}
Ahsen-i Takvim 09.11.2006
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 110674

SOHBETİN ADI: AHSEN-İ TAKVİM
TARİH: 09.11.2006


Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir defa daha Allah’ın bir zikir sohbetinde birlikteyiz.

Tîn Suresinin 4. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

95/TÎN-4: Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).

Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.

95/TÎN-5: Summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne).

Sonra onu, esfeli safiline (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).


“Biz insanı ahsen-i takvim içinde yarattık. Sonra onu, esfel-i sâfilîne reddettik.”

Esfel-i sâfilin; cehennemin en alt kesimi. Ya büyü yapanların, hüddam yapanların, şeytanla işbirliği yapanların, şeytanların ve cinlerden o seviyede olanların, büyü ile sihir ile uğraşanların gideceği yer; esfel-i sâfilin.

Ahsen-i takvim ise; bir takvim içinde bir insanın ahsene ulaşmasıdır. Ahsen; en güzel demektir. Ahsen olmak; nefsin kalbindeki bütün afetleri temizlemekle mümkündür. Hiç kimse nefs açısından nefsin kalbindeki bütün afetleri temizlemeden nefsini ahsen kılamaz.

Biliyorsunuz ki sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, Allahû Tealâ bütün insanları bir nefsle, bir ruhla ve bir fizik vücutla yaratmış. Aslında hepsine birden yaratmış demek yanlış tabiî. Üçü beraber olduğu için böyle söyledik. Aslında yaratılan fizik vücudumuzdur. Sevva edilen, dizayn edilen bir nefsimiz var. Bir de üfürülen bir rumuz.

Allahû Tealâ diyor ki Secde Suresi 9. âyet-i kerimesinde:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).

Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.


“ve nefeha fîhi min rûhihî:  onun, insanın içine ruhumdan üfürdüm.” diyor.

Burada “ruhumuzdan” kelimesini kullanmamış Allahû Tealâ, “ruhumdan” diyor. Ruh bir yaratık değildir. Allah’ın muhtevasında olan bir varlıktır. Ezelî ve ebedîdir. Allah ile birlikte ezelî ve ebedîdir ve üfürülmüştür.

Şems Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ: “O nefse ve onu sevva edene.” diyor.

91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.

Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).


Allahû Tealâ nefsi sevva ediyor, şekillendiriyor, ona muhteva veriyor. İçerisi, afetlerle negatif istikamette süsleniyor.

Şems Suresinin 7, 8 ve 9. ayetlerinde Allahû Tealâ diyor ki:

91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.

Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).

91/ŞEMS-8: Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.

Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.

91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.

Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.


“O nefse ve onu dizayn edene. O nefse fücuru ve takvası ilham edilir.” diyor. İnsanoğlu bir noktada ilhama muhatap kılınıyor Allahû Tealâ tarafından. Sonra da diyor ki Allahû Tealâ: “kad efleha men zekkâhâ: kim onu yani nefsini tezkiye ederse o felâha erer, kurtuluşa erer.”

Nefs tezkiyesi denince; nefsin kalbindeki afetlerin, %100 afetlerle dolu olan nefsimizin afetlerinin %50’den aşağı düşürülmesi aklınıza gelecek. Nefsimizin kalbindeki afetleri %50’nin altına düşürmeyi başardığımızda bu, Allahû Tealâ’nın bir ni’meti olarak bize dünya mutluluğunun %50’den fazlasını, cennet saadetininse üçüncü katını sağlar. Üçüncü kat cennet ve dünya saadetinin yarısından çoğu.

Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’nın ikramı bu. Lütfü keriminden lütfediyor, veriyor Allahû Tealâ. Diyor ki: “Sen görevlisin. Bana ulaşmayı dileyeceksin. Geri kalana sen karışma. Bundan sonrası Benim görevim. Ben, seni mürşidine ulaştıracağım. Ben sana gönderdiğim rahmetle, fazla ve salâvatla senin nefsinin kalbini afetlerden temizlemeye başlayacağım. Ve gene sana garanti ediyorum ki sen eğer Bana ulaşmayı dilemişsen mutlaka senin ruhunu Kendime ulaştıracağım. İşte sana söz. Sen sadece dileyeceksin. Bana ruhunu ulaştırmayı dileyeceksin. Görevin bitti. Sen namazı sevmeyebilirsin ama Ben sana sevdireceğim. Oruç tuttuğun zaman açlıktan ölüyormuş gibi hissedebilirsin kendini ama Ben sana açlığı hissettirmeyeceğim. Karşındaki bütün engelleri üzerinden tank gibi geçip yerle bir edeceğim. Ve seni yani ruhunu mutlaka Kendime ulaştıracağım. Çünkü o Bana ait. Benim ruhum sende.”

Şimdi insanın neden yüce olduğu daha açık bir şekilde ortaya çıkmıyor mu sevgili kardeşlerim? İnsan yüce bir mahlûk. Neden, neden yüce? Çünkü Allah’ın ruhunu muhtevasında taşıyor. Eee şimdi biz yüceliğimizi kaybettik mi yani? Kaç sene evvel ruhumuzu Allah’a göndermişiz, ruhsuz kalmışız. Olur mu böyle? Evet, olur sevgili kardeşlerim. Ruhumuz, bizim ruhumuz, sizin ruhunuz, hiç birimizin ruhu bize ait değil. Onu sahibine iade etmekle hepimiz vazifeliyiz. Etmediniz; bir gün öleceksiniz, öldüğünüz zaman artık sizin istemenize istememenize falan gerek yok; ruhunuz otomatik olarak Allah’a geri dönecek. Ya, işte böyle sevgili kardeşlerim. Allah ile olan bir birliktelik insan için doyulmaz bir güzelliktir.

Sevgili kardeşlerim! Eğer yola girerseniz yani Allah’a ulaşmayı dilerseniz Allahû Tealâ ruhunuzu mutlaka Kendisine ulaştırır, tamam. Herkese yapar bunu, herkese verir. Kişisel olan ferdi davranış biçimleri dizisinin bundan sonraki kesimi önemlidir. O kişi eğer fizik vücudunu da Allah’a teslim etmeyi dilerse onun, ruhunu teslim etmek kadar kolay bir şey olmadığını görecektir. Ama sevgili kardeşlerim! Eğer içinizde aşk varsa, Allah’a âşık olmuşsanız mutlaka fizik vücudunuzu Allah’a teslim edersiniz. Fizik vücudunuz şu vücudunuz var ya onun Allah’a teslimi ruhunuzun tesliminden kat kat zordur. Fizik vücudunuzun teslimi dik yokuştur.

Bir insan ruhunu Allah’a teslim ettiği zaman 33 bin zikirde, iki saatlik filan bir zaman parçası bu işe yeterlidir. Her gün iki saat falan zikredebilen bir kişi, 33 bin zikre ulaşabilir normal standartlarda. Ne sağlar size ruhunuzu Allah’a ulaştırmak? Dünya mutluluğunun yarısını sağlar. Neden? Çünkü o noktaya kadar Allahû Tealâ nefsinizin kalbindeki afetlerin yarısından sonrasını devre dışı bıraktı. Sadece nefsinizin kalbi yarıya kadar afetle dolu ve mutluluğunuz günün yarısı kadar. Ama öbür taraftan sağladığı ne? Allah’a ulaşmayı dilediniz, birinci kat cennet. On dördüncü basamakta Allah mürşidinizi gösterecek size, göstermesi için hacet namazı kılmanız lâzım, kıldınız. Hacet namazını kılacak seviyeye getirdi sizi; kıldınız. Allahû Tealâ size mürşidinizi gösterdi. 21. basamakta ruhunuzu Allah’a ulaştırdınız. Tâbiiyetinizle beraber başlayan nefs tezkiyesi, bu noktada nefsinizin kalbini Allah’ın yardımıyla %51 nura ulaştırdı. Yani nurların seviyesi mutluluğunuzun seviyesidir. Karanlığın seviyesi de mutsuzluğunuzun. %51 nur olduğuna göre mutluluğunuz %51. %49 karanlık; mutsuzluk.

Öyleyse sevgili kardeşlerim! Bir hiç karşılığı; sadece bir dilek. Kalbinizden Allah’a ulaştırdığınız bir dilek: “Ya Rabbi! Ben ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum. Ben de Senin ermiş evliyalarından birisi olmak istiyorum. Ne olur benim de ruhumu Sana ulaştır. Beni de o evliyalarından, o mutlu insanların arasından birisi yap.” Yapar mı? Yapar. Sevgili kardeşlerim! Bu bir şaka değil. O söz vermiş. Ne diyor, ne diyor? Bakalım ne diyor Kur’ân-ı Kerim. Şûrâ Suresi 13. âyet-i kerime:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).

(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).


“allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu): Allah, dilediğini Kendisine seçer ve seçtiklerinden kim Allah’a yönelirse (Bana yönelirse) Allah onu Kendisine ulaştırır.” diyor.

Neymiş? Allahû Tealâ o kişiyi Kendisine ulaştırıyormuş. Peki, bu kişinin özelliği, tek bir özellik: Allah’a ulaşmayı diliyor kişi, işte bu kadar. Kişinin görevi, Allah’a ulaşmayı dilemek. Allah da Kendi Kendisini görevlendirmiş, söz vermiş: “Sen Bana ulaşmayı dile, Ben seni Kendime ulaştıracağım.” diyor. Buraya kadar güzel. İşte Allah Kendisine ulaştırdığı zaman tek bir talebin karşılığı, günün yarısı kadar mutluluk. Her gün on iki saatinizi mutlu olarak geçirebilirsiniz. Yaptığınız hareketlerin yarısından fazlası doğru olacaktır. Arkadan huzur verecektir Allahû Tealâ size. Ruhunuz da nefsinizi ferahlandıracaktır. Her pozitif davranışınızda bu olay cereyan eder. Ve günün yarısından daha çoğunu hep böyle geçireceksiniz.

Fizik vücudunuzun teslimine gelince fizik vücudunuzun teslimi için nefsinizin kalbinde %80’den fazla nur birikimi olması lâzım. İşte iki saatlik zikirden, en az 12 saatlik bir zikre ulaşmanız lâzım. Fizik vücudun teslimi, kişinin nefsinin kalbine %80’den fazla nur birikimi sağlar. O kişi mutlaka 12 saatten fazla zikretmelidir. Çünkü fizik vücudun tesliminin gerçekleşmesi için kişinin evvelâ pozitif zühde sahip olması lâzım. Kur’ân-ı Kerim’de negatif zühd verilmiş. Onun zıttına ulaşmanız lâzım.

“Onlar” diyor Alahû Tealâ, “Yusuf’a karşı zahiddiler. Bu sebeple Yusuf’un kardeşleri Yusuf’u birkaç dirheme az bir bedelle sattılar.”

12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime ma’dûdetin, ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).

Ve onu (Yusuf’u), az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar. Çünkü; ona karşı zahidlerden idiler.


Zahid; değer vermek demek. Zühd; öne geçirmek, tercih etmek, o hüviyete girmek. İşte kimin zikri her gün 12 saati yani günün yarısını; 24 saatlik zamanın 12 saatini aşarsa, günün yarısını aşarsa o kişi kendisine düşeni yapmış olur.

İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki Allahû Tealâ bunları bir bir anlatıyor Kur’ân-ı Kerim’de. İşte 2 saatlik zikrin, 12 saati mutlaka aşması gerektiği cihetle kişinin zikrinin en az 6 kat artması lâzım. Ve de 12 saatin ötesine geçen kişi için artık daimî zikre ulaşmak çok büyük bir engel taşımaz. O ritmi almıştır. Kendini ona teslim kılmıştır. 12 saat süreyle en az ve 12 saati aşmak ondan sonrasını büyük ölçüde kolaylaştırır. Kişi zikretmeyi usul haline getirmiştir. Ve de sevgili kardeşlerim, Allahû Tealâ’nın ne kadar büyük ni’met verdiğini görebiliyor muyuz? Zikrimizi, nefsimizin kalbini yarıdan fazla nurla dolduracak hale getiren, o noktaya ulaştıran Allah’tır. 2 saatlik bir zikir karşılığı bize teslim edilmiştir; bir hiç karşılığı. Yetmez, zikrimizi artıran da Allah’tır. Bize zikri sevdiren de Allah’tır. Ama ruhumuzu Allah’a ulaştırdıktan sonra Allah’ın bizi koruyan kalkanı üzerimizden kalkar. Ve şeytanla karşı karşıya kalırız. Birçok insanın vuslattan sonra düşmesi buna dayalıdır. İşte kim gayret eder de zikrini arttırırsa, arttırdığı takdirde mutlaka o kişi için yeni güzellikler oluşacaktır.

Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Fizik vücudunuzun teslimi hayatınızın önemli bir noktasıdır. Ahsen-i takvime ulaşmak için bu noktanın ötesine gitmeniz lâzım. Ne yapmanız lâzım? Burada fizik vücudunuzu ahsen kıldınız, muhsinlerden oldunuz; fizik vücudun tesliminde. Sonra daimî zikre ulaşacaksınız, nefsinizi Allah’a teslim edeceksiniz. Daimî zikre de insanı ancak Allah ulaştırır. Kişi talepte bulunacak, gayretin sahibi olacak, yılmayacak. Zikrini artırdıkça Allahû Tealâ’dan büyük yardım alacak. O zaman zikrin bir zevk haline dönüşmesi söz konusu olacak. İşte ne zaman bir insan için zikir bir zevk hüviyetini almışsa o noktadan itibaren artışı artık süratle gerçekleşecektir. Çünkü kişi o büyük zevki daha büyük bir zaman alanında, daha yüksek bir zaman skalasında yaşamak isteyecektir. Zamanın giderek her gün daha çoğunu, o mutluluğu yaşayabilmek için zikirle geçirmek isteyecektir. Netice mi? Netice daimî zikirdir. Kişi daimî zikirde ulûl’elbab makamına ulaşır. Peki, ahsen olmak; fizik vücudun ahsen olmasıysa fizik vücut ahsen olmuştur.

Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar ki fizik vücutlarını ahsen kıldılar.”

Nisâ Suresi 125. âyet-i kerimesi:

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).

Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.


“ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: onlar ki fizik vücutlarını (vechlerini) Allah’a teslim ettiler ve muhsinlerden oldular. Fizik vücutlarını ahsen kıldılar. Fizik vücudu ondan daha ahsen kim vardır?” diyor Allahû Tealâ.

Bu Nisâ Suresinin 125. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği şey, fizik vücudun ahsen olması. Kişi onu tamamladı. Şimdi ne olması lâzım? Nefsin ahsen olması lâzım. İşte nefsin ahsen olma kademesine “ulûl’elbab” diyor Allahû Tealâ. Kimdir ulûl’elbab?

Âli İmrân Suresi 190 ve 191. âyetler:

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).

Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).

Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.


“li ulîl elbâb(ulîl elbâbı). Yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: o ulûl’elbab ki onlar için, ulûl’elbab olanlar için ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.”

Kişi, Allah’ı gece gündüz zikretmesi lâzım. Bunun kişi uyanıkken olan zikri, iradî yapıyla birinci derecede alâkalı bir konudur. Ama eğer o kişi sağ tarafına dönerek yatmayı usul hale getirmişse, kulağını yastığa koyduğu zaman biraz sağa sola oynatıp kulağında kalp atışını yakalayabilmişse; “Allah, Allah, Allah, Allah.” Kulağındaki ses, o standartlarda yatabilen kişi yani biraz sağa sola kulağını oynatıp da kulağında kalp atışlarını duyabilen kişi, sağa dönerek, kıbleyi sağa alarak yatacak bu kişi. Dilini de kımıldatmadan içindeki sesle “Allah” kelimesini tekrar ederken uyuyakalacak. Sonra ne olur bilir misiniz? Bir sabah kişi teheccüd namazı için uyandığında (sabah değil de gecenin bir kısmı) bakacak ki kulağında o ses tekrar ederken iç dünyasında “Allah” kelimesi yankılanıyor, dili çalışmıyor ama o içindeki ses, Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah, Allah” diye tekrar ediyor. İşte onun için Allahû Tealâ sağ tarafınıza dönerek yatın tarzında bir muhteva koymuş. Kişi uyandığı zaman da içindeki dilini kımıldatmadan çıkan o tekrar eden ses, sessiz ses; bir sabah uyandığında bakacak ki ses devam ediyor. İşte kişi o gün bir günlük daimî zikri tamamlamıştır. Uyuyana kadar zikretmiştir. Uyuduktan sonra da sabaha kadar zikir devam etmiştir ki uyandığı zaman hâlâ o sesi duyuyor. İşte bu, daimî zikrin müjdesidir; zikr-i daim. Ulûl’elbab oldunuz demektir. Ne olur bir insan ulûl’elbab olursa? Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).

Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).


“Sana Kur’ân’ı veren Allah’tır. O’nda hem müteşabih âyetler vardır hem de muhkem âyetler vardır. Muhkem âyetler de müteşabih âyetler de Kur’ân’ın içinde mevcuttur. Muhkem âyetlerin muhtevasını Allah herkese açıklar. Ama müteşabih âyetlere gelince onların gerçek mânâsını Allah’tan başka kimse bilemez. İşte bir takım insanlar, kötü niyetli insanlar, kalplerinde zeyg olanlar, başka insanları Allah yolundan men etmeyi, şeytanın telkiniyle dileyen ve gerçekleştiren insanlar, o müteşabih âyetleri kullanarak insanları Allah’ın yolundan saptırmaya çalışanlar; bunlar kalplerinde zeyg olanlardır. Başka insanları Allah’ın yolundan düşürme istikametinde talebi olanlardır. Ve ilimde kökleşmiş olan rasihun yani ilme rüsuh kazanmış, rüsuh seviyesinde ilim sahibi olmuş rasihun derler ki: “Muhakkak ki bunlar Allah’ın katındandır ama rasihun da onların mânâlarını çözemez, müteşabih ayetlerin.” Arkasından ilâve ediyor: “illâ ulûl elbâb(elbâbi): sadece ulûl’elbab çözebilir.”

İşte ulûl’elbab, daimî zikrin sahipleridir. Peki, özelliği ne? Özelliği daimî zikrin sahibi olmak. Bu, son derece önemli bir özelliktir insan hayatı için, Allah ile ilişkiler açısından. Neden? Çünkü kim daimî zikrin sahibiyse o onun birinci özelliğidir. Ama daimî zikir ona başka şeyler kazandırmıştır. Nefsinin afetleri %100 yok olmuştur, ikinci özellik.

Daimî zikrin sahibi olmak, bir.

Ulûl’elbab makamının kazandırdığı ikinci özellik; nefsin kalbinde hiç afet kalmaması, tamamen %98 fazl %2 rahmet olmak üzere tamamen nurlardan oluşuyor artık kişinin nefsinin kalbi.

Üçüncü özelliği, o kişi kalp gözünün sahibidir. Bu gözlerin ötesinde kalbindeki gözle de görür. Baş gözünün ötesinde kalp gözüyle de görmeye başlar.

Bir diğer özellik kalp kulağı da açılmıştır Allahû Tealâ tarafından. Allah’ın söylediklerini işitmeye başlar.

 İşte bu dört tane ana vasfın sahibi olan ulûl’elbab, üç tane de sonuç şartının sahibi olur.

1- Ehl-i tezekkürdür. Allahû Tealâ ile her an konuşmak imkânının sahibidir. Sual sorar ve cevabı Allahû Tealâ mutlaka verir.

2- Ulûl’elbab, ehl-i hayırdır. Daimî zikrin sahibidir. Zikir ise kişiye devamlı derecat kazandırır. Derecat kazanmak hayırdır. Kişi ehl-i hayırdır. Kesintisiz bir şekilde her 24 saat boyunca, devamlı her saniye 700 derece kazanan birisi vardır artık. Allahû Tealâ’nın öyle bir yapısına sahip olmuştur ki o artık bire yedi yüz alanlardandır, her saniye. Bir derecelik her saniye zikreden bir kişiyi, Allahû Tealâ her saniye bir tek derece verse o derecelerin 700’e çıkması söz konusudur. Yani düşünün sevgili kardeşlerim, başka birisi namaz kılıyor ama kazandığı derece bire on. On derece kazanıyor. Zikir yapıyor, on derece kazanıyor. Bu kişi aynı zikri yapıyor yani Allah’ın adını söylüyor ama bununki kalpten bir de kesintisiz. Bu, her saniye on derece değil 700 derece kazanıyor. “Hak mı bu?” diyecek olan birisi çıkarsa, evet deriz, bu hak. Allahû Tealâ’nın o kişiye verdiği bir ni’met ve Allahû Tealâ ni’meti kadrini bilene verir. Sevgili kardeşlerim! Kişinin nefsinin kalbi %100 nurla doludur. Her saniye 700 derece kazanıyor. Bu sebeple ehl-i hayırdır. Devamlı hayır kazanan, kesintisiz hayır kazanan biridir. Ömrünün sonuna kadar bu hayrı kazanmaya devam edecektir.

3- Ve bir başka özelliği ehl-i hüküm olmasıdır. Ehl-i hikmet olmasıdır. Ehl-i hükümdür, hakem veya hâkim olarak hüküm verdiği zaman Allah’tan sorarak hüküm vereceği için adaletle hüküm verecektir. Ehl-i hâkimdir. Ehl-i hikmettir, Kur’ân-ı Kerim ayetlerine baktığında o âyet hakkında Allah’a sorarak vuzuhla cevap vermek imkânının sahibidir.

Sevgili kardeşlerim! Bundan sonra bu kişi muhlis olur, irşad olur. İrşad olması demek yakın bir gelecekte kendisi irşad olduğu cihetle artık Allahû Tealâ’nın az bir yardımıyla irşad makamına gelecek demektir. İradesini de Allah’a teslim edecektir. Bu kişi salâh makamına ulaştığı zaman:

1- Günahları örtülür.
2- Başının üzerine salâh nuru verilir.
3- Günahları sevaba çevrilir.
4- Ve iradesi Allah tarafından teslim alınır. (Dört safha.)

Ve iradesi Allahû Tealâ tarafından teslim alındıktan sonra da “irşada memur ve mezun kılındın” cümlesi ile irşad makamının sahibi olur. Kişi bir zaman parçası içinde ahsen olmanın normal bütün insanlar için en üst noktasına çıkmıştır. Onlardan daha çok ahsen olanlar var mı? Var. Allah’ın resûlleri var, normal insanlardan daha üst seviyede muhsindirler. Allah’ın nebîleri var, onlar resûllerden de üstündürler. Normal risaletin ötesinde resûl olup da normal resûllerden daha üstün bir noktada birisi olabilir mi? Olabilir. O resûllerden birisi eğer nebî yoksa, peygamber yoksa mutlaka Allahû Tealâ tarafından tayin edilip huzur namazının imamlığını üstlenecektir. İşte o diğer resûllerden o sırada o devrin imamlığını deruhte ederken diğer bütün milletlerin arasında Allah’ın resûlleri, onların dilleriyle onlara hitap etmek üzere mutlaka hayattadır. Hiçbir kavmi hiçbir devrede Allahû Tealâ resûlsüz bırakmaz. İşte devrin imamları olan resûller, nebî olmayan resûller, velî resûller bütün kavim resûllerinden üstündür. Kendileri de kendi kavimlerinin resûlüdür. Ama aynı zamanda kâinat için huzur namazının imamlığı görevini deruhte etmişlerdir.

Sevgili kardeşlerim! İşte bir insanın ahsen-i takvim olması, onun irşad makamına geldiği noktada tamamlanır. O güne kadar geçirdiği bütün istihaleler, gelişmeler onu bu noktaya ulaştırır. Ve kişi bir zaman devresi sonunda ahsen olmaya ulaşmıştır. Allahû Tealâ tarafından ahsen kılınmıştır.

İşte Allahû Tealâ’nın hepinizi ahsene ulaştırması en kısa bir takvim içinde, en kısa bir zaman devresi içinde gerçekleşsin ümidiyle ve duasıyla sözlerimizi burada tamamlıyoruz sevgili kardeşlerim.

Hepinizin ahsen olmanızı Yüce Rabbimizden bütün kalbimizle dileyerek sözlerimizi inşallah burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.

Hepinizi çok ama çok seviyoruz sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım.

İmam İskender Ali  M İ H R