}
Davranış Biçimleri (Bileşik Kaplar Kanunu) 08.11.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110672

SOHBETİN ADI: DAVRANIŞ BİÇİMLERİ
TARİHİ: 08.11.2006  
                 

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz. Konumuz mu? Davranış biçimleri.

Sevgili kardeşlerim! Allah’a ne kadar yaklaşırsanız, davranışlarınız o kadar değişir. Bir insanın başkalarıyla anlaşamaması, mutlaka her şeyden evvel, o kişinin kendi hatalarına bağımlıdır. Birleşik Kaplar Kanunu, insanların birbirine olan davranışlarında, bütünü ile geçerlidir.

Allahû Tealâ diyor ki: “Men dakka duka: Çalma kapımı, çalarlar kapını.” Kime, hangi tarzda bir davranış biçiminde bulunursanız, onun aynısı size toplumun belki bir başka noktasından mutlaka gelir ve ulaşır. Allah’ın adaleti şaşmaz bir adalettir.

Kime hangi iyilikte bulunursanız, başkalarından da size aynı istikamette bir iyilik gelecek ve adalet mutlaka tamamlanacaktır. Öyle ise başkalarına davranış biçimleri istikametinde ne ulaştırırsanız, toplumdan size aynı şey geri gelir.

Evvelâ bir insan başkasına bir huzursuzluk verdiğinde, onu üzdüğünde, öfkesine kapılarak ona hakaret ettiğinde, kötü davrandığında, bilsin ki arkasından kendisine de Allahû Tealâ onun bilmediği bir cepheden, mutlaka bir kötülük isabet ettirecektir. Onu üzecek bir olay, mutlaka cereyan edecektir.

Sevgili kardeşlerim! Allah ile olun. Allah, kâinattaki en büyük dostunuzdur. O, sizi sever. Siz O’nu sevmeseniz de sever. Ama istediği şey, sizin de mutlu olmanızdır. Ne var ki mutluluk, bir liyakat işidir. Ona lâyık olmak zorundasınız. Allah’ın mutluluğuna lâyık olmak zorundasınız.

A benim sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Ne diye huzursuzluğunuzun sebebini hep başkalarına yüklemeye çalışırsınız? “İşte falanca bana böyle davrandı da böyle oldu. Ben çok üzgünüm.” Durun bakalım! Evvelâ bir düşünün. Onun size öyle davranması için siz ona ne yaptınız? Hiç bunu düşündünüz mü?

Sevgili kardeşlerim! Toplumu kemiren en büyük hastalık dedikodudur. Dedikodu, bütün insanları birbirine düşüren, şeytanın en kuvvetli silahıdır. İnsanlar: “Ne var ki bunda?” derler. “Yani falanca feşmekâna bunu demiş. Ben de öyle olduğunu gittim falancaya söyledim. Ne olmuş yani? Bu bir kötülük mü?” Kötülüğün daniskası!

Sevgili kardeşlerim! Birisi bir diğerine bir kötülük yaptı diyelim. Bunu kendisine kötülüğü yapmış olan kişiyle halletmesi gerekirken, kötülüğe maruz kalan kişi öyle yapmıyor. Birisi bir başkasına kötü bir söz söylemiş, öfkelenmiş, ona bir kötü söz söylemiş, o da üzülmüş. Yapması lâzımgelen şey ne? Başka birine gidip de: “İşte bana haksız yere bunları bunları söyledi.” deyip ondan sonra daha başka birine gidip de: “Bana böyle böyle yaptı.” deyip kendisine taraftar toplaması mı ve diğerinin karşısında bir cephe oluşturması mı güzel bir davranış olur, yoksa kendisine o kötülüğü yapan kişiye gidip dostça konuşması mı? “Yahu  kardeşim, aramızda hakikaten bir anlaşmazlık geçti. Doğru. Bunda da ben kabahatliyim.” deyip ondan af dilemek bu kadar zor bir şey mi, sevgili kardeşlerim?
 
Toplumun bünyesini kemiren, onu şeytanın oyuncağı yapan şey dedikodudur. Kim size gelip de bir başkasını kötülerse, sizin yapmanız lâzımgelen şey, ona: “Bu tarzdaki sözleri biz dikkate almayız. Siz de bizim dostumuzsunuz, o da bizim dostumuz. Ve ben seni dinlemek istemiyorum. Bu toplum dedikoduya kapalıdır.” demelisiniz.  

Bunu söylediğiniz an, olay biter. O kişi size, topluma, artık zararlı birisi olamaz. Eğer, toplumun bütün fertleri her dedikoduyu yapacak olan kişiye bunu söylemiş olursa, o dedikodu yapan kişi, kimseye söylediğini kabul ettiremez.

Nedir acaba dedikodu yapan kişinin, dedikodu yapmasının arkasındaki sebep? Önemli kişi olmak, haberlerin alındığı bir merkez teşkil etmek. Herkesin ona: “Yahu bu da her şeyi biliyor, vay be!” demesini istemek.

Sevgili kardeşlerim! Ne olur bu; bilir misiniz? A, B ile bir konuda bir sürtüşme yaptı. Kendisine kötü bir şey söylendi. Bunu gidip o kardeşimize söylese ve haklı olmasına rağmen, kendisine bu kötü davranışta bulunan kişiden af dilemek büyüklüğünü gösterse, acaba ne olur bilir misiniz? O zaman akan sular durur. Hatalı olan bir kişi hatasına rağmen, kendisinden af dilemek büyüklüğünde bulunan birisi ile karşı karşıya. Önce ne yapacağını şaşırır. Karşı mı çıksın? Daha kötüsünü mü söylesin? Ne yapsın? Siz olsanız ne yaparsınız? Deneyin. Bir başkası size kötü davrandığı zaman siz: “Haklısınız, hakikaten ben bu konuda çok kabahatliyim. Ne yapmam lâzım acaba? Size kendimi nasıl affettirebilirim? Bana lütfen beni affetmeniz için ne yapmam lâzımgeldiğini söyleyin? Ben onu yapmaya hazırım.” dediğiniz zaman sevgili kardeşlerim, karşınızdakinin ne kadar öfkeli olursa olsun, size karşı ikinci adımı atmasını kesinlikle önlemiş olursunuz. Mümkün değil, bu noktadan itibaren olmaz. Deneyin, hodri meydan!

A, B ile kavga etmiş ya da karısı ile kavga etmiş evinde. Geliyor çalıştığı yere. Orada birisiyle karşılaşıyor, öfkeli. Karşısındaki kişinin ufacık bir hatası karşında açıyor ağzını, yumuyor gözünü, ver yansın ediyor. Şimdi ikinci kişiye gelelim. Hiçbir hatası yok. Ama karşısındaki kişi de açmış ağzını yummuş gözünü. E, ne olur? Eğer “Haklısın, gerçekten ben bu konuda çok hatalıyım. Ama işte bak Allahû Tealâ’nın huzurunda ben senden af diliyorum. Beni bağışlamanı diliyorum. Ne olur beni bağışla, affet. Sen muhakkak ki bu büyüklüğü gösterebilecek olan birisin. Hatalıyım. Hatamı da kabul ediyorum. Beni affetmek büyüklüğünü göstermeni diliyorum senden.” derse…

Birinci adamın yerine koyun kendinizi. Bütün öfkenizi kusmuşsunuz. Haksızsınız. Karşınızdakini öfkenizin hepsini boşaltmak sureti ile mahvetmişsiniz. Ama o adam, sanki kendisi suçluymuş gibi sizden af dilemek büyüklüğünü gösteriyor. Ne yaparsınız? Herkesin yapabileceğini yaparsınız ve susarsınız. Yetmez. Susup gittiğinizi kabul edelim. Yetmez size bu. Tekrar dönüp bir vesile ile mutlaka o kişiden af dilersiniz. Çünkü içiniz, vicdanınız rahat edemez. Siz, haksız yere o kişiye bir sürü kötü söz söylediniz. Kalbini de kırdınız. Ama o kişi öyle büyük bir insan ki; size diyor ki: “Haklısın. Ben sana -ben farkında değilim ama- mutlaka bir şey yapmışımdır. Onun karşılığında her ne yaptıysam, ben o konuda senden af diliyorum. Yapmamış olsam da af dilerdim. Beni affetmeni diliyorum. Lütfen kabul buyur.”

Birinci kişi o öfke ile bekliyor ki; karşısındaki kişi de ona öfkeli bir şey söylesin de öfkesini daha çok boşaltsın. Bütün silahlarını elinden almış oluyorsunuz kişinin. Artık ileri bir adım atamaz. Tekrar kavga etmesi için zemini yok ettiniz. Onun kavgaya devam edebilmesi için, oluşması lâzımgelen düzeni mahvettiniz. Zemin, onun ikinci bir saldırıya ulaşması için müsait olan bütün şartlarını kaybetti. O kişi sizden sadece af dilemek mecburiyetini hissedecektir. O öfke ile bunu gerçekleştiremedi diyelim. Öfkesi sebebiyle, o sırada bunu söyleyebilecek olan bir şey elinden gelmedi. Fakat bir adım daha atıp da size bir şey söyleyemiyor artık. Öfke ile dönüyor arkasını, gidiyor.

Tekrar o kişinin geriye döndüğünü göreceksiniz, sizden af dilemek üzere. Mutlaka af dileyecektir. Deneyin, böyle olduğunu göreceksiniz. O zaman sevgili kardeşlerim, her şey sizin elinizde değil mi?

Sevgili kardeşlerim! Bu sözlerim bütün camiayadır. Sözlerimi dikkatle dinleyin. Hangi kişi bir başkasının dedikodusunu yapmak üzere, onun bir yanlış davranışını size söylemek üzere gelir de söze başlarsa, “Yeter!” deyin. “Ben seni dinlemek istemiyorum. Sen şuanda bana başkasını zemmetmek için geldiğini ispat etmiş durumdasın. Bizim aramızda buna müsaade olmadığını da bilerek bunu yapıyorsun. Ben seni dinlemiyorum. Başka kardeşlerimizin de dinlememesini dilerim. Bizden biri isen, sözlerin geçerli olmadığı cihetle bunu hem bana söyleme hem başkasına söyleme. Söylenmemiş kabul edersen, gel seninle dostça her konuyu konuşalım. Ama bana lütfen başkalarını, kendini haklı çıkararak şikâyet etme.”

Acaba insanlar bir başkasına kızdıkları zaman, neden gidip onunla doğrudan doğruya problemi halletmek yoluna gitmezler de -meselâ bir af dilemekle bu mesele zaten biter- başkasına giderler. A’ya giderler, onu da kendi tarafına çekmek için. B’ye giderler, onu da kendi tarafına çekmek için. C’ye giderler, onu da kendi tarafına çekmek için. Bununla şeytanın ekmeğine yağ sürmüş olmuyorlar mı?

Ne oluyor? O kardeşimize karşı, düşman olan bir kitlenin oluşturulmasına çalışılıyor. İşte bunun arkasında yatan bir tek sebep vardır: Dedikodu.

Sevgili kardeşlerim! Daha 1. kişi, ona gittiği zaman: “Hayır, ben bunu dinlemek istemiyorum. Sen şu anda bir başkasını bana zemmediyorsun, kötülüyorsun. Benim buna tahammülüm yok. Allah’ın da müsaadesi yok. Bu camiada sen bunu yapamazsın. Eğer bu tarzda devam edeceksen, benimle olan dostluğun da biter.” demelidir.

Sevgili kardeşlerim! Belki yeni gelmiş, camiaya yeni katılmış olan birisi, başka birinden bir yanlış davranış görmüş de bir başkasına bunu söylemişse, ondan bu cevabı alırsa; 2.’ye gitmişse ondan da aynı cevabı almışsa, 3.’ye gitmişse ondan da aynı cevabı almışsa, belki 4.’ye gitmek cesareti bulamayacaktır kendisinde. O zaman düşünecektir. Her birisi ona: “Sen bunu bana söylemeyeceksin. Beni yanına alıp da onun karşısına dikmek, sana yakışmaz. Sen ona gideceksin, onunla konuşacaksın. Af dilemek büyüklüğünü gösterdiğin an, o kardeşimizin de seni derhal affettiğini göreceksin. Hadi bakalım şimdi paşa paşa git oraya, lâzımgelen görevini yap. Aramızda bir kırgınlığa sebebiyet verme. Tamam, sen haklısın. Kabul ediyorum. %100 sen haklısın. O haksız, tamam. Ama eğer sen haklı olmana rağmen ondan af dilemek büyüklüğünü gösterebilirsen, onun senin karşında tutunması imkânsızdır. Mutlaka o da senden af dileyecektir. Dene! Böyle olduğunu göreceksin.”

İşte sevgili kardeşlerim, olay bu kadar basit! Hani bir kıssamız vardı, hatırlarsınız hepiniz: Bir delikanlı tasavvufa girmiş, el öpmüş, tâbiiyetini gerçekleştirmiş. Mürşidi onu aşağıdaki kata gönderiyor. Diyor ki: “Merdivenin solunda bir kapı var. Oradan içeri gir. Orada şu anda Kur’ân-ı Kerim okumakta olan birisini göreceksin. Onun ensesine bir tane tokat at. Sonra da neticeyi aldıktan sonra, gel bana anlat.”

Delikanlı gidiyor. Orada Kur’ân-ı Kerim okumakta olan kişinin ensesine bir tokat atıyor. O da hışımla dönüyor geriye, o da onun ensesine bir tane tokat çakıyor. Bizim delikanlı ensesini ovuşturarak efendisinin yanına, yukarıya çıkıyor. “Efendim, yaptım dediğinizi de, o da bana bir şey yaptı. Enseme, benim attığım şiddette bir tokat o da bana attı.” diyor.

Diyor ki: “Tamam evlâdım, imtihanın bitmedi. Şimdi merdivenin tam karşısındaki odadan içeriye gireceksin. Oradakinin de ensesine bir tane tokat atacaksın. Orada da Kur’ân okuyan birisi var.”

Delikanlı gidiyor. Bir tokat da onun ensesine atıyor. Ve 2-3 adım geriye çekiliyor. Adam geriye dönüp bakıyor şöyle. Sonra yukarıya bakıyor. Göz kırpıyor. Ondan sonra da kitap okumasına devam ediyor. Artık ilgilenmiyor delikanlıyla. Bizimki tokat gelecek diye bekliyor, tokat yok. Dönüyor geriye, anlatıyor.

“Tamam evlâdım. 2. imtihanı da başarıyla sürdürdün. Şimdi 3. kapıdan gir. Daha yaşlı birisini göreceksin. O da Kur’ân okumakla meşgul. Ona da aynı şiddette bir tokat atacaksın.” diyor.

Delikanlı gitmiş. Bir tokat da ona atmış. Birkaç adım geriye çekilmiş. Ve korktuğu da başına gelmiş. Adam kalkmış yerinden, tokadı yiyen, ona doğru yürüyor. Bu da birkaç adım geriye çekiliyor. Gelen adam ama yüzü gülümsüyor. Diyor ki: “Yavrum, enseme bir tokat attın. Hay Allah senden razı olsun! Ama bir küçücük problemimiz var seninle. Mutlaka benim ensem senin elini acıtmıştır. Ben Allahû Tealâ’nın huzurunda, ensem senin elini acıttığı için senden af diliyorum. Beni affetme büyüklüğünde bulunacak mısın?”

Bizim oğlan şaşkın. “Yetmez! Sen bu tokadı bugün bana atmakla bir dost kazandın. Çünkü bu tokat, bizim dostluğumuzun başlangıcını temsil eder benim indimde. Bundan sonra, hangi konuda neye ihtiyacın olursa olsun, bana gel. Ben mutlaka onun halli için seninle beraber çalışırım. Neticede de mutlaka Allah’ın yardımı ile problemi çözeriz. İşte en çok üzüldüğüm şey, benim ensemin senin elini acıtması.” diyor.

Delikanlı şaşkın, perişan; anlatıyor mürşidine: “Tamam yavrum. Bak; 1.’si kısas uyguladı sana.”

Kur’ân-ı Kerim’de bu imkân verilmiş.  Nefsine tâbî olan insan, eğer nefsi varsa o anda öfkelenecek. Ve de o da ona bir tokat atabilecek. Aynı standartlarda bir fiili karşısındakine yapmak hakkına İslâm, Kur’ân-ı Kerim’de müsaade etmiş. Nefs tezkiyesi yapmayan bir insanın nefsi, şiddetle bir şeyler yapmak ihtiyacını duyar. Eğer yenilirse nefsine, mutlaka onun gereğini yapar kişi.

2. kişi kısas uygulamıyor. O diyor ki: “Yarabbi! Anladım imtihan ediyorsun beni. Ama senin emrettiğin gibi, ben ona gidip tokat atmam.” diyor.

Şimdi 3.’ye geçelim. 3.’sü kötülüğe karşı iyilikle mukabele eden kişi. Tokadı yedikten sonra diyor ki: “Bu bir sebep. Yeni bir dost kazandım. Ben ona şimdi nasıl bir yardımda bulunabilirim, onu sorayım.”

Şimdi derecelerine bakalım beraberce, sevgili kardeşlerim.

1. olay: Birisi diğerine tokat atıyor, derecat kaybediyor. Attığı tokatla, kaybettiği derecat birbirine eşit. Denge sağlanıyor o kişinin nezdinde. Eğer o hedefte kalsaydı, bu dereceleri kaybetmiş olacaktı. Tokadı atan kişi, derece kaybetmiş olacaktı. Öteki de tokadı yediğiyle kalacaktı. Ama o da kalkıyor, bir tokat da o onun ensesine atıyor. Ne oldu? Eşitlik şöyle sağlandı: 1. tokadı atan kişi, tokat attığı sebeple derecat kaybetti. Ama 2.’sinden de aynı şiddette bir tokat yediği için kaybettiği derecatı tekrar kazandı. 2.’ye geliyoruz: Tokadı yediği zaman derecat kazandı. Karşılık vermeseydi o derecat kalacaktı. Karşılık verdi, kazandığı derecatı kaybetti. Ne oldu? İki kişi var. Eşit miktarda birer tokat yediler. Karşılığında da eşit miktarda derecat kaybettiler. Sıfıra sıfır, elde var sıfır.  

2. kişi tokadı yedi, derecat kazandı. 1.’si tokadı attı, derecat kaybetti. Ama olay orda kaldı. Birisi tokat yemesine karşılık derecat kazanıyor. 2. tokat atmasına karşılık, derecatı kaybediyor. Bu sefer de fiillerle kaybedilen ve kazanılan dereceler eşit. Ama eşitlik, anında, mutlaka sağlanıyor.

Sonra 3. kişiye gidiyoruz. 3. kişi tokadı yedikten sonra gidiyor, bir dost kazanıyor. Tokadı atan da bir dost kazanıyor. Tokadı atan tokadı attığı için derecat kaybetti. Fiiliyle kaybettiği derecat birbirine eşit. Ama tokadı yiyen, hem tokat yemenin derecatını kazandı hem de dostluk eli uzattığı için Allahû Tealâ’dan oradan, tokattan kazandığından çok daha fazla derecat kazandı.

Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’nın bir sözü var: “Allahû serîul hisâb: Allah hesabı seri olarak, derhal görür.” Bir olay vücut bulduğu anda, kiramen katibîn melekleri, onun derecesini derhal o kişinin amel defterine kaydederler. Kişinin amel defteri bu sebeple her olay anında derecatı devamlı değişen bir göstergedir.

Sevgili kardeşlerim, insanlarla dost olun, onları sevin. Şimdi muhtevaya baktığımız zaman, Allahû Tealâ: “Kötülüğe iyilikle mukabele edin.” diyor. Neden? Kazananlardan olasınız diye. Sizi Cennet-i Âlâ’ya istiyor. Şu dünyada da mutlu olmak, orada da cennette olmak istemez misiniz?

Kardeşlerimiz olabilirsiniz, olmayabilirsiniz; hepinize sesleniyoruz. Neden mutsuzsunuz? Arkasında başkası yok. Siz varsınız sadece.

Unutmayın! Bundan 14 asır evvel sahâbenin her birisine göre arkadaşı, 2. sahâbe kendisinden daha kıymetli idi. 10 kişilik bir sâhabe grubu düşünelim. 1. sahâbeye göre, geri kalan 9 sahâbe, kendisinden Allah katında daha kıymetli. Öyle kabul ediyor. 2. sahâbe de gene etrafındaki 9 kişinin her birinin, Allah katında kendisinden daha sevgili olduğunu kabul ediyor. 3., 4., 10 sahâbenin de hepsi bu standartlarda. Bunun mânâsı ne? Bunun mânâsı; her birisi etrafındaki 9 kişiyi kendisinden daha kıymetli kabul ediyor. Kendisinden Allah’a daha yakın olarak kabul ediyor. Kendisinden üstün olarak kabul ediyor. Şimdi bir tanesi bir başkasını kendisinden üstün görseydi, burada bu sonuca ulaşamazdık. Ama her sahâbe, sadece 10 kişi misal olarak verdik, her sahâbe geriye kalan 9’unun hepsinin kendisinden daha üstün olduğunu, Allahû Tealâ tarafından daha çok sevildiğini kabul etmiş durumda. Bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu düşünebiliyor musunuz, sevgili kardeşlerim?

İşte Hz. Ömer’in şehit olmakta olan kardeşlerine götürdüğü suyu düşünelim. Su kabını şehit olmak üzere olanlara getiriyor. Derhal uzatmaya hazır. Bakıyor, hangisine uzatayım diye. Tam o sırada birisi: “Ya Ömer, su!” diyor. Hz. Ömer kabı hemen uzatıyor ona. Tam 1. sahâbe suyu içecekken, başka bir sahâbe, gene şehit olmak üzere olanlardan birisi: “Ya Ömer, su!” diyor.
 
1. sahâbenin dediğine bakın sevgili kardeşlerim, diyor ki: “Suyu ona ver ya Ömer. Onun benden daha fazla ihtiyacı var.” Düşünebiliyor musunuz sevgili kardeşlerim? Bir insan ölürken, hayatının en kıymetli isteği, en büyük arzusu su içmektir. Ve o anda hayatında bütün altınlardan daha değerli olan o suyu, başkasına hibe ediyor. “Ona ver.” diyor. Olay orda bitmiyor. Tam 2. sahâbe suyu içecekken, kabı almış eline; 3. sahâbe: “Ya Ömer, su!” diyor. 2. sahâbe de 1. gibi diyor ki: “Ya Ömer, suyu ona götür.” Peki, Hz. Ömer neden suyu 1.’den alıp da 2.’ye veriyor? Çünkü ölmek üzere olan, şehit olmak üzere olan birisinin vasiyeti bu, son emri, son arzusu. Onu yerine getirmek üzere koşuyor. 2. için de vasiyet. 3.’ye götürüyor suyu, uzatıyor. 3. şehit olmuş. İçemiyor suyu sevgili kardeşlerim. 2.’ye koşuyor, o da ölmüş, şehit olmuş. O da içemiyor. 1.’ye koşuyor, o da şehit olmuş.

Sevgiyi anlayabiliyor musunuz? Sevgiyi anlayabiliyor musunuz? Nasıl bir sevgi bu? İşte onlar sahâbe idi. Böyle seviyorlardı! Sevgili kardeşlerim, sevin! Etrafınızdaki insanları çok sevin! Siz etrafınızdaki herkesin kendinizden üstün olduğunu kabul ettiğiniz gün, onlar sizin en üstün olduğunuzu kabul edecekler. Çünkü bunu kabul edebilmek, çok üst seviyede bir kalp temizliğini ifade eder.

Bütün sahâbe, irşad makamının sahibi olmuşlardı. Nefslerinin bütün afetlerini temizlemekle kalmamışlar, kalpleri bu mutlak temizlikten sonra 19 mertebe müzeyyen olmuştur. Ulûl’elbab makamında 7 mertebe, ihlâs makamında 7 mertebe, salâh makamında 5 mertebe; 19 mertebe kalpleri müzeyyen olmuştur sahâbenin. İşte öyle olan insanlara, Hz. Ömer’in su kabını getirmesi olayı bu…

Sevgili kardeşlerim, seviniz! Sevmek size sadece hayır kapısıdır. Nefret de şer kapısı. Öyleyse size birisi, başka birini zemmetmeye geldiği zaman, ona dedikoduyu dinlemek istemediğinizi söyleyeceksiniz. Bununla kalmayacaksınız, ona bu kıssayı anlatacaksınız. Ve de sevgili kardeşlerim, sevginin gerçekten sevenler indinde ne kadar büyük bir olay olduğunu onlara anlatacaksınız.  

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Şu sevgi var ya; her kapıyı açan bir anahtardır. İşte yakın gelecekte bütün dünyayı bir sulh ve sükûn devresinin kapladığını göreceksiniz. Bu çağ, altın çağdır. Arkasında bizi göreceksiniz, O’nunla beraber. Biz bir hiçiz. Bir faniyiz. Ama O; hepimizin, her şeyin sahibidir.

Sevgili kardeşlerim! Biz O’na hayranız. Önce Allah’tan hoşlanırsınız. Sonra O’nu seversiniz. Sonra âşık olursunuz. Daha sonra hayran olursunuz. İlk 3 kademede seven ve sevilen eşit şartlar içinde olabilir. Ama hayran olmak söz konusu ise, hayran olan mutlaka alttadır, seviyesi aşağıdadır; hayran olunan, seviyesi yukarda olandır.

İşte biz Allah’a hayranız sevgili kardeşlerim ve hayatımızın da şu kadarcık önemi yok bizim nezdimizde. O’nun için yaşıyoruz, ne kadar ömür verdiyse ama biliyoruz ki vazifelerimiz var. Ve onları en güzel standartlarda, sizlerle birlikte yaşayacağız sevgili kardeşlerim.

Dünyayı bu karanlık, haksız yere insanların öldürüldüğü, dünya üzerinde menfaat temini istikametinde savaşların devam ettiği bir noktada bütün insanları, sulh ve sükûna, mutluluğa davet etmekle vazifeliyiz. Eğer biz yalnız olsak, bunu elbette gerçekleştiremezdik ama yalnız değiliz. Bu emri veren O. Ve bize mutlaka yardım edecektir. Nasıl yardım ettiğini bugüne kadar, biliyorsunuz. Bundan sonra da bileceksiniz.

Sevgili kardeşlerim! Artık dünya çapında bir üniversitemiz var: Allah’ın Üniversitesi. Uluslararası hüviyette bir vakfımız var: International Mihr Foundation. Bunların hepsi, Virginia kanunlarına göre yer almış, devletin müsaadesi altında bize Allahû Tealâ’nın açtığı kapılar. Bir dünya üniversitesi ve televizyonumuz var, uydumuz var.

Öyleyse sevgili kardeşlerim, hiç yoktan adım adım Allahû Tealâ bu noktaya getirdi bizi. Şimdi bu noktadan itibaren, işte dünyaya açılan bir pencereden bütün dünyayı aydınlatmakla vazifeliyiz. Bu böyle devam etmeyecek. Mutlaka Birleşmiş Milletlerde ve arenada biz de yerimizi alacağız. Şimdilik onlar bizi tanımıyorlar. Ama tanıyacaklar sevgili kardeşlerim. Tanıyacaklar ve dünya sulhunun bunca savaştan sonra mutlaka kurulduğunu göreceksiniz.

Asıl müjde, İslâm âleminin bir birlik ve beraberlik noktasına mutlaka ulaştırılacağı müjdesidir. İşte böyle!

Allahû Tealâ’nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi inşaallah burada tamamlıyoruz. Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali  M İ H R