TARİHİ: 02.01.1999
(Peygamber Efendimiz (SAV): Faydasız ilimden Allah'a sığınırım demiş. İnşallah bize bu faydasız ilmin ne olduğunu açıklar mısınız? Allah razı olsun.)
Yüce Rabbimize sonsuz hamd ve şükrederiz ki bizleri bir defa daha Allah'ın zikir sohbetini yapmak üzere Yüce Rabbimiz bir araya getirdi.
Muhakkak ki Allahû Tealâ'nın indinde Allah'ın ilmi söz konusu. Allah bütün ilimlerini bir maksat üzere vücuda getirmiştir. Bütün ilimlerden murat, insanın mutluluğu ve huzurudur. “Allahû Tealâ biz insanlardan ne istiyor?” diye bakarsak bizim mutlaka dünyada mutlu olmamızı istiyor; madde-1. Sonra da kıyâmetten sonra mutlaka Allah'ın cennetine girmemizi orada da mutlu olmamızı istiyor. İşte Allahû Tealâ'nın Kur'ân-ı Kerim'i bütün ilimleri kapsayan ilmin temel sahibidir. Bu ilim standardının içinde sadece bu 2 hedef, temeli teşkil eder; dünya saadeti ve cennet saadeti. Öyleyse ilim dediğimiz her şey insanlara bunu sağlayabilecek olan bir özelliğin etrafında kümelenmelidir. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)'in fayda diye telâkki ettiği şey Allah'ın temel kanunlarına uygun sonuçtur.
Şimdi konumuzu baştan yerli yerine yerleştirelim:
1- Kâinatta Allah'ın en çok sevdiği mahlûk insandır.
2- Allahû Tealâ kâinatta ne varsa her şeyi insan için yaratmıştır.
3- İnsanı ise Kendisi için yaratmıştır.
Öyleyse bu 3 tane temel unsur, Allahû Tealâ'nın insana verdiği önemi gösteriyor. İnsan Allahû Tealâ'nın indinde o kadar önemli bir varlık ki Allahû Tealâ, insandan başka yarattığı canlı ve cansız her şeyi sadece insanı için yaratmış. İşte hepiniz Allahû Tealâ'nın indinde bu kadar kıymetlisiniz. Ve temel faktörü incelediğimiz zaman Allahû Tealâ'nın bu kâinattaki her şeyi Kendisi için yarattığı varlığını, sonsuz sevdiğini gösteriyor. Mademki her şey insan için yaratılmıştır; öyleyse bütün yarattığı mahlûkatının arasında, içinde Allahû Tealâ en çok insanı övüyor. Eğer başka bir mahlûkunu daha çok sevseydi, insanı da o mahlûku için yaratmış olacaktı. Ama öyle değil. Allah canlıyı yaratsın, cansızı yaratsın, neyi yaratırsa yaratsın; yarattığı her şeyi insan için yarattığını söylüyor. İşte böyle bir dizayn Allah'ın temel kanunlarını içerir.
Şimdi bakıyoruz, Allahû Tealâ insandan ne ister? Allahû Tealâ insandan sadece onun mutlu olmasını ister. Mutluluğun şartlarını koymuş Kur'ân-ı Kerim'e. Diyor ki: “Allah'a verdiğiniz yemininizi, misakinizi, ahdinizi yerine getirin.” Diyor ki: “Her şeyden evvel Allah'a ulaşmayı dileyin.” Neden? Çünkü dileyen mutlaka Allah'ın cennetine girer. İkinci fasılda Allahû Tealâ diyor ki: “Mutlaka mürşidinize ulaşın.” Neden? Çünkü mürşidine ulaşan hem dalâletten kurtulur. Çünkü mürşidine ulaşan hem de küfürden kurtulur. Çünkü mürşidine ulaşan, bu iki sebepten dolayı mutlaka Allah'ın cennetine girer.
3. safhaya bakıyoruz; “Ruhunuzu Allah'a mutlaka ulaştırın.” diyor Allahû Tealâ. Neden? Çünkü ruhunu Allah'a ulaştıran kişi mutlaka Allah'ın cennetine girer. Bakınız arkası hep mutluluk. Şimdi bu noktaya gelmişken neticeye bakalım. Allahû Tealâ diyor ki Zâriyât Suresinin 56. âyet-i kerimesinde:
“Biz insanları ve cinleri başka bir şey için değil Bize kul olsunlar diye yarattık.” diyor.
Şimdi kulluğun muhtevasına bakıyoruz. 1. kulluk yani Allah'a kul olmak, ruhumuzun Allah'a teslimi anında gerçekleşiyor. Ne olur? Ruhunu Allah'a ulaştıran kişi Allah'ın cennetine mutlaka ulaşır. Öyleyse Allahû Tealâ'nın bizi kul olarak düşünmekten muradı, mutlaka cennete girmemizi sağlamak. Şimdi bir yukarıdaki kata adım atalım. Daha bir yukarıda ruhumuzdan sonra fizik vücudumuzu da Allah'a teslim etmemiz var. Daha bir yukarıda fizik vücudumuzdan sonra nefsimizi de Allah'a teslim etmemiz var. Öyleyse ruhumuzu Allah'a teslim etmemiz, nefsimizi Allah'a teslim etmemiz; bunlar bizi mutlaka dünya saadetine de ulaştırır. Ne olur yani? Yani çift taraflı oluruz. Cennet kanadı ve dünya kanadı. İkisinin de muhtevası mutluluk.
İşte kim ruhunu Allah'a ulaştırırsa o, Allah'a kul olur. Yani Allah'a ulaştırmak; ruhun Allah'a teslimi demek. Çünkü Allah'a ulaşan ruh, Allah'ın Zat’ında ifna olur, yok olur. Allah'ın Zat’ı ruhumuza meab olur. Teslim, bu teslim kişiyi kul yapar Allah'a. Sonra fizik vücudumuz da Allah'a teslim olur bir gün. Yani Allah'ın bütün emirlerini mutlaka yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili hiçbir şekilde işlemesi mümkün olmayan bir yapıyı ifade ediyor bu. O zaman dünya saadeti de bizim olur; %90'dan daha fazla. Ama neticede nefsimizdeki bütün afetleri yok ederek, nefsimizi de fizik vücudumuz gibi ahsen kılarsak işte bu, bize %100 dünya saadetini sağlar. Yani dünyada yalnız hayrı oluşturan, hayatının her safhasında mutlu olan bir insan oluruz. Mümkün mü? Evet, mümkün. Böyle bir hedefe ulaşmak, daimî zikri gerektirir. Daimî zikre ulaşan herkes bu hedeflere ulaşır.
Kim ruhunu Allah'a teslim etmişse o, birinci kulluğa, kulluk makamına erer. Kim arkasından fizik vücudunu da Allah'a teslim ederse bu, ekber kulluktur. Kim fizik vücudunun arkasından nefsini de Allah'a teslim ederse bu, azîm kulluktur. Kur'ân-ı Kerim'de nerede Allahû Tealâ azîm bir ihsanda bulunmuşsa o kişi, mutlaka ihlâsta veya onun bir ötesi ve son nokta olan salâhtadır. Allahû Tealâ'nın 3 ayrı ihsanı var. 3 ayrı ni'meti var, azîm istikametinde. Fevz-ül azîm 1.'si; mükâfatların en büyüğü. Ecr’ül azîm; ücretlerin en büyüğü. Hazz’ul azîm; hazların, mutlulukların en büyüğü, sonsuzu. Bu 3'ü de salâh makamının işaretlerini taşır. Öyleyse 3. ve son kulluk, azîm kulluktur. İhlâstan sonraki salâh makamında şekillenir.
Allahû Tealâ bizi başka bir şey için değil, Allah'a kul olalım diye yaratmışsa, Allah'a kul olmak önce cennet saadetini mutlaka sağlıyor. Arkasında da dünya saadetine ulaşmamızı sağlıyor. Allahû Tealâ mademki: “Biz insanları ve cinleri başka bir şey için değil, Bize kul olsunlar diye yarattık.” diyor, “Onları başka bir şey için değil, mutlu olsunlar diye yarattık” anlamına geliyor bu.
Öyleyse saadetimiz, Allah'ın dizaynı içersinde bir şeyler yapmamıza %100 bağımlı. İşte bu bir şeyler var ya Allah için yapılması gerekli bir şeyler, o ilmi oluşturur. Ne yapmamız lâzım? 4 safhada Allahû Tealâ açıklama getirmiş.
1- Allah'a ulaşmayı dilememiz lâzım. Kim dilerse diledikten de hemen sonra öldüğünü düşünelim. Sıfır amelle bu kişi öldü. Bu kişinin gideceği yer cennettir. Allahû Tealâ 2 hususu da açıklığa kavuşturmuş.
1- Allah'a ulaşmayı dilemeyen cehenneme girer.
2- Allah'a ulaşmayı dileyen mutlaka Allah'a ulaşır. Allaha ulaşırsa mutlaka Allah'ın cennetine ulaşır.
Peki, yolda ölen ya da Allah'a ulaşmayı diledikten sonra hemen ölen kişi? Gene Allah'ın cennetine girer. Bu kişi yaşadı. Mutlaka mürşidine ulaşacaktır. Mürşidine ulaştığı zaman 2 sebepten dolayı cennete gidecektir. Hem mü'min olduğu için cennete gidecektir hem de dalâletten kurtuldu diye cennete girecektir. Bu kişi bunları yaşadı, mü'min oldu, öldü. Mutlaka cennete gidecektir. Yaşadı ve daha üst makamlara ulaşabilmek için hayatta kaldı. Bakıyoruz ki o, ruhunu Allahû Tealâ'ya ulaştırdı. Yeni bir safha. Bu sefer de ruhunu Allah'a ulaştırdığı, ruhunu Allah'a teslim ettiği için de cennete girecektir, 3 ayrı cepheden. Allaha ulaşmayı dilediği için 1, mürşidine ulaştığı için 2 ve 3.'sü de ruhunu Allah'a ulaştırdığı için bu kişi mutlaka Allah'ın cennetine girecektir. Bundan sonra yaşadığını kabul edelim kişinin. Cennet saadeti tamamlanmıştır. Fizik vücudunu teslim ettiği zaman dünya saadetinin %90'dan fazlasını yaşamaya başlar. Nefsini de Allahû Tealâ'ya teslim ettiği zaman dünya saadetinin %100'ünü yaşamaya başlar. Hayatının her safhası, daimî zikirle beraber sonsuz bir mutluluk içinde geçer.
İşte bütün bu safhaları insana sağlayan şey, bir ilmin sahibi olmaktır. Eğer bu ilim, bu insanı;
1- Cennet saadetine ulaştırıyorsa,
2- Dünya saadetine ulaştırıyorsa o zaman bu ilim, faydalı ilimdir.
Eğer bu ilim insanı mutsuz kılıyorsa, eğer bir ilim insanı huzursuz ve sıkıntılı kılıyorsa o faydasız veya asıl ifadesini kullanalım; zararlı ilimdir. Öyleyse muhtevayı kesin şekilde değerlendirirsek, faydasız ilmin zararlı ilim olduğunu görüyoruz. Neden? Çünkü faydasız ilim kişiyi cehenneme götüren ilimdir. Faydalı ilim; cennet saadetini ve dünya saadetini sağlayan ilim, faydasız ilim; dünyada da cehennemi, cehennemde de cehennemi oluşturan ilimdir.
Öyleyse insanoğlunun dizaynına dikkatle bakın. Bütün insanlar için Allah'ın hedef gösterdiği şey, insanları Allah'ın bu mutluluk hedefine ulaştırmaktır. İşte Kur'ân-ı Kerim. Kur'ân-ı Kerim başlangıç noktasından sonuna kadar bütün insanların Allah'ın cennetine ve bütün insanların dünya saadetine ulaşmalarını sağlayan temel ilmi içerir. Kur'ân-ı Kerim bir hayat kitabıdır. Evvela isterseniz buradan başlayalım. 14 asır geçmiş Kur'ân-ı Kerim indireli. 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve bütün sahâbe;
Kur'ân'ın bütününü öğrenmişler; 1.
Kur'ân'ın bütününü yaşamışlar; 2.
Böylece cennet saadetinin de dünya saadetinin de sahibi olmuşlar; 3.
Bugün? Bugün de insanlar ilimlerle meşguller. Ama Kur'ân-ı Kerim'i öğrenemiyorlar. Kur'ân-ı Kerim'i yaşayamıyorlar. Kur'ân-ı Kerim'in hedeflerini, cennet saadetine ulaşmayı ve dünya saadetine ulaşmayı hiçbir zaman gerçekleştirmeleri mümkün değil.
İşte şimdi ilimleri ait olduğu yere oturtalım. Bir ilim düşünün ki insanlar hayatlarını veriyor bu ilmi öğrenmek için. İlâhiyat fakültelerini bitiriyorlar, arkasından doktora yapıyorlar. Arkasından el-ezheri bitiriyorlar. Arkasından doçent oluyorlar, profesör oluyorlar vs. vs. Ordinaryus profesörü oluyorlar. Ve öğrendikleri bu ilimle, dîn ilmiyle kendileri de onlardan bu ilmi öğrenenler de hepsi, doğru posta cehenneme gidiyor. Ve hiçbirisinin de dünya saadetine ulaşması mümkün değil. Şu dünyada bir ot gibi korkunç bir huzursuzluk içinde yaşıyorlar, ömür tüketiyorlar. Nefslerinin zebunu olarak, nefslerinin esiri olarak. Öldükten sonra da kıyâmet günü canlandıklarında gidecekleri yer sadece cehennem.
Böyle bir ilme faydalı bir ilim diyebilir misiniz? İşte 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) bugünün dîn ilmini kastediyor. “Gelecekte öyle ilimler olacaktır ki bunlar faydasız ilimlerdir. Onlardan Allah'a sığınırım.” diyor. Biz de onunla beraber Allah'a sığınırız ki bugün dünya üzerinde bir dîn ilmi öğretiliyor insanlara. Ama hiç kimseyi kurtarması mümkün değil. Âlimleri de kurtaramaz. Onlardan ilim öğrenen talebeleri de hiçbir şekilde kurtaramaz.
Öyleyse şimdi beraberce konumuzu inceleyelim. Gerçekten Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe, faydalı ilmin sahibi oldular mı? Evvela buraya bakmamız lâzım. Başka bir ifadeyle Peygamber Efendimiz (S.A.V), sahâbeye faydalı ilmi öğretti mi, yaşattı mı? Meselenin odak noktalarını demin işaretlemiştik. 1. hedef; Allah'a ulaşmayı dilemek. Dilemeyenin ne olduğuna bakıyoruz. Yûnus Suresi 7. âyet-i kerime. Allahû Tealâ buyuruyor:
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
Diyor ki Allahû Tealâ: “Onlar ki Bize ulaşmayı; dünya hayatını yaşarken Bize vasıl olmayı dilemezler. Onlar, dünya hayatından razıdırlar. Dünya hayatıyla doyuma ulaşırlar, tatmine ulaşırlar. Onlar bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır.”
Bir sonraki âyet-i kerime:
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
“Onların gidecekleri yer cehennemdir.” diyor Allahû Tealâ.
Demek ki eğer insanlar Allah'a ulaşmayı dilemezlerse kurtuluşları mümkün değil. Gidecekleri yer cehennem. Şimdi 14 asır geriye gidiyoruz. Ve sahâbenin hepsinin Allah'a ulaşmayı başardıklarını görüyoruz. Hepsi hidayete ermişler, ruhlarını ölmeden evvel Allah'a ulaştırmışlar. Nedir hidayet? Allahû Tealâ tarif ediyor, Bakara-120:
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve le initteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Ve sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden asla razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın Kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”. Sana gelen ilimden sonra eğer gerçekten onların hevalarına uyarsan, senin için Allah’tan bir dost ve bir yardımcı yoktur.
“inne hudâllâhi huvel hudâ.”
inne: Muhakkak ki, şüphesiz ki.
hudâllâhi: Allah'a ulaşmak (ölmeden evvel Allah'a ulaşmak).
huvel: İşte o.
hudâ: Hidayettir.
Ruhun ölmeden evvel Allah'a ulaşması hidayettir. Şimdi bakıyoruz Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi ne söylüyor:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
“Onlar kavli dinlerler. Kavlin ahsen olanına tâbî olurlar. Onlar, hidayete erenlerdir.”
Bütün sahâbe hidayete ermişler. Ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar. Peki, konumuz neydi? Allah'a ulaşmayı dilemek. Acaba sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemiş mi? Şimdi Ra'd Suresinin 20, 21 ve 22. âyetleri kesinlikle böyle olduğunu bize ifade ediyor. Ra'd-20, 21, 22, Allahû Tealâ buyuruyor:
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
ellezîne yûfûne bi ahdillâhi: Onlar, Allah ile olan ahdlerini ifa ederler, yerine getirirler.
ve lâ yenkudûnel misâk: Misaklerini bozmazlar, nakzetmezler.
vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar, Allah'ın Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (yani ruhlarını) O'na (Allah'a) ulaştırırlar.
Kim bunlar? Ruhlarını Allah'a ulaştıranlar. Devam ediyoruz şimdi, özelliklerini veriyor:
13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
Birinci özellik: “ve yehâfûne sûel hisâb: Onlar cehennemden, hesaplarını negatife düşürmekten korkarlar.”
Neden korkarlar? Çünkü kimin günahları sevaplarından fazlaysa onların gideceği yer cehennemdir. Onun için onlar bundan korkarlar.
“ve yahşevne rabbehum: Rab'lerine karşı huşû duyarlar.” Yani kalp şartlarının 5.'sine ulaşmışlar.
Ve ondan sonra diyor ki Allahû Tealâ: “vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Onlar, sabırla Allah'ın Zat’ına ulaşmayı dileyenlerdir.”
Şimdi bunların sonucuna bakıyoruz. Neydi sonuç? Hepsi ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar. Öyleyse bunlar kim? Ruhlarını Allah'a ulaştıranlar kim? Ruhlarını Allah'a ulaştıranlar, Allahû Tealâ'nın Allah'a ulaşma dileğini yerine getirenler. Yani Allah'a ulaşmayı dileyenler. Öyleyse bütün sahâbe Allah'a ulaştığına göre, hepsi Allah'a ulaşmayı dileyenler kesinlikle. Çünkü Ra'd Suresinin 21. âyet-i kerimesi: “Onlar, Allah'ın Allah'a ulaştırılmasını dilediği, Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah'a ulaştıranlardır.” diyor. Onların vasıflarını veriyor: “Onlar, Allah'a ulaşmayı sabırla dileyenlerdir. Allah'a ulaşanlar, Allah'a ulaşmayı dileyenlerdir.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse bütün sahâbe, Allah'a ulaşmayı dilemişler. Allah'a ulaşmayı dileyenler acaba ne olur? Şimdi bakıyoruz, Hûd Suresinin 29. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor:
11/HÛD-29: Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
Ve ey kavmim! Buna (tebliğ ettiğim şeylere) karşılık sizden mal olarak (bir şey) istemiyorum. Eğer ücretim (ecrim) varsa ancak Allah’a aittir. Ve ben âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) tardedecek (uzaklaştıracak, kovacak) değilim. Muhakkak ki onlar, Rab’lerine mülâki olacaklar (ulaşacaklar). Ve lâkin ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.
“Hz. Nuh kavmine dedi ki: “Ey kavmim! Ben bu yanımda bulunan âmenû olanları yanımdan kovamam. Çünkü onlar, mutlaka ruhlarını ölmeden evvel Allah'a ulaştıracaklardır. Allah’ın yardımıyla onlar, ruhlarını mutlaka ölmeden evvel Allah'a ulaştıracaklardır.”
Öyleyse âmenû olanlar kimlerdir? Allaha ulaşmayı dileyenler. Ve âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler), neticede mutlaka Allah'a ulaşanlar oluyor. Peki, bu kadar mı? Hayır, bu kadar değil. İşte Bakara Suresinin 156 ve 157. âyetleri, Allahû Tealâ buyuruyor:
2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.
“Onlar kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman derler ki: innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn; Biz muhakkak ki Allah için yaratıldık. Mutlaka Allah'a ulaşacağız. Muhakkak Allah'a ulaşacağız. Ruhumuzu muhakkak ölmeden evvel Allah'a ulaştıracağız.”
157. âyet-i kerime:
2/BAKARA-157: Ulâike aleyhim salâvâtun min rabbihim ve rahmetun ve ulâike humul muhtedûn(muhtedûne).
İşte onlar (dünya hayatında Allah’a mutlaka döneceklerinden emin olanlar) ki Rab’lerinden salâvât ve rahmet onların üzerinedir. İşte onlar, onlar hidayete ermiş olanlardır.
“İşte hidayete erenler, sadece onlardır (ruhlarını Allah'a ulaştıranlar sadece onlardır).”
Kim bunlar? Allah'a mutlaka ruhlarını ulaştıracaklarına inananlar. Ruhlarını Allah'a ulaştırmayı diledikleri için böyle bir inancın sahipleri. Öyleyse ne görüyoruz? 14 asır evvel başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe, Allah'a ulaşmayı dilemişler. Neticede ne olmuşlar? Kur'ân-ı Kerim bütün sahâbenin cennet saadetinin sahibi olduğunu açık bir şekilde ifade ediyor. Nerde ifade ediyor? 2 âyet-i kerimede.
A'râf Suresi 157. âyet-i kerime. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu, ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.
“Kim o ümmî, nebî resûle tâbî olmuşsa, tâbî olanların hepsi felâha erdiler. Cennet müjdesini aldılar. Hepsinin gideceği yer Benim cennetimdir.” diyor Allahû Tealâ.
Tevbe Suresi 100. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
“Allah sahâbeden razı oldu. Onlar da Allah'tan razıydılar. Altlarından cennetler akan ırmaklar onlarındır.”
Bütün sahâbenin Allah'ın cennetine gireceği kesin. Kim bu insanlar? Allah'a ulaşmayı dileyenler. Özellikleri ne? Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbe için Allahû Tealâ şöyle söylüyor, Âli İmrân-119:
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ yuhıbbûnekum ve tu’minûne bil kitâbi kullihi, ve izâ lekûkum kâlû âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca “Biz îmân ettik.” dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak uçlarını ısırdılar. De ki: “Öfkenizden ölün.” Muhakkak ki Allah, sinelerde olanı en iyi bilendir.
“Onlar size buğz ettikleri halde, size düşmanlıklar yaptıkları halde (daha detaya girersek; sizi öldürdükleri halde, size işkence yaptıkları halde) siz onlara karşı gene de muhabbet beslersiniz, sevgi duyarsınız. Çünkü siz Kur'ân'ın bütününe imân edenlersiniz. Yani Kur'ân'ın bütününü tatbik edenlersiniz, uygulayanlarsınız.”
İşte 14 asır sonra ilmin, faydasız ilim haline gelişinin arkasında bu gerçek var. Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'ini insanlar bir tarafa bırakmışlar ve faydasız ilimlerle uğraşmaya başlamışlar. Ne demek? İnsanları cennet saadetine ulaştıracak olan ve dünya saadetine ulaştıracak olan Kur'ân-ı Kerim'in temel farzlarını unutmuşlar, yok etmişler ve onların dışındaki ilimleri öğrenmeye başlamışlar insanlar.
Bu dizaynda zamanımız âlimleri insanları cennet saadetine götürecek olan bu temel farzdan; Allah'a ulaşmayı dilemekten bahsediyorlar mı? Hayır, bahsetmiyorlar. Kendilerine böyle bir sual sorulduğunda verdikleri cevaplar ne? Verdikleri cevap: “Hayır, dünyadayken Allah'a insan ruhunun ulaşması diye bir şey yoktur. Allah'a ulaşmayı dilemek ölmeyi dilemektir. Çünkü insan ruhu ölmeden evvel Allah’a ulaşamaz.” Böyle bir inancın içindeki insanların kendilerine, “İyi ama Allah'a ulaşmayı dilemezseniz, Allahû Tealâ sizi cehenneme atar.” dediğinizde söyledikleri şey; “Siz Kur'ân-ı Kerim'i ve dîni bilmezsiniz. Karışmayın dîni bilenlerin işine. Herkes kendi mesleğini icra etsin. Dîni bilenler bizleriz. Ve dînde böyle, insanlar Allahû Tealâ'ya ulaşmayı diliyorlar diye, Allah'a ruhlarını ulaştırmayı diliyorlar diye Allah'ın cennetine mutlaka girerler tarzında bir ifade yok.” diyorlar. Onların bildikleri şey, insan ruhunun Azrail (A.S.) tarafından alındığı, insanın ondan sonra öldüğü ve tabiatıyla ruhun ancak ölümden sonra Allah'a ulaşması. Bu standartlar içinde baktığımız zaman Allah'a ulaşmayı dileyen kişi, ölmeyi dilemiş oluyor. Öyleyse bir insan böyle bir dileğin sahibiyse ve intihar ederse, Kur'ân-ı Kerim intihar edenlerin gideceği yerin mutlak cehennem olduğunu söylüyor. İşte dîn adamları insanlara bu saçmalıkları öğreterek vakit geçiriyorlar. “Yani sen Allah'a ulaşmayı diliyorsan, bunun arkasında intihar etmek var. İntihar etmeyi diliyorsan, buyur intihar et ama bunun sonunda gideceğin yer cehennemdir.” diye insanları Allah'ın temel umdelerine yaklaştırmak yerine ondan uzaklaştırıyorlar.
Şimdi bu 1. fasılda, 1. safhada görüyoruz ki zamanımızın dîn ilmi, faydalı ilim değil. İnsanları Allah'ın cennetine ulaştırmak yerine sadece cehenneme ulaştıran bir nitelik taşıyor. Peki, faydalı ilimin sahibi miydi Peygamber Efendimiz (S.A.V)? Kesin. Çünkü hem kendisi hem sahâbesi Allah'a ulaşmayı dilemişler. Diledikleri, Kur'ân-ı Kerim hükümlerine göre kesinleşiyor.
Şimdi 2. safhaya geçelim. Allahû Tealâ mürşide ulaşmayı farz kılmış. Buyuruyor ki: “vebtegû ileyhil vesîlete: O'na (Allah'a) ulaşmaya kim vesile olacaksa o vesileyi arayın, isteyin.”
Birçok kişi, “Arayın.” diyor, âyet-i kerimenin mânâsına. Oysaki Allahû Tealâ, iptiga etmekten bahsediyor. İptiga etmek; istemek demek. Allah'tan istenecek. Çünkü Allahû Tealâ diyor ki:
16/NAHL-9: Ve alâllâhi kasdus sebîli ve minhâ câirun, ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).
Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm'e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah'ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.
“ve alallâhi kasdus sebîli: Sebîllerin, bütün mürşidlerin bulundukları dergâhlardan zamanın imamının dergâhına uzanan yolların sahibi, kast edicisi Allah'tır. O yolları kast etmek, tayin etmek, tespit etmek Allah'a aittir.” diyor.
Öyleyse Allah'ın bütün insanlar için mürşid tayin ettiğini görüyoruz. Bunun da arkasında elbette hikmet var. Herkes başka hastalıklardan muzdarip. Kalp hastası var, ciğer hastası var, böbrek hastası var, mide hastası var. Her bir hastayı iyi edecek olan doktoru en iyi bilen Allah'tır. Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ'nın yaptığı şey açık ve kesin. Eğer Allah'tan hacet namazını kılar da mürşidini sorarsa kişi, Allah ona hangi mürşide gideceğini mutlaka gösterir.
Ayrıca dünya, zamanımızda çok büyük bir âlem oldu. Bütün dünyada her zaman bir tek imam (huzur namazının imamı) bulunacağına göre, dünyanın her tarafında yaşayan insanların ona ulaşması da normal standartlarda mümkün olmadığı cihetle, Allahû Tealâ herkesin ulaşacağı yerde mürşidler tayin etmiş. Bir defa her kavme mutlaka resûl gönderiyor. Her kavimde şuanda resûller yaşıyor. Bütün kavimlerde, aklınıza ne kadar kavim geliyorsa hepsinde şuanda (dünyada) resûller yaşıyor. O resûllerin bulunduğu yerde, aynı ülkenin insanları olmakla beraber ulaşamayacak olanlar varsa onlar da kendi civarlarındaki mürşidlere tâbî olacaklar. O mürşidler kendi resûllerine tâbî olacaklar. O resûllerin de hepsi, zamanın imamına tâbî olacaklar. Böylece tâbiiyet müessesesi gerçekleşecek. Tâbiiyet, İslâm'ın temel farzıdır. İşte her kim tâbî olmazsa Allahû Tealâ sonuçları ifade etmiş. 10 âyet-i kerime gereğince mürşidine tâbî olmayan kişiler dalâlette. 7 grup âyet-i kerime gereğince dalâlette olanlar cehennemde. Mürşidine tâbî olmayan kişi, aynı zamanda küfürde. Hem küfürde oldukları için hem de dalâlette oldukları için gidecekleri yer ne yazık ki cehennem.
Öyleyse duruma âyetlerden kısaca bahsederek girelim ve detay vermeden ana konumuza dönelim. 10 tane âyet-i kerime dalâlette olanların mürşidlerine ulaşamayanlar olduğunu söylüyor.
İşte 1. âyet-i kerime, Kasas-50:
28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.
“Habibim, eğer senin davetine icabet etmezlerse bil ki onlar, kendi nefslerine tâbîdirler. Kim Allah'ın davetçisine değil de kendi nefsine tâbî olursa ondan daha çok dalâlette olan kim vardır?”
2. âyet-i kerime, Tâha-123. Allahû Tealâ diyor ki:
20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”
“Hadi hepiniz oradan aşağı inin. Birbirinize düşman olarak. Sizlere hidayetçilerimiz ve hidayetimiz gelecek. Kim hidayetçimize tâbî olursa sadece onlar, dalâletten kurtulurlar.”
3. âyet-i kerime, Kehf-17. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
“Allah kimi Kendi Zat’ına ulaştırırsa o zaman o kişi hidayete erer. Kimi de dalâletteyse o kişi için bir velî mürşid, evliya mürşid bulunmaz; kişi aramadığı için.”
4. âyet-i kerime, Câsiye-23:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habibim, o nefslerini kendilerine ilâh edinenleri görmüyor musun? Nefslerine tâbî olanları; mürşidlerine tâbî olmadıkları için nefslerine tâbî olanları görmüyor musun? Allah onları bir ilim üzere dalâlette bırakır.”
5. âyet-i kerime, Cuma-2:
62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.
“Ümmîlerin içinde resûl beas eden O, Allah'tır. Onlara Allah'ın âyetlerini okusun diye, onların nefslerini tezkiye etsin diye, onlara kitap öğretsin diye ve onlara hikmet öğretsin diye. Bu resûle tâbî olmadan evvel onlar apaçık bir dalâlette idiler.”
6. âyet-i kerime, Âli İmrân-164:
3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
“Biz bütün kavimlere resûller beas ederiz; onların başlarının üzerinde, o kavimlerdekilerin başlarının üzerinde ni'met olsunlar diye. Onlara Allah'ın âyetlerini okusunlar diye, onların nefslerini tezkiye etsinler diye, onlara kitap öğretsinler diye, onlara hikmet öğretsinler diye. Bu resûllere tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydiler.”
7. âyet-i kerime, Ahkâf-32. Allahû Tealâ diyor ki:
46/AHKÂF-32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ve Allah’ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah’tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.
“O Allah'ın davetçilerine tâbî olmayanlar, Allah'ı aciz bırakacaklarını mı zannediyorlar? Oysaki onların da Allah'tan başka dostları yoktur. Onlar, Allah'ın davetçilerine tâbî olmadıkları için apaçık bir dalâlet içindedirler.”
8. âyet-i kerime, Nahl-36:
16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
“Allah bütün kavimlere resûller beas eder. Ve o kavimlerdekileri şeytana kul olmaktan kurtarsınlar diye, Allah'a kul etsinler diye. Bu sebeple bir kısmı hidayete erdiler, bir kısmınınsa (tâbî olmayanlarınsa) üzerlerine dalâlet hak oldu.”
9. âyet-i kerime, Zumer-23. Allahû Tealâ buyuruyor:
39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).
Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.
“İşte bu Allah'ın hidayetidir ki Allah bununla kullarından dilediğini hidayete erdirir. Kim de dalâletteyse onlar için bir hidayetçi yoktur.”
10. âyet, A'râf-186. Allahû Tealâ buyuruyor:
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu, ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
“Allah dilediğini dalâlette bırakır. Onlar için bir hidayetçi yoktur. Allah onları isyanları içinde şaşkın bir halde bırakır.”
10 âyet-i kerime, mürşidine ulaşamayan kişinin dalâlette olduğunu söylüyor. 7 grup âyet-i kerime dalâlette olanların cehenneme gideceğini söylüyor.
İşte 1. grup Nisâ-167, 168, 169, Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
“Onlar ki küfür üzeredirler. Ve Allah'ın yolundan insanları saptırırlar. Onlar, dalâlettedirler. Onlar ki kâfirdirler. Ve zalimdirler. Allah onlara asla mağfiret etmez. Onların günahlarını sevaba çevirmez.”
Anlaşılıyor ki bunların hepsi yolun dışında. Dahil olsalardı çünkü Allah, onların günahlarını sevaba çevirecekti. Devam ediyor Allahû Tealâ: “Allah onları asla Sıratı Mustakîm'e ulaştırmaz. Onları ancak cehennem yoluna ulaştırır. Onlar orada ebediyyen kalırlar. Demek ki kimler dalâletteyse onlar küfür üzeredirler. Ve gidecekleri yer de cehennemdir.”
Öyleyse dalâlette olanlar için 2 tane işaret var. Hem dalâletteler hem de kâfirler. İşte bu 1. grup âyet-i kerime gösterir ki dalâlette olanlar, aynı zamanda da kâfirler. Onların gidecekleri yer cehennem.
2. grupta A'râf-179 var. Diyor ki Allahû Tealâ:
7/A'RÂF-179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi, lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
“Allah cehennemi insanların ve cinlerin çoğu için yarattı. Onların kalplerinde kulaklar vardır, işitme hassaları, onunla işitmezler. Gözler vardır, onunla görmezler. Fıkıh etme hassası vardır, onunla fıkıh etmezler. Yani onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.” diyor Allahû Tealâ. Ve sonunda da diyor ki: “Onlar hayvanlardan daha çok dalâlettedirler.”
Kim bunlar? Kendileri için cehennem hazırlanan insanlar. Yani gidecekleri yer mutlaka cehennem olan insanlar. Çünkü Allahû Tealâ başka bir âyet-i kerimede diyor ki:
32/SECDE-13: Ve lev şi’nâ le âteynâ kulle nefsin hudâhâ ve lâkin hakkal kavlu minnî le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn(ecmaîne).
Ve eğer dileseydik, bütün nefslere kendi hidayetlerini elbette verirdik (herkesi hidayete erdirirdik). Fakat Benim: "Mutlaka cehennemi, tamamen cinlerden ve insanlardan dolduracağım." sözü(m) hak oldu.
“Biz cehennemi muhakkak ki insanlarla ve cinlerle dolduracağız. Hiç boş yer bırakmayacağız.”
İnsanların ve cinlerin çoğunun cehenneme gideceği kesin. Bunların da mahiyeti dalâlette olmaları.
A'râf-178 bir evvelki âyet-i kerime. Allahû Tealâ diyor ki:
7/A'RÂF-178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).
Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).
“Allah dilediğini hidayete erdirir. Dilediğini de dalâlette bırakır. Dalâlette bırakılanların hepsi hüsranda olanlardır.”
Mu'minûn-103'de de Allahû Tealâ buyuruyor ki:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Hüsranda olanlar, işte onlar cehenneme gidecek olanlardır ve orada ebediyyen kalacak olanlardır.”
Daha 4 grup âyet-i kerimeyle birlikte 7 grup âyet-i kerime dalâlette olanların gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor. Söylediğimiz Nisâ-167, 168, 169, dalâlette olanların aynı zamanda kâfirler olduğunu da söylüyor.
Böylece bir insanın mürşidine ulaşamaması halinde hem dalâlette kalması, bu yüzden cehenneme gitmesi söz konusu hem de küfürde kalması, bu yüzden cehenneme gitmesi söz konusu. İster kişi küfürde olsun ister dalâlette olsun ikisi de aynı noktada bitiyor. Mürşide ulaşan kişi dalâletten kurtuluyor, mürşidine ulaşan kişi küfürden kurtuluyor. Peki, mü'min olmayanlar, kâfirler cehenneme mi gider? 2 tane, 3 tane, 10 tane, 20 tane değil yüzlerce âyet-i kerime kâfirlerin gideceği yerin cehennem olduğunu söylüyor. Mürşidine ulaşamayan kâfir olduğuna göre gidecekleri yer cehennem.
Şimdi, zamanımızın âlimleri diyorlar ki: “Mürşid falan yoktur. Mürşid, Kur'ân-ı Kerim'dir. Son mürşid, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'di. Onunla beraber irşad müessesesi kapanmıştır. Hiçbir zaman dünyada bir mürşid yaşamamıştır Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den sonra yaşaması da mümkün değildir. Öyleyse boşuna mürşid aramayın. Bu işin uzmanı biziz. Biz size ne diyorsak onu yapın.” İşte zamanımızın dîn ilmi. Allahû Tealâ'nın söylediği standartlarda mürşidine ulaşamayan dalâlettedir. Dalâlette olan kişi cehenneme girer. Mürşidine ulaşamayan küfürdedir. Küfürde olan kişi cehenneme gider. Standart kesin. Mürşidine ulaşmayan gerçekten küfürde midir? İşte başka bir ispat grubu. Allahû Tealâ diyor ki Bakara Suresinin 6 ve 7. âyetlerinde:
2/BAKARA-6: İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).
Onlar muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir (birdir), mü’min olmazlar.
2/BAKARA-7: Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun, ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Allah onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) azap vardır.
“Sen o kâfirlere söylesen de söylemesen de onları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir. Bir şey değişmez. O kâfirler kalpleri mühürlü olanlardır.”
Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi:
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
“Habibim, o kendilerini, nefslerini kendilerine ilâh edinenleri görmüyor musun? Mürşidlerine ulaşmadıkları için nefslerini kendilerine ilâh edinenler, biz onları dalâlette bıraktık. Dalâlette olanlar, onların kalpleri mühürlüdür.” diyor Allahû Tealâ.
Kimlerin kalpleri mühürlü? Kâfirlerin kalpleri mühürlü, Bakara Suresinin 6 ve 7. âyetlerine göre ve insanlar mürşidlerine ulaşmadıkları sürece küfürdeler. Söylediğimiz gibi küfürde olanların cehenneme gideceğine dair yüzlerce âyet-i kerime var Kur'ân-ı Kerim'de.
Öyleyse 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e ve sahâbeye bakalım. Hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olmuşlar. Şimdi bizim âlimlerin söylediklerinin tam tersine, Peygamber Efendimiz (S.A.V)'e tâbî olup da Peygamber Efendimiz (S.A.V) rahmetli olduktan sonra hepsi Hz. Ebûbekir'e tâbî olmuş. Yani “Bizim mürşidimiz, dünyada bir tane mürşid vardı. O da Peygamber Efendimiz (S.A.V)'di. O artık aramızdan ayrıldı. Biz kimseye tâbî olmayız.” dememişler. Hz. Ebûbekir'e, ondan sonra Hz. Ömer'e, ondan sonra Hz. Osman'a ve ondan sonra da Hz. Ali'ye tâbî olmuşlar. Bu 4 halifenin isimleriyse Hulefa-i Raşidin, mürşid halifeler.
Öyleyse böyle söyleyen bir din âlimleri grubunun söyledikleri şey, insanları mürşidlerine ulaşmaktan men ediyorsa, mürşide ulaşamayan insanlar dalâletteyse, mürşide ulaşamayan insanlar küfürdeyse evvela kendileri de dalâlette, kendileri de küfürde ve insanları yönlendirdikleri taraf küfrü ve dalâlette olmayı gerektiriyor. Kısaca cehenneme gitmeyi gerektiriyor.
Öyleyse bu ilme faydalı ilim diyebilir miyiz? Zamanımızın âlimlerinin ilminin faydasız ilim olduğu kesinlik kazanıyor. Henüz 2. safhadayız. Vel Asr Suresi 4 safhadan bahsediyor.
103/ASR-1: Vel asri.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
vel asr: Asra (zamana) yemin ederim.
innel insâne le fî husr: İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar.
Ne olur insanlar hüsrandalarsa? Mu'minûn Suresi 103. âyet-i kerimesi:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“Hüsranda olanlar mutlaka cehenneme girerler ve ebediyyen cehennemde kalırlar.”
Öyleyse Allahû Tealâ, “insanlar hüsrandadırlar” deyince insanların çok büyük bir kısmının hüsranda olduğundan bahsediyor. Ve bu çok büyük kesimin gideceği yer ne yazık ki cehennem. 4 grupta bundan kurtuluşun var olduğunu söylüyor Allahû Tealâ.
1. grup; âmenû olanlar; Allah'a ulaşmayı dileyenler.
2 grup; nefs tezkiyesine (amilüsalihata) başlayanlar ki bu ancak mürşide ulaştığımız zaman başlayabilir; mürşide ulaşanlar.
3. grup; ruhlarını Hakk'a ulaştırıp Hakk'a ulaşmayı tavsiye edenler.
4. grup; sabrı tavsiye edenler; nefslerindeki bütün afetleri temizleyenler.
İşte 1. safhayı ve 2. safhayı anlattık. Ve gördük ki zamanımızın dîn ilmi bu iki konunun da faydalı olan yönünü tamamen yok etmişler. İnsanları cennete değil cehenneme ulaştıracak olan insanların uydurduğu, dînin yerini ikâme ettikleri, uydurma bir dînin yanlışlarını insanlara lanse ediyorlar, öğretmeye çalışıyorlar. Bir faydasız ilim, 2. safhada da kesinlik kazanıyor.
Şimdi 3. safhaya ulaşıyoruz; insanların ruhlarını Allah'a ulaştırmaları. Biraz evvel söyledik ki Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi bu konuyu kesinleştirmiş. Bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar. Peki, bunun karşılığında kurtuluşa ulaşmışlar mı? Kesinlikle. Çünkü söylediğimiz iki âyet-i kerime; A'râf-157 ve bir de Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, bütün sahâbenin cennet saadetini elde ettiğini söylüyor.
Şimdi farzları mutlaka devreye sokmamız ve kesinleştirmemiz lâzım. Ne dedik? Allah'a ulaşmayı dilemek farzdır dedik. Dilemeyen cehenneme gider. Ne dedik? Mürşide ulaşmak farzdır dedik. Dilemeyen, mürşide ulaşmayan; 2 sebepten dolayı cehenneme gider. Dalâlette olduğu için de küfürde olduğu içinde. Ama farz âyetlerini söyledik. Şimdi ruhumuzun Allah'a ölmeden evvel ulaşması üzerimize farz. Kaç kere farz? 9 defa farz. Üzerimize 9 defa farz olan şeyi zamanımızın dîn adamları reddediyorlar. Ruhunu Allahû Tealâ'ya ulaştıran insan, evvela ruhunu Allah'a ulaştırdığı için Allah'ın cennetine girer. Saniyen, ruhunu Allah'a ulaştırdığı için takva sahibi olur. Takva sahibi olduğu için cennete girer. Ama mutlaka Allah'ın cennetine girer. Öyleyse farz mıdır? Hem de 9 defa.
1- Zumer-54:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
“ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu: Üzerinize kabir azabı gelmeden önce ruhunuzu Allah'a döndürün, Allah'a ulaştırın. Ve Allah'a teslim olun.”
2. âyet-i kerime, Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
“munîbîne ileyhi: Ruhunu Allah'a döndür. Allaha ulaştır.”
3. âyet-i kerime, Fecr-28:
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
“irciî ilâ rabbiki: Rabbine rücû et. Ey ruh! Rabbine geri dön. Geldiğin yer orası. O geldiğin yere geri dön.” Ruha sesleniyor Allahû Tealâ.
4. âyet-i kerime, Zâriyât-50:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
“fe firrû ilâllâh: Öyleyse Allah'a kaç, Allah'a sığın.”
5. âyet-i kerime, Lokmân-15:
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
“vettebi’ sebîle men enâbe ileyy: Kim Bana ulaşmışsa sen de onun yoluna tâbî ol. Aynı yola, Sıratı Mustakîm'e tâbî olarak sen de Bana ulaş.” diyor Allahû Tealâ.
6. âyet-i kerime, Yûnus-25. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
“Allah teslim yurduna (selâm yurduna) davet eder. Kimi oraya ulaştırmayı dilerse onları Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.”
Sıratı Mustakîm'i ise “Allah'a ulaştıran yol” olarak ifade buyurmuş Nisâ-175'de. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-175: Fe emmâllezîne âmenû billâhi va’tesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ (mustekîmen).
Böylece Allah'a âmenû olanları (ölmeden önce ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenleri) ve O'na (Allah'a) sarılanları ise, (Allah) Kendinden bir rahmetin ve fazlın içine koyacak ve onları, Kendisine ulaştıran "Sıratı Mustakîm"e hidayet edecektir (ulaştıracaktır).
“Allah kimi Kendi Zat’ına ulaştırmayı dilerse o, Kendi Zat’ına ulaştırmayı dilediği kişileri, kimler Allah'a sarılmayı dilerse Allah onları, rahmetinin ve fazlının içine koyar ve onları, Kendisine ulaştıran Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.”
Demek ki Sıratı Mustakîm, Allah'a ulaştıran yol ve Allah teslim yurduna ulaştırmak istediklerini Sıratı Mustakîm'e ulaştırıyor.
Ve 7. âyet-i kerime, Muzzemmil-8:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ: Allah'ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah'a dön.”
8. âyet-i kerime, Şûrâ-47:
42/ŞÛRÂ-47: İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Rabbinize icabet edin (Allah’a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).
“Üzerinize o değiştirilmesi mümkün olmayan ölüm günü gelmeden önce Allah'ın davetine mutlaka icabet edin.”
Ve 9. âyet-i kerime, Allahû Tealâ'nın Ra'd Suresinin 21. âyet-i kerimesi:
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah'ın, Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını) Allah'a ulaştırırlar.”
Demek ki Allahû Tealâ bir şeyi Kendisine ulaştırmamızı emretmiş. Emrettiğini açık açık burada söylüyor. Demek ki insan ruhunun o kişi ölmeden evvel Allah'a ulaşması üzerimize tam 9 defa farz. Ve demin dedik ki bütün sahâbe bu farzı gerçekleştirmişler. Ve demin dedik ki zamanımızın dîn adamları bütün insanlar için aynı şeyi söylüyorlar. Ne söylüyorlar? “İnsan ruhunun efendim, ölmeden evvel Allah'a ulaşması katiyen ve katibeten mümkün değildir. Azrail (A.S.) ruhumuzu alır. Biz ancak öldükten sonra ruhumuzu Allah'a, Azrail (A.S.) ulaştırır.” Ve bunu söyleyen insanlar ne kendi ruhlarını ne de onlara inanan insanların ruhlarını, ölmeden evvel Allah'a ulaştırmalarını kesinlikle engelleyen bir dîn ilminin içindeler ve bu dîn ilmiyle insanlara yön veriyorlar. En azından bizim ülkemizde 60 milyondan fazla insanı cehenneme sürüklemekle meşguller. Böyle bir ilme faydalı ilim diyebilir misiniz? İşte 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu ilmi, insanların bugün dîn ilmi olarak başkalarına öğrettikleri bu ilmi, faydasız ilim olarak değerlendiriyor. Biz de aynı şeyi söylüyoruz. Bu ilim; ülkemizdeki bilmem kaç yüz tane profesörün, doçentin, öğretim üyesinin, 80 bin kadrolu diyanet işleri teşkilatının insanlara öğrettiği dîn ilmi ne yazık ki bir faydalı ilim değildir.
İşte bundan bir müddet evvel o televizyon programında hatırlarsanız, Allahû Tealâ'ya şükretmiştik ilâhiyat fakültesinden mezun olmadığımız için. Ve ceviz oğlu ceviz kardeşimiz de demişti ki: “İlimsizlikle ferahlanmak doğru mu?” Biz de ona bunu anlatmıştık. Eğer biz de oradan mezun olsaydık, insanlara bir faydasız ilmi öğretecek ve kendimizi gerçekten ilim öğretiyor sayacaktık. Ama şimdi kendimizi gerçekten ilim öğretiyor sayıyoruz. Çünkü onların ilminin faydasız ilim olduğunu belki yüzlerce defa ispat ettik. Bu da bugün sonuncu defa ispat etmemiz. Yarın gene ispat edeceğiz. Öbür gün gene ispat edeceğiz. Hayatımız hep insanlara, sizlere, sevgili seyirciler, izleyiciler, sizlere Allah'ın doğrularını öğretmekle, anlatmakla ve sizleri kurtuluşa çağırmakla geçecek.
Bu 3. safhaydı. Ne gördük? Bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar. 4. safhada ne görüyoruz? 4. safhada fizik vücudun Allahû Tealâ'ya teslim olması. Ne zaman bir insanın fizik vücudu Allah'a teslim olur? Ne zaman o kişinin zikri günün yarısını aşmışsa; 1. şart bu. Hiç kimse zikir müessesesi günün yarısını aşmadıkça, fizik vücudunu Allah'a teslim etmiş olmaz. 2. şart, kimin fizik vücudu Allah'a teslim olmuştur? Hangi fizik vücut Allah'ın emirlerinin hepsini mutlaka yerine getiriyor, yasak ettiği hiçbir fiili kesin olarak işlemiyorsa, o kişinin fizik vücudu Allah'a teslim olmuştur. Bu 2 şart olmadıkça insanların fizik vücutlarını Allah'a teslim etmeleri söz konusu değildir. Fizik vücut, mutlaka muhsin olmayı gerektirir.
İşte Nisâ-125, Allahû Tealâ buyuruyor:
4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen). Vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).
Ve hanif olarak Hz. İbrâhîm’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.
“ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun: Onlar ki vechlerini (fizik vücutlarını) Allah'a teslim etmiş ve muhsinlerden olmuşlardır. Onlardan daha muhsin kim vardır?” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse şu fizik vücutların Allah'a teslim edilmesi diye bir keyfiyet var. Bundan 14 asır evvel bütün sahâbe, fizik vücutlarını (vechlerini) Allah'a teslim etmişlerdi.
İşte Âli İmrân Suresi 20. âyet-i kerime, Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
“Habibim, o ümmîlere ve kitap sahiplerine de ki: ‘Ben ve bana tâbî olanlar, biz, hepimiz vechimizi (fizik vücutlarımızı) Allah'a teslim ettik.’ Sor bakalım o ümmîlere ve kitap sahiplerine, onlardan da Allah'a vechlerini teslim edenler var mı? Eğer olsaydı, önce mutlaka hidayete ereceklerdi. Yani önce mutlaka ruhlarını Allah'a teslim edeceklerdi.”
Öyleyse bundan 14 asır evvel bütün sahâbe Allah'a fizik vücutlarını da teslim etmişler. Ruhlarını teslim etmişler; Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, fizik vücutlarını da teslim etmişler; Âli imrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi. Peki, nefslerini de teslim etmişler mi? Kesin. Âli İmrân Suresinde Allahû Tealâ diyor ki: “Ne zaman onlarla bir sözleşme yaparsanız da o muhayereye, sözleşmeye onlar itiraz ederse, riayet etmezlerse onlara deyin ki: Muhakkak ki biz Allah'a teslim olanlarız.” İşte burada teslim tamamlanmıştır. Bütün sahâbe, ruhlarını da fizik vücutlarını da nefslerini de Allah'a teslim etmiştir.
Peki, nefslerini de Allah'a teslim ettiğinin kesin ölçülerine rastlıyor muyuz Kur'ân-ı Kerim'de? Mükâfat açısından, kesinlikle. Bütün sahâbenin fevz-ül azîmin, bütün sahâbenin hazz’ul azîmin, bütün sahâbenin ecrul azîmin sahibi olduğunu görüyoruz. Bunları kazanmaları için de irşad makamının sahibi olmaları lâzım. Hepsinin de bu makamın sahibi olduğunu görüyoruz ayrıca.
İşte Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki: “O sabikûn-el evvelîn var ya onların bir kısmı ensardandı, bir kısmı da muhacirîndendi. Bir de ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardandı.”
Öyleyse ister ensar olsun (Medine'dekiler), ister muhacirîn olsun (Mekke'den göç edenler) her ikisine de her 2 gruba da hepsine teslim olmuşlar, tâbî olmuşlar. Kimler? Tabiîn. Öyleyse onlar, irşad makamının sahipleriydi. Bu sebeple Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde bunun kesin ispatını görüyoruz. Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar, fevz-ül azîmin sahipleridir.”
Fussilet Suresinin 33, 34, 35. âyetlerinde sahâbeden bahsediliyor ve onların hazz’ul azîmin sahipleri oldukları ifade ediliyor. Kötülüğe iyilikle mukabele edenler olduğu ifade ediliyor. Hepsinin bu hedefe ulaştığı ifade ediliyor.
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve salih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
41/FUSSİLET-34: Ve lâ testevîl hasenetu ve lâs seyyieh(seyyietu), idfa’ billetî hiye ahsenu fe izâllezî beyneke ve beynehu adâvetun ke ennehu veliyyun hamîm(hamîmun).
Hasene (iyilik) ve seyyie (kötülük), müsavi (eşit) değildir. (Kötülüğü) en güzel şekilde karşıla. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişi, samimi bir dost gibi olur.
41/FUSSİLET-35: Ve mâ yulakkâhâ illâllezîne saberû, ve mâ yulakkâhâ illâ zû hazzın azîm(azîmin).
Ona (kötülüğü iyilikle karşılama hasletine), sabredenlerden ve hazzul azîm (en büyük haz) sahiplerinden başkası ulaştırılmaz.
Şimdi geliyoruz zamanımızda Allah'a teslim olmaya. Çünkü İslâm olmak, Allah'a ruhunu, Allah'a fizik vücudunu ve Allah'a nefsini teslim etmekle gerçekleştirilebilen 3 safhalı bir olaydır. Daimî zikre ulaşmadan hiç kimse İslâm olamaz. Ama bundan 14 asır evvel onların hepsinin İslâm olmayı başardıklarını görüyoruz. Onların hepsi Allah'a teslim olmuş ve İslâm olmak şerefine ermişlerdi.
Şimdi zamanımızdaki âlimlere soruyoruz: “Allah'a teslim olmakla İslâm olmak arasındaki ilişki?” Diyorlar ki: “Bir insan İslâm'ın 5 tane şartını yerine getirdi mi o, Allah'a teslim olmuştur. Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'deki İslâm müessesesinin hiçbir zaman farkında olmayan, onun tamamen dışında bütün hükümleri kitaplardan öğrenerek varmış gibi gösteren insanların öğrettiği bir ilmin, faydasız ilim olarak insanlara hizmet yerine, onları cehenneme sürüklediğinin kesin ispatı standartlarında bu konuşmayı bu akşam gerçekleştirdik.
Hepinizin faydasız ilme değil Allah'ın cennetine ve Allah'ın dünya saadetine ulaşmak için, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'den sizlere bizim ağzımızdan öğrettiği Allah'ın hakikatlerine dört elle sarılarak, Allah'ın mutluluklarını, cennet saadetini ve dünya saadetini yaşamanızı Yüce Rabbimizden dileyerek sözlerimizi bu akşam inşallah burada tamamlarız. Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R