}
Dalâlet Nedir? 13.11.2002
Mp4 Mp3 Link

Sohbet Kodu: 104683

 


SOHBETİN ADI: DALÂLET NEDİR?
TARİHİ: 13.11.2002

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, sevgili kardeşlerim, Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir defa daha bir Ramazan sohbetinde birlikteyiz. Bu Ramazan sohbetinde bu akşam sizlere inşaallah dalâlet nedir konusunu anlatacağız.

Allahû Tealâ diyor ki: “Bir şeyi yapacağım deme. İnşaallah de.” diyor. Bu hepimizin kulağına küpe olmalı. İnşaallah kelimesini: “Allah müsaade ederse, Allah inşa ederse, Allah yaptırmayı uygun görürse yaparız.”

İnşaallah bu akşam sizlere dalâlet nedir konusunu takdim edeceğiz.

Öyleyse nedir bu dalâlet? Hidayetin aksidir. Hidayet nedir? Hidayet: Ruhun, vechin, nefsin, iradenin Allah’a teslimidir. Dört tane hidayet söz konusu. 21. basamakta ruhu Allah’a ulaştırırız, 22. basamakta teslim ederiz. 25. basamakta fizik vücudu, 27. basamakta nefsi, 28. basamağın 5. kademesinde iradeyi Allah’a teslim ederiz.

Öyleyse dalâlet nedir? Dalâlet; hidayet müessesesinin dışında kalanların tamamını kapsayan bir karanlıktır. Kimdir dalâlette olanlar? Hidayete adım atmayanlar, hidayetin dışında kalanlar. Kimdir dalâlette olanlar? Allah'a ulaşmayı dilemeyenler. Sözüme dikkat edin: Allah'a ulaşmayanlar değil. Dalâletten kurtuluş, Allah'a ulaşmayı dilediğiniz anda başlar. Öyleyse dalâlet müessesesini bu açıdan değerlendirmemiz lâzım. Birinci basamakta ve 2. basamakta insanlar dalâlettedirler. Olayları yaşarlar; ama yanlış değerlendirirler.

Dalâlette olanların yapısına baktığımız zaman Bakara-216’da Allahû Tealâ’nın söylediklerine dikkat edin, diyor ki:

“Kıtâl, size kerih görünse bile üzerinize yazıldı (farz kılındı).” Ve diyor ki Allahû Tealâ: “Öyle şeyler olur ki; hoşunuza gitmese de onlar hayırdır. Öyle şeyler olur ki; hoşunuza gitse de onlar şerdir.”

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.


İşte basit bir misal: Birisi bir başkasının bir malını çalıyor. Çalan kişi, bu çaldığı şeyle ferahlanıyor. Bir şeyler çalmış; ama aslında o çaldığı şey sebebiyle derecat kaybediyor. Yani şerri oluşturmuş kişi, şerre seviniyor. Malı çalınan da üzülüyor. Oysaki malı çalındığı için kul hakkı doğmuştur. Kul hakkı doğduğu anda onun amel defterine, hayat filmine hırsızın kaybettiği dereceler kazandığı dereceler olarak yazılmıştır. Hırsız derecat kaybetmiştir, amel defterinde kaybettiği dereceler görünmektedir. Malı çalınan derecat kazanmıştır, neden? Hırsızın kaybettiği dereceler, malı çalınanın, zulüm görenin, mazlumun amel defterine pozitif rakamlarla yazılmıştır. Öyleyse derecat kazanmıştır yani hayır söz konusudur. Hayra üzülüyor birisi, diğeri şerre seviniyor. Bu kadar basit.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, ikinci basamağa geliyoruz. İkinci basamakta imtihan edilirsiniz, senede en az bir iki defa musîbetlerle. İkinci basamakta Allah’a her şeyiniz ayandır. Siz Allah'a ulaşmayı diliyor musunuz yoksa dilemiyor musunuz? Dilemiyorsanız, dilemediğiniz sürece hep ikinci basamakta kalacaksınız. Ama Allah'a ulaşmayı dilemeyenler iki gruba ayrılırlar. Bunlar dalâlette olanlardır.

1- Uzak dalâlette olanlar. Aynı zamanda Allah’ın Sıratı Mustakîm’ine uzak olanlar. Yani Sıratı Mustakîm’le ayrılıkları, mesafeleri uzak olanlar. Allahû Tealâ buna: “şikâkın baîd.” diyor, “Uzak ayrılık.” Diğerine ise: “baîd dalâlet.” diyor, “Uzak dalâlet.”

Öyleyse dalâlet müessesesine baktığımız zaman uzak dalâlette olan insanlar var, dalâlette olan insanlar var. Ama Allah'a ulaşmayı dilediğiniz an hidayet başlar. Burası hidayetin başlangıç noktasıdır. Demek ki 28 basamaklık bir skalanın sadece birinci ve ikinci basamaklarında kalanlar dalâlettedirler. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse o hidayet üzere olur. Öyleyse sadece hidayet üzere olmayan insanlar, Allah'a ulaşmayı dilemeyen insanlar dalâlettedir. Bu dalâlet, uzak dalâlet ve dalâlet olarak iki ayrı veçhe gösterir.

Öyleyse dalâlet nedir? Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin hepsinin durumu dalâlettir. Kim Allah'a ulaşmayı dilemiyorsa o, Allah’ın âyetlerinden gâfil olandır, Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar dalâlettedir. Kim hüsrandaysa onlar dalâlettedirler.

Öyleyse iki nevi insan var. Hidayet üzere olan insan, hidayette olan insan, hidayetin sahibi olan insan. Dört ayrı safhada sahibiyet değişiyor. Hidayet üzere olan insan üçüncü basamakla 14. basamaktaki kişidir; Allah’a yönelmiştir, hidayet üzeredir. Hidayette olan insan 14. basamaktan itibaren ruhunu Allah’a doğru yola çıkartan, ruhu Sıratı Mustakîm üzerinde yükselmekte olan insan. O kişi hidayettedir; ama hidayete ermemiştir. 21. basamaktaki kişi hidayete ermiştir. O kişi artık hidayette değil; hidayete ermiş olan kişidir. Bundan sonra kişi, hep hidayete ermişler arasında olacaktır. Fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği zaman daha üst seviye bir hidayet, nefsini Allah’a ettiği zaman daha üst seviye bir hidayet, iradesini Allah’a teslim ettiği zaman daha üst seviye bir hidayetin sahibi olacaktır. Ama hidayet üzere olmakla hidayette olmak aynı şey olmadığı gibi, hidayette olmakla hidayete ermek de aynı şey değildir. Bu açıdan müessesemize baktığımız zaman, dalâlet müessesesini de iki ayrı dizaynda toparlamak durumu var. Allahû Tealâ, A’râf Suresinin 178. âyet-i kerimesinde dalâlette olanların hüsranda olanlar olduğunu söylüyor.

7/A'RÂF-178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).

Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).


A’râf-178: “Dalâlette olanlar hüsrandadırlar.” diyor.

Mu’minûn Suresi 103. âyet-i kerimesinde ise hüsranda olanların kaybettikleri derecelerin kazandıkları derecelerden fazla olduğunu söylüyor.

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


Öyleyse kimler dalâlettedir? Kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden fazla olanlar dalâlettedir. Burası dalâletin hep var olduğu devredir. Kişi Allah'a ulaşmayı dilediği noktaya kadar Allah'a ulaşmayı dilemedikçe mutlaka kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazladır.

Sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, bir insanın Allah’ın cennetine giriş statüsüne baktığımız zaman bunun mutlaka Allah'a ulaşmayı dilemekle başladığını görüyoruz. Dilemeyenler dalâlette ve dilemeyenlerin gidecekleri yer cehennem ve dilemeyenlerin gidecekleri yerin cehennem olmasının sebebi, kazandıkları dereceler itibariyle cehennem. Yani kaybettikleri derecelerin kazandıkları derecelerden fazla olması hâli.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, kim Allah'a ulaşmayı dilemezse o, hüsrandadır. Kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazladır. Allah'a ulaşmayı dilemeyenlerin durumuna, gelin daha yakın plandan bakalım. Merceği Allah'a ulaşmayı dilemeye ayarlayalım ve bakalım ne görüyoruz? Bir âyet-i kerime görüyoruz. İki âyet-i kerime görüyoruz. Yûnus Suresinin 7 ve 8. âyetleri. Ne diyor Allahû Tealâ?

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.


ellezîne lâ yercûne likâenâ: Onlar Bize ulaşmayı dilemezler.

Böyle diyor Allahû Tealâ: “Onlar, Bize ulaşmayı dilemezler (Bize mülaki olmayı, ruhlarını ölmeden evvel Bize ulaştırmayı dilemezler).”

ve radû bil hayâtid dunyâ: Ve onlar, dünya hayatından razı olmuşlardır.
vatmeennû bihâ: Onunla (dünya hayatıyla) mutmain olurlar.
vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn: Onlar, Bizim âyetlerimizden gâfil olanlardır (âyetlerimizi bilmeyenlerdir).

İnananlardan kim âyetleri biliyorsa o bilen kişi, mutlaka Allah'a ulaşmayı dileyecektir. Çünkü Allahû Tealâ bir uçurum koymuş. Allah'a ulaşmayı dilemekle dilememenin arasında bir uçurum var. Birisi cennete götürüyor, sadece bir dilek: Allah’a ulaşmayı dilemek. Öteki cehenneme götürüyor: Allah'a ulaşmayı dilememek. Gerçekten cehenneme mi götürüyor? Gelin bakalım, Yûnus Suresinin 8. âyet-i kerimesine:

10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).

İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).


ulâike me'vâhumun nâru: Onlar, gidecekleri yer ateş olanlardır.
bimâ kânû yeksibûn: İktisap ettikleri (kazandıkları) dereceler sebebiyle.

Öyleyse iktisap ettikleri derecelerin insanları cehenneme götürdüğü âyete bakıyoruz, Mu’minûn-103. Diyor ki Allahû Tealâ:

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).

Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.


“Onlar ki günahları sevaplarından fazladır.” Ya da: “Sevap tartıları hafiftir; azdır. Günah tartıları fazladır.”

“Onlar hüsranda olanlardır (günahları sevaplarından fazla olanlar, hüsranda olanlardır). Onların gidecekleri yer cehennemdir. Ebediyyen orada kalacaklardır. Kimin günahları sevaplarından fazlaysa onların gidecekleri yer cehennemdir, ebediyyen orada kalacaklardır.” diyor Allahû Tealâ.

Sevgili kardeşlerim, işte bu hüsranda olanlar, A’râf Suresinin 178. âyet-i kerimesine baktığımız zaman hüsranda olanların dalâlette olanlar olduğunu söylüyor Allahû Tealâ. A’râf-178:

7/A'RÂF-178: Men yehdillâhu fe huvel muhtedî ve men yudlil fe ulâike humul hâsirûn(hâsirûne).

Allah kimi hidayete erdirirse (kendisine ulaştırırsa), artık o hidayete ermiştir. Ve kim dalâlette bırakılırsa, işte onlar, onlar artık hüsrana uğrayanlardır (nefslerini hüsrana düşürenlerdir).


“Hüsranda olanlar, dalâlette olanlardır.” Yani: “Kimin günahları sevaplarından fazlaysa onlar hüsrandadır ve onlar dalâlettedir.”

Öyleyse burada muhtevaya baktığımız zaman dalâlette olanların hüsranda olanlar olduğunu, onların ise Allah'a ulaşmayı dilemeyenler olduğunu görüyoruz.

Peki, ya kişi Allah'a ulaşmayı dilerse? Allah’a ulaşmayı dilerse o kişi, âmenû olmuştur ve âmenû olanlar hüsranda değillerdir. Allah'a ulaşmayı dileyen herkes, ilk defa âmenû olmak statüsüne ulaşırlar. Öyleyse âmenû olmakla hidayette olmak aynı şeydir. Âmenû olmamakla dalâlette olmak aynı şeydir. Hidayetin altındaki iki basamak dalâlette olmayı ifade eder.

Ne gördük? Dalâlette olanlar hüsranda olanlar. Yani kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden fazla olanlar. Bir başka ifadeyle Allah'a ulaşmayı dilemeyenler.

Peki, Allah’a ulaşmayı dileyenler? Onlar âmenû olanlar. Allahû Tealâ âmenû olanların Allah'a ulaşmayı dilemekten başlayan 7 safhalı bir âmenû olma dizaynı oluşturduğunu görüyor, gösteriyor. Allah'a ulaşmayı dileyen âmenû olanlar, irşad makamına ulaşıp tâbî olan âmenû olanlar, ruhlarını Allah’a ulaştıran âmenû olanlar, fizik vücutlarını muhsin kılarak Allah’a teslim eden âmenû olanlar, nefslerini ahsen kılarak Allah’a teslim eden âmenû olanlar, irşada ulaşıp da âmenû olanlar, iradelerini Allah’a teslim eden âmenû olanlar. Yedi safhada yedi tane âmenû olma durumunu söylüyor Allahû Tealâ. Ve âmenû olanların hepsi, yedi tane hidayeti paylaşırlar. Hepsi yedi gruptur, yedi tane hidayeti temsil ederler. Ayrı ayrı safhalarda bulunanlar, ayrı ayrı hidayetleri temsil ederler. Hepsi de hidayettedir.

Vel Asr Suresine beraberce bakıyoruz:

103/ASR-1: Vel asri.

Asra yemin olsun.


“Asra yemin ederim.”

103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.


“İnsanlar hüsrandadırlar.”

103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.


“illâllezîne âmenû.”

illâ: Hariç.
ellezîne âmenû: Âmenû olanlar.

“Âmenû olanlar hariç.” diyor Allahû Tealâ, “Âmenû olanlar hüsranda olanlar değildir.”

“Bütün insanlar hüsrandadırlar ama âmenû olanlar hüsranda değildir.” diyor.

“Asra yemin olsun. İnsanlar hüsrandadır (insanların hepsi hüsrandadırlar) ama âmenû olanlar hariç.”

Başka kim hariç?

amilûs sâlihâtî: Mürşidine ulaşıp da nefsi ıslah edici ameller işlemeye başlayanlar hariç.

Âmenû olanlar; Allah’a ulaşmayı dileyenler, amilüssalihata ulaşanlar, nefs tezkiyesi yapmaya başlayanlar. Hidayetin sınıflanmasına koyuyor Allahû Tealâ, Vel Asr’da.

ve tevâsav bil hakkı: Ruhlarını Allah’a ulaştırıp da Hakk’a ulaştıktan sonra bu güzel müesseseyi Allah’a ulaşma müessesesini tatbikata sokanlar.

Öyleyse Allah’a ulaşanlar, Allah’a ulaştıkları zaman ne oluyor? Hakk’ı, Hakk’a ulaşıp da Hakk’a ulaşmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu başkalarına tavsiye etmeye başlıyor kişi.

ve tevâsav bis sabr: Ruhun tesliminden sonraki üç teslimi ifade ediyor. Nefsin teslimi, irşada ulaşmak ve iradenin teslimi.

İki teslim ve irşada ulaşma. Müzeyyen olmayı ihtiva ettiği için bir üçüncü safha olarak görünüyor irşada ulaşmak. Müzeyyen olmanın tamamlandığı yer.

Öyleyse İslâm’ın safhaları hidayetin safhalarıdır, teslim olmanın safhalarıdır ve yedi tane safhadan oluşur, dört tane de teslimden oluşur. Daha birinci safhaya adım attığınız andan itibaren, Allah'a ulaşmayı dilediğiniz andan itibaren hidayettesiniz, dalâlette değilsiniz.

Öyleyse Allahû Tealâ, uzak dalâletten bahsediyor. Uzak dalâlet nedir, dalâlet nedir? Bu muhtevalara gelin beraberce bakalım.

Nisâ Suresi 167, 168, 169. âyetler:

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).

Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.

4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).

Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.

4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).

Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.


“innellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ: Onlar ki kâfirlerdir (muhakkak ki onlar kâfirdirler). O kâfirler başka insanları da Allah’ın yolundan men eden kâfirlerdir. İşte onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor Allahû Tealâ.

Öyleyse bu başka insanları da Allah’ın yolundan men edenlere bir başka âyet-i kerimede: “fî şikakin baîd.” diyor Allahû Tealâ, “Onlar uzak bir ayrılık içindedirler.” diyor. O insanlar dalâlettedir. Bu dalâlette olan insanlar, uzak bir ayrılık içindedirler. Uzak dalâlette olan insanlarla uzak ayrılık içinde olanlar aynı kategoriye giriyor. Her iki grup da başka insanları Allah’ın yolundan men ederler. Kendileri kâfirdirler. Niçin “kâfir” diyor Allahû Tealâ? Kalplerinde îmân yazmadığı için. Dikkat edin buradaki ifadeye. Allah’a inanmak, inanmamak meselesi değil. Küfrün ne olduğunu bilmeyenler, şeytanın o aldatmasına tâbî olmuşlardır. Şeytan insanları kandırabilmek için diyor ki: “Allah’a inanmayan kâfirdir, Allah’a inanan mü’mindir.”Allah’a inanmayan gerçekten kâfirdir; ama Allah’a göre kâfir olmasının kalbindeki sebebi, kalbinde küfür yazmasıdır. Kalbinde küfür yazdığı sürece bütün insanların küfürde olduğunu söylüyor Allahû Tealâ, kâfir hükmünde olduğunu söylüyor. “Onlar ki dudakları mü'min olduklarını söyler; ama kalpleri mü'min değildirler.” diyor. “Biz, onları mü'min saymayız.” diyor Allahû Tealâ. “Onlar mü’min değildirler.” diyor.

Hucurat Suresinin 14. âyet-i kerimesinde ise buyuruyor ki:

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tu’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîullâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).

Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: "Teslim olduk." deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûl'üne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.”


“Araplar dediler ki: ‘Biz de mü’min olduk.’ Habîbim de ki: Hayır, siz mü’min olmadınız. Mü’min olduk demeyin. İslâm’a girdik deyin. Siz mü’min olmadınız; çünkü kalbinizin içine îmân girmedi. Allah kalbinizin içine, kalbinizin içindeki küfür kelimesini alıp da îmân kelimesini yazsaydı; o zaman kalbinizin içine Allah îmânı yazmış (kalbinizin içine îmânı sokmuş) olacaktı (kalbinizin içine îmân girmiş olacaktı). Ama kalbinizin içine îmân girmedi. Siz mü’min değilsiniz.” diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Böyle söyle onlara.” diyor, “Onların mü’min olmadıklarını.”

Peki, şeytanın bu konuda onların mü'min olduklarını onlara kabul ettirmekten kazancı ne? Kazancı şu. Mu’min Suresi 40 numaralı suredir. Bunun 40 numaralı âyetine bakarsanız şunu göreceksiniz:

40/MU'MİN-40: Men amile seyyieten fe lâ yuczâ illâ mislehâ, ve men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve mu'minun fe ulâike yedhulûnel cennete yurzekûne fîhâ bi gayri hisâb(hisâbin).

Kim seyyiat (şer, derecat düşürücü ameller) işlerse mislinden daha fazla cezalandırılmaz. Kadınlardan veya erkeklerden kim amilüssalihat (nefsi ıslâh edici ameller, nefs tezkiyesi) yaparsa işte onlar, (îmânı artan) mü’minlerdir. Onlar, cennete konulacak ve hesapsız rızıklandırılacaktır.


“Onlar ki amilüssalihat yaparlar (nefslerini tezkiye edici işlemler yaparlar). İşte onlar mü’minlerdir. Allah onları, kadın olsun erkek olsun mutlaka cennetine alacaktır.”

Burada “amilüssalihat” diyor Allahû Tealâ. Nedir amilüssalihat? Nefsi ıslâh edici ameller. Nefsi ıslâh edici amel, nefs tezkiyesidir. Nefsin kalbine Allah’ın nurlarının girip îmân kelimesinin etrafında yerleşmesi. Ne zaman başlar? 14. basamakta başlar. Kişinin başının üzerine devrin imamını gönderir Allahû Tealâ. Kalbinin mührünü açar, kalbinin içindeki küfür kelimesini dışarı alır, kalbinin içine îmânı yazar.

Mucâdele-22:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîratehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizballâhi humul muflihûn(muflihûne).

Allah’a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?


“Onların üzerlerine Allah’ın katından ruh gönderilir. Ve o ruhla onlar yed edilirler.” Yani o ruh, daima onların başının üzerinde onlarla birlikte kalır. “Ve onların kalplerinin içine îmân yazılır.” diyor Allahû Tealâ.

Kişinin kalbinin içine îmânın yazıldığı andan itibaren gerçek anlamda mü'min olması söz konusu. Çünkü nefs tezkiyesi ancak ondan sonra başlar. Nefsinizin kalbine îmân yazılmadıkça nefsinizi tezkiye edemezsiniz. Çünkü zikir yaptığınız zaman Allah’ın katından göğsünüze, göğsünüzden Allah’ın açtığı yolu takip ederek kalbinize ulaşan rahmetle fazl ve rahmetle salâvât nurları, nefsinizin kalbine eğer îmân kelimesi yazılmamışsa, kalbinize bir defa giremezler. Îmân kelimesi yoksa girememeleri bir tarafa, girdiklerini bir an için var sayalım. Aslında mümkün değil; ama girseler de kalbinizde kalamazlar. Çünkü nefsinizin kalbinde Allah’ın fazıllarını, sizde faziletleri oluşturacak olan o Allah’ın nurlarını nefsinizin kalbinde tutacak olan kuvvet, nedir o kuvvet? Îmân kelimesidir. Îmân kelimesinin manyetik çekim alanıdır. Îmân kelimesi nefsinizin kalbindeki bir çekim alanıdır ki; kendisine ulaşan rahmet, fazl ve salâvât isimli üç grup nurdan fazılları kendisine çeker, yapıştırır. Çünkü fazılların manyetik alanı îmân kelimesinin manyetik alanının tersidir. Böyle bir işlem sebebiyle nefsinizin kalbinde nefs tezkiyesi başlar. Nefs tezkiyesi yapanlar mü’mindirler.

Peki, şeytan bütün insanlara: “Allah’a inanan mü’mindir,” ifadesini yutturmuşsa; “İnanmayan kâfirdir, inanan mü'mindir. Çünkü îmân, inanmak kelimesinden geliyor. Öyleyse inanan mü'mindir, inanmayan kâfirdir.” diye insanlara iblis yutturmuşsa ne elde eder? Beklediğini elde eder. Bütün insanların cehenneme gitmesini istiyor. Şimdi insanlar düşünüyor: “Ben Allah’a inanıyorum. Öyleyse mü'minim. Ama ben ibadet etmiyorum. Ama ben başkalarına kötülük yapıyorum. Ama benim bir takım iptilâlarım var. İçki içmek, kumar oynamak gibi başkalarına kötü davranışlarım var. Bütün bunlara rağmen ben mü'min olduğuma göre Mu’min Suresinin 40. âyet-i kerimesine göre cennete gideceğim. Öyleyse ne gerek var namaz kılmaya, oruç tutmaya, zikir yapmaya, mürşide tâbî olmaya. Kırk tane şey söylemişler. Başımın derdi. Hiçbirini yapmam ben, doğru posta cennete giderim.” diyor, “Ha! Doğru posta gidemem. Mademki ben bu kadar günahkârım, Allahû Tealâ beni herhalde bir posta cehenneme götürür. Orada hafif tertip leblebi gibi beni kavurur, ondan sonra oradan alır, bu tarafa alır; çünkü ben mü'minim.” Bunun mânâsı ne biliyor musunuz sevgili kardeşlerim? İnsanlığın topyekûn cehenneme gitmesi.

Eğer insanlar bu masala inanmışlarsa: İnanan mü'mindir, inanmayan kâfirdir masalına iblisin ve o amilüssalihat kelimesini hiç dikkate almıyorlarsa, nefsin ıslâhı nefs tezkiyesi yapmaktır; onu dikkate almıyorlarsa o zaman gidecekleri yer cehennemdir. Bir daha da çıkmaları mümkün değildir. Çünkü Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir insan, mutlaka hüsranda olandır. Günahları sevaplarından fazla olandır. Çünkü dalâlette olanlar hüsranda olanlar, hüsranda olanlar da günahları sevaplarından fazla olanlar.

Peki, dalâletten kurtuluş şartı bu durumda; hüsranda olmaktan kurtulmak da dalâlette olmaktan kurtulmak da aynı şeyle olur; yani sevapların günahlarından fazla olması. Bir insanın Allah'a ulaşmayı dilemesiyle günahlarının sevaplarından fazla olması arasında nasıl bir ilişki var ki? Çok net bir ilişki var sevgili kardeşlerim. Vel Asr Suresinde Allahû Tealâ diyor ki:

103/ASR-1: Vel asri.

Asra yemin olsun.


“Asra yemin olsun.”

103/ASR-2: İnnel insâne le fî husr(husrin).

Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.


“İnsanlar muhakkak ki hüsrandadırlar.”

103/ASR-3: İllâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabrı.

Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.


“illâllezîne âmenû: Ama âmenû olanlar hariç.” diyor, “Âmenû olanlar, dalâlette değillerdir.”

Âmenû olmak; Allah’a ulaşmayı dilemek. Acaba bu kişi Allah'a ulaşmayı dilemenin dışında ne yapmıştır ki onca günahını Allahû Tealâ örtmüştür? Bir şey yapmamıştır. Allahû Tealâ onun günahını örtmüştür. Acaba niçin örtmüştür? Çünkü o kişi Allah'a ulaşmayı dilemiştir. Hayatının en büyük handikapını aşmıştır. Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin gideceği yer cehennemdir. Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişinin gideceği yer Allah’ın cennetidir. Allahû Tealâ Vel Asr Suresiyle bunu kesinleştirmiş. “Âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler), hüsranda değillerdir.” diyor Allahû Tealâ.

Hüsranda değillerdir. Dâlalette olanlar, sadece hüsranda olanlar olduğuna göre dalâlette de değillerdir. Öyleyse muhteva açık ve kesin olarak geliyor.Allah'a ulaşmayı dileyen kişi dalâletten kesin olarak kurtulmuştur. Peki, burada Allah'a ulaşmayı dileyen kişi hidayette.

Dalâlette olanlardan uzak dalâlette olanların özelliklerine baktık sizinle, ne gördük? Onlar uzak dalâlette olanlar. Kim bu insanlar? Başka insanları Sıratı Mustakîm’e ulaşmaktan men edenler. Öyleyse kim bu uzak dalâlette olanlar? Allahû Tealâ onların vasıflarını veriyor:

1- Bunların kalplerinde maraz var. Onlar kalplerinde maraz olan insanlar. Kalplerinde maraz olan insanların özellikleri ne? Hacc Suresinin 54. âyet-i kerimesi bunu veriyor bize. Hacc-54’te Allahû Tealâ’nın söylediği şey bu standart içersinde.

Hacc Suresinin 54. âyet-i kerimesi; kalplerinde maraz olanlar, kalpleri hasta olanlar.

Öyleyse sevgili öğrenciler, izleyenler ve dinleyenler, böyle bir dizaynda Allahû Tealâ’nın muhtevasına bakın. Gelin bakalım, Hacc Suresinin 53. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ ne söylüyor:

22/HACC-53: Li yec’ale mâ yulkış şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun vel kâsiyeti kulûbuhum, ve innez zâlimîne le fî şikâkın baîd(baîdin).

Kalplerinde maraz (hastalık) olan ve kalpleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka ettiği (ulaştırdığı) şeyi fitne (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zalimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sıratı Mustakîm’den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).


“Allah’ın şeytanın fitnesine müsaade etmesi, kalpleri kasiyet bağlamış ve katılaşmış olanlara ve bu sebeple kalpleri hasta olanlara şeytanın ilka ettiği şeyi bir imtihan kılmak içindir. Ve şüphesiz, zâlimler uzak bir ayrılık içindedirler.”

Burada Allahû Tealâ, “Zâlimler” diyor, “Uzak bir ayrılık içindedirler.” Hacc Suresi 53. âyet-i kerime. Nisâ Suresinin 167. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, uzak bir dalâlet içinde olduğunu söylediği Allah’ın yolundan men edenler için bir sonraki âyet-i kerimede (Nisâ-168’de) diyor ki: “innellezîne keferû ve zalemû: Onlar, kâfirlerdir ve zâlimlerdir.” diyor.

Niçin zâlimler? Kendileri Allah’ın yolundan kendilerini men etmişler, Allah’ın yoluna girmiyorlar, Allah'a ulaşmayı dilemiyorlar; ama başkalarını da Allah’ın yolundan men ediyorlar. Nisâ-167’de demin söylediğimiz gibi: “Onlar muhakkak ki kâfirdirler ve Allah’ın yolundan men ederler. Onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor. “Onlar kâfirdirler (muhakkak ki kâfirdirler) ve muhakkak ki zâlimdirler.” diyor. “Başka insanları Allah’ın yolundan men ettikleri için zâlimlerdir. Zâlimler uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor Allahû Tealâ.

Kâfirler uzak bir dalâlet içindedirler, zâlimler de uzak bir dalâlet içindedirler.

“fi dalâlin bâid: Uzak bir dalâlet.” Burada da: “fî şikâkın baîd.” diyor, “Uzak bir ayrılık.”

Sevgili kardeşlerim, Sıratı Mustakîm’i dikey bir doğru olarak alın. Yukarıya doğru, Allah’a ulaştıran bir doğru ve dalâlette olanlar, bir sapkının içindeler. Bu doğru yoldan giderek ayrılıyorlar. Kim başka insanları da Allah’ın yolundan ayırırsa o, uzak bir ayrılık içersinde ve zâlim. Başka insanların da hidayetine mâni olduğu için zâlim.

Şimdi 54. âyet-i kerimeye bakıyoruz:

22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtûl ilme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).

Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî Resûl'ün, Nebî Resûl'ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri, O'na îmân etmeleri, onların kalplerinin O'nu (Allah'ı) idrak etmesi (kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm'e hidayet edendir.


“Ve kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden bir hak olduğunu bilsinler diye ve ona inansınlar diye, onların kalplerine ihbat konmuştur.” diyor Allahû Tealâ, “Muhakkak ki Allah âmenû olanları Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.”

Öyleyse Hacc-53’de: “Kalplerinde maraz bulunanlar zâlimlerdir. Ve onlar, uzak bir ayrılık içindedirler.” diyor.

22/HACC-53: Li yec’ale mâ yulkış şeytânu fitneten lillezîne fî kulûbihim maradun vel kâsiyeti kulûbuhum, ve innez zâlimîne le fî şikâkın baîd(baîdin).

Kalplerinde maraz (hastalık) olan ve kalpleri kasiyet bağlamış (kararmış ve sertleşmiş) olanlara, şeytanın ilka ettiği (ulaştırdığı) şeyi fitne (imtihan) kılmak içindir. Ve muhakkak ki zalimler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler (Sıratı Mustakîm’den uzaklaşmışlardır, ayrılmışlardır).


lillezîne fî kulûbihim maradun: Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır (onlar kalplerinde maraz olanlar, hastalık olanlardır ve kalpleri kasiyet bağlamış olanlardır).” diyor.

Sevgili kardeşlerim, Allah'a ulaşmayı dilemeyen herkesin kalbi kasiyet bağlamıştır. Herkesin kalbi kasiyet bağladığı için kasiyet bağlamak bir ayrıcalık değildir. Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerin de kalpleri dilemeden evvel kasiyet bağlamış durumdadır. Zikir yapmadıkça da kasiyetin gitmesi söz konusu değildir. Ama burada Hacc Suresinin 53. âyet-i kerimesinde uzak bir ayrılık içinde olanlar yani uzak bir dalâlet içinde olanlar kalplerinde maraz olanlar olarak gösteriliyor. Bu kalplerinde maraz olanlar Allah’ın yoluna kendileri girmedikleri gibi, başka insanları da Allah’ın yolundan men ediyorlar. Ve zaten Allahû Tealâ onlara, “zâlimler” diyor. Burada da Hacc Suresinin 53. âyet-i kerimesinde; kalplerinde hasta olanlar, başka insanların hidayete girmesine mâni olanlar, “zâlimler” adıyla anılıyor. Nisâ-168’de de 167 ve 168. âyetlerde de gene: “Allah’ın yolundan men ederler, onlar uzak bir dalâlet içindedirler. Onlar zâlimlerdir.” diye geçiyor. Onlar uzak dalâlet içindeki insanlar. Ve uzak dalâlet müessesesine dikkatle bakın: Orada Allah’ın âyetlerini ketmedenler var, bilerek gizleyenler var. Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar ki Allah’ın kitaplarla insanlara beyan ettiği ve ispat ettiği o beyyinelere, ispat vasıtalarına rağmen Allah’ın âyetlerini ve hidayeti ketmederler (gizlerler). Allah da onlara lânet eder, lânet edenlerin de hepsi onlara lânet eder.” diyor Allahû Tealâ, “Onların gidecekleri yer cehennemdir.”diyor.

2/BAKARA-159: İnnellezîne yektumûne mâ enzelnâ minel beyyinâti vel hudâ min ba’di mâ beyyennâhu lin nâsi fîl kitâbi, ulâike yel’anuhumullâhu ve yel’anuhumul lâinûn(lâinûne).

Muhakkak ki, beyyinelerden indirdiğimiz şeyleri ve hidayeti (ölmeden evvel ruhun Allah'a ulaştırılmasını) Kitap'ta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenlere, işte onlara, Allah lânet eder ve lânet ediciler de onlara lânet eder.


Allah’ın lânetine muhatap olan insanlar, işte o insanlar uzak bir dalâlet içinde. Başka insanların da Allah’ın yoluna girmesine mâni olanlar. Onların hepsi Allahû Tealâ’nın dizaynında uzak bir dalâletin içindedirler. O uzak dalâletteki insanlar sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, uzak dalâletteki insanlar.

Bakıyoruz, Allahû Tealâ Ra’d Suresinin 25. âyet-i kerimesinde şöyle söylüyor:

13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).

Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.


vellezîne yenkudûne ahdallâhi min ba’di misakıhi: Onlar misaklerinden sonra, Allah’a verdikleri misakten sonra Allah’ın ahdini bozarlar.

Allah’a verdikleri misak; ruhlarını Allah’a ulaştırmak konusunda misak. Bir de Allah’a verdikleri dört tane yemini birden gerçekleştirecek olan bir müessese, üç yeminle sonrasını. Yemin, misak ve ahd. Yemin, nefsimizin tasfiyesi, Allah’a teslimi. Misak; ruhumuzun Allah’a teslimi. Ahd; fizik vücudumuzun Allah’a teslimi. Bizim Allah’a verdiğimiz, üç vücudumuz için verdiğimiz üç yemin. Ama bir de Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesinde geçen misakimiz var.

5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).

Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.


“O gün işittik ve itaat ettik demiştiniz.” diyor Allahû Tealâ. Ve işitip ve itaat ettiğimiz gün Allahû Tealâ diyor ki: “O gün size misakinizi yükledik (misakinizi üzerinize farz kıldık).”

Oradaki misak; bizden aldığı, Allahû Tealâ’nın aldığı kesin söz; ruhumuzu, vechimizi, nefsimizi ve irademizi Allahû Tealâ’ya teslim edeceğiz diye.

Öyleyse: “Misaklerinden sonra (Allah’a misak vermelerine rağmen), Allah’ın ahdini nakzederler (bozarlar).” diyor Allahû Tealâ.

ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale: Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarının Allah’a ulaştırılmasını, Allahû Tealâ’nın emrettiği şeyi; ruhlarını Allah’a ulaştırmak işlemini keserler, gerçekleştirmezler).
ve yufsidûne fîl ardı: Ve arzda fesat çıkarırlar.
ulâike lehumul la’netu: Lânet onların üzerinedir.

Tıpkı Bakara Suresinin 159. âyet-i kerimesinde Allah’ın âyetlerini gizleyenlere, hidayeti gizleyenlere Allah’ın lânet etmesi gibi başkasının da günahını omuzlayan insanlar, omuzlarına vebal almışlardır. Allah’ın lâneti onların üzerinedir. Onlar, uzak bir dalâlettedirler.

Peki, öyleyse Allahû Tealâ burada açık ve net bir şekilde söylüyor. Kehf Suresinin 103 ve 104’üncü ve 105. âyetlerinde Allahû Tealâ diyor ki:

18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).

De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”

18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).

Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.

18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).

İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.


“Onlar ki; Allah’ın âyetlerini ve Allah’a mülaki olmayı (ruhun Allah’a ulaştırılmasını, hidayeti) küfrederler. Onların amelleri boşa gitmiştir. Gidecekleri yer cehennemdir.” diyor.

Bu insanların hepsi uzak dalâletteki insanlar. Başka insanların da Allah’ın yoluna girmesine mâni olanlar. Bu insanlara: “Yeryüzünde fesat çıkaranlar.” diyor Allahû Tealâ.

İşte bunun ötesinde Allah'a ulaşmayı dilemeyen bir insanın, mürşidine ulaşıp tâbî olması da mümkün değildir. Tâbî olmadıkları için tâbî olmayanların da dalâlette olduğunu söylüyor Allahû Tealâ, 10 âyet-i kerimesinde.

Birinci âyet-i kerime, Kasas-50:

28/KASAS-50: Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).

Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah’tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.


“Habîbim! Eğer senin davetine icabet etmezlerse bil ki onlar hevalarına tâbîdirler. Kim Allah’ın davetçisine değil de kendi hevasına tâbî olursa onlardan daha çok dalâlette olan kim vardır?”

İkinci âyet-i kerime, Tâhâ-123:

20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvvun, fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.

(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”


“Hadi oradan hepiniz aşağı inin; birbirinize düşman olarak. Size hidayetim gelecek. Kim hidayetçime tâbî olursa onlar dalâlette kalmazlar, şâkî de olmazlar (sadece onlar dalâlette kalmazlar, şâkî de olmazlar).”

Üçüncü âyet-i kerime, Kehf-17:

18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).

Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.


men yehdillâhu fe huvel muhted, ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ: Allah kimi Kendisine ulaştırırsa o zaman o kişi hidayete erer. Kim de dalâletteyse onlar için bir velî mürşid bulunmaz.

Dalâlette olanlar Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için Allah, onlara hiçbir zaman mürşid tayin etmeyecektir.

Dördüncü âyet-i kerime, Câsiye-23:

45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).

Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?


“Habîbim! O hevalarını kendilerine ilâh edinenleri görüyor musun? Allah, onları ilim üzere dalâlette bırakır.”

Hevalarını kendilerine ilâh edinenler kimlerdir? Hevalarına tâbî olanlar. İrşad makamına tâbî olmayanlar, aynı zamanda kimlerdir? Allah’a ulaşmayı dilemeyenler. Hiçbir zaman nefs tezkiyesine ulaşamayacaklardır.

Ve beşinci âyet-i kerime, Cuma-2:

62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.


“Biz, bütün kavimlerde resûl beas ederiz. Bu resûllere tâbî olmadan evvel onlar, apaçık bir dalâlet içindeydiler.” diyor Allahû Tealâ.

Altıncı âyet-i kerime, Âli İmrân-164:

3/ÂLİ İMRÂN-164: Lekad mennallâhu alâl mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmete, ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).

Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (Allah'a ulaşmayı dilemeden evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.


“Mü’minlerin üzerine bir ni’met olmak üzere resûl beas ederiz. Tâbî olmadan evvel onlar apaçık bir dalâlet içindeydiler.” diyor Allahû Tealâ.

Yedinci âyet-i kerime, Ahkâf-32:

46/AHKÂF-32: Ve men lâ yucib dâiyallâhi fe leyse bi mu’cizin fîl ardı ve leyse lehu min dûnihî evliyâu, ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).

Ve Allah’ın davetçisine icabet etmeyen kimse, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir. Ve onun Allah’tan başka dostları yoktur. İşte onlar apaçık dalâlet içindedirler.


“O Allah’ın davetçilerine icabet etmeyenler, Allah’ı aciz bırakacaklarını mı zannediyorlar? Tâbî olmadıkları için onlar apaçık bir dalâlet içindedirler.” diyor Allahû Tealâ.

Sekizinci âyet-i kerime, Nahl-36:

16/NAHL-36: Ve lekad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâletu, fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).

Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri), Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).


“Biz, bütün kavimlerde resûl beas ederiz; o kavimlerdekileri şeytana kul olmaktan kurtarsınlar da Allah’a kul etsinler diye. Bir kısmı bu sebeple hidayete erdiler (tâbî oldular ve hidayete erdiler). Bir kısmınınsa üzerine dalâlet hak oldu.” diyor Allahû Tealâ.

Dokuzuncu âyet-i kerime, Zumer-23:

39/ZUMER-23: Allâhu nezzele ahsenel hadîsi kitâben muteşâbihen mesâniye takşaırru minhu culûdullezîne yahşevne rabbehum, summe telînu culûduhum ve kulûbuhum ilâ zikrillâh(zikrillâhi), zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu, ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min hâd(hâdin).

Allah, ihdas ettiği (nurların) ahsen olanlarını (rahmet, fazl ve salâvâtı), ikişer ikişer (salâvât-rahmet ve salâvât-fazl), Kitab’a müteşabih (benzer) olarak indirdi. Rab’lerinden huşû duyanların ciltleri ondan ürperir. Sonra onların ciltleri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar, sükûnet bulur (yatışır). İşte bu, Allah’ın hidayetidir, dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve Allah, kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir hidayetçi yoktur.


“Allah nurlarını ikişer ikişer indirir.” diyor, “Kitab’a ve içindekilere müteşabih olarak.” Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Kim dalâletteyse onlar için bir hidayetçi yoktur. İşte bu Allah’ın hidayetidir ki; dalâlette olanlar için bir hidayetçi yoktur (kim de dalâletteyse onlar için bir hidayetçi yoktur).”

Arâf-186, onuncu âyet-i kerime:

7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye lehu, ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).

Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).


“Allah, kullarından dilediğini dalâlette bırakır ve onları hiç kimse kurtaramaz. Allah, onları isyanları içinde şaşkın bir halde bırakır.”

Görüyorsunuz ki Allahû Tealâ’nın dalâlette bırakmayı dilediği kişi, Allah’a isyan eden; Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi. İşte bu standartlar bize gösteriyor ki hidayetin olmadığı yerde dalâlet vardır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişi, hiçbir zaman mürşide ulaşmayı tahakkuk ettirmeyecektir. Bir mürşide ulaşıp tâbî olsa da tâbiiyeti geçersizdir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişiye, Allahû Tealâ on tane ihsan vermez. On ihsanı vermezse o kişinin tâbiiyeti bir şey ifade etmez. Onları küfürden kurtarmaz ve dalâletten kurtarmaz.

Bu açıdan tâbiiyetin dalâlet ölçüsü olması bir işarete bağımlıdır; ihsanla tâbiiyet. Dalâlette olan insanlar, yani Allah'a ulaşmayı dilemeyen bütün insanlar dalâlettedirler ve dilemeyen insanlar bir mürşide tâbî olsalar bile o tâbiiyet geçerli değildir. Hiçbir zaman kalplerine îmân yazılması mümkün değildir. Bu sebeple tâbiiyetleri mümkün değildir.

Öyleyse tâbiiyetlerini gerçekleştirebilenler, zaten hidayete adım atmış olanlardır. Öyleyse kimdir uzak dalâlettekiler? Allah'a ulaşmayı dilemeyip de başka insanların da Allah'a ulaşmasına mâni olanlar uzak dalâlettekilerdir. Aynı zamanda uzak bir ayrılık içinde olanlardır. Ama kim ki Allah'a ulaşmayı dilemez ama bu, cehaleti sebebiyledir ve başkalarını da Allah’ın yolundan alıkoymak konusunda bir gayreti söz konusu değildir; onlar dalâlet içinde olanlardır, hidayete adım atamayanlardır.

Sevgili öğrenciler, izleyenler, dinleyenler, can dostlarım, gönül dostlarım, bir Ramazan sohbeti daha inşallah burada sona eriyor. Alahû Tealâ her seferinde yeni bir konuyla inşaallah Ramazan boyunca her akşam bizleri bu güzellikler içinde beraber kılar. O’na sonsuz hamd ve şükrederek ve Yüce Rabbimizin hepinizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını O’ndan, Yüce Rabbimizden, Allah’tan dileyerek sözlerimizi bu Ramazan gecesinde inşallah burada tamamlamak istiyoruz.

Allah hepinizden razı olsun.

İmam İskender Ali M İ H R