}
Sohbetin ve Birr'in Kıymeti
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 200730


SOHBETİN ADI: SOHBETİN VE BİRR’İN KIYMETİ

TARİHİ: 01.01.1990

 

…Allah’ın zikir sohbetini yapmak üzere bir araya getirdi. Allahû Tealâ’nın indinde muhakkak ki en kıymetli mahlûk sizlersiniz. Çünkü Allahû Tealâ, bu dünyayı insanlar için yarattığını söylüyor ve Allahû Tealâ buyuruyor ki:

45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).

Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.



“Bütün kâinatı, bütün gökleri, bütün yerleri insanlar için yarattım ve onların emrine musahhar kıldım.”


Öyleyse Allahû Tealâ biz insanlardan başka neyi yaratmışsa, yarattığı her şey bizler için yaratılmış. Allahû Tealâ’nın indinde en kıymetli mahlûk, biz insanlarız. Ve bu sebeple Allahû Tealâ, en çok biz insanları seviyor. Her şeyi bizim için yaratan Allahû Tealâ, bizleri Kendisi için yaratmış. Bu sebeple insan, Allahû Tealâ’nın yarattığı bütün diğer mahlukâtla Kendisi arasında bir köprüdür, bir vasıtadır.

 

İşte Allahû Tealâ’nın en çok sevdiği mahlûk olan insan genel anlamda hep mutsuz, hep huzursuz. İnsanların büyük kısmı -dünya üzerinde yaşayan insanların büyük kısmı- mutsuz ve huzursuz. Mutsuzluğun ve huzursuzluğun arkasında sadece bir tek sebep var: Allah’ın bizim için ortaya koyduğu mutluluk reçetesini tatbik etmememiz. Allahû Tealâ, insan adı verilen bütün mahlûklarının mutlu olmasını istiyor. Bütün bizlerden, bütün insanlardan Allahû Tealâ’nın istediği şey, sadece tek bir şey, bizden istediği şey; bizim mutluluğumuz. Ve bu mutluluğa, bu saadete nasıl ulaşabileceğimizin bütün şartlarını, bütün yollarını Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’e koymuş ve bize göstermiş. Ve ne yazık ki insanların büyük kısmı Allah’ın bu mutluluk reçetesinden haberdar değiller. İşte böyle olduğu için de insanlar hep mutsuz, huzursuz, sıkıntılı ve problemler içinde bir hayat geçiriyor.

 

Öyleyse kimler mutlu? O mutlulara bakalım beraberce. Daimî zikrin sahipleri; mutlak saadeti yaşıyorlar bu dünyada, ahirette de gidecekleri yer mutlaka Allah’ın cenneti. Öyleyse onlar şu dünyayı yaşarken; şu dünya hayatını yaşarken neyi hissediyorlar? Mutluluğu hissediyorlar, saadeti hissediyorlar ve bunu yaşıyorlar. Bu insanların saadeti yaşamasında, mutluluğu yaşamasında amil olan nedir? Onların Allah’ın reçetesini tatbik etmeleri. Bu reçete dört ayrı standartta bir oluşum gösteriyor.

*Birinci aşamada âmenû olmak söz konusu yani Allah’a ulaşmayı dilemek.

*İkinci aşamada bir adım daha ötesi var; kişinin mürşide ulaşması.

*Üçüncü aşamada Allah’a verdiği yemin, misaki ve ahdi yerine getirmesi.

*Ve dördüncü aşamada da Allah’a full teslim olması. Bir insanın Allahû Tealâ’ya teslimi deyince onun önce ruhunu, sonra fizik vücudunu, sonra da nefsini Allah’a teslim etmesi.

Ve Allahû Tealâ, bu saydığım standartların hepsini zaten üzerimize farz kılmış. Yani biz, mutlu olmayı başardığımız zaman Allah’ın farzlarına riayet ettiğimiz için mutluluğa ulaşacağız. O mutluluğa ulaşmış insanların davranış biçimlerini, bizim daimî zikre ulaşmadan evvel de yapmamız mümkün mü? Mümkün. Bunun için kendimizle ciddî bir mücâdeleye girmemiz lâzım. Kendimizle dediğim zaman nefsimizi kast ediyorum, nefsimiz söz konusu.

İşte hepimiz için geçerli olan şey, bizi bu hedeflere ulaştıracak olan tatbikatı yapabilmek. İki tane merkez var içimizde; birisi ruhumuz, birisi nefsimiz. Ruhumuz, sadece güzelliklerden örülü. Sevgiden başlayarak bütün güzellikler, 19 ayrı haslet, ruhumuzun hasletlerini teşkil ediyor. Nefsimiz içinse negatif faktörler söz konusu. Nefsimizin 19 afeti de kötülüklere dönük ve bizi mutsuz etmeye yönelik. Bizim şeytanla ilişkimizi dizayn eden sistem, nefsimizin afetleridir. Yani şeytan, sadece nefsimizin afetlerine tesir edebilir. Nefsimizde afetler olduğu sürece, şeytandan devamlı tesirler alırız. Ruhumuzun hasletlerine ise şeytan, hiçbir şekilde tesir etmek yetkisinin sahibi değildir.

 

Öyleyse şeytan ne ister bizden? Bu dünyada mutsuz olmamızı, huzursuz olmamızı, sıkıntı içinde bir hayat geçirmemizi, ahirette de mutlaka ama mutlaka cehenneme gitmemizi. Peki Allahû Tealâ ne ister? Şu dünyada mutlu olmamızı, huzur içinde bir dünya hayatı yaşamamızı ve ahirette de mutlaka Allah’ın cennetine girmemizi. Öyleyse Allah ve O’nun yarattıklarının en korkuncu olan şeytan, birbirine tamamen ters düşen taleplerin sahibi. Allahû Tealâ bizlerden sadece bizlerin mutlu olmasını istiyor, şeytansa sadece mutsuz olmamızı istiyor. Allahû Tealâ mutlaka hepimizin cennete girmesini istiyor, şeytan da sadece cehenneme girmemizi istiyor.

Öyleyse Allahû Tealâ’nın ruhumuzla paralel olduğunu, şeytanın da nefsimizle paralel olduğunu görüyoruz. (Allah razı olsun.) Öyleyse içinizdeki iki kuvvetten nefsinizi değil, ruhunuzu izlemelisiniz. Ve taleplerin oluşmasında nefsinizin sesi değil, ruhunuzun sesi sizi hedefe götürmeli. İşte burada her şey ayrılıyor. Nefsiniz her zaman her vesile ile sizin aklınızdan taleplerde bulunur. Biliyorsunuz ki vücudunuzun kumandanı akıldır, aklınızdır. İşte bu akla ulaştırdığınız nefsinizin talepleri veya ruhunuzun talepleri, onun tarafından kabul edilecektir. Ne zaman nefsiniz bir şerr talepte bulunursa ruhunuz derhal harekete geçer ve bir hayır talebiyle aklınıza ulaşır. Karar mercii aklınızdır; vücudunuzun kumandanı olan aklınızdır ve size bir hedef gösterir. İşte bu göstereceği hedef, sizin için ya bir mutsuzluk doğuracaktır ya da mutluluk. Ne zaman ruhunuzun istikametinde bir talebi yerine getirirseniz bu bir hayır olacaktır, size derecat kazandıracaktır. Ve arkasından duyacağınız şey mutlaka mutluluktur ve huzurdur. Ne zaman nefsinizin bir talebini yerine getirirseniz; nefsiniz sadece afetlerden örülü olduğu sürece bir şerr işlemiş olacaksınız, arkasından da huzursuzluk duyacaksınız.

 

Öyleyse davranış biçimleriniz, sizin için bir gayretin semeresi ve sonucu olarak ihlâsta olanların davranışına benzemeli. İhlâsta olanlar ve salâhta olanlar, Allahû Tealâ’nın emrettiği istikamette bir davranışı yapmakta hiçbir zorlamaya tâbî olmazlar. Neden? Çünkü nefslerinde afetler tamamen yok olmuştur, ruhlarının bütün güzellikleri nefslerine de geçmiştir. Bu sebepten nefsleri de ruhları da yalnız hayrı talep ederler.

...aklın iki müşavirinden birisi nefs, birisi ruh. İki müşavir de hayrı istediği cihetle akıl size sadece o zaman hayır işletir. Ne zaman? İhlâsa ulaştığınız zaman yani daimî zikir sebebiyle nefsinizin bütün afetleri yok olduğu zaman. O zaman mutluluğu yaşarsınız bütün boyutlarıyla. İşte böyle bir davranış biçiminin sahibi olabilmeniz daimî zikre ulaştığınız zaman mümkündür. Ama siz bundan çok daha önce nefsinizle devamlı iradenizi karşılaştırmak suretiyle, iradenizi devreye sokarak en güzel standartlara ulaşabilirsiniz. Hepiniz için söz konusu olan şey, nefsinizin bütün taleplerine karşı çıkabilmektir. İşte eskiler, eski evliyalar, eski dervişler nefsleriyle yaptıkları bu cihada iki isim vermişler. Birisi mücahede, birisi riyazet.

Nedir mücahede? Nefsinizin istemediği şeyleri, nefsinize zorla yaptırmak. Bu, nefsinizle yaptığınız cihadın ismi. Bunun adına “mücahede” demişler, hep hayatlarını bununla geçirmişler. İkincisi ne? Nefsinizin istediği şeyleri ona vermemek. Bu da “riyazet” adını alıyor. Sizin nefsinizi tezkiye edecek, tasfiye edecek, sizi mutlaka dünya saadetine ulaştıracak olan şey, bunların ikisi de değil; bunlar vasıtalar. Asıl ulaştıracak olan temel; gayeye ulaştıracak olan temel vasıta zikirdir; Allah’ın Adı’nı birbiri ardınca anmak. Eğer siz zikir yapmıyorsanız, eğer siz namaz kılmıyorsanız, eğer siz nefsinizle mücahede etmiyorsanız Allah’ı sevemezsiniz ve aslında bu, kendinizi de sevememeniz demektir. Nefsinizin kumandası altındaki rüzgâra kapılmış bir gemi gibi olursunuz ve devamlı yolun dışında seyredersiniz. Allahû Tealâ’nın yoluna girmedikçe mutluluğu yaşamanız mümkün değildir.

İnsanlar var, İslâm’ın 5 tane şartını yerine getiriyorlar. Namaz kılıyorlar, oruç tutuyorlar, zekât veriyorlar, kelime-i şahadet getirmişler (getiriyorlar) ve hacca gidiyorlar. Bu insanlar zannediyorlar ki Allah’ın kendilerinden istedikleri budur, bunu yaptıkları zaman mutluluğa ulaşırlar. Hiç kimse bunlarla mutluluğa ulaşamaz. Böyle bir şey hiçbir şekilde mümkün değil. Sizi mutluluğa ulaştıracak olan şey, nefsinizdeki afetlerin adım adım azalmasını temin etmeniz. Bunun da sağlam, dünyadaki en sağlam anahtarı, tek bir anahtarı var; adı zikir. Zikri yaptığınız zaman sakın başka ibadetleri yapmamazlık etmeyin. Hepsi Allah katında kıymet taşır ve zikrin yardımcılarıdır. Allahû Tealâ zikir için, “En büyük ibadet.” diyor.

ve le zikrullâhi ekber(ekberu).” diyor. “Allah’ı zikretmek en büyüktür.” diyor.

Neden daha büyüktür? Kur’ân-ı Kerim tilâvetinden daha büyüktür. Neden daha büyüktür? Namazdan daha büyüktür. Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesi bu hakikatleri söylüyor bize.

29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).

Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.



Ve Allah’ı zikretmek neden daha büyüktür? Çünkü sadece zikirdir ki; Allah’ın katından rahmet ve fazl isimli, bir de salâvat isimli üç tane nuru çeker, kalbinize ulaştırır ve Allahû Tealâ’nın yoluna girmişseniz, gerçekten girmişseniz kalbinizin içine Allah, mürşidinizin ruhunu başınızın üzerine gönderdiği an kalbinizin içine îmânı yazmıştır. O noktadan itibaren mü’minsiniz. Îmân kelimesi kalbinizin içine yazıldığı andan itibaren çok kıymetli bir fonksiyon icra edecektir. Bu fonksiyona dikkatle bakın. Bu fonksiyon, Allah’tan gelen nurları kalbinizde tutabilme fonksiyonudur. Îmân kelimesinin bir attractive (çekici) gücü vardır ki bu güç; salâvâtı, rahmeti ve fazlı kendisine doğru çeker ve fazlı, çevresinde oluşturduğu bir statü içinde kendisine adeta yapıştırır. Ve îmân kelimesinin etrafında yavaş yavaş fazl yani ruhun hasletleri yerleşmeye başlar. Ne kadar fazl nefsinizin kalbinde yerleşmişse o kadar şeytanın karanlığını nefsinizin kalbinden attınız demektir. İşte bu devam ettikçe giderek nurların hâkimiyeti nefsinizin kalbinde artacaktır. Ne zaman nefsinizin kalbinde …  nurların durumu hâkim noktaya geçerse; nurlar nefsinizin kalbini bir hedefe ulaştırmak istikametinde işgal ederse, yarıdan daha fazlasını nurlar kumandaları altına alırsa artık nefsinizin kalbi şeytanın kumandasında değildir; Allah’ın kumandasındadır. İşte bu size bir muhteşem sonuç sağlar.

İşte bütün insanlar için söz konusu olan şey, bu hedefe ulaşmak için gayret sarf etmektir. Ve zikirden başka hiçbir şey; nefsinizin kalbinde bu temizliği, nurların nefsinizin kalbine yerleşerek her geçen gün mutsuzluğunuzun azalmasını, mutluluğunuzun artmasını başka hiçbir şey temin edemez. Başka hiçbir şey temin edemez dediğim zaman başka ibadetleri yapmayın da zikir mi yapın diyorum? Hayır, öteki ibadetleri de başkalarından daha fazla yapmak mecburiyetindesiniz. Başkaları 5 vakit namaz kılar, siz 7 vakit kılacaksınız. Başkaları sadece 5 vakit namazını kılarlar sünnetleriyle, bir kısmı yalnız farzını kılar ve borçları düşünmezler. Ama siz, her namazınızda her gün iki günlük de borç ödersiniz. Başkaları sadece Ramazan ayı boyunca oruç tutarlar. Siz Ramazan ayı oruç tuttuktan sonra, her perşembe günü oruç tutarak Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ve sahâbenin yaşadığı güzellikleri yaşamaya çalışırsınız ve böyle yaptığınız için de başkalarından çok daha hızlı yol alırsınız. Eğer bu söylediklerimi, ciddî boyutlarda vücuda getiren biriyseniz Allah’a ulaşma süreciniz en çok 4 aydır. 4 ay içinde bu meseleyi halledersiniz, Allah’ın cenneti için ehil hale gelirsiniz. Ama bunu yapacak yerde hem tasavvufun içinde görünüp hem de hiçbir ibadetinizi Allah’ın emrettiği biçim ve boyutta yerine getirmezseniz o zaman o süre devamlı olarak uzayacaktır ve siz mutlu olamazsınız. Böyle bir şey hiçbir standartta mümkün değildir. Allahû Tealâ’nın emirlerini yeterli ve geçerli boyutta yerine getirmemek, bir insanın kendi mutluluğunu kendi elleriyle katletmesi anlamına geliyor.

 

(Eğer kahveleriniz içmezseniz kahveleri de katledeceksiniz. Ara sıra sohbete, kahve içmek gibi renkler katmak lâzım ki her şey daha güzel bir görünüm alsın.)

Neden insanlar mutlu değil? Bir düşünseler bir defa Allahû Tealâ kendilerine ne vermiş? Gören gözler vermiş, işiten kulaklar vermiş, koku alan burun vermiş, konuşabilen ağız vermiş. İşlerini halletmek için vücutlarına birçok uzuvlar ihsan etmiş. Bu uzuvların sahibi olan bütün insanlar aslında milyarder değildir; trilyarderdir. Neden? Düşünün bir defa, sadece gözlerinizi düşünün. Gözleri görmeyen bir insan, elinde 1 trilyon lira olsa… Hiç düşünmeden, tereddüt dahi etmeden o elindeki 1 trilyon lirayı verir ve gözlerinin açılmasını ister. Ama siz buna bedavadan sahipsiniz. Hepiniz gören gözlerin, tutan ellerin, yürüyebilen ayakların, görebilen gözlerin, duyabilen kulakların sahibisiniz. Her biri bir servet. Ve Allahû Tealâ size bunları bedava veriyor. Niçin veriyor? Çünkü sizi seviyor. Siz Allahû Tealâ’nın yolunda, O’nun yolunda olmanın gereklerini yerine getirecek yerde getirmemek yolunda bir gayretin sahibiyseniz, bu istikamette Allahû Tealâ’nın emirlerini yerine getirmeyi düşünmüyorsanız, sizin için dünya hayatı önemliyse ne cennet saadetini kazanabilirsiniz ne de dünya saadetini kazanabilirsiniz.

Şeytan, her zaman size bir şeyler telkin eder. O telkin ettiği şeylere dikkatle bakın. Şeytanın yapabildiği bir tek şey vardır; yalan söyleyip sizi kandırmak. İşte kıyâmet günü şeytanın insanlara söylediği şeyler:

14/İBRÂHÎM-22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe vaadekum va’del hakkı ve vaadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrihiyy(musrihiyye), innî kefertu bi mâ eşraktumûni min kabl(kablu), innez zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).

Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.”



“Allah size bir şeyler söyledi, bildirdi. Biz de söyledik. Allah söylediklerini gerçekleştirdi. Biz gerçekleştirmedik, yalan söyledik. Ama siz de bizim yalanlarımıza inandınız. Kabahat bende mi?” diyor şeytan. “Ben size yalan söyledim, siz de benim yalanlarıma inandınız. Ben, sizi zorla mı inandırdım? Hayır, zorla… Öyleyse beni niye kabahatli tutuyorsunuz?” diyor iblis.

 

Ne zaman geçiyor bu konuşma? Kur’ân-ı Kerim’de bu konuşma cehennemde geçiyor. Kıyâmet sonraki cehennem olayında şeytanın etrafında toplananlar, kendilerini aldatan şeytana orada bunları söylüyorlar: “Sen bizi aldattın. Senin yüzünden cehennemdeyiz.” diye. O da bu cevabı veriyor.

Öyleyse iki tane kuvvetle karşı karşıyasınız.


1- Allah’ın söylediklerini sizlere iletenler.
2- Şeytanın size anlattığı şeyler.

 

…hâlbuki sizin düşüncenizmiş gibi size içinizden size seslenir. Ve sizi daima aldatır. Unutmayın, şeytanın her sözü sizin için bir tuzaktır. Ve sadece bir tek şey ister; sizin mutsuz olmanızı. Ne zaman mutsuzsunuz; şeytan bu yüzden çok memnundur hayatından. İnsanlardan bir tanesini mutsuz edebildi diye büyük mutluluk duyar, sevinç duyar. Öyleyse söz konusu olan şey eğer insanların saadeti ise insanların saadetinin arkasında daima Allah vardır. İnsanların mutsuzluğunun arkasında da daima, daima, daima şeytan vardır. Ve şeytan, devamlı olarak sizi telkini altında bulundurmaya çalışır. Allahû Tealâ’nın yolundan soğutmaya çalışır. Gayreti hep aynı istikamettedir.


Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le beraber ne yapmışlar? Günde 7 vakit namaz kılmışlar. Hep borç ödemişler. Ne yapmışlar? Ramazan ayı boyunca oruç tutuktan sonra her perşembe günü, bütün ömürlerince oruç tutmuşlar. Ne yapmışlar? Zekâtlarını iki kat vermişler.

 

Zekât müessesesine dikkat edin, eğer vermezseniz hayatınızın bundan evvelki kesimine dikkatle bakın. Ne zaman zekât vermediyseniz Allahû Tealâ diyor ki: “Biz, onu sizden kat kat çıkartırız.” diyor. Ne zaman vermezseniz, o vermediğiniz zekâtın karşılığını kat kat ödersiniz. Bir şeyleriniz çalınır, ceza alırsınız aklınıza gelmedik bir şekilde. Bir düşünün; son zamanlarda neler geçirdiniz, başınızdan neler geçti? Ve karşılaştırın, vermeniz lâzım gelen zekât ne kadardı? Buna karşılık Allahû Tealâ sizden onun kaç katını aldı? Onun ifadesi: “Alırız.” diyor, “Biz alırız.” diyor. “Kim,” diyor, “bizim emrettiğimiz o helâl olmayan şeyi Allah’ın yolunda harcamazsa…”

Ne demek istiyoruz? Kazandığınız paranın iki tane %2 buçuğu (%5’i) hiçbirinize helâl değildir. Bunun %2 buçuğu yani 40’ta 1’i zekât müessesesini, geri kalan 40’ta 1’i birrin geri kalanını ifade eder. Bu iki para size helâl değildir. Onu kendi ihtiyaçlarınızda kullanmaya kalktığınız zaman, Allahû Tealâ %5’ten çok daha fazlasını hiç beklemediğiniz standartlarda sizden devamlı alır, bugüne kadar da hiç bırakmamıştır.


Öyleyse yapılması lâzım gelen şey ne? Şunu düşüneceksiniz: “Ben niçin yaratıldım? Kim yarattı beni? Allah yarattı.” Niçin yarattı Allahû Tealâ sizi? Mutlu olasınız diye yarattı. Eğer mutlu değilseniz, şunu çok iyi yerli yerine oturtun ki; bunu sağlamamakla Allahû Tealâ kabahatli değildir. Bunu sağlamamakla siz hatalısınız. Siz o günahın sahibisiniz. Kendi kendinizin mutluluğunu… kim Allah’ın yolunda Allah’ın onun mutluluğu için emrettiği şeyleri yerine getirmiyorsa bilsin ki Allah, onun yerine getirmesiyle veya getirmemesiyle bir şey kazanacak veya kaybedecek değildir. Ama kim kendi mutluluğunu sağlayacak olan standartları yerine getirmiyorsa o, kendi mutsuzluğunun kapısını açmıştır ve oradan içeri koşarak girmiştir. Mutsuzluk yoluna girmiştir. Başka birisi ittiği için değil, kendisi girmiştir.

Dikkat edin, şeytan size hep başkalarını misal olarak gösterir. “Falanca bana böyle davrandı da ben Allah’ın yolundan ayrıldım. Benim Allah’ın yolundan ayrılmama sebebiyet veren falancadır, falancadır, falancadır.” Şimdi bunu biraz tahlil edelim; doğru mu? Bütünüyle yanlış. Ne demek istiyorum? Açık söylediğim. “Önemli olan,” diyor Allahû Tealâ, “olaylar değildir. Olayların sizin üzerindeki tesiridir.” Bir kere şunu aklınıza kesin olarak koyun ki; hiç kimse başkasının yüzünden cehenneme gidemez.

 

*Başkasının yaptığı herhangi bir fiille hiç kimse cehenneme gidemez; bir.

*İki: Allah’ın sizin üzerinizde vücuda getirdiği herhangi bir olay dolayısıyla gene hiç kimse cehenneme gidemez.

 

İkisi de imkânsız. Neden imkânsız? Allahû Tealâ’nın veya bir başkasının bizim üzerimizde vücuda getirdiği olaylara “kader” diyor Kur’ân-ı Kerim. Ne zaman bir olay vücuda gelmişse, biz bundan tesir aldıysak fakat biz bu olayı vücuda getiren kişi değilsek, bunun adı kader. Ne şekilde tecelli eder? İki şekilde tecelli eder; ya bize bir zarar verir ya da bir fayda sağlar. Birisi bize bir hediye vermiş; fayda sağlar. Biz bundan derecat kazanmayız ama kaybetmeyiz de. Başka birisinin bize verdiği, bize sağladığı bir fayda yüzünden derecat kazanmayız da kaybetmeyiz de. Başka birisi bize bir zarar verebilir; ikinci alternatif bu. Zarar verirse ne olur? Derecat kazanırız, kaybetmeyiz. Neden? Çünkü birisi bize bir zulüm yaptığı zaman o kişi derecat kaybeder, şerr işlemiştir, bize zulmetmiştir. Biz zulme uğradığımız için kul hakkı doğmuştur. Kul hakkı doğduğu için o kişiden Allahû Tealâ o kadar dereceyi alır, onun kaybettiği dereceyi bize verir. Ne olur? Bize zulüm yapan kişi sebebiyle biz derecat kazanmış oluruz, kaybetmiş olmayız. Hiçbir zaman başka birinin bir davranışı sebebiyle bir insanın derecat kaybetmesi mümkün değildir. Mümkün değildir, cehenneme gitmesi de mümkün değildir. Neden? Çünkü bir insanın cehenneme gitmesinin sebebi; kaybettiği derecelerin kazandığı derecelerden fazla olması. Eğer başkasının yaptığı herhangi bir fiil; bize hiçbir zaman derecat kaybettirmiyorsa, hiçbir zaman başkasının bize yaptığı hiçbir kötülük sebebiyle bizim cehenneme gitmemiz söz konusu değil.

Öyleyse kabahati başkalarının üzerine atmadan evvel iyice düşünmeliyiz. İnsanlar bize kötü davranabilir. Herkes serbest iradesini dilediği gibi kullanmak yetkisinin sahibi. Ama onlar yanlış yaptı diye, biz bundan kendimizi hangi ölçüde etkilersek o kadar kaybederiz veya kazanırız. İşte burada çok dikkatle olayları incelememiz, yerli yerine oturtmamız lâzım. Başkalarının fiilleri, başkalarının davranışları bizim üzerimizde bir tesir vücuda getiriyor. Bu tesir, hiçbir zaman bizim derecat kaybetmemize sebebiyet veremez. Öyleyse şunu kesin olarak yerli yerine oturtalım yani hiç kimse bugüne kadar başkalarının davranışı sebebiyle cehenneme gitmemiştir, gitmesi de mümkün değildir.

 

Öyleyse başkalarının davranışlarını kendimize örnek alarak Allahû Tealâ’nın yolundan caymak, bu yoldan soğumak söz konusuysa bunda büyük ölçüde bir hatanın sahibiyiz. Başkaları kendi davranışlarından mesuldür, biz kendi davranışımızdan mesulüz. Öyleyse papazlar oruç tutmuyor diye onlara kızıp da biz de orucumuzu mu bozacağız?  

 

…insanların davranışlarını onların sahaları içinde mütâlaa edin. Dikkat edin, herkes hür iradesini dilediği kadar kullanmak imkânının sahibidir. Nereye kadar kullanabilirsiniz? Dilediğiniz kadar kullanamazsınız. Başkasına zarar verdiğiniz anda hür iradenizin hududuna geldiniz. Ondan sonrasını kullanmak için Allahû Tealâ size yetki vermiş, kullanabilirsiniz ama kullandığınız zaman bundan zarar gören siz olursunuz. Başkasına ne kadar zarar verirseniz o kadar cezalanmış olursunuz. Sizden o kadar dereceyi Allahû Tealâ alır, zulmettiğiniz kişiye teslim eder, siz şerr işlemiş ve kaybetmiş…  Herkes kendi görüş ufku kadar bir davranış boyutuna sahiptir. Bu davranışlardan bir kısmı doğrudur, bir kısmı yanlıştır. Ama dikkat edin, başkalarının davranışlarından sizler sorumlu değilsiniz. Kim hangi davranışta bulunmuşsa o, kendi standardında sorumludur. Şimdi futbol sahasını ikiye ayırın. Birisi kendi sahanız, öteki başkasının sahası. Sakın başkasının sahası hakkında hüküm sahibi olmayın.

 

Ne demek istiyorum? İki kardeşimiz bir anlaşmazlık içinde. Ben de onları barıştırmak istikametinde bir konuşma yapıyorum onlara. Ve onun üzerine kardeşlerimizden biri diyor ki diğerine: “Şu andan itibaren,” diyor, “ben, sen benim sana karşı nasıl davranmamı istiyorsan aynen öyle davranmaya hazırım. Bana söyle ve bugünden sonra beni kontrol et. Tam seni kırmayacak olan, seni üzmeyecek olan davranış biçimi neyse sen bana onu söyleyeceksin. Ben onu bütünüyle tatbik edeceğim.” Şimdi diğerinin söylediğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Diyor ki: “Ama” diyor, “Hocamız,” diyor, “böyle söylediği için,” diyor, “sen,” diyor, “bunu söylüyorsun bana.” İşte sahalar burada ayrıldı. Bunu söyleyen kişi, “Hocamız bunu söylediği için sen bana bunu söylüyorsun.” diyen kişi kendi futbol sahasında değil; karşı tarafın sahasında. Karşı tarafın düşüncelerini yargılıyor. Karşı tarafın davranış biçimini yargılıyor. Unutmayın, hiçbirinizin buna hakkı yok. Yalnız kendi davranışlarınızdan mesulsünüz. Yalnız kendi davranışlarınızı yargılayabilirsiniz. Ve başkalarının davranış biçimini yargılamaya kalktığınız zaman o kardeşimizin durumuna düşersiniz. Kendi sahanızda olacaksınız. Siz kendi düşüncelerinizden sorumlusunuz, karşınızdakiler kendi düşüncelerinden sorumlu. Öyleyse sahayı sakın aşmayın. Aştığınız zaman işte o noktadan itibaren yanlışa girersiniz.

Şimdi diyorlar ki: “Biz bir dilenci tanıyoruz. Bu dilenci bizden para alırsa gidip kafayı çekecek. Buna para verelim mi vermeyelim mi?” Ben de diyorum ki: “Siz sevap kazanmak istiyor musunuz?” “İstiyoruz.” “Öyleyse kendi sahanızda kalın. Parayı ona verin ve geri kalanına karışmayın.” Siz ona o parayı verdiğiniz anda kazanmanız lâzım gelen dereceyi kazanırsınız. Bundan sonrası sizin sahanız değildir, onun sahasına geçti para. O kendi sahasında o parayı nasıl isterse öyle harcar, sorumlulukları size ait değildir. Sorumlulukları ona aittir. Öyleyse hepiniz için söz konusu olan şey ne? Başkalarına elinizden geldiği kadar yardım etmek.

 

İnsanlar, şu dünyada yaptıkları faaliyetlerle bir şeyler kazanırlar, o kazançlarını kullanırlar. Ve birçok insan zanneder ki sadece bu dünya vardır. Bu dünyada para kazanılır, gayret edilir. Ve Allah’ın kanunları hiçe sayılır. Böyle zannettiğimiz sürece hep kaybedenlerden oluruz. Ve hesaplar meydanda. Kendimize bakalım, bugünden geriye doğru bakalım. Neler kazanmışız, neler kaybetmişiz? Hepsi teker teker gözümüzün önüne gelir ve görürüz ki yanlış bir yoldayız. Ne yapmamız lâzım? Biz Allah’a yaklaşmaya çalıştıkça Allah’ın bizim üzerimizdeki yardımı artar. Tekrar ediyorum: Biz Allah’a yaklaşmaya çalıştıkça Allah’ın bizim üzerimizdeki yardımı artar. Bunu ne kadar genişletebilirsek Allah’ın yardımı da o kadar artar. Dikkat edin; bu yardım sadece manevî yardım değildir. Allah’ın maddî ni’metleri de artar.

 

Karun, dünyadaki en zengin insanlardan biri. Bir gün bir mürşide rastlıyor ve Allah’ın yoluna giriyor. Bütün hazinesini insanlara bağışlıyor. Aradan yıllar geçmiş. Karun çok zenginken fakir olan, sonradan onun verdiği sermayeyle iş yapıp da çok para kazanan birisi, kazandığı paralarla mağrur, geliyor Karun’un yanına. Karun deniz kıyısında oturmuş, denize bakıyor. “Ey,” diyor, “zavallı Karun!” diyor. “Sen ki,” diyor, “bir zamanlar,” diyor, “şu dünyadaki en zengin insandın. Şu haline bak!” diyor. “Senin gibi,” diyor, “dünyanın en zengin insanı bu fakir duruma gelecek miydi?” Karun gülümseyerek adama dönüyor, diyor ki: “Bak,” diyor ve Karun Allahû Tealâ’dan bir talepte bulunuyor. Denizden yüzlerce balık ağızlarında birer tane altın lirayı getirip sahile bırakıyorlar ve tekrar dönüyorlar. Karun diyor ki: “Bak,” diyor, “bunların hepsi altın. Ama” diyor, “benim bunlara ihtiyacım yok,” diyor, “artık. Bunlar,” diyor, “bana bir şey ifade etmiyor. Sen,” diyor, “servetine bir şeyler katmak istiyorsan işte,” diyor, “bu altınlar da senin. Ama” diyor, “ben artık o Karun değilim. Ben Allah’ın hazineleriyle hem kalbi doymuş hem gözü doymuş bir insanım. O eski halime de hiçbir zaman dönmek benim için söz konusu değil.”

 

Allahû Tealâ size demiyor ki dünyadan elinizi eteğinizi çekin, beş kuruşsuz yaşayın. Hayır. Diyor ki Allahû Tealâ: “İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur.”

 

53/NECM-39: Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.

Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.

Öyleyse çalışacaksınız. Dünya ni’metini elde etmek için de çalışacaksınız. İşte dikkat etmeniz lâzım gelen yer burada kendini gösteriyor. Siz nerede dünya çalışmasını Allah’ın emirlerine tercih ederseniz, onları önde tutarsanız işte o zaman, o zaman, o zaman kaybedersiniz. Allahû Tealâ diyor ki: “Kim benden bu dünyada para isterse (bu dünyanın ni’metini isterse) Biz ona, ondan veririz. Ama onun ahirette bir nasibi yoktur. Kim bizden hem bu dünya için hem de ahiret için nasibini isterse ona da ondan veririz.”

 

2/BAKARA-200: Fe izâ kadaytum menâsikekum fezkurûllâhe ke zikrikum âbâekum ev eşedde zikrâ(zikren), fe minen nâsi men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ ve mâ lehu fîl ahirati min halâk(halâkın).

Böylece (hacca ait) ibadetlerinizi (ve kuralları) tamamladığınız zaman, artık atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha kuvvetli bir zikirle Allah’ı zikredin. Fakat insanlardan kim: “Rabbimiz bize dünyada ver.” derse, ahirette onun bir nasibi yoktur.

2/BAKARA-201: Ve minhum men yekûlu rabbenâ âtinâ fîd dunyâ haseneten ve fîl âhirati haseneten ve kınâ azâben nâr(nâri).

Ve onlardan (insanlardan) kim: “Rabbimiz bize dünyada hasene (güzellik ve iyilikler) ver ve ahirette de hasene (güzellik ve iyilikler) ver. Bizi ateşin azabından koru.” derse...

2/BAKARA-202: Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû vallâhu serîul hısâb(hısâbi).

İşte onlar ki, onların, kazandıklarından (kazandıkları derecelerden dolayı) nasibi vardır. Ve Allah, hesabı çabuk görendir.

 

Ne diyor? İki kişiyi misal veriyor Allahû Tealâ. İkisi de para istiyorlar Allahû Tealâ’dan. Biri diyor ki: “Ya Rabbi! Bana para ver, ben Senden çok para istiyorum.” Ne yapacak? Allahû Tealâ biliyor onun ne yapacağını. Barlarda, pavyonlarda parayı yiyecek. Veriyor. “Veririm.” diyor. Bu adamın sonu ne olur? Bu adamın sonu cehennemde, cehennemin en dip noktasında o yediklerinin, haksız kazançlarının hesabını Allah’a vermek. İkinci bir insan daha düşünün, o da para istiyor Allahû Tealâ’dan. “Ya Rabbi!” diyor, “Bana para ver.” Bu kadar mı? Hayır. “Sonra da” diyor, “beni imtihan et. Ben,” diyor, “Senden kazandığım bu parayı Senin bana emrettiğin hayırlarda harcamak için istiyorum. Beni kontrol et.” diyor, “bana parayı ver ve beni kontrol et. Bakalım gerçekten bana verdiğin parayı, Senin emrettiğin istikamette mi harcayacağım yoksa kendi nefsim istikametinde mi harcayacağım?” İşte Allahû Tealâ’nın söylediği insanlar ikinciler. Allah’tan kazandığı parayı; Allah’ın ona verdiği, başkalarından çok fazla olan parayı Allah yolunda harcayabilen insanlar, hayırlarda harcayabilen insanlar.

 

Siz Allah’tan çok para kazanmayı isterseniz O, size bunu verecektir. O paranın harcanma metotlarına dikkatle bakın. Orada Allahû Tealâ’nın bütün güzellikleri yaşayabilirsiniz veya bütün güzellikleri kaybedebilirsiniz. İnsanlar o kazandıkları paralarla mutlu mu olduklarını zannediyorlar. Bir dikkatle bakın bakalım şu zengin olanlara. İnsanların her birisi, kendisine has bir saadet metodu geliştirmiştir. İnsan vardır; “Ben,” der, “çok para kazanırsam mutlu olurum.” Benim Allahû Tealâ’dan duam hep o olmuştur; böyle düşünen insanlara Allahû Tealâ çok fazla para versin de paranın bakalım kendilerini mutlu edip etmediğini yaşasınlar. Öyle olsaydı, dünyanın en zengin insanları dünyadaki en mutlu insanlar olurdu. Ama en mutlu insanlar onlar değil. En mutlu insanlar, Allah’ın en üst seviyedeki evliyalarıdır. Onların da ellerindeki paralar kendilerinin değil; başkalarının faydası istikametinde gelişmiştir. Ve sonuç nedir? Harcama Allah için olduğu takdirde Allahû Tealâ tarafından takdis edilir, O’nun tarafından mukaddes kılınır, O’nun tarafından bereketli kılınır.

 

Neden acaba Allah’ın yoluna girdikten sonra insanların bereketi artıyor? Belki de aynı parayı kazanıyorsunuz. Evinize bir sürü misafirin geldiği noktada da Allah’ın size aynı parayı verdiğini görüyorsunuz, yalnız başına yaşadığınız zaman da aynı parayla yaşıyorsunuz. Ama onlar geldiği zaman, misafirler geldiği zaman Allahû Tealâ eve bereket getiriyor. Aynı parayla sizden başka bir sürü insan daha doyuyor. Niçin? Allahû Tealâ evinizin bereketini arttırıyor. Arkasında kazandığınızı başkalarına vermek, başkaları için sarf etmek emeli var. İşte burada durun. Neden şu dünyadaki en mutlu insanlar mürşidlerdir? Çünkü bütün gayretlerini başkalarının mutluluğuna adamışlardır. Onlar, başkalarına ne kadar mutluluk verebilirlerse o kadar mutlu olurlar. Dikkat edin, onları başkalarından ayıran temel neden budur. İnsanların çok çok büyük bir kısmı “Rabbena, hep bana.” der. Yani kendisine Allahû Tealâ ne verirse O’nun verdiklerinden mutlu olacağını zanneder. Oysaki mürşidler kimlerdir? Ellerindekileri, Allah’ın verdiği maddî ve manevî ni’metleri başkaları için kullanabilen insanlar. Buraya çok dikkatle bakın. Çok büyük bir faklılık var arada. Siz Allah’tan hep kendinize bir şeyler istediğiniz sürece Allahû Tealâ, size onları verse de mutlu olamazsınız. Ne zaman Allah’ın verdiği ni’metleri başkaları için kullanmaya başlarsanız, o zaman inanılmaz şeylerle karşılaşacaksınız. Neyi verirseniz Allahû Tealâ’nın size baştan, 10 kattan başlayarak giderek arttırdığını göreceksiniz. 700 kata kadar ihsanda bulunur. Peygamber Efendimiz (S.A.V), ilk Cuma hutbesinde diyor ki: “Ey sahâbe! Hepiniz ölmeden evvel ölün ki; Allah size 10 kat yerine 700 kata kadar ihsanda bulunsun. Bu ihsanlara lâyık-ı veçhile birçok sahâbenin sahip olduğunu görüyoruz. Yani sonuçta şu büyük hakikatle karşılaşıyoruz ki; Allahû Tealâ kullarına bereket veriyor.

 

Bereketi tarif etmek gerekirse inanılmaz sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. Peygamber Efendimiz (S.A.V), sahâbeyle beraber göç sırasında bir kadıncağızın kulübesine ulaşıyorlar. Bir tek keçisi var kadının, onda da süt kalmamış (sütü kalmamış). Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Bana bir kova getirin.” Getiriyorlar ve o zaten sütü kalmamış olan zavallı keçiyi sağmaya başlıyor. Sağdıkça doluyor kovalar. Ve bütün sahâbeyi doyuracak kadar süt, o zavallı sütü kalmamış olan keçiden çıkıyor. Bunun adı berekettir yani görünmez bir şekilde Allah’ın ni’metlendirmesi.

 

Arabanızın belli bir miktarda benzini vardır, onun gidebileceği benzin bellidir. Ama onun iki katı götürür Allahû Tealâ, hesaba kitaba sığmaz. Eğer bunu matematik olarak hesap ederseniz, bu mümkün değil dersiniz. Ama yaşadığınız zaman mümkün olduğunu görürsünüz. Siz Allah’ın yolunda olduğunuz zaman, Allah bütün kapıları inanılmaz bir şekilde açar. Başkaları inanamazlar. Ama aynı arabada olanlar bunu yaşamışlardır. O yol, o benzin 400 km’ye müsaade etmiştir. Siz 800 km gitmişsinizdir onunla. Hiç kimse de buna -arabanın içinde olanlar müstesna- inanamazlar. Ama realite budur. Yani her zaman Allah’ın bereketini hissedebilirsiniz. Yeter ki O’na lâyık olun. Allah’ın kanunları var. Bu kanunların adına “liyakat kanunları” diyor Allahû Tealâ. Neye lâyıksanız onun bedelini alırsınız. Bu liyakat negatif liyakatsa kaybedersiniz daima. Pozitif liyakatsa daima kazanırsınız.

 

Sözüme dikkat edin, mânâsını oturtmaya çalışın yerli yerine. Neden kazanıyorsunuz, neden kaybediyorsunuz? Bu, Allah ile olan ilişkilerinize bağımlı. Siz Allah için ne vermeye hazırsınız, Allah’ın katında o kadar kıymetlisiniz. Kendinizden ne vermeye hazırsınız? Bir gün sizdeki her şeyi başkalarına tahsis etmek gibi bir sonuca ulaşacaksınız. Ne yaparsanız başkaları için yapacaksınız. Ailenizin fertleri için, etrafınızdaki insanlar için ama hep Allah’ın yolunda olanlar için. Ve kendinizin bir sıfır olduğunu anlayacaksınız. Öyle bir gün gelecek ki yalnız verdiklerinizle mutlu olacaksınız. İşte burada başka insanlardan ayrılacaksınız. Veren el, daima alan elden daha mukaddestir, Allahû Tealâ’nın indinde daha kıymetlidir.

 

Öyleyse davranış biçimlerinizi bu söylediğim standartlara göre ayarlamayı başardığınız gün artık farklı bir yapıda olacaksınız. Ve göreceksiniz ki yardım akıyor size Allahû Tealâ’dan, lâyık olduğunuz için. Siz, o liyakatin yerine negatif liyakatin sahibiyseniz; “Aman Allahû Tealâ bana bunları verdi. Ben bunları çalmadım ki, ben bunları çalışarak kazandım. Onlar da kazansınlar. Ben kimseye bundan beş kuruş vermem.” Böyle söylediğiniz zaman o vermediğiniz var ya, vermediğiniz kesim, onun kaç katını Allahû Tealâ sizden yüz şekilde çıkartır. Bir deneyin, geçmiş günlerinize doğru şöyle bir uzanın ve bakın, neler kaybettiniz bugüne kadar? Kaybettiğiniz şeyleri değerlendirin. Allah için ne yaptınız, yapmadığınız ne, kaybınız ne; birer birer yakalarsınız. Adalet yerini bulmuştur. Allah’ın adaleti daima sıfır olarak tecelli eder. Yani verdiklerinizle aldıklarınız hep birbirine eşittir.

Siz bir bireysiniz, bir fertsiniz. Sizin dışınızda olan herkes ikinci bölümü oluşturur. Allah da üçüncü bölümü oluşturur. Allah var, siz varsınız ve başkaları var. Şimdi dikkat edin; sizinle başkaları arasındaki eşitlik daima sıfırdır. Sizden topluma ne girerse toplumdan size aynı şey geri döner, mutlaka döner. Ama verdiğiniz kişiden onu geri almazsınız. Başka insanlar onu size iade edeceklerdir. Başka standartlarda alacaksınız. Ve göreceksiniz ki eşitlik her zaman sağlanır. Siz toplumdan kime fenalık ederseniz başka insanlar tarafından aynı konuda bir kötülüğü mutlaka yaşarsınız, aynı standartlarda. Ve eşitlik, Allah’ın adalet kanunları hiç sarsılmadan hep devam eder ve falanca olayın, falanca olayın, falanca olayın başınıza neden geldiğini düşündüğünüz zaman şeytan çok kolay bir şekilde hemen başkalarını suçlar: “Onlar sana böyle yaptılar.” Ve içindeki dünya hep şunu söyler: “Evet, ben ona karşı haksız davrandım, doğru. Ama o da bana daha evvel böyle, böyle, böyle haksızlıklar yapmıştı. Ben onun için ona öyle davrandım.” Bugüne kadar böyle düşünüyorsanız, bugünden sonra farklı düşünün diye tavsiye edeceğim.


Şöyle düşünün: Eğer birisi size bir yanlış davranışta bulunduysa şöyle düşünün ki; “Hatırlamıyorum ama ben ona mutlaka yanlış bir davranışta bulunmuşumdur ki o da bana böyle bir davranışta bulundu.” Bunu söyleyebildiğiniz noktadan itibaren, kendinizi haksız görmeyi başardığınız günden itibaren başkalarından size dönecek olan şeylerin hep güzele doğru değiştiğini göreceksiniz. Siz kendinizi bu konuda ne kadar eğitirseniz, siz kendinizi bu konuda ne kadar güzele yaklaştırırsanız insanlardan size ulaşan şeylerin o kadar değişerek geldiğini göreceksiniz. Bunu yaşadıkça yerli yerine oturtacaksınız.

Şeytanın size telkin ettiği şey, materyalist felsefe. Bu dünyada ancak zengin olanlar, onlar mutlu olurlar diye bir düşüncenin sahibiyseniz, o zenginlerin hayatına yakından bakmanın imkânını arayın. O zaman göreceksiniz ki onların hiçbirisi aslında mutlu değiller. Her sahip oldukları şey, bir problem olarak karşılarına çıkar. Çünkü hepsinin ayrı ayrı idaresi gerekir. Diyelim ki bir insan var; bir dairesi var, bir otomobili var ve bunların standardı içinde rahat bir hayat sürüyor. Bu insanın mutlu olduğunu düşünelim şimdi bir an için. Bir başka insan düşünelim: Bir tane dairesi yok, yüz tane dairesi var. Beş-altı tane arabası var. Yatları var ve o kadar da problemi var. Neden? Hepsiyle uğraşmak mecburiyetinde. Siz bir evde yaşayabilirsiniz, bir de yazlık olsun; iki evde yaşayabilirsiniz. Ama geri kalan evleri siz kullanamazsınız. Ne olacak? O sahip olduğunuz şeylerin sahip olmasının hesabını Allah’a vermekle mükellefsiniz, vereceksiniz. Neye sahipseniz, onların hesabını Allah’a vermekle mükellefsiniz. Helâl mi kazandınız, haram mı kazandınız? Hesap size ait. Orada, kıyâmet günü onların hesabını siz vereceksiniz kaybettiğiniz derecelerle. Ama ondan siz yaşama payı çıkartamazsınız. O iki tane dairenin dışındaki dairelerin hiçbirisi sizin kullanabileceğiniz daireler değildir. Başkalarına onları kiraya vermek mecburiyetindesiniz. Verdiğiniz andan itibaren problemleriniz başlar. Her daire sizi ayrıca meşgul edecektir. Kiraya tutan adam acaba ne gibi hasar yaptı dairenizde? Acaba kirasını verdi mi, vermedi mi? Her bir daire için ayrı ayrı üzüleceksiniz. Ne yaptınız? Başkalarının istifadesine sunduğunuz o dairenin her biri için o daireyi kazanmanın hesabını siz Allah’la paylaşmak mecburiyetindesiniz, Allah’a o hesabı siz vermek mecburiyetindesiniz; ondan faydalananlar değil. Ve o diğer dairelere sahip olduğunuz andan itibaren onların sorumluluğunu taşımaya, onun üzüntüsünü çekmeye başlayacaksınız. Falanca daireyi boşaltıp kaçmış, parasını vermemiş. Falanca ödüyormuş. Eve şu kadar tahripte bulunmuşlar, evi duman etmişler. Her birinin üzüntüsü gelip sizi yakalar. Ve bunların her birisi mutluluğa açılan bir anahtar değildir. Her birisi bir problem olarak çıkar karşınıza ve devamlı olarak sizi meşgul eder. Her biri için ayrı zaman harcamak mecburiyetindesiniz.

 

Allahû Tealâ’nın indinde eğer mutlu olmak istiyorsanız, evvelâ Allahû Tealâ’nın size verdiğiyle yetinmeyi öğreneceksiniz ve “Ya Rabbi! Hâkim olan Sensin. Adaletin sahibi Sensin. Sen benim için neyi uygun gördüysen ben ona razıyım. Onu elde etmek için ne kadar çalışmam lâzımsa ben hazırım. Bunun gereğini yapmak istiyorum. Bunun karşılığında bana ne verirsen ben ona razıyım.” diyebilecek bir noktaya ulaşmanız lâzım. Sizin tevekkülünüz, sizin rızanız Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metleri arttırması için yeterli sebeptir. Çünkü siz orada daha ötesi için gerekli olan bazı, daha ötesi için gerekli olan temeli oluşturuyorsunuz. Dikkat edin: Siz bir bodrum katını inşa ettiğiniz zaman, Allahû Tealâ onun üzerine 700 katlı bir saray inşa etmeye her zaman hazırdır. Ama o sarayı, siz bodrumu inşa etmeden size asla yapmayacaktır Allahû Tealâ. Öyleyse liyakatle, liyakatin hediyesi birbirine paralel olarak gelir. Allahû Tealâ liyakatle mükâfatı paralel bir dizayn içinde oluşturur. Neye lâyıksanız onun mükâfatını mutlaka Allahû Tealâ’dan alırsınız.

Lâyık olmadığınız bir şeyi Allah’tan alamazsınız. Lâyık olmak mecburiyetindesiniz. Bunun için Allahû Tealâ’nın yolunda en güzele doğru gitmeniz lâzım. Ve Allahû Tealâ’nın gerçek evliyalarına dikkatle bakın. Neden o insanlar mutlu? Neden o insanlar mutlu da başka insanlar mutsuz? Onlar çok mu zengin, Karun mu? Onlar da başlangıçta sizin gibiydiler. Evvelâ Allah’ı tanımıyorlardı. Ve hayatlarının büyük kısmını boşuna harcamışlardı. Ama bir gün Hakk yolu gördüler ve eski evliyalara baktıkları zaman onların, sizlerin şimdi yaşamaya çalıştığı şeylerin hepsini vaktiyle yaşadığını öğrendiler. Ve bütün güzellikleri, onların yaşadığı kanunları öğrenmeye çalıştılar. Sonuçta Allah’ın bütün güzellikleri onların da üzerinde oldu.

 

Siz Allah’ın yolunda nelerden vazgeçerseniz, Allahû Tealâ size vazgeçtiğiniz şeyleri eskisinden daha çok verdiğini göreceksiniz. Bunun bir kanun olduğunu, insanlara şeytan hiçbir zaman kabul ettirmez. Bunun tam tersini düşünmeleri için her şeyi yapar. Çünkü onların mutlulukları bu söylediğim kaidenin arkasındadır. Siz Allah için neyi verirseniz, Allahû Tealâ size mutlaka ondan daha fazlasını iade eder. Ama işte şeytan, insanlara hep aynı şeyi söyler: “Ben bunu çalmadım ki, ben bu alın terimle kazandım. Neden vereyim? Böyle bir dizaynda mutluluğunuzu arıyorsanız; mutluluğun hep aynı yerden, aynı istikametten geçtiğini göreceksiniz. Size ait olanlardan vermek, en iyiye sizi götürecek olan yegâne anahtardır. Eğer sadece Allahû Tealâ’dan biz: “Ya Rabbi! Bize ver. Ya Rabbi! Bize ver. Ya Rabbi! Bize ver.” diye istersek ve bunu sadece kendimiz için harcamayı düşünüyorsak, burada hep birtakım hudutların içinde hapsedilmiş olduğumuzu yaşayacağız. Daha ileri gitmemiz hiçbir standartta mümkün olmaz.

Başkalarının davranışları bizim hayatımızda neyi ifade eder? Bizim hayatımıza yön verecek olan şey başkalarının davranışları değildir; bizim davranışlarımızdır, bizim liyakatimizdir. İnsanlar var bütün dergâhlarda. Bir alelade insanlar var yani normal bir hayat standardı kabul edin, normal bir davranış biçimi kabul edin, normal bir davete icabet şekli düşünün ve bir hizmetin var olması lâzım geldiği noktada, normal gayret sarf eden insanlar düşünün. Kim bu normal gayretin ötesinde bir gayretle, daha büyük bir gayretle Allah’a yardım etmek istiyorsa işte o kişi liyakatin sahibidir. Bir normal bir prosedür, normal bir nokta tayin edin ve insanlar düşünün; yüzlerce insan var bizim dergâhımızda, binlerce insan var, yüz binlerce insan var. Bu insanlar normal bir standart içinde hizmet veriyorlar. Kim o normalin ötesinde bir hizmet talep ediyorsa, iç dünyasında bunun heyecanını yaşıyorsa o zaten derhal belli olur. İşte o kişi liyakatin sahibidir.

 

Liyakat; sizi alelade insanlardan hizmet açısından ayıran temel faktörün adıdır. Peki, siz liyakatin sahibiyseniz ne olur? O liyakatinizi tatbik sahasına çıkardığınız anda liyakatin mükâfatıyla karşılaşacaksınız. Şimdi başından başlarsak eğer, bir insanın Allahû Tealâ’nın mükâfatlarına hedef olabilmesi, onun liyakatinin seviyesine bağlıdır. Liyakat ise o kişinin talebine dayalıdır. Yani kim Allah yolunda, normal insanlardan daha ötede bir istekle (arzuyla) bir şeyler yapmayı gerçekten istiyorsa Allah kalbinize bakar, kalbinizde neyin yattığını görür. Kim böyle bir talebin sahibiyse o neyin sahibidir? Tasavvufta ne diyoruz bunun adına? Ne? İştiyak, evet. Bunun adına iştiyak diyoruz. Şimdi alelade bir çizgi düşünün. Birçok insanın yapabileceği normal hizmetleri yapabilmek isteyen birçok insan var. Bu normal bir çizgi. Kim o normal çizginin ötesinde bir talebin sahibiyse, “Ben Allah için hizmet etmek istiyorum. Ben Allah için başkalarının yaptığından daha fazlasını yapmak istiyorum. İçinizde bu olduğu takdirde bunun adına “iştiyak” diyor Allahû Tealâ. Ve iştiyak için Allahû Tealâ size sık sık fırsat tanır. Ne yapar bu iştiyak? İştiyakınız varsa onu kuvveden fiile çıkardığınız zaman liyakatiniz, iştiyakınızın ölçüsünde yükselecektir. Liyakatiniz yükseldikçe onun mükâfatı size adım adım teslim edilir Allahû Tealâ’dan. Liyakatinize paralel bir mükâfat. Liyakatiniz arttıkça mükâfatınız artacak. İştiyakınız, o iştiyak konusunda hizmet imkânı size bahşedildikçe Allahû Tealâ tarafından; iştiyakınız liyakatinizi arttıracak; lâyık olma seviyenizi arttıracak. Liyakatiniz arttıkça Allah’ın size ihsan ettiği mükâfatların devamlı arttığını göreceksiniz. Ve bir de aksini düşünün. “Ben, Allah yolunda hizmet etmek istemiyorum.” diye düşünüyorsunuz. Hiç kimse sizi Allah yolunda hizmete zorlayamaz. Böyle bir yetkiye hiç kimse sahip değildir. İçinizden gelmediği sürece o hizmeti zaten vermezsiniz ve liyakatinizin artması da hiçbir şekilde gerçekleşemez. Liyakatiniz artmadığı sürece Allahû Tealâ’nın size verdiği mükâfatların da artması söz konusu değildir.

 

Öyleyse spiral bir yükselme gösteriyorsa bunun başlangıç noktasında liyakat var; sizin başkasından daha fazla hizmet etme iştiyakınız. Bırakınız başkasından daha fazla hizmet etmeyi, normal standartlarda bile hizmet etmek istemiyorsanız; bu sizin bileceğiniz bir şey. Ama o zaman Allah yolunda mutluluğa ulaşabileceğiniz istikametinde bir düşüncenin de gerçekleşmesi mümkün değildir. Unutmayın ki her şey sizin davranışınıza bağlı. Siz nereye ulaşmak isterseniz, onun bilincinde olacaksınız. Siz iç dünyanızda, “Ben Allah yolunda hizmet etmek istemiyorum.” diye bir…


İmam İskender Ali M İ H R