SOHBETİN ADI: ALLAH, SADECE PEYGAMBERLERE Mİ VAHYEDER
TARİH: 14.06.1993
Allahû Tealâ, Şems Suresinin 8. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
91/ŞEMS-8: Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.
Sonra ona (nefse) fücurunu ve takvasını ilham etti.
“O nefse takvası ve fücuru ilham edilir.”
Takva, Allah’ın insanın kalbine verdiği ilhamlar, fücur da şeytanın insanın kalbine verdiği ilhamlar dizisidir. Allahû Tealâ bu âyet-i kerimeden de anlaşılacağı gibi dilediği kişiye ilhamını gönderir. Herkes için ilham müessesesi açıktır. Sadece ilham kelimesi değil, vahiy kelimesi de Allah’ın ilham istikametinde kullandığı bir kelimedir. Ve zannedilmektedir ki Allah, yalnız peygamberlerine ilham eder, peygamberlerine sadece vahyeder. Onun dışında hiç kimseye ilham etmez ve vahyetmez. Oysaki Nahl Suresinin 68. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, “Biz, arıya vahyettik.” buyuruyor. Vahiy kelimesini bir hayvan için, arı için kullanmış.
16/NAHL-68: Ve evhâ rabbuke ilân nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne).
Ve senin Rabbin, balarısına, dağlardan, ağaçlardan ve onların (insanların) kurdukları çardaklardan, evler (kovanlar) edinmelerini vahyetti.
Zilzâl Suresinin 5. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, bir cansız mahlûka; yere (arza) vahyettiğini söylüyor.
99/ZİLZÂL-5: Bi enne rabbeke evhâ lehâ.
Rabbinin ona vahyetmesi ile.
“Biz, arza vahyettik.”
Tâhâ Suresinin 38. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz, “Hz. Musa’nın annesine vahyettik.” diyor.
20/TÂHÂ-38: İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.
Vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik.
Ve Yüce Rabbimiz havarilere; Hz. İsa’nın havarilerine vahyettiğini söylüyor.
5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).
Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.
Bu âyetler hepimize gösteriyor ki, Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri, sadece peygamberlere değil; peygamberlerin dışındaki insanlara da vahyeder.
Bunları, bu âyetleri söylemek suretiyle niçin ıttılaınıza sunduk? Son zamanlarda hakkımızda bir furya devam ediyor. Biz, Yüce Rabbimizin ilham mahiyetinde bize söylediklerini gene O’nun emriyle bir deftere yazdık. Eğer Allah’ın bütün velîleri, Allah’ın kendilerine söylediği sözleri yazmış olsalardı, hepsinde bizimki gibi bir defter mutlaka olurdu. Nitekim Hz. Mevlâna, meşhur eserinin mukaddimesinde açık bir şekilde, “Bunlar bana Allah’ın ilhamıdır. Allah’tan indirildi.” diyebiliyor. Bu, eşyanın tabiatına son derece uygun bir şeydir; yani Allah’ın bir insanla konuşması, ona ilham etmesi. Peygamberlerin dışında bu olay vahiy olsa bile bunun adına ilham mahiyetinde vahiy denmektedir. Allahû Tealâ’nın indinde vahiy kelimesiyle ilham kelimesi arasında fazla bir farklılık yok.
Yüce Rabbimiz, “Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illa vahy ile.” diyor. Yani Allah, bir insanla konuşursa vahy ile konuşur. Vahiy suretiyle konuşur.
42/ŞÛRÂ-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın insanlarla konuşması söz konusu olabilir mi? Eğer bir insan, “Allah, benimle konuşmuyor. Öyleyse başkasıyla da konuşmaz.” diye bir düşüncenin içindeyse bu söylediğimiz âyetleri dikkatle incelesin ve doğrunun ne olduğuna ulaşsın. Demek ki Yüce Rabbimiz, dilediği insanla vahiy yoluyla, ilham mahiyetindeki vahiy yoluyla konuşur. Yalnız peygamberlere has bir olgu değildir.
İşte böyle bir defterin varlığı, bizim hakkımızda birçok dedikodunun ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Biz, evvelâ o defterin kimseye Allah’tan aldığımız emir gereğince verilmemesi tatbikatını yaptık. Ama ne yazık ki o defter bize yazdırıldıktan sonra biz, bildiğiniz gibi 1986 yılında tutuklandık. Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzmanken “Devlet Planlama Teşkilatı Tarikat Yuvası” başlıklı bir yazıyla Hürriyet Gazetesine çıkmıştık. Ve tutuklandık. Polis, bizdeki her şeye ve dolayısıyla bu “Risalet Nurları” ismindeki deftere de el koydu. Ve defter önce poliste incelendi, sonra da Devlet Güvenlik Mahkemesinde incelendi. Her şeyimiz incelemeye alındı ve dava açıldı hakkımızda. Neticede de beraat ettik. Yani defter hem poliste hem de Devlet güvenlik Mahkemesinde incelendi. Sonuç; beraat.
Bu defter, nasıl bir defter? Allahû Tealâ’yla bizim aramızda bir sohbet; bir musahabe. Bu sohbetin muhtevasında hiç kimseye hiçbir istikamette verilen bir emir yok. Dolayısıyla bu defteri sanki bir şeriat kitabıymış gibi düşünmek son derece yanlış olur. Çünkü Allahû Tealâ’nın Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e indirdiği Kur’ân-ı Kerim, açık ve kesin bir şeriat kitabıdır. İnsanlara, ne yapmaları lâzım geldiğinin bütün boyutlarını izah eden bir hüviyet taşır. Rabbimizin bizimle olan konuşmasında ise hiç kimseye hiçbir istikamette herhangi bir emir verilmemektedir. O’nunla bizim aramızdaki özel konuşmaları ihtiva etmektedir defter.
Bu defterin ortaya çıkmasından bu tarafa polisten veya Devlet Güvenlik Mahkemesinden ya da nerden aldıklarını bilmediğimiz bir şekilde defter alındı ve bir dergide yayınlandı. Bunun yayınlaması üzerine de bizim, kendimizi peygamber olarak iddia ettiğimiz gibi bir saçma iddia ortaya atıldı. Eğer o defteri gerçek itibari ile okumuş olsalardı, defterin 5. sayfasında Allahû Tealâ’nın bizim için açık bir şekilde, “Sen nebî değilsin.” ifadesini kullandığını göreceklerdi. Allahû Tealâ, “nebî” adını Kur’ân-ı Kerim boyunca yalnız peygamberler için kullanıyor. Resûl adını ise hem peygamberler hem de peygamberlerin dışındaki pek çok konuda kullanıyor Allahû Tealâ. Ne yazık ki emmanî bilgiler yani Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki kitapları intisar eden bilgiler, resûl kelimesinin yalnız peygamber anlamına geldiğini iddia ediyor. Ve resûllerin kendilerine kitap verilmiş olan peygamberler olduğunu söylüyorlar. Oysaki Kur’ân-ı Kerim’de, kendilerine kitap verilmeyen insanların da resûl olarak kullanıldığını, resûl olarak adlandırıldığını Kur’ân-ı Kerim ifade ediyor.
İşte emmaniyyenin yaptığı tarif şöyle: “Resûller, kendilerine kitap verilen peygamberlerdir. Nebîler ise kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir. Her ikisi de sadece peygamberdir.”
Bu iki iddia da yanlış. Çünkü resûller, sadece peygamberler değildir evvelâ. Sonra resûller, eğer peygamberlerden bahsediyorsa Allahû Tealâ resûl kelimesini kullanarak, bunlar da sadece kendilerine kitap verilen peygamberler değildir. Kitap verilmeyen resûller de vardır. Meselâ Hz. Harun da bir resûldür ama kendisine kitap verilmemiştir.
Öyleyse daha pek çok isim sayılabilir. Allahû Tealâ’nın resûller hakkındaki bir başka açıklaması, çok geniş bir spektrumu ifade ediyor. Meselâ Yüce Rabbimiz, cinler için resûl kelimesini kullanmış, “cin resûller” diyor. Melekler için resûl kelimesini kullanmış, “melek resûller” diyor. Hatta Hz. Yusuf’a firavun tarafından gönderilen bir haberciye de Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de kullandığı isim, “resûl.”
Öyleyse resûl kelimesi, hiçbir zaman yalnız peygamberleri ihtiva eden bir konu değildir.
Resûlün muhtevasına baktığımız zaman bütün kavimlerde, bütün zaman parçalarında Allah’ın resûllerinin yaşadığı görüyoruz. Bütün zaman parçalarında yaşadıklarına göre bunların peygamber olmaları mümkün değildir. Kronolojik açıdan şunu görüyoruz; bundan 2 bin sene evvel Hz. İsa bir peygamber olarak yaşıyordu. Ondan 600 sene sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V) hayattaydı. Ama aradaki 600 senelik devre fetret devridir. O devirde peygamber yoktur. Hâlbuki Allah’ın resûlleri, o devirlerde de 600 sene boyunca da vardı. 1400 seneden beri Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra peygamber gelmemiştir, gelmesi de zaten mümkün değildir. Ama Allah’ın resûlleri o devrelerin hepsinde mevcuttur. Öyleyse zaman açısından şunu görüyoruz ki mademki her devirde resûller vardır, her an vardır; resûllerin bu istikamette kullanıldığı takdirde peygamber olmaları mümkün değildir. Onların her an var olduklarını neye istinaden söylüyoruz? Zumer Suresinin 71. âyet-i kerimesine göre söylüyoruz. Çünkü Allahû Tealâ orada diyor ki:
39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın?” (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
“Cehenneme gelen insanlara cehennem bekçileri derler ki: “Sizlere, sizin aranızdan Allah’ın resûlleri beas edilmedi mi, gelmedi mi?”
Demek ki kıyâmet günü cehenneme giden bütün insanlara bu söyleniyor. Bütün insanlara söylendiğine göre, bu insanlar zamanın bütün parçalarında yaşayan insanlar. Çünkü insanlık tarihi boyunca hiçbir gün geçmemiştir ki o gün insanların bir kısmı cehennemlik olmasın. Öyleyse cehennemdeki insanlar, insanlık tarihinin bütün günlerini temsil ediyorlardı. Böyle olduğuna göre zamanın bütün parçalarında resûller hep var olmuştur. Öyleyse bunların, demin söylediğimiz statü dâhilinde peygamber olmaları mümkün değildir.
Diğer taraftan bu insanlar, dünyanın her tarafından cehenneme gelmişlerdir. Ne kadar kasaba varsa, ne kadar şehir varsa, ne kadar kabile varsa hepsinde yaşayan insanlar o gün cehennemde mevcuttur. Zamanın bütün parçalarında ve bütün kavimlerde, bütün kasabalarda, bütün şehirlerde yaşayan insanlar. Öyleyse onlara da: “Sizin aranızdan resûller gelmedi mi?” dendiğine göre demek ki bu resûller, hem zamanın bütün parçalarında var hem de bütün dünyadaki bütün kavimlerin bütün şehirlerinde, kazalarında, kasabalarında yaşamaktalar. Öyleyse Allahû Tealâ’nın resûlleri insanlar için çok kesin bir ifadeyle söylüyoruz ki peygamber olamazlar, Allahû Tealâ bu istikamette kullanıyorsa.
İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V) için Allahû Tealâ’nın kullandığı tabir:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine, ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusudur). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
“Aranızda Allah’ın Peygamberi var. O, hiçbirinizin kardeşi değildir ve nebîlerin sonuncusudur; hatem-ül enbiyâ’dır. ”diyor Allahû Tealâ.
Demek ki Peygamber Efendimiz (S.A.V), resûllerin değil nebîlerin sonuncusu. Ve söylediğimiz gibi Allahû Tealâ, “nebî” kelimesini hiçbir zaman peygamberlerin dışında hiç kimse için kullanmamıştır. Ve zaten defterde de bizim için Yüce Rabbimizin söylediği şey “Sen nebî değilsin.” diye yalnız peygamberler için kullandığı bu tabirle, bizi asla peygamber olmadığımız noktasında kesin bir hükümle noktalamaktadır.
Biz, bugüne kadar hiç kimseye peygamber olduğumuzu söylemedik. Biz, bugüne kadar hiç kimseye böyle bir iddiada bulunmadık. Ve defterde de bu yazılı olduğu halde insanlar gene de hakkımızda bu dedikoduları çıkararak bizim peygamberlik iddiasında bulunduğumuzu, onlar iddia ediyorlar. İşte huzurlarındayız, gene söylüyoruz ki: “Biz, asla peygamber değiliz ve bu istikamette hiçbir iddiada da bulunmadık.” Bu iddiada bulunanlar, bizim dışımızdaki insanlar; bizim adımıza o, peygamberlik iddiasında bulunuyor diye bir iddianın sahibi olan insanlardır. Tabiatıyla onları mahkemeye verdik ve mahkemeler devam etmekte.
Öyleyse insanların bu iddiaları ve tezvirleri hangi istikamette geçerlidir? İnsan eğer bir başkasına şu veya bu şekilde bir iftira atarsa onun sorumluluğu, Allahû Tealâ’nın katında bir sorumluluktur. Bu hesap Allah’la onun arasında görülür. Allahû Tealâ, insanların zanla hareket etmemesini önermiş Hucurât Suresinin 12. âyet-i kerimesinde.
49/HUCURÂT-12: Yâ eyyyuhellezîne âmenûctenibû kesîran minez zanni, inne ba’daz zanni ismun, ve lâ tecessesû ve lâ yagteb ba’dukum ba’dâ(ba’dan), e yuhıbbu ehadukum en ye’kule lahme ahîhi meyten fe kerihtumûh(kerihtumûhu), vettekullâh(vettekullâhe), innallâhe tevvâbun rahîm(rahîmun).
Ey âmenû olanlar! Zandan çok sakının. Muhakkak ki bazı zanlar günahtır. Ve tecessüs etmeyin (merak edip insanların hatalarını araştırmayın). Sizin bir kısmınız diğerlerinin dedikodusunu yapmasın. Hiç sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette ondan tiksinirsiniz. Ve Allah’a karşı takva sahibi olunuz. Muhakkak ki Allah, tövbeleri kabul eden ve Rahîm olandır.
Öyleyse insanlar zanla hareket ediyorlar. Bu küçücük sohbetimizle sizlere en azından kesin bir olguyu vurgulamak istedik. Biz, hiçbir zaman peygamberlik iddiasında bulunmadık ve peygamber de değiliz. Hakkımızda bu istikamette söylenen şeyler, sadece ve sadece söyleyenleri utandıracak olan yalanlardır. Bu istikamette Allahû Tealâ’nın ilhamına mazhar olmak, bizim için bu kâinattaki en büyük şereftir. Ve Yüce Rabbimiz emretmişse söylenenleri kaydetmemizi, bu kaydettiğimiz defter de bizim için hayatımızdan daha kıymetli bir hediyedir. Bütün bunların ötesinde bizim camiamızda şu anda yüzden fazla insan, Allahû Tealâ’dan ilham almak seviyesine ulaşmıştır. Bu istikamette sadece biz devrede değiliz. Hamdederiz şükrederiz ki bu ocak, yüzden fazla insanın bu hedefe ulaşmasını sağlamıştır. Türkiye’nin her tarafındaki kardeşlerimiz arasında bu güzelliğe ulaşan, bu büyük zevki yaşayan insanların varlığı hamdolsun ki söz konusudur.
Öyleyse bunu yani Allah’tan ilham almayı sanki hiç olması mümkün değilmiş gibi göstermeye çalışanlar, demin söylediğimiz âyet-i kerimeler muhayecesinde görüyorsunuz ki büyük bir yanılgı içerisindeler. Allahû Tealâ’nın bize ihsanını bir kitap şeklinde, bir defter şeklinde dizayn etmesi ise Rabbimizin o istikametteki bir dileğinin karşılığıdır. Bir kısım insanlar bu defterin uydurma olduğunu iddia edebilirler; bu onların problemi. Biz, böyle düşünen insanlara iki şeyi tavsiye ederiz. Birincisi; hacet namazını kılmalarını ve bizi Yüce Rabbimizden sormalarını. İkincisi de iddialarında ısrar sahibiyseler, gelip herkesin huzurunda Kur’ân’a el basarak o defterin sahte olduğunu yeminle ispat etmeleri. Biz bu konu, bizim hayatımızdan daha kıymetli olduğu cihetle onun bir sahte defter olduğunu iddia edenlerin hepsini, hepinizin huzurunda yemine davet ederiz, Âli İmrân Suresinin 61. âyet-i kerimesine göre ve deriz ki; bu defter üzerinde yalan söyleyenin üzerine Allah’ın lâneti olsun.
3/ÂLİ İMRÂN-61: Fe men hâcceke fîhi min ba’di mâ câeke minel ilmi fe kul teâlev ned’u ebnâenâ ve ebnâekum ve nisâenâ ve nisâekum ve enfusenâ ve enfusekum summe nebtehil fe nec’al la’netallâhi alel kâzibîn(kâzibîne).
Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışırsa o zaman de ki: “Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım (bir araya toplanalım). Sonra dua edelim, böylece Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”
Eğer bu defterin bizim tarafımızdan uydurulan bir defter olduğunu, bir sahtekârlık numunesi olduğunu düşünenler varsa ki düşüncelerini söyleyenler oldu. Onların hepsini ayrı ayrı Kur’ân-ı Kerim’e el basarak, bu defter üzerine yalan söyleyenin Allah’ın lânetine muhatap olması konusunda yemine davet ettiğimiz zaman, şimdiye kadar hiç kimse böyle bir yemini yerine getirmedi.
Öyleyse müddei, iddiasını ispatla mükelleftir. Kim, o defterin sahte olduğunu iddia ediyorsa onları hepinizin huzurunda bu söylediğimiz tarzda bir yemine davet ettiğimizi, hepinizin bilmesini isteriz. O defterin bir şeriat defteri olmadığını, bize asla peygamberlik izafe etmediğini, hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmadığımızı ve yeniden açık ve net bir şekilde peygamber olmadığımızı ifade ederek hakkımızda yapılan bu iftiraları yalanlıyoruz, tekzip ediyoruz.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R