SOHBETİN ADI: ÂYETLERİN SIRLARI - BAKARA SURESİ 269. ÂYET
TARİHİ: 21.11.2007
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha âyetlerin sırları konusunda sizlerle birlikte oluyoruz. Allahû Tealâ'nın hepinizi sonsuz mutluluklara ulaştırması dualarımızla inşaallah konumuza giriyoruz. Konumuz; Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesi.
Allahû Tealâ buyuruyor:
2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir. Ve ulûl elbabtan başkası tezekkür edemez.
Yu'til hikmete men yeşâu: Allah dilediğine hikmet verir -veya- Allah hikmeti dilediği kişiye verir.
Yu'ti: Allah verir.
hikmete: Hikmeti.
men: Kişi.
yeşâu: Dilediği.
ve men yu'tel hikmete: Ve kime hikmet verilmiş ise.
fe kad ûtiye: O zaman ona verilmiştir.
hayran kesîrâ: Büyük hayır verilmiştir.
ve mâ yezzekkeru: Bu tezekkür edilmez.
illâ ulûl elbâb: Sadece ulûl' elbab tezekkür edebilir. Bunu herkes tezekkür edemez sadece ulûl'elbab tezekkür edebilir.
Allahû Tealâ diyor ki: "Allah hikmeti dilediğine verir." Ve ondan sonra da diyor ki: "Kime hikmet verilmişse ona büyük hayır verilmiştir. Bunu herkes tezekkür edemez, ancak ulûl'elbab tezekkür eder.
Şimdi kademelere beraberce gelin, bir göz atalım sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım!
28 basamaklık bir İslâm merdiveni var. 4 tane 7 basamaktan oluşuyor. 7'li basamak değil, 4 tane 7 basamak.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; O bize Kur'ân'ı öğretti, O bize Kur'ân'ın sırlarını öğretti. Biz onlara açıklama yapana kadar hiç kimse Kur'ân-ı Kerim'in 28 basamaktan oluştuğunu, 7 safha ve 4 tane de teslim içerdiğini bilmiyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V) zamanında konular bütün boyutlarıyla açıklanmıştı. Ve Allahû Tealâ o zamanın ilmini bize ulaştırdı. Aradan geçen yıllar boyunca İslâm hep giderek çöktü. İlk 400 yıl İslâm'ın devam ettiği, yaşandığı, ondan sonra hurafelerin devreye girdiği, İslâm'dan birçok gerçeğin kaldırıldığı ve de îmân müessesesinin devamlı tartışıldığı, bütün kavramların paralize edildiği, gerçek hüviyetinden çıkarıldığı bir devreler dizisi...
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Peki, ne olmuş sonuç? Sonuç, 28 basamaktan, bir başka ifadeyle 7 safha ve 4 tane teslimden ruhun, vechin yani fizik vücudun, nefsin ve iradenin Allah'a tesliminden, İslâm'ın 5 şartına inmeyi ifade ediyor olmuş sonuç.
İslâm'ın 5 şartı: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadet getirmek. Kim bu 5 tane şartı yerine getirirseymiş o, cennete girermiş! Hiç kimse İslâm'ın 5 tane şartıyla Allah'ın cennetine giremez. Gideceği yer sadece cehennem olur. Cennet onun için sadece bir rüya olur.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allah ile olan ilişkilerinizde herşeyin en güzele ulaştığı bir devrede, dünyadaki en büyük mutlulukları yaşamak istiyorsanız zikrinizi artırın, daimî zikre ulaşın; o zaman mutluluğun ne olduğunu yaşarsınız. O zaman hedefe ulaşırsınız. Hikmetin ne olduğunu yaşarsınız. Sadece öğrenmezsiniz, yaşarsınız. Ve büyük hayrın ne olduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğrenen siz, o büyük hayrı yaşarsınız. Büyük hayır; bir insanın nefsinde afetlerin kalmamasından sonra gerçekleşen, iradenin teslimiyle tamamlanan yani başlangıçta ruhun, vechin, nefsin teslimi ve neticede iradenin teslimiyle tamamlanan bir bütünün, bir mutluluk kalesinin oluşması ve insanı muhtevasına almasıdır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Oraya ulaştığınız zaman siz de aynı şeyi söyleyeceksiniz: "Herşey çok mu güzel yoksa bana mı öyle geliyor?" Hayır, size öyle gelmiyor. Gerçekten öyle. Herşey çok güzel dizayn edilmiş. İşte bu âyette Allahû Tealâ bütün güzelliği ifade buyurmuş. Öyleyse Allahû Tealâ'nın Allah dilediğine hikmet verir müessesesi, hikmetin oluştuğu kademeden bahsetmesi...
Hikmet; ulûl'elbab makamının bir özelliğidir. Hikmet burada başlar. Ondan evvel hikmet oluşamaz. Hikmetin muhtevasında kalp gözünün, kalp kulağının açılması söz konusudur. Hikmetin muhtevasında o kişinin kalbinde hiç afet kalmaması söz konusudur. Öyleyse hiç kimsenin nefsinin kalbinde ulûl'elbab olmadan evvel afetler yok olmaz.
Afetler, biliyorsunuz ki adım adım azalır. İlk %7 azalma, bütün insanları 1. kademeyi tamamlamaya götürür. Biz insanlar 28 basamakta 7 safha ve 4 teslimi yaşarız. Cinler de yaşarlar ama ne yazık ki teslim edecekleri bir ruhları mevcut değildir. Ama fizik bedenlerini onlar da teslim ederler. Nefslerini onlar da teslim ederler. İradelerini onlar da teslim ederler. Ve cinlerin arasında da resûller vardır. Bütün devirlerde de cinlerin arasında o devrin resûlü vardır. O kişinin, bu resûlün huzur namazının imamlığı yetkisi yoktur.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Cinlerin arasından peygamber çıkmaz. Allahû Tealâ cinlerden peygamber yani nebî husule getirmemiştir. Ama Kur'ân-ı Kerim, cin resûllerden birçok defa bahseder:
6/EN'ÂM-130: Yâ ma’şerel cinni vel insi e lem ye’tikum rusulun minkum yakussûne aleykum âyâtî ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû şehidnâ alâ enfusinâ ve garrathumul hayâtud dunyâ ve şehidû alâ enfusihim ennehum kânû kâfirîn(kâfirîne).
Ey insan ve cin topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze ulaşacağınız konusunda sizi uyaran içinizden resûller (elçiler) gelmedi mi? “Kendi nefslerimize şahit olduk.” dediler. Dünya hayatı onları aldattı. Ve kendilerinin kâfir olduğuna, kendileri şahit oldular.
Şimdi bu âyet-i kerimenin muhtevasındaki hikmet müessesesinin bulunduğu yere, oluştuğu yere kısaca ulaşmaya çalışalım. Bir insan Allah'a mülâki olmayı yani ruhunu Allah'a ulaştırmayı dilemedikçe o bir hiçtir. Gideceği yer de mutlak olarak cehennemdir. Bütün insanları cehennemden kurtaran faktör, o kişinin Allah'a mülâki olmayı dilemesidir. Dilerse ne olur? Allah onun günahlarını örter. Kişi takva sahibi olur. Allahû Tealâ Rûm Suresinde buyuruyor ki:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
"Munîbîne ileyhi vettekûhu: Allah'a yönel, Allah'a ulaşmayı dile ve O'na karşı, Allah'a karşı takva sahibi ol."
Takva sahibi olmak, cehennemden kurtulmak demektir. Bir sonraki âyet-i kerime bunu kesinleştiriyor. Bu âyet-i kerimenin devamında "Ve namaz kıl ve müşriklerden olma." ifadesi var. Bir sonraki âyet-i kerime:
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
Öyleyse fırkalara ayrılanlar; müşrikler. Bu fırkalara ayrılanların (72 tane fırka oluşuyor.) dışında bir tek fırka var. Allah'a mülâki olmayı dileyenlerin oluşturduğu tek bir fırka; onlar Fırka-ı Naciye. Necata ulaşan, kurtuluşa ulaşan, cennete girecek olanlar. Onlar takva sahipleri. Öyleyse Allah'a ulaşmayı dileyenler takva sahibi, geri kalanlar şirkte, gizli şirkte...
2. grup, onların gideceği yer cehennem.
Bu, konunun başlangıcı. Kişi bundan sonra bir mürşid hasreti duyar. Allahû Tealâ ona o hasreti yaşatır. Kişi hacet namazını kılar, Allah'tan mürşidini sorar. Gece saat 12'den sonra boy abdesti alıp hacet namazını kılar ve Allah'tan mürşidini sorar. Allahû Tealâ da ona eğer bu kişi samimi ise, gerçek anlamda mürşidini diliyorsa mutlaka mürşidini gösterir. İşte bu, mürşidin Allah'tan sorulmasıdır. O mürşide ulaşılır, önünde diz çökülür, tövbe edilir. Gözyaşları içinde el öpülür. İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Belki herkes bu konuda gözyaşı dökmez. Onu bilemeyiz. Ama Allahû Tealâ bize tövbemiz sırasında çok göz yaşı verdi.
Sevgili kardeşlerim! Bu, konunun başlangıcı. Bundan sonra kişi nefs tezkiyesine başlar. Nefsinin kalbindeki %7 nur birikimi, onun vücudundan ayrılıp da devrin imamının dergâhına ulaşan ruhunu zemin kattan 1. kata kadar çıkartır. Daha sonra zikrini daha çok artıracaktır. Ruhu 1. katta değil, 1. kattan sonra 2. kata da çıkacaktır. Sonra daha çok zikredecektir. Ruhu:
1. kattaki açıkta secdeden,
2. kattaki suvarılma havuzlarına ulaşıp orada uzun bir devre o şeffaf sarı renkteki suda suvarıldıktan sonra,
3. gök katına ulaşır. Bir köşk mescitte diğerleriyle beraber secdeye girer.
4. gök katında Mescid-i Aksa'nın aslında secde edilecektir.
5. gök katında Mescid-i Haram'ın aslında secde edilecektir.
6. gök katında sıbgatullah olma mahallinde derileri çatlayacaktır.
7. gök katında eline verilen kılıç ile zincirleri kesecek ve tavana doğru yükselecek ve diğerleri ile beraber sırada yer alacaktır, burası kader hücreleridir.
Nefsinin kalbinde her seferinde %7 fazl birikimi ile gerçekleşiyor, kişi zikir yapıyor. Bu zikrin karşılığında Allahû Tealâ'dan gelen rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları göğsüne geliyor, göğsünden kalbine ulaşıyor ve Allahû Tealâ'nın o kişinin kalbine yazdığı îmân kelimesinin etrafında fazıllar toplanmaya başlıyor. Başlangıçtaki, nefsin kalbine gelen %2 rahmetin ötesinde 7 defa fazl birikimi oluşacaktır.
1. Nefsin kalbindeki ilk %7 fazl birikimi, Nefs-i Emmareyi ifade eder. Ruh 1. gök katına yükselir.
2. Nefs-i Levvame, 2. defa %7 nur birikimidir. Ruh 2. gök katına ulaşır.
3. Nefs-i Mülhime, Allah'tan ilham almaya başlandığı kademedir. Ruh 3. gök katına ulaşır.
4. Zikir, artan bir tempoyla devam eder. Nefsin kalbine gelen nurların yerleşmesinde bunun ötesinde yani 7, 14, %21 fazlın ötesinde bir 7 daha %28 fazl birikiminde kişi mutmain olur, doyuma ulaşır. Allahû Tealâ'nın verdikleri ne kadarsa o kişi onunla tatmin olur. Düşüncesi şöyledir: "Eğer Allahû Tealâ bana daha fazla verseydi, ben kim bilir nerelerde, beni günaha sokacak olan nerelerde bu paraları yemeye kalkardım. Şimdi hamdolsun ki beni, ailemi geçindirecek kadar Allahû Tealâ bana para veriyor. Ben bununla mutluyum." Bu tarzda bir ifadenin sahibi olan kişi Mutmainne'dedir. Nefsinin kalbi tatmin olmuştur .
5. Sonra bu kişinin muhtevasındaki o aşk, heyecan onu 5. gök katına çıkaracaktır. Burası Nefs-i Radiye'dir. Kişi Allah'tan razı olmuştur.
6. Altıncı gök katına çıkılacaktır. Herbiri %7 fazl birikimi ile gerçekleşir. Burası Nefs-i Mardiye'dir. Allah da ondan razı olmuştur.
7. Yedinci gök katına çıkılacaktır. Burası Nefs-i Tezkiye'dir. Kişi 7. gök katında 7 tane âlem geçer. Nefs-i Tezkiye, o kişinin nefsinin kalbinde 7. defa %7 fazl birikimi ile noktalanır.
7. gök katı, 7 tane âlem geçilerek sonuçlanır:
1. âlem: Kader hücreleri.
2. âlem: Ümmülkitap.
3. âlem: Kudret denizi.
4. âlem: Makamı Mahmud.
5. âlem: Divan-ı Salihîn.
6. âlem: Zikir hücreleri.
7. âlem: İndi İlâhi. Allahû Tealâ'nın Zat'ının bulunduğu yer. Orası Allahû Tealâ'nın dizaynı. Allahû Tealâ oradadır. Sidretül Münteha'dan dikey bir yolculukla Allah'ın Zat'ının bulunduğu yere çıkılır.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Ruh, Allah'a ulaşır. Bu bir son mudur? Hayır, değildir. Zor, dik yokuş, bundan sonra başlar. Kişi daha hikmet sahibi olamamıştır. Zikrini 3-4 saatlik bir içerikten 18 saatlik zikre çıkarmak durumundadır. Yoksa fizik vücudunu teslim edemez. Bunu her gün gerçekleştiren kişi, mutlaka fizik vücudunu da Allah'a teslim etmiş olacaktır. Peki, bu kişi hikmet sahibi olmuş mudur? Hayır, olmamıştır.
18 saat zikir, o kişiyi hikmet sahibi kılmaz. Hikmet sahibi olabilmek, ulûl'elbaba aittir. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinde şöyle buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Allahû Tealâ: "li ulîl elbâb yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim: Ulûl'elbab için, (Benim ulûl'elbab kullarım için -o mânâda söylüyor.-) ayakta iken de otururken de ve yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikretmek söz konusudur." diyor.
İşte burada sahâbeye baktığımız zaman bütün sahâbenin ulûl'elbab olduğunu görüyoruz. Allahû Tealâ Nisâ Suresinde diyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, "vakitleri belirlenmiş bir farz" olmuştur.
"Namazı ikame ettikten sonra, kıldıktan sonra, kaza ettikten sonra, bitirdikten sonra ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken hep Allah'ı zikredin." diyor.
Allahû Tealâ ulûl'elbab olmayı üzerimize farz kılmış. Allahû Tealâ ulûl'elbaba hikmet veriyor. Onlar hikmetin sahipleri. Şimdi bu hikmet müessesesine baktığımız zaman onun muhtevasına da bakmalıyız. Allahû Tealâ ulûl'elbabın daimî zikrin sahipleri olduğunu söylüyor. O ulûl'elbabın ayaktayken de otururken de yan üstü yatarken de hep Allah'ı zikrettiklerini söylüyor. Allahû Tealâ bütün sahâbenin ulûl'elbab olduklarını söylüyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Allahû Tealâ: "Onlar sözü dinlerler, sözün ahsen olanına tâbî olurlar, onlar hidayete erenlerdir ve onlar ulûl'elbab oldular." diyor.
Bütün sahâbe ulûl'elbab olmuş. İşte Allahû Tealâ ulûl'elbabın muhtevasını veriyor. Ulûl'elbab mutlaka daimî zikrin sahibidir. Eğer bu kişi daimî zikrin sahibi ise nefsinin kalbinde hiç afet kalmamıştır. Çünkü kesintisiz bir şekilde Allah'ın nurları kalbe geliyor. Karanlıkların gelip de o kalbe yerleşmesine asla müsaade yok. Nefsin kalbi %100 nurlarla dolmuş, devamlı da yeni nur geliyor. Nur bir taraftan geliyor, öbür taraftan da boşalıyor. Ama boşalıyor demekle, geldiği kadar çıkıyor, o doluluk oranı hiç bozulmuyor.
1. olay; kişi daimî zikrin sahibi.
2. olay; nefsinin kalbi pırıl pırıl nurlarla dolu.
Kimin kalbi böyle pırıl pırıl nurlarla dolu olursa iki tane sonuç ortaya çıkıyor:
1- O kişi Allah ile tezekkür etmek yetkisinin, konuşmak yetkisinin sahibi.
2- Allah'ın gösterdiklerini kalp gözüyle görmek yetkisinin sahibi.
Allahû Tealâ kim daimî zikrin sahibi olmuşsa mutlaka onun kalp gözünü açıyor ve kalp kulağını açıyor. O kişi Allah'ın kendisine gösterdiklerini kalp gözüyle görüyor, Allah'ın söylediklerini kalp kulağıyla işitiyor. Kişinin kalp gözü ve kalp kulağı çalışıyor. Bu dört tanesi vasıf şartı. Bu vasıfların oluşturduğu bir sonuç şartı var. Bu kişi bu 4 vasfın sahibi olduğu için, ehl-i tezekkür olur. Allah'la her konuyu müzakere eden birisi olur. Her konuyu soran birisi olur. İşte onun için Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinde şöyle buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlihi, ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab'ı sana indiren O'dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab'ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te'vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O'na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).
Allahû Tealâ: "O (Allah) ki; sana Kitab'ı O indirdi. O'ndan muhkem âyetler de vardır, müteşabih âyetler de vardır. Kalplerinde zeyg olanlar, o müteşabih âyetleri nefsleri istikametinde yorumlarlar ve insanları yanıltmaya çalışırlar. O müteşabih âyetlerin mahiyetini Allah'tan başka kimse bilmez. Buna rağmen kalplerinde zeyg olanlar, o âyetleri kullanıp insanları yanıltmaya çalışırlar. Ve dîndeki rüsuh sahipleri (İlmin zahirini bilen ama çok iyi bilen kişiler, Allahû Tealâ tarafından ‘rüsuh sahipleri' olarak değerlendiriliyor. Belki zamanımızın dîn adamları, üst seviye dîn adamları, İlâhiyat fakültesini bitirdikten sonra hâlâ devam eden, master yapan, doktora yapan, profesör olanlar; işte onlar rüsuh sahipleridir.); onlar da derler ki: ‘Biz de bunların mânâsını bilemeyiz.' Ama onların mânâsını ancak ulûl'elbab bilir." diyor.
Neden bilir? Sadece bir tek sebeple bilir: Allah'tan sorar ve de Allah da ona mutlaka o konunun mânâsını söyler. İşte Allah ile konuşmak yetkisinin sahibi olan kişi, önünde bütün ufuklar açılmış olan bir kişidir. Bilemediği herşeyi Allahû Tealâ'dan soracaktır. Allahû Tealâ ona mutlaka cevabını lütfedecektir.
Öyleyse görülüyor ki; Allahû Tealâ: "Rüsuh sahipleri de onların cevabını veremezken bunun cevabını ancak ulûl'elbab verebilir." diyor. Ulûl'elbab niçin verebilir? Allah'tan sorarak cevabı Allah'tan alıp bildirdiği için verebilir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! Allahû Tealâ o ulûl'elbab makamında insanlara yeni bir ufuk açıyor. Bu kişi, ulûl'elbab olan kişi, daimî zikrin sahibi olduğu için, zikir yapmak da deracat kazandırdığı için bir hayır olduğu cihetle, kesintisiz bir hayır sahibidir, ehli hayırdır.
1- Allah'la her an konuşabildiği için, her an müzakere etme yetkisinin sahibi olduğu için ehli tezekkürdür.
2- Daimî zikrin sahibi olduğu, devamlı deracat kazandığı, hayır kazandığı için ehli hayırdır. Kazandığı dereceler onun hayır kazanması mânâsına geliyor.
3- Bu kişi aynı zamanda bir yeni vasfın da sahibidir. Hem ehli hükümdür hem de ehli hikmettir.
Niçin ehli hükümdür? Onu hâkim olarak veya hakem olarak bir göreve tayin ettikleri taktirde o kesinlikle kendisine sorulan bir konuda kendi fikrini söyleyemez. Mutlaka Allahû Tealâ'dan soracaktır ve sadece aldığı cevabı ulaştıracaktır. Bu sebeple hükümleri Allah'ın hükümleri olacaktır. Bu sebeple ehli hükümdür. Hükümlerinde yanılmaz. Aslında o mu yanılmaz? Hayır, Allah yanılmaz. Ama o bir vasıta olarak Allah'ın kendisine bildirdiği hükmü tebliğ eder.
Peki, bu kişinin başka bir vasfı daha var mı? Bu terazinin içine, bu dağarcığın içine sokulabilecek, ehli hüküm dağarcığının içine sokulabilecek olan bir başka vasfı daha var: Kişi ehli hikmettir. Hikmet kelimesi de hüküm kelimesi de aynı kökten gelen iki kelimedir. Bu kişi Kur'ân-ı Kerim'in âyetlerine baktığı zaman, 28 basamaktan herhangibirine ait olan bir âyet ise, bir bakışta o âyetin 28 basamaktan hangisine ait olduğunu hemen Allahû Tealâ'dan öğrenip söyler. Bu sebeple ehli hikmettir.
Sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım! İşte konumuz olan hikmet, bu kademede olgunlaşan bir meyvedir. Peki, bu kademenin daha yukarısı var mı? Elbette var.
Kişi o kademede bir süre kaldıktan sonra Tövbe-i Nasuh'a davet edilir. O kişi kendisine göklerin melekûtunun gösterilmesi sadedinde Tövbe-i Nasuh'unu gerçekleştirir. Ulûl'elbab makamındakilere yer katları, 7 kat cehennem gösterilir. İhlâs makamındakilere 7 kat gökler gösterilir. Dünyaya ait olan şeylerin gösterilmesi zemin katı ifade ettiği için sıfır noktasını ifade eder; ulûl'elbab makamında gösterilir. İhlâs makamı da görür, ulûl'elbab makamı da görür. Ama ihlâs makamının ulûl'elbab makamından farkı, ihlâs makamı müntesiplerinin yani muhlislerin 7 tane gök katını görmeleri söz konusudur.
Bu ihlâs makamından sonra bu kişinin günahları örtülür, başının üzerine salâh nuru verilir, günahları sevaba çevrilir ve Allahû Tealâ o kişinin iradesini teslim alır. Teslim alırsa ne yapar? Teslim almışsa, iradesi teslim alınan kişi artık Allahû Tealâ'ya külliyen bağlanmıştır. Sadece Allah'ın yaptırdıklarını yapacaktır, söylettiklerini söyleyecektir.
Allahû Tealâ böyle bir insana "İrşada memur ve mezun kılındın." cümlesiyle irşad makamının sahibi olduğunu müjdeler. O kişi ihlâs makamına ulaştıktan sonra ne zaman Allahû Tealâ o kişinin günahlarını örttüyse, sonra sevaba çevirdiyse, salâh nuru verdiyse bunlar hepsi salâh makamının içindeki 7 kademeden bir tanesidir. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe bu makamın sahibi oldular, salâh makamının sahibi oldular. "İrşada memur ve mezun kılındın." cümlesiyle irşad yetkisinin sahibi oldular. Herbiri başkalarına el vermek yetkisinin sahibiydi. İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
"O sabikûn-el evvelîn var ya; onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi."
Ensar; Medine'deki yardımcılar. Muhacirîn; Mekke'den Medine'ye muhacir olanlar, göç edenler.
"Allah onlardan razı, onlar da Allah'tan razıydılar." Bütün sahâbe...
Allahû Tealâ diyor ki: "O sabikûn-el evvelîn var ya; onlardan bir kısmı ensardandı, bir kısmı muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı."
İhsanla tâbî olmak demek, önce Allahû Tealâ'dan mükâfatlarını almak demek. Allahû Tealâ o kişinin gözlerindeki hicab-ı mestureyi alıyor. Görme hassasının üzerindeki gışaveti alıyor. Kulaklarındaki vakrayı alıyor. İşitme hassasının mührünü açıyor. Kalbindeki ekinneti alıyor. Kalbinin mührünü açıyor. O kişinin kalbine ulaşıp kalbinin nur kapısını Allah'a çeviriyor. Göğsünü yarıyor. Göğsünden kalbine nur yolunu açıyor ve ondan sonra mürşidini gösterip onu mürşidine ulaştırıyor. İşte o mürşid salâh makamına ulaşıp da Allahû Tealâ'dan "İrşada memur ve mezun kılındın." cümlesiyle irşad etmek yetkisini alan kişidir.
Her kim "Ben de mürşidim." diye ortaya çıkıyorsa ama Allahû Tealâ'nın verdiği bir yetkisi yoksa o kişi Allah'ın katında mürşid olamaz. Ama bu kişi başkalarını aydınlattığı için deracat kazanır mı? Elbette kazanır. Ona hiçbir engel yok. Ama o kişi "Ben mürşidim." diyemez. İrşad makamı öyle bir yetkidir ki; o yetki kişiye Allah tarafından verilir. İşte hayatta en hakiki mürşid, Allah'ın tayin ettiği mürşiddir.
Allahû Tealâ'nın hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını Yüce Rabbimizden dileyerek konumuzu burada tamamlıyoruz.
İmam İskender Ali M İ H R