oldu.

 

Sevgili kardeşlerim, bu cezbeden 30 yıl sonra Hz. Ali devrin imamı oldu ve görev ondaydı. Emirul mu’minin; mü’minlerin emiri. Sevgili kardeşlerim, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz peygamberdi, nebî resuldü. Ondan sonra gelen Hz. Ebû Bekir nebî veya resûl olduğuna dair bir işaret yok. Ondan sonra gelen Hz. Osman, ondan sonra gelen Hz. Ali onlar seçimle iş başına geldiler, mü’minlerin emiri oldular hepsi. Önce Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra da Hz. Ali, her biri devrinin halifesiydi. Öyleyse bulundukları devrede mutlaka huzur namazının imamlarıydılar ve ölümlerine kadar da devam etti bu olay.

 

Sevgili kardeşlerim, Hz. Ali şunu söylüyor mescidde sahâbeye: “Ey sahâbe! Ben sizin cezbenizden bu mescidin tavanının sarsıldığını bilirim. Size ne oldu ey benim azîz kardeşlerim, sevgili kardeşlerim? Cezbeniz nasıl böylesine yok oldu?” Cezbe Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında bütün sahâbenin alâmet-i farikasıydı, başkalarından onları farklı kılan bir özellikti. Sahâbenin hepsi cezbeli miydi? Hayır, bir kısmı cezbeli değildi ama onlar da gerçek Müslümanlardı. Sevgili kardeşlerim, gerçek Müslümandan muradımız ne? Ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim edenler. Bütün sahâbe bu özelliklerin sahibiydi.

 

İşte böyle sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ’ya sonsuz hamdederiz, şükrederiz ki Allahû Tealâ bize de bu konumuzun muhtevasını nasip kıldı. Bizi de cezbe sahibi kıldı ve bizim bugün yüzlerce kardeşimizde, binlerce kardeşimizde cezbe hamdolsun ki bir işaret olarak mevcuttur. Cezbeli olan hamdolsun ki çok sayıda kardeşimiz var aramızda.

 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde cezbe bahsinde birlikte olduk. Allahû Tealâ’nın son derece güzel bir olay olan cezbesiyle hepinizi nasiplendirmesini, hepinizi cezbeli kılmasını Yüce Rabbimizden niyaz ederek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz, sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

 

İmam İskender Ali  M İ H R