TARİHİ: 17.08.2004
Bir süre önce, 1996 yılının 11 Ekim gecesi, Kanal 6’da Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programında bir olaylar dizisi yaşandı. Hakkımızda bir özel tuzak hazırlayan beşli bir grup; Hulki Cevizoğlu, Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Hatemi, Hüseyin Kutay ve rahmetli Ayhan Soygar, bu beş kişi bizim için bir tuzak hazırladılar. Allahû Tealâ’nın bu tuzağı ayaklarına dolayacağını hiç düşünmeden. Bir gayeleri vardı; bizi kamuoyuna hem bir deli diye tanıtmak hem de şeytan tarafından kendisine vahyedilen, Allah’tan değil de şeytandan vahiy alan bir üçkâğıtçı olarak tanıtmak istediler.
Bu programda, Allah’ın onlara nasıl bir tuzak hazırladığını, onların tuzağını nasıl ayaklarına dolaştırdığını beraberce izleyeceğiz. Gözlerden kaçan çok şey oldu. Biz programı tekrar seyrettiğimiz zaman gördük ki, kamuoyuna Allah’ın bize emrettiği mesajı, bütün engellere rağmen bir özet şeklinde vermeyi başarmışız. Ama bu çetenin engellemeleri sebebiyle, birçok konunun boşlukta kalmasına ve sizlere gerçeklerin yansıtılamamasına sebebiyet verdi. Allahû Tealâ’nın bizi nerede, neden daha ileri götürmediğini o zaman da düşünmüştük. Kamuoyunda bıraktığımız izlenim, olması lâzım gelenin tamamen tersiydi ama Allahû Tealâ’nın bu konuda bir tuzağı olduğu, sizlerin de şüphesiz ki hiç aklınıza gelmemiştir diye düşünüyoruz. Onlar kamuoyuna, bizim deli olduğumuzu ve şeytan tarafından vahiy alan birisi olduğumuzu ispat etmek için takımı kurmuşlar. Hâkimi, avukatı, savcısı kendilerinden olan bir takım, bir de bir mahkûm. Başlangıçta mahkûm; o, biziz. Ama Allahû Tealâ bu programda göreceğiniz gibi, Kur'ân-ı Kerim’de şöyle söylüyor: “Onlar Allah'a hile yaparlar, tuzak kurarlar; ama bilmezler ki Allah'ın tuzağı daha büyüktür. Ve onlar Allah'ın kendilerine tuzak kurduğunun şuurunda olmazlar.” Bizimkiler de böyle bir tuzağın hiç şuurunda olmadan, bizi kamuoyunda bir deli, şeytandan ilham alan, şeytandan vahiy alan bir hüviyet ile sergilemeyi, bütün boyutlarıyla önceden planlamışlar. Şimdi olaylar geliştikçe planın nasıl tahakkuk ettiğini hep beraber göreceğiz. Ve neticede şunu gördük ki; kamu oyununun büyük kısmı buna inanmışlar. Bizim bir deli olduğumuza, aynı zamanda da şeytandan vahiy alan, öğretilmiş; şeytan tarafından öğretilmiş bir kişi olduğumuza karar verdiler. Bu insanlar o günlerde bunu ispat etmenin keyfi içinde idi. Bu günlere kadar da olay geldi ve bu konuda bir kitap yayınladı. Hulki Cevizoğlu; “Şeyhler, Müridler ve Yalancı Peygamberler.” Sadece o geceki bizim programımız esas alınmış. Bu gördüğünüz sakallı kişi de, bize çok benzemese de, sakalları kara olsa da o, biziz.
Onların tuzağı ne idi? Anlattığımız tuzaktı. Allah'ın tuzağı neydi? O tuzakla bütün kamuoyuna ve dünyaya bir hususu ispat etmek. Duhan Suresinin 10, 11, 12, 13, 14. âyetlerinde adı gecen Resûlün, biz olduğunu ispatlamak. Ve bu olay aynen o şekilde cereyan etti. Onlar kamuoyuna bizim şeytan tarafından öğretilmiş bir deli olduğumuzu ispat etmeye çalıştılar, kamuoyunun büyük kısmı da buna inandı. Şimdi olayın perdelerini birer birer beraberce inşaallah ayıklayacağız. Bu noktadan itibaren programı izliyoruz ve açıklamalarımız programın içinde adım adım inşaallah gelişecek.
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
44/DUHÂN-13: Ennâ lehumuz zikrâ ve kad câehum resûlun mubîn(mubînun).
Onlara (herşeyi) açıklayan bir resûl gelmişti. (Buna rağmen resûlün söylediklerinden) ibret almadılar.
44/DUHÂN-14: Summe tevellev anhu ve kâlû muallemun mecnûn(mecnûnun).
Ve (O’NA) (şeytan tarafından vahyedilerek) “öğretilmiş” ve “deli” dediler ve sonra O’NDAN yüz çevirdiler.
Hulki Cevizoğlu: “İyi geceler, efendim! Anonslarımızda da duyurduğumuz gibi bir Mehdilik iddiası ya da bir peygamberlik iddiası söz konusu kamuoyunda. Ortada doktor raporları, bu iddiayı yapan kişi hakkındaki verilen 3 tane “Akıllı değildir” raporu, bir tane “Akıllıdır” raporu. Bunlar geçmiş tarihte verilen raporlar, kamuoyunun bildiği raporlar.”
Bu raporlar, gerçekten bizim hakkımızda verilmiş raporlar. Bu raporların birer nüshalarını daha ilerde bu konu tekrar tekrar gündeme geleceği için sizlere açık bir şekilde göstermek istiyoruz. Biliyorsunuz ki; Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzmanken tutuklandık ve bu tutuklanmanın arkasından tabiatıyla ifademiz alındı. Biz savcı beyle konuları konuşurken yani ifademiz alınırken birisi daha bizimle birlikteydi. Biz onun kim olduğunu sorduk. Onun bir psikolog olduğu söylendi ve dikkatle bizi dinliyordu. Sualler de sordu; meselâ Allahû Tealâ’nın bize neler gösterdiğini sordu. Gök katlarını gördüğümüzü, melekleri gördüğümüzü, Allah'ın huzurunda kılınan huzur namazını gördüğümüzü söyledik. Ama bir psikolog, halisülasyonla yani delilerin görmekte olduğu zülmanî görüntülerle, kalp gözünü Allahû Tealâ’nın açtığı kişilere gösterilen rüyet olayı arasındaki farkı elbette bilemezdi. Ve ilk alınan rapor bir doktor tarafından verilen, bir psikolog tarafından verilen bir rapordu. Sebebi de, bize Allahû Tealâ’nın gösterdiği görüntüler.
İkinci rapor bir hastanede verildi. Bu sefer 3 tane doktor vardı. Söz konusu olan şey gene aynıydı. Numune hastanesinde 3 doktor bize sualler sordular. Biz fütursuzca -kimseden saklayacak bir şeyimiz yok hamdolsun-, Allahû Tealâ’nın bize gösterdiklerini orada da anlattık. Ve gene halisülasyonla gönül gözü arasındaki farkı, dîn kültürleri olmadığı cihetle bilmeleri mümkün olmayan bu kardeşlerimiz bize gene büyük ölçüde akli dengesinin yerinde olmadığı; ama bir ölçüde de yerinde olduğu gibi bir ifade kullanarak, bir rapor hazırladılar. Neticede oradan verilen rapor da bizim deli olduğumuz istikametindeydi.
Tutuklandıktan sonra, bizi Samsun’da gene tutuklu olarak bir akıl hastanesinin bir bölümüne aldılar. Oradaki muhtevada da bize sorulan şeyler yaklaşık aynı şeylerdi. Gene rüyet müessesinin dizaynı içersinde bizim için değişik görüşler ileri sürdü doktorlar. Bu raporları sizlere birer birer göstereceğimiz için sonuca ulaşmak istiyoruz. Bununla da yetinilmedi ve asli unsuru oluşturmak söz konusu oldu. Son olarak, son kararı verecek olan adli tıbba ulaştırdılar bizi. Adli tıp, biliyorsunuz, 12 tane yetkiliden oluşuyor ve verdikleri karar artık değiştirilemiyor. Eskilerin üzerine sünger çeken bu kararda akli dengemizin tam olduğu ve aklı başında bir insan olarak, sorumluluğu mucip bir şey varsa burada ceza-i ehliyetimizin tam olarak mevcut olduğu ve akıllı olduğumuz kesinleşti. Bu raporları sizlere birer birer inşaallah göstermek istiyoruz. Orada, o gece, bize gördüğünüz gibi, söz hakkı hiç verilmedi. Olaylar geliştikçe teker teker aynı konulara inşaallah gireceğiz. Allah razı olsun.
Hulki Cevizoğlu: “Verilen raporlar kamuoyunun bildiği raporlar ama ortada olan 68 sayfalık kişiye özel bir vahiy kitabı, kutsal kitap var. Bu kitabın sahibi İskender Evrenosoğlu. Kısaca Mihr vakfının başkanı, eski ekonomist, şu anda dîni görüşleriyle ilgi çeken hatta kendisinin Mehdi olduğunu söyleyen ilginç bir kişiliğe sahip konuk. Geçen haftaki programımızda sayın Prof. Dr.Yaşar Nuri Öztürk’le yaptığımız programda “Afganistan, Türkiye ve Laiklik” üçgenini tartışırken programımızın sonunda bizi kendiliğinden arayan Ferhat Başbuğ adlı bir izleyicimizin, ki onun daha sonra İskender Evrenosoğlu’nun müridlerinden birisi ve yardımcısı olduğunu söylemiştik. Yaşar Nuri Hoca’yla telefonda tartışmaları ve iddialaşmaları üzerine sayın Yaşar Nuri Öztürk: “Sen git, Efendin gelsin. Ben onunla tartışırım.” demişti.”
Yaşar Nuri Öztürk her ne kadar o zaman ki bizim yardımcımız Ferhat Başbuğ’a: “Sen git, senin Efendin gelsin.” dediyse de, sonradan göreceğiniz gibi dîni konularda başına ne geleceğini bildiği için (Hangi açıdan bildiği için? Çünkü geçen zaman parçası içersinde biz, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Dîn İşleri Yüksek Kurulu’nun bize sorduğu, o kitaba ait 28 tane alıntı üzerinde açıklamalar yapmıştık ve bu rapor ortaya açık bir şekilde konmuştu. O raporu gören ve o kitaptaki hiçbir şeyin Kur'ân-ı Kerim’e aykırı olmadığını, tam aksine tam Kur'ân-ı Kerim’i yansıttığını Yaşar Nuri Öztürk çok iyi biliyordu.), bu sebeple, konuşmaların ilerlemiş noktasında göreceksiniz ki, bizimle bu konuları tartışmayacağını söyledi. Üstelik de tenezzül etmez görüntüsü içersinde.
Oysaki o kitabın Allah'ın indirdiği bir kitap olduğu, özellikle o konularda, bizi suçlamak istedikleri konularda, tam bir Kur'ân açıklaması hüviyetinde olduğunu Yaşar Nuri Öztürk, Dîn İşleri Yüksek Kurulu Başkanına verdiğimiz cevaplardan biliyordu. Onun için her ne kadar öyle söylediyse de, “Seninle tartışmam, onunla tartışırım.” dediyse de aslında göreceksiniz ki bu tartışmadan konferansın sonuna kadar hep kaçındı. Allah'a çok şükürler olsun ki, o konuşma sırasında, Kur'ân’dan kopmuş olan gerçekleri ve Kur'ân’daki İslâm’ın ne olduğunu, sahâbenin nasıl İslâm’ın 7 safhasını da yaşadıklarını ve bugün bunların hiç birinin yaşanmadığını, çok geniş bir zaman aralığında değil ama özet de olsa hamd olsun ki, Allahû Tealâ bize söylemeyi mümkün kıldı. Ama hepsi o kadar, onlar duruma göreceğiniz gibi, bütünüyle hâkim oldular ve bizi kamuoyunun önünde, şeytan tarafından öğretilmiş bir deli hüviyetiyle mahkûm ederek noktaladılar işi. Allahû Tealâ’nın burada nasıl bir tuzağı olacağının da, o zaman onlar farkında değildi. Allah'ın nasıl bir tuzağı olduğunun, o noktada hiç biri farkına varamadılar Allah'a hamd olsun, şükrolsun konu bütünüyle bir tuzaktı. Şimdi adım adım konu ilerledikçe, beraberce tuzağın muhtevasını inşaallah göreceğiz.
Hulki Cevizoğlu: “Yaşar Nuri Öztürk: “Sen git, Efendin gelsin. Ben onunla tartışırım.” demişti. Ferhat Başbuğ’un Efendisi İskender Evrenosoğlu şu anda stüdyomuzda. Sayın Yaşar Nuri Öztürk ise henüz trafik nedeniyle zannediyorum, ulaşamadı stüdyoya. Geldiği anda stüdyomuza girecek ve sohbetimize sorularımıza kaldığı yerden devam edecek sayın Yaşar Nuri Öztürk. Ama bu gece 3 tane önemli telefon konuğumuz var. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Prof. Dr. Hüseyin Atay ve Ayhan Songar telefon konuklarımız olacak. Hoş geldiniz sayın İskender Evrenosoğlu.”
Efendi Hazretleri: “Hoş bulduk.”
Hulki Cevizoğlu: “Siz yaklaşık 4 yıl önce, 1992 yılı ortaları zannediyorum, Yaşar Nuri Öztürk’le yazılı olarak basında bir kavga verdiniz. Siz kendi derginizde, Mihr derginizde cevap verdiniz. Yaşar Nuri Hoca da yazdığı gazetede size bazı istinatlarda bulundu. Onlar arasında, “Hezeyan tüccarı, raporlu” sözleri vardı. Siz de cevabınızda: “Kim yalan söylüyorsa, kamuoyunun önünde tartışalım, Allah'ın lâneti de onun üzerine olsun.” demiştiniz. Biz bunları da duyurduk anonslarımızda.”
Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Kim seninle tartışırsa o zaman onlara de ki: ‘Gelin Âli İmrân Suresinin 56. âyet-i kerimesi üzerine elimizi basalım ve Allah'ın lânetinin yalan söyleyenin üzerine olmasını dileyelim.” buyuruyor. Olay aynen budur. Nitekim Necan’dan bir grup Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gelip de: “ Sen Allah'ın Resûlü değilsin.” iddiasında bulundukları zaman onlara diyor ki: “Kolay, mademki böyle söylüyorsunuz hadi gelin bir araya gelelim, ellerimizi Kur’ân’a basalım, Âli İmrân Suresinin 61. âyet-i kerimesine. Ve de ya siz yalan söylüyorsunuz, ya da ben yalan söylüyorum. Kimin yalan söylediğini burada tespit edelim. Allah'ın lânetinin yalan söyleyenin üzerine olmasını dileyelim.” diyor ve Necan’dan gelen o kişiler orasını terk ediyorlar.
3/ÂLİ İMRÂN-61: Fe men hâcceke fîhi min ba’di mâ câeke minel ilmi fe kul teâlev ned’u ebnâenâ ve ebnâekum ve nisâenâ ve nisâekum ve enfusenâ ve enfusekum summe nebtehil fe nec’al la’netallâhi alel kâzibîn(kâzibîne).
Artık kim sana gelen ilimden sonra, onun hakkında seninle tartışırsa o zaman de ki: “Gelin, sizler ve bizler de dahil olmak üzere oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım (bir araya toplanalım). Sonra dua edelim, böylece Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”
Daha sonra, konu ilerledikçe göreceksiniz, Yaşar Nuri Öztürk’ün bizim bunu ısrarla önüne koymamıza rağmen, o kitabın; Risalet Nurları’nın bize Allahû Tealâ tarafından yazdırıldığını, bizim Allah'ın vazifelisi olduğumuzu ifade ettik. Ve elini o kitabın üzerine, Kur’ân’ın üzerine koyarak: “İkimizden biri yalan söylüyor. Allah'ın lâneti, yalan söyleyenin üzerine olsun.” tarzında bir yemine davet ettik onu. Ama göreceksiniz ki, ilerleyen devrede hiçbir zaman Yaşar Nuri Öztürk böyle bir yemine yaklaşmadı. Başına ne geleceğini biliyordu.
Bizimle uğraşan bir çok kişi Allahû Tealâ tarafından bir lânete uğradılar. Evvelâ bu konuda bizimle ilk defa Kur'ân-ı Kerim üzerine el basıp da yemin eden Mehmet Erol diye birisi öldü. Sonra evvelden tasavvufu devamlı müdafaa eden Yaşar Nuri Öztürk’ün, istikamet değiştirmesine sebep olan İktibas dergisinin sahibi Ercüment Özkan öldü. Sonraki olayları biliyorsunuz; Yıldırım Çavlı öldü ve çekilmemesi lâzım gelen yerleri işaret etmemize rağmen olayları çeken iki tane kameraman öldü. Ve onlar, ondan sonra bizimle uğraşmaktan vazgeçtiler. Yaşar Nuri Öztürk Allah'ın lânetini biliyordu. Bu kitaptan herkesin şüphe edebileceğini ama doğrunun da o kitap olduğunu, o kitapla bizim vazifeli kılındığımızı biliyordu; Allah herkese ispat etmek için bunu ileri sürmüştü. Biz de Yaşar Nuri Öztürk’e, konu ilerledikçe göreceksiniz, defaatle aynı şeyi söylememize rağmen o ve takımın ikinci kişisi Hulki Cevizoğlu bu konuda, bu yemini önlemek için ellerinden geleni yaptılar. Şimdi adım adım hepsini göreceğiz inşaallah.
Hulki Cevizoğlu: “Ve cevabınızda: “Kim yalan söylüyorsa, kamu önünde tartışalım, Allah'ın lâneti de onun üzerine olsun.” demiştiniz. Bunları da duyurduk anonslarımızda. Şimdi Allah'ın lâneti değil ama kamu önünde kimin doğru söylediği ve neyi söylediğini bu gece ortaya koymaya çalışacağız ve son noktayı burada inşaallah koymaya çalışacağız ve ilimle varmaya çalışacağız. Ve şimdi buyrun; siz kimsiniz? Onu sizin ağzınızdan bir alalım. Sizin ne olduğunuzu sizden duyduktan sonra sorularımıza gelelim. Ama söze başlamadan evvel sayın Yaşar Nuri Öztürk hocamız geldi. Siz kendinizi anlatınız…”
Efendi Hazretleri: “Evet, biz kimiz? Konuşmama bir küçücük fıkrayla başlamak istiyorum.”
Hulki Cevizoğlu: “Fıkralarla başlarsanız, istediğiniz gibi başlayın ama...”
Efendi Hazretleri: “Lütfen, sözümü kesmeyecektiniz, ve söz vermiştiniz bana.”
Hulki Cevizoğlu: “Programımız ölçülerinde, 2 yıldır nasıl yapıyorsak, aynı programı bu gece de yapmaya çalışacağız. Kesilmesi gereken yerde keseceğiz ama burada önemli olan husus sizin konuşmanız. Sizin olabildiği kadar konuşmanıza riayet edeceğiz.”
Efendi Hazretleri: “Peki…”
Burada, “Sizin konuşmanıza müsaade edeceğiz.” sözüne dikkat edin. Bundan sonra konunun sonuna kadar olan devrede bizim konuşmamızın bu ikili tarafından, birisi; Yaşar Nuri Öztürk, birisi bu zat, Hulki Cevizoğlu, tarafından devamlı engellendiğini göreceğiz. Ve bir şeyleri Allah'ın bizim üzerimize vazife kıldığı, mutlaka kamuoyuna ulaştırılması lâzım gelen İslâm’ın hangi ölçüde tatbikten çıkarıldığı, Kur'ân-ı Kerim kavramlarının nasıl kaybolduğu ve İslâm’ı yaşadığını zanneden milyonlarca insanın nasıl cehenneme doğru yol aldığını sizlere anlatmak imkânını bize vermemek için ellerinden geleni yaptıklarını göreceksiniz.
Efendi Hazretleri: “Bir yerde yarışlar yapılıyor. Bu yarışlarda sakatlar var. Sakatların bir tanesi kolsuz ve bacaksız ve atlıyor suya, ondan sonra sudan alıyorlar. Antrenörü diyor ki: “Geçen sefer yüzebilmiştin.” O da cevap veriyor: “İyi de, geçen sefer kulaklarımda kramp olmamıştı.” Niye böyle bir fıkrayla başladım? İslâm’ın bugünkü durumunu sizlere anlatabilmek için böyle bir fıkrayla başladım. Eğer fıkrayla başlarsam bu zihinlerde kalır diye düşünüyorum. Belki bu sizin üslubunuza uygun değil ama...”
Hulki Cevizoğlu: “Hayır, herşeyle başlayabilirsiniz. Programları fırsat buldukça seyreden insanlardan birisiniz. Araya girmemin nedeni şudur: Programın belli bir süresi var. Arkası açık ama eğer siz fıkra anlatırsanız, hikâye anlatırsanız... Yoksa gerçekleri fıkrayla anlatmak istiyorsanız anlatabilirsiniz.”
Efendi Hazretleri: “Kur'ân-ı Kerim bütün insanlar için 3 ayrı hedef gösterir. Kur'ân-ı Kerim bütün insanlar için bir saadet davetiyesidir, aynı zamanda bir saadet garantisidir, aynı zamanda bir saadet reçetesidir…”
Buradaki fıkra konusuna dikkatle bakmanızı istiyorum. Biz o fıkrayla İslâm’ın bugünkü durumunu anlatmak istiyorduk. Ama sözlerimiz burada kesilmeye başladı. Bundan sonra sonuna kadar devamlı kesildiğini izleyeceksiniz. Acaba biz o fıkrayla ne demek istedik? İslâm’ın bugünkü durumunu anlatmak istedik. İslâm bugün, kolları ve bacakları kesilmiş, bitkisel hayata ulaştırılmış bir durumdadır. Nasıl İslâm’ın bacaklarını kesmiş iblis? İnsanları cennet saadetine götürecek olan bütün unsurları yok ederek. İnsanlar bugün, Allah'a ulaşmayı dilemek diye, Allah'a mülâki olmak diye, ruhu ölmeden evvel Allah'a ulaştırmayı dilemek diye bir kavramı bütünüyle unutmuşlar.
Bu bütün konuların başlangıcı; 14 asır evvel bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilediler. Bu sebeple tagutun kulu olmaktan kurtulup, Allah'ın kulu olmayı başardılar. Ve bugün Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir kavram bütünüyle unutulduğu gibi, Allah'a ulaşmayı dilemekten bahsettiğimiz zaman ‘Sen yeni bir dîn mi uyduruyorsun?’ diyorlar. Aradan, 96 yılından 2003 yılına kadar geçen 7 yıl içinde köprülerin altından çok sular aktı. Biz bu açıklamaları bütün kamuoyuna ulaştırdık. Allah'a ulaşmayı dilemek eğer söz konusu değilse, o zaman insanların dalâlette olduğunu, küfürde olduğunu, Allah'ın âyetlerinden gâfil olduğunu, tagutun dostu olduğunu yani Allah'ın dostu olmak şerefinden mahrum kaldıklarını, gidecekleri yerin kesinlikle cehennem olduğunu, bugün dîn adına ülkemizde kimler varsa hepsine, binlerce kişiye ‘İHTAR’ adı altında ulaştırdık. Bu ihtara dikkatle bakın! Hiç kimse söylediklerimize itiraz edemiyor çünkü bunları biz söylemiyoruz. Bunlar, Allah'ın bize öğrettiği şeyler ve Kur’ân’ın 14 asır evvel yaşanan ama bugün unutulan gerçekleri. Öyleyse, bu kolları ve bacakları kesilmiş kişiden murat ne? Murat, İslâm. Allah'a ulaşmayı dilemeyi eğer gerçekleştiremezsek bütünüyle yokuz. Yani, bütün insanlar tamamen cehenneme girmek mecburiyetindeler. Allah'a ulaşmayı dilemeyen kişinin mutlaka gideceği yer cehennem. Ve kavram bütünüyle unutulmuş durumda. Böyle bir kişi asla takva sahibi olamaz. Böyle bir kişi, Allah'a ulaşmayı dilemeyen kişi, şirktedir. Böyle bir kişi küfürdedir. Cehennemden kurtulması mümkün değildir. İlerledikçe konu, bunları size birer birer inşaallah izah edeceğiz.
Öyleyse kim Allah'a ulaşmayı dilemezse o, bacakları kopmuş bir insan gibidir. Eğer dileseydi, irşad makamına ulaşacaktı. Ruhu Allah'a doğru yola çıkacaktı, Allah'a ulaşacaktı. Sadece bu dilek, bunları mutlaka gerçekleştirmesi için sebep teşkil edecekti. Çünkü Allahû Tealâ buraya kadar olan konuda garanti vermiş. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah mutlaka o kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracaktır.
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrakû fîhi, kebure alâl muşrikîne mâ ted’ûhum ileyhi, allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Öyleyse buraya kadar konunun garantisi var. Allah'a ulaşmayı dileyen kişi 1. kat cennetin sahibi olur. İrşad makamına bundan sonra 12 tane ihsanla ulaşan kişi, 2. kat cennetin sahibi olur. Ruhunu Allah'a ölmeden evvel ulaştıran kişi 3. kat cennetin sahibi olur. Allah'a ulaşmayı dilemek unutulmuş. Bu cihetle insanlar, başlangıçtaki 1., 2. ve 3. kat cennetlere ulaştıran temel faktörleri tamamen terk etmiş durumdalar. Bu, İslâm’ın bacaklarının kesilmesidir.
Ve dünya saadetine gelince, buraya kadar geçen devrede nefsin tezkiyesi yarıdan daha fazla gerçekleşeceği için, o kişinin dünya saadetinin yarısını da Allahû Tealâ garanti ediyor; bir tek dilek mukabilinde. Ve bu konu tamamen unutulmuş durumda. Üstelik de bütün sahâbe bunu gerçekleştirmesine rağmen. Daha ötede, ruhun Allah'a tesliminden ötede, fizik vücudun teslimi, nefsin teslimi, irşada ulaşmak ve iradenin teslimi diye 4 tane daha kademe geliyor. Bunların da hepsi unutulmuş durumda. Ve İslâm âleminin bu geriye kalan kesimlerinin de yok olması, kollarının da kesilmiş olduğunu gösteriyor. İşte, fıkrayı anlatmaktan muradımız buydu ama gördüğünüz gibi olayı bütünüyle her seferinde önlemeyi başardılar. Söyleyeceklerimizin önemini kendilerine ihtar ulaşan dîn adamlarından sorun. Hiç kimse bugüne kadar bize: ‘O ihtarlarda şu nokta yanlıştır.’ diyemedi. Demeleri de mümkün değil çünkü Biz bu ilmi Allah'tan aldık. Ama birçok dîn adamı bize ulaşıp, söylediklerimizin doğru olduğunu bildirdiler hamd olsun.
Öyleyse ne söylüyorsak hepsinden emin olarak şu anda huzurunuzdayız. Allah'a sonsuz hamd ve şükrederiz. Bu ülkenin kurtuluşu bu standartlar altında gerçekleşecektir.
Efendi Hazretleri: “Allahû Tealâ’nın kâinatta en çok sevdiği varlık insandır. Çünkü Allahû Tealâ hem dünyayı hem de bütün kâinatı insan için yarattığını söylüyor.”
2/BAKARA-29: Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve o, Alîm’dir (herşeyi en iyi bilendir).
45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.
Demek ki, herşey biz insanlar için yaratılmış. İnsandan başka Allah'ın yarattığı herşey biz insanlar için, insan da Allah için yaratılmış. Allahû Tealâ bunu da açıkça ifade etmektedir.
2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki, kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” derler.
Hulki Cevizoğlu: “Buradan kendinize gelecek misiniz?”
Efendi Hazretleri: “Geliyorum, lütfen efendim. Geliyorum kendime. Bunları söylemekten muradımız var tabiî. Kim olduğumuzu anlatıyoruz. Kim olduğumuzun kimliğinin içersinde bu olay var. Ve Allahû Tealâ en çok sevdiği bu mahlûkundan; insandan sadece mutlu olmasını istiyor. Bunun için Kur'ân-ı Kerim 3 ana hedefe yönelik olarak yöneltmiş. Ve Allahû Tealâ’nın söyledikleri, bu istikamette bir bütün oluşturuyor. Allahû Tealâ, insanlar mutlaka saadete ulaşmalı diye düşünüyor. Bu saadete ulaşmanın reçetesinde, 3 tane vücudumuz var. Fizik vücudumuz var, nefsimiz var ve ruhumuz var. Bizleri, bütün insanları ezelde toplayan Allahû Tealâ, nefslerimizden yemin alıyor, ruhumuzdan misak alıyor ve fizik vücudumuzdan ahd alıyor.”
Hulki Cevizoğlu: “Kusura bakmayın, ben sizi tanımaya yardımcı olacak bir soru soracağım…”
Burada çok açık bir olay var. Devamlı olarak, bundan sonra göreceksiniz, filmin sonuna kadar sesimiz kesilerek, sözümüz kesilerek sizlere o kurtuluş mesajının verilmesine bu çete kesinlikle karar vermiş. Ve bu noktada değil sadece, orada kaldığımız süreç içersinde devamlı sözümüz kesiliyor. Bu mesajın size ulaşmasına, doğrunun anlaşılmasına mani olmak için ve bizi kamu vicdanında bir deli ve şeytandan vahiy alan birisi olarak teşhis etmek için, onlara bunu ispat etmek için çalışıyorlar.
Hulki Cevizoğlu: “Gerçek adınız İskender Evrenosoğlu mu?”
Efendi Hazretleri: “İskender Erol Evrenosoğlu. Ama ben sözümü tamamlamak istiyorum müsaade ederseniz.”
Hulki Cevizoğlu: “İskender Ali Mihr kimin adı?”
Efendi Hazretleri: “İskender Ali Mihr de benim adım.”
Hulki Cevizoğlu: “Hangi adı kullanmayı tercih ediyorsunuz?”
Efendi Hazretleri: “Dünya hayatında 1. adımı, manevî hayatımda da 2. adımı kullanmayı tercih ediyorum.”
Hulki Cevizoğlu: “O halde siz dünyadaki yazılarınızda da İskender Ali Mihr imzasını kullanıyorsunuz.”
Efendi Hazretleri: “Bütün dergilerimde, dünyaya müteallik yazılarda hep İskender Erol Evrenosoğlu adını kullanırım. Ahirete mütealik hususlarda da diğer adımı kullanırım.”
Hulki Cevizoğlu: “Evli misiniz?”
Efendi Hazretleri: “Evliyim, 2 de çocukluyum.”
Hulki Cevizoğlu: “Çocuklarınız ne iş yapar?”
Efendi Hazretleri: “Birisi okuldan mezun oldu; çalışıyor, bilgisayarcı. Diğeri de okuyor, üniversitede talebe.”
Hulki Cevizoğlu: “Tek evli misiniz, çok evli mi?”
Efendi Hazretleri: “Tek evliyim.”
Hulki Cevizoğlu: “Peki, mürşid misiniz aynı zamanda?”
Efendi Hazretleri: “Bakınız Hulki Bey, bana bir sual sordunuz, kim olduğumu size anlatacaktım. Hayır, yardımcı olmuyorsunuz.”
Hulki Cevizoğlu: “Zorlaştırıyor muyuz?”
Efendi Hazretleri: “Evet, zorlaştırıyorsunuz.”
Hulki Cevizoğlu: “Kolaylaştırıcı olalım.”
Efendi Hazretleri: “Şimdi, Allahû Tealâ’nın bu ortaya koyduğu standartlarda insanlardan istediği bir tek şey var; insanların mutluluğu. İnsanların mutlu oluşunu Allahû Tealâ şekle bağlamış, diyor ki: “Kim nefsini tezkiye ederse, ruhunu Allah'a ulaştırırsa, fizik vücudunu şeytana kul olmaktan kurtarıp Bana kul ederse, o zaman onun mekânı cennettir”. Ve bu hususu bütün insanların üzerine; nefsin tezkiyesini 3 defa, fizik vücudumuzun Allah'a kul olmasını 3 defa, ruhumuzun Allah'a ulaşmasını tam 9 defa üzerimize farz kılmış. Bu farzların 14 asır evvel bütün sahâbe tarafından yerine getirildiğini görüyoruz. Hepsi nefslerini tezkiye etmişler, hepsi ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar, hepsi fizik vücutlarını Allah'a kul etmişler. Ve bunların neticesi olarak da 2 âyet-i kerimede onların hepsinin felâhla müjdelendiği, cennet saadetine lâyık görüldüğü ifade ediliyor. Yani sahâbe deyince Kur'an-ı Kerim, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olanları kastediyor.”
Hulki Cevizoğlu: “Size gelebilir miyiz?”
Efendi Hazretleri: “Geliyorum hemen. Bu cennet saadetinin Kur'ân-ı Kerim’de farz olan ve bütün sahâbe tarafından gerçekleştirilen standartlarının bugün tatbikattan tamamen kaldırıldığını görüyoruz. 14 asırda Allah'ın farzları tatbikattan koparılmış. Fıkrayla ilişkisi şu; böyle bir İslâm’ın bacakları kesilmiş. Bir adım daha atıyorum, Allahû Tealâ bütün insanları dünya saadetine ulaştırmak istiyor. Bunun için 3 tane temel emir koymuş Kur'ân-ı Kerim’e. İrşad, daimî zikir ve teslim. Kur'ân-ı Kerim’de ruhun da, fizik vücudun da, nefsin de Allah'a teslimi açık bir şekilde emrediliyor. Bunlarla Allahû Tealâ’nın insanları hazz’ül azîme yani dünya saadetine ulaştırması söz konusu. 14 asır sonra bugün bunların da yok olduğunu, tatbikattan koparıldığını; ne irşadın, ne daimî zikrin, ne de teslimin artık mevcut olmadığını görüyoruz. Bizim ülkemizde iki grup dîn otoritesi var. Birincisi, İlâhiyat Fakülteleri...”
Hulki Cevizoğlu: “Size gelebilir miyiz?”
Efendi Hazretleri: “İkincisi, Diyanet İşleri Başkanlığı. Her ikisinin de çıkardığı hiçbir kitapta, insanları cennet saadetine ve dünya saadetine ulaştıracak olan hükümlerin hiç birisi mevcut değil.”
Hulki Cevizoğlu: “Bunu siz mi yapmaya çalışıyorsunuz?”
Efendi Hazretleri: “Müsaade edin, anlatıyorum. Zaten bitiriyorum artık. Ve eğer durum buysa o fıkrada anlattığım gibi İslâm’ın cennet saadetine ulaştıracak olan farzları koparılarak İslâm’ın bacakları kesilmişse, dünya saadetine ulaştıracak olan farzları kopartılarak kolları da kesilmişse, o zaman hiçbir kitapta da bunlar yoksa, bu ülkeden bahsediyorum; dîn öğreticilerin ortaya koyduğu hiçbir kitapta bu hususlar artık mevcut değilse, ne 32 farzın içinde ne 54 farzın içinde veya ne diğer kitaplarda bunlar mevcut değilse, o zaman Allahû Tealâ acaba ne yapacaktı? Yapması lâzım gelen sadece bir tek şey vardı; bunları bildirmek ve kamuoyuna açıklamak. Biz bunun için vazifeli kılınan kişiyiz. İşte, kendimizi sizlere takdim ettik.”
Hulki Cevizoğlu: “İslam’ın bacaklarının ve kollarının kesildiğini, kalmadığını söylediniz. Bu görevinizde İslâm’ın bacağı ve kolu mu oluyorsunuz Türkiye’de?”
Efendi Hazretleri: “İslâm’ın bacaklarının ve kollarının kesildiğini söyleyen kişi oluyorum...”
Şimdi, konunun nasıl çarpıtıldığını görüyorsunuz. Yani bu Cevizoğlu kardeşimiz bizimle alay ediyor. ‘İslâm’ın kolları ve bacağı mı olduğunuzu iddia ediyorsunuz?’ diyor. Yani konuyu, asli unsurun dışına taşıma konusundaki gayretler burada başlıyor. Bizim söylediğimiz şey son derece açık: İslâm’ın kolları ve bacakları koparılmış ve o kolların ve bacakların var olması lâzım. İnsanları cennet saadetine ve dünya saadetine ulaştıracak olan bütün hükümlerin İslâm’a yeniden kazandırılması lâzım ve bunların hepsi Kur'ân-ı Kerim’de mevcut ve 14 asır evvel bütün sahâbe bunları tatbik etmiş. Bunları defaatle burada ispat ediyoruz. Bir defa daha söyleyelim; Allah'a ulaşmayı dilemek 1. safha, bütün sahâbe dilemiş. Evvelâ sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemiş mi? Diledikleri kesin. Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ sahâbe için bakınız ne diyor:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâdi.
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Burada sahâbenin Allah'a kul oldukları kesinlikle ispat ediliyor ve hem cennet müjdesinin hem de dünya müjdesinin sahâbe tarafından kazanıldığı söyleniyor. Allahû Tealâ: “Onlara müjdeler vardır.” diyor. Yani bütün sahâbe Allah'a ulaşmayı dilemiş. Daha sonra bütün sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olmuş.
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsihî, ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
Allahû Tealâ: “Orada sana tâbî oldukları zaman onların ellerinin üzerinde Allah'ın eli vardı. Habibim sana tâbî olmak Allah'a tâbî olmak demektir.” diyor. Tâbiiyet de kesinleşmiş.
Bütün sahâbe ruhlarını Allah'a ulaştırmış mı? Hepsi. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesinde bütün sahâbenin hidayete erdiği kesinlikle ifade buyruluyor. Hidayete ermek onların söylediği gibi doğru yola ermek falan değil. Zaten Sıratı Mustakîm’i doğru yol olarak tanımlayarak hedefinden saptırmışlar. Sıratı Mustakîm; Allah'a ulaştıran yolun adıdır. Ve “Hidayet nedir?” dediğimiz zaman “O da doğru yoldur.” diyorlar, “Sıratı Mustakîm nedir?” dediğiniz zaman “O da doğru yol.” diyorlar. Ama Kur'ân-ı Kerim öyle söylemiyor. Hidayet için Âli İmrân-73’de Allahû Tealâ şöyle diyor: “Muhakkak ki hidayet, Allah'a ulaşmaktır.”
Bütün sahâbe Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi gereğince hidayete ermişlerdir. Allahû Tealâ diyor ki:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahsenehu, ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Hepsi ruhlarını Allah'a ulaştırmışlar, 21. basamak. Fizik vücutlarını Allah'a teslim etmişler, 25. basamak.
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebeani, ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâgu, vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik.” O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Hepsi nefslerini de tezkiye etmişler, nefslerini halis kılmışlar. Hepsi bir defa daimî zikre ulaşmışlar. Zumer-18 onların hepsinin ulûl'elbab olduğunu söylüyor. Ulûl'elbab ise daimî zikrin sahipleridir.
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Ve daha sonrasına bakıyoruz; bütün sahâbe irşada ulaşmışlar.
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûl'ü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
Bütün sahâbe irşada, 28. basamağın 4. kademesine ulaşmışlardır. Peki, iradelerini de Allah'a teslim etmişler mi, irşad makamına tayin olmuşlar mı? Evet, ensar da muhacirîn de. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ihsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Allahû Tealâ, ensara da ve muhacirîne de tâbî olunduğunu kesinleştiriyor. İslâm’ın 7 safhasının 7’si de sahâbe tarafından yaşanmıştır. 14 asır sonra bugün hiçbir safhası yaşanmıyor. 1. safhası da, Allah'a ulaşmayı dilemek de dâhil olmak üzere 7 safhanın hiç birisi yaşanmıyor. Devam edelim inşaallah.
Hulki Cevizoğlu: “Siz aynı zaman da mürşid misiniz, Allah tarafından görevlendirilen, yoksa peygamber misiniz?”
Efendi Hazretleri: “Bir insanın kendisi hakkında konuşmasının çok zor olduğunu söylemiştim size bundan evvel. Demiştim ki; eğer uygun görürseniz kardeşlerimizden biri gelsin, benim hakkımdaki konuşmaların cevabını o versin. Kaldı ki bunlar zaten söylenmiş, hepsi bitirilmiş şeyler. Onun için bir ilâve koymak istemiyorum. Kendimle ilgili bir kelime söylemek istemiyorum ama sizi dinliyorum.”
Hulki Cevizoğlu: “Ama programımız bir kitap gibi başı ve sonuyla bir bütün olduğu için kamu oyununun bildiği bazı gerçekleri de ben size soracağım, sizin ağzınızdan alalım. Siz kendinizle ilgili mütevazilik yapıp açıklamada bulunmayabilirsiniz başka mekânlarda, ama burada konu siz olduğunuz için, açıklarsanız seviniriz. Açıklamazsanız o da sizin hanenize yazılır. Buyurun, açıklayın lütfen.”
Efendi Hazretleri: “Söyleyeceklerimi söyledim.”
Burada yeni bir konuda bize bir şeyler söylettirilmek isteniyor. O söylenmesi lâzım gelinen şeyleri biz size şimdi söyleyelim. Biz, Allahû Tealâ’nın bize Risalet Nurları isimli kitabı yazdırdığı kişiyiz. Orada bizim kimliğimiz veriliyor ve onlar aslında bu kimliklerin hepsini çok iyi biliyorlar. Çünkü kitabı adeta ezberlemişler. Allahû Tealâ kitapta bizi hidayetçi olarak, Mehdi olarak tanımlıyor. 20 küsur yerde bu kelimeyi kullanmış hakkımızda. Sonra da bizim Allah'ın Risaleti’ne sahip olduğumuz, Allah'ın Resûlü olduğumuz söyleniyor ve kıyâmet buradan kopuyor. Orada bunun açıklamasını yapmamışız, kendimizden bahsetmek bize tevazu ölçülerinin ötesinde görünmüş. Ama bunun gelecek devrede bir istismar konusu olduğunu göreceğiz. Allahû Tealâ bizim açık bir şekilde nebî olmadığımızı, peygamber olmadığımızı, bize yazdırdığı kitabın iki yerinde açık bir şekilde söylemesine rağmen, bu insanlar göreceksiniz ki, ilerleyen devrelerde bizim nübüvvet iddiasında bulunduğumuzu söylüyorlar. Yani peygamberlik iddiasında bulunduğumuzu söylüyorlar. Bu konunun bütün detaylarını sizinle birer birer açıklığa kavuşturmamız gerek.
Burada Allahû Tealâ’nın bir velî resûlü söz konusudur. Allah'ın dostu olan bir resûl, asla bir peygamber değil. Biz her zaman bunun açıklamasını yapmışızdır. Onlar da kamuoyu tarafından nübüvvet ve risalet konuları iyi bilinmediği için bizi hep peygamberlik iddiasıyla suçladılar. Evvelâ biz hiçbir iddianın sahibi değiliz. Sadece Allah'ın kendisine kitap yazdırdığı kişiyiz. Bizden evvel de Allahû Tealâ bir Mevlâna Celâleddin Rûmi’ye kitap yazdırmış. Bir Erzurumlu İbrâhîm Hakkı Hz.’ne kitap yazdırmış. İznik’ten Eşref Rûmi Hz.’lerine kitap yazdırmış. Yunus’a kitap yazdırmış. Allah'ın birçok evliyası, Abdülkadir Geylani Hz.’leri Allah'tan vahiy alarak kitap yazdığını söylüyor. Yüzlerce Allah'ın evliyası, dostu “Allah bize söyledi, biz de size bildiririz.” diyor. Şimdi ilerde göreceksiniz ki, konu dönüp dolaşıp o noktaya gelecek; bizi peygamberlik iddia etmekle suçlayacaklar.
Diyoruz ki: “Siz, bize yazdırılan kitaptan bahsediyorsunuz, bizi bu kitapla suçluyorsunuz, sanki bu kitabı biz yazmışız gibi, ama sizin iddia ettiğiniz şeyin bizim tarafımızdan mümkün olmadığını o kitap söylüyor. Kitabın iki yerinde Allahû Tealâ bizim nebî olmadığımızı söylüyor, peygamber olmadığımızı söylüyor. Nübüvvet müessesesi peygamberliktir ve nübüvvetin son kişisi, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’dir. O, nübüvvetin mührüdür. Nübüvvet müessesesi, peygamberlik müessesesi onunla mühürlenmiştir. Şimdi, bu kitabı biz yazmakla suçlanıyoruz. Bir an için, “Biz yazmışız.” diyelim bu kitabı ve kendi yazdığımız kitapta demiş oluyoruz ki: “Biz peygamber değiliz.” Ve bu insanlar, hiç utanmadan Allahû Tealâ o kitabın bir yerinde, sayfaları da sizlere söylemek mümkün. “İlk defa peygamberlerin dışında bir kişi (Allahû Tealâ bizden bahsediyor, bize yazdırdığı kitap) Cebrail (A.S)’ı görecek.” Bir başka yerinde de açık bir şekilde: “Sen Peygamber değilsin.” diyor. Eğer bu kitabı biz yazdıysak, biz o kitaba bunu yazdıysak ki, iddiaları o kitabı bizim yazdığımız, biz o kitapta “Biz peygamber değiliz.” diye yazmışsak, nasıl oluyor da peygamberlik iddia ediyoruz? Öbür taraftan, eğer o kitabı bize Allah yazdırmışsa ve Allahû Tealâ bizim için “Sen peygamber değilsin.” diye iki yerinde yazdırmışsa kitabın, o kitap herkesin elinde dolaşıyorsa, Biz de o kitabı yayınlamışsak, nasıl olur da peygamberlik iddiasında bulunuruz?
Şimdi, bize bir şeyler söyletmek istiyorlar ve biz de bu konuların bilgisini bizden almamaları gerektiğini, kitapta herşeyin, gerçeklerin yazdığını, yetmez bizimle beraber gelen 8-10 kardeşimizin hepsinden bizim kimliğimiz hakkında bilgi alabileceklerini ifade ediyoruz.
Hulki Cevizoğlu: “Mürşidler, evliyadır, diyorsunuz siz.”
Efendi Hazretleri: “Evet, mürşidlerin hepsi Allahû Tealâ’nın velîsidir. Evvelâ kendi velîlerine tâbî olmuşlardır ve mutlaka velîdirler.”
Hulki Cevizoğlu: “Yani siz de evliya mı oluyorsunuz?”
Efendi Hazretleri: “Buradan bunu çıkarıyorsanız, tamam. Evet, öyleyim.”
Hulki Cevizoğlu: “Hah, siz evliyasınız yani. Evliyaların özeliği nedir? Yani, normal bizlerden farkı nedir evliyaların, anlayacağımız şekilde?”
Efendi Hazretleri: “Birçok özellikleri var. Birincisi, mutlaka kendi mürşidlerine tâbî olmuşlardır. İkincisi, mutlaka Allah'a ulaşmayı dilemişlerdir; âmenû olmuşlardır. Üçüncüsü Allah kalplerine îmânı...”
Hulki Cevizoğlu: “Nedir âmenû olmak?”
Efendi Hazretleri: “Allah'a ulaşmayı dileyen bir kişinin Allahû Tealâ kulaklarındaki vakrayı alıyor, kalbindeki ekinneti alıyor, irşad makamı ile arasında bulunan hicab-ı mesture adlı bir, gizli bir perdeyi alıyor ve o insanlar bu noktada âmenû oluyorlar.”
Hulki Cevizoğlu: “Yani bilinmeyen bir kelime sordum, siz bana bilinmeyen üç kelimeyle cevap verdiniz. Kulaklarındaki, kalbindeki mührü kaldırıyor, sınırı kaldırıyor, öyle mi demek istiyorsunuz?”
Hulki Cevizoğlu: “Peki, siz programın başında kendinizi tanıtırken; İslâmiyet’in Türkiye’de içinde bulunduğu durum nedeniyle...”
Efendi Hazretleri: “Bütün dünyada aynı.”
Hulki Cevizoğlu: “Ama siz Türkiye’de yaşıyorsunuz. Türkiye’de bu durumu tamamlamak için Allah'ın yapması gereken şey, ne olduğunu söylediniz? Onların bildirilmesi gerektiğini söylediniz. Sizi de bildirmek için görevli kıldığını söylediniz. Allah bir insanı nasıl görevli kılabilir ve bazı şeyleri nasıl yaptırabilir? Vahiy yoluyla yaptırabilir, doğru mu?”
Efendi Hazretleri: “Doğru.”
Hulki Cevizoğlu: “Yani siz Allah'tan vahiy mi alıyorsunuz?”
Efendi Hazretleri: “Evet, Allah'tan vahiy alıyorum. Allahû Tealâ bana istenenleri söylüyor.”
Hulki Cevizoğlu: “Peki, vahiy ne demek? Onu açıklayın isterseniz önce.”
Efendi Hazretleri: “Vahiy, Allahû Tealâ’nın bir insanla olan konuşmasıdır.”
Hulki Cevizoğlu: “Yani siz Allah ile konuşuyorsunuz, öyle mi?”
Efendi Hazretleri: “Evet, herşey tahmin ettiğim gibi adım adım gelişiyor. Evet efendim, evet.”
Hulki Cevizoğlu: “Evet, Allah yardımcınız olsun.”
Görüyorsunuz Hulki Cevizoğlu’nun bize söylediğini. “Allah yardımcınız olsun.” diyor. Onun bu konudaki tavsiyesine ihtiyacımız yok! Hamd olsun ki, Allah bizim yardımcımızdır. Onlar da onu o zaman bilmiyorlardı ama şimdi öğrendiler; Allahû Tealâ’nın onlara nasıl bir tuzak kurduğunu gördükleri zaman.
Öyleyse vahiy nedir? Vahiy; insanoğlunun Allah ile konuşmasıdır. Allahû Tealâ Şûrâ-51’de diyor ki:
42/ŞÛRÂ-51: Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).
Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illâ vahyile veya perde arkasından veya dilediğine izniyle vahyetsin diye resûl (melek) göndererek. Allah, bilir ve hikmet sahibidir.
Allahû Tealâ: “Hiçbir insanla Allahû Tealâ’nın bir konuşması olmamıştır, illa vahiy ile. “Sadece vahiyle konuşur.” diyor. Kur'ân-ı Kerim, “Bu konuşmanın adı vahiydir.” diyor.
Öyleyse, ne demek istiyoruz? “Allah peygamberlerden başkasına vahyetmez.” diyorlar. Kur'ân’daki bütün esaslar zaman içersinde yok olmuş. Doğruların yerini hep yanlışlar almış. Ve bugünün dîn adamları bu yanlışları hâlâ doğru zannetmeye devam ediyorlar. Bunlardan bir tanesi de Allah'ın yalnız peygamberlere vahyettiği zannıdır. Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-78: Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâbe illâ emâniyye ve in hum illâ yezunnûn(yezunnûne).
Ve onlardan bir kısmı ümmîlerdir. Onlar (Allah’ın) Kitabı’nı bilmezler, sadece emaniyeyi (kişilerin yazdığı kitapları) bilirler. Ve onlar sadece zanda bulunuyorlar.
2/BAKARA-79: Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim summe yekûlûne hâzâ min indillâhi li yeşterû bihî semenen kalîlâ(kalîlen), fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim ve veylun lehum mimmâ yeksibûn(yeksibûne).
Artık elleriyle (emaniye bilgiler içeren) kitabı yazanların vay haline! Sonra da onu (bu yazdıklarını) az bir bedel karşılığında satmak için: “Bu Allah’ın indindendir.” derler. İşte onlara yazıklar olsun , elleriyle yazdıkları şeylerden dolayı ve yazıklar olsun onlara, kazandıkları şeyler sebebiyle.
İşte bu konuşma boyunca bir çok profesör tanıyacaksınız. Onlar için bu ifade son derece rahat olarak söylenebilir; onlar Kitab’ı bilmezler, Kur’ân’dan haberdar değildirler. Sadece zanlarına tâbî olurlar. Ne demek istiyor acaba Allahû Tealâ? Kur'ân-ı Kerim’in indirilmesinden bu tarafa yüzlerce kitap yazılmış ve iblis insanları adım adım Kur'ân-ı Kerim’den uzaklaştırmış ve “O kitapları takip edin, onları öğrenin. Size Kur'ân-ı Kerim’i ancak o kitaplar öğretebilir. Siz Kur’ân’ı anlayamazsınız, o kitaplardan öğreneceksiniz. Sakın Kitab’ı, Kur'ân-ı Kerim’i yorumlamaya falan kalkmayın, çarpılırsınız ha!” Böyle de diyen saflar olmuş.
Oysaki Kur’an öğrenilsin diye ve tatbik edilsin diye indirilmiş. Sadece öğrenmek de yetmez. Öğrenmek ve tatbik etmek.
Daha evvel, bütün peygamberler zamanında aynı dîn yani Hz. İbrâhîm’in hanif dini, yani Arapça adıyla İslâm dîni aynı dîn olarak, hiçbir farkı olmaksızın yaşanmış. Aynı şeriat söz konusu ve adım adım 14 asırda dîn kaybolmuş. Ne olmuş? Evvelâ Yahudiler dînlerini unutmuşlar. Bu söylediğim 7 tane safha o dînlerin hepsinde olmuş. Sonra Hristiyanlar dînlerini unutmuşlar. İblis hepsine aynı tuzağı uygulamış. Bütün insanları Allah'ın yolundan saptırmış, büyük kesimler olarak. En son Allahû Tealâ’nın bir ifadesini görüyoruz. Allahû Tealâ bugünkü Resûlüne dedirtiyor ki: “Ya Rabbi! Benim kavmim Kur’ân’ı unuttular, Kur’ân’ı terk ettiler.”
Hrıstiyanların da Yahudilerin de büyük bir kısmı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e Allah'ın âyetleri inerken karşı çıkıyorlardı. “Sen Allah'tan vahiy almıyorsun, yalan söylüyorsun.” diyorlardı. Ama Hristiyanların da Yahudilerin de içlerinde küçük gruplar Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e âyetler indirildikçe bakıyorlardı ki, sahâbenin yaşadığı hayatla kendilerinin yaşadığı hayat aynı hayat. İşte bunlar bütün kavimlerin, bütün dînlerin içinde bulunan, asla sadık kalabilmiş olan küçük azınlıklar. Söyledik ki, Kur’ân’ın aslı 7 safhayı içerir. Bundan 14 asır evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbe 7 safhayı da yaşamışlar. Ve sonuca ulaşıyoruz; “Yani siz Allah’la konuşuyorsunuz, öyle mi?” Evet, Allah ile konuşuyoruz. “Allah yardımcınız olsun.” diyor. Yani Allah'ın peygamberlerden başka insanlarla konuşabileceğine inanmıyorlar. Oysa ki Allahû Tealâ bırakınız insanları “Allah yere ve dağlara vahyetti.” diyor (Zilzal-5). “Allahû Tealâ arıya vahyetti.” diyor (Nahl-68).
99/ZİLZÂL-5: Bi enne rabbeke evhâ lehâ.
Rabbinin ona vahyetmesi ile.
16/NAHL-68: Ve evhâ rabbuke ilân nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ ya’rişûn(ya’rişûne).
Ve senin Rabbin, balarısına, dağlardan, ağaçlardan ve onların (insanların) kurdukları çardaklardan, evler (kovanlar) edinmelerini vahyetti.
Demek ki insanların dışında Allahû Tealâ arıya da, yerlere de vahyediyor. Peki, insanlara da vahyediyor mu, peygamberlerin dışında? Elbette vahyediyor.
5/MÂİDE-111: Ve iz evhaytu ilâl havâriyyîne en âminû bî ve bi resûlî, kâlû âmennâ veşhed bi ennenâ muslimûn(muslimûne).
Ve havarilere; “Bana ve Resûl'üme îmân edin.” diye vahyettiğim zaman, onlar da “Îmân ettik ve bizim (Hakk'a) teslim olduğumuza şahid ol.” demişlerdi.
Hz. İsa’nın havarilerinin peygamber olduğunu, nebî olduğunu hiç kimse iddia edemez. Allahû Tealâ Tâhâ Suresinin 38. âyet-i kerimesinde “Hz. Musa’nın annesine vahyettik.” diyor. Ne Hz. Musa’nın annesi, ne havariler peygamber olamaz, öyle değil mi? Öyleyse hurafeler gelmiş dînimizi, Allah'ın dînini, o dînden kalan son gerçekleri de yok etmiş.
20/TÂHÂ-38: İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.
Vahyedilecek şeyi annene vahyetmiştik.
Allahû Tealâ’nın peygamberlerden başkasına da vahyettiği Kur’ân hükümlerine göre kesinlik kazanıyor. Şimdi bizim Yaşar Nuri Öztürk, Hüseyin Hatemi veya Hüseyin Atay istediği kadar desin ki: “Allah peygamberlerden başkasına vahyetmez.” Bunlar sadece onların birer profesör olarak hangi cehalet çukurunda olduğunu ispat eder.
Allahû Tealâ söyleyeceklerini Kur'ân-ı Kerim ile indirmiştir ve asıl olan, doğru olan onlardır. Ve İslâm âlemi Kur’ân’dan büyük ölçüde sapmıştır. Bütün kurtuluş faktörleri birer birer yok olmuştur ve kavramlar yok olmuştur. Kavramların Kur’ân’daki gerçekleri yok olmuştur. Bunlardan bir tanesi de vahiydir. Allahû Tealâ diyor ki: “Allah’ın hiçbir insanla konuşması olmamıştır, illa vahyile.” “Bütün insanlarla konuşurum. Konuşmam bir vahiydir.” diyor.
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
10/YÛNUS-2: E kâne lin nâsi aceben en evhaynâ ilâ raculin minhum en enzirin nâse ve beşşirillezîne âmenû enne lehum kademe sıdkın inde rabbihim, kâlel kâfirûne inne hâzâ le sâhırun mubîn(mubînun).
Onlardan bir adama, "insanları uyarması, âmenû olanları (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyenleri) müjdelemesi" için vahyetmemiz insanlara acaip (garip) mi geldi? Muhakkak ki onlar için, Rab’lerinin yanında (katında) sıddıklar makamı vardır. Kâfirler şöyle dediler: “Muhakkak ki bu, mutlaka apaçık bir sihirbazdır.”
Demek ki peygamberlerden başkasına da vahiy geliyor, burası kesin. “Allah yardımcınız olsun.” sözünün üzerine biz de Allah'ın ne kadar yardımcımız olduğunu size anlattık. Bu âyetleri bize O öğretti. Ve inşaallah devam ediyoruz.
Hulki Cevizoğlu: “Ben de Allah'la konuşabilir miyim ve bir başkası sade vatandaş, sade bir müslüman Allah'la konuşabilir mi?”
Efendi Hazretleri: “Elbette. Allahû Tealâ’nın hedef gösterdiği muhteva içersinde bir insanda oluşabilen bir şey. Allahû Tealâ buna, “Kalp kulağının açılması.” diyor.”
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Hulki Cevizoğlu: “Açıklama yeter, hocamız da uzman olarak burada bulunuyor.”
Efendi Hazretleri: “Belli uzman olarak bulunduğu.”
Hulki Cevizoğlu: “Sizin kalp gözünüz açık, bu nedenle size vahiy geliyor. Ve bana vahiy gelmediği için benim kulağımdaki ve kalbimdeki bu engeller halen mevcut anlamı çıkıyor buradan. Öyle mi efendim?”
Efendi Hazretleri: “Evet.”
Hulki Cevizoğlu: “Bu engelleri öteki sade müslümanlardan nasıl kaldırabiliriz? Kaldırıp sizin gibi Allah'tan vahiy alabilirler mi?”
Efendi Hazretleri: “Yöntemi; önce hacet namazını kılacaksınız.”
Hulki Cevizoğlu: “Hacet ne demektir?”
Efendi Hazretleri: “Hacet, bir kişinin...”
Hulki Cevizoğlu: “Dilek anlamına mı geliyor?”
Efendi Hazretleri: “Dilek anlamına gelen bir kelime. Hacet namazını kılacaksınız ve sizi bu hedefe ulaştıracak olan kişiyi Allah'tan soracaksınız. Sordunuz ve hacet namazında Allahû Tealâ size kimi gösterirse ona ulaşacaksınız.”
Hulki Cevizoğlu: “Yani mutlaka ben bu namazı kılarak beni Allah'a kimin ulaştırdığını mı göreceğim?”
Efendi Hazretleri: “Efendim, ben böyle birer cümleyle mi konuşacağım? Müsaade buyurun, açıklamak istiyorum konuyu ben. Bir kalp gözü, kalp kulağı dediğimiz zaman Kur'ân-ı Kerim’de bu konuda bir sürü âyet var. Bu âyetlerin ışığı altında konuşmak isterim.”
Hulki Cevizoğlu: “Hepsini sıralamayın da ben nasılsa sizin sözlerinize inanıyorum “Şu âyet” dediğiniz zaman. Eğer merak ettiğimiz bir konu olursa onu sorarız size, siz de detayına girersiniz. Kısa kısa söylerseniz, inandırıcı da olabilirsiniz.”
Bu arada Yaşar Nuri Öztürk’e dikkatle bakın; hep bıyık altından gülüyor. Yani bizim söylediklerimizin gerçek olmadığı intibaını, bu ikisi aralarında anlaşmışlar, herkese bunu ispat etmeye çalışıyorlar. Mimikleriyle, jestleriyle, bıyık altından gülerek. Böyle bir dizaynda şimdi, Hulki Cevizoğlu soruyor: “Sizin gibi Allah'tan vahiy alabilir miyim, yani bu engelleri ben de kaldırabilir miyim?” sualinin soruluş şekline dikkatle bakın! Yani aslında “Sende de bu engeller var, ama sen kaldırdığını zannediyorsun. Kaldırdığını iddia ediyorsun.” iddiası. Çünkü “Ben de bu engelleri kaldırabilir miyim?” diyor. Söylemesi lâzım gelen şey; “Ben de Allahû Tealâ’dan talepte bulunsam, Allah bendeki bu engelleri de kaldırabilir mi?” değil. “Ben de bu engelleri kaldırabilir miyim?” diye soruyor. Bizi bu konuda bir sahtekâr gösterme konusundaki gayretleri sergilediler. Biri bıyık altından gülüyor, öteki de devamlı sözümüzü keserek söylediklerimizin yanlış olduğu intibaını vermeye çalışıyor.
Şimdi sualin cevabını verelim. Sadece Bizim Cevizoğlu Ceviz gibi kardeşlerimiz değil, herkes Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dilerse herşey bununla başlar. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse o, fısktan, şirkten, küfürden, dalâletten ve cehennemden mutlaka kurtulur, hüsrandan da kurtulur. Mü’min olmak şerefine erer, Allah'ın kulu olmak şerefine erer. Allahû Tealâ’nın üzerimize bu sebeple mutlak olarak farz kıldığı bir husustur; Allah'a ulaşmayı dilemek. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse Allahû Tealâ bu talebi anında görür, işitir ve bilir. Ve bildiği anda Rahîm esmasıyla tecelliye başlar. Bu tecelli o kişinin üzerinde 7 tane furkan oluşturur ve Allah onun günahlarını örter.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
Bütün insanlar, Allah'ın, Allah'a ulaşmayı dileme davetine mutlaka muhatap olurlar. Ve insanların çok büyük bir kısmı bu daveti reddeder. Özellikle bu bizim iki kafadar gibi akıllı geçinenler, Allah'ın bu davetini reddederler. İç dünyalarında bu davetin duyulması üzerine kabul edilmeme olayının var olduğu noktada Allahû Tealâ bütün insanlara bu engelleri mutlaka koyar.
45/CÂSİYE-23: E fe raeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveten, fe men yehdîhi min ba’dillâhi, e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
İşte Bizim Yaşar Nuri Öztürk olsun, Hüseyin Hatemi olsun, Hüseyin Atay olsun bu insanlar profesör. Bizim Hulki Cevizoğlu bunlardan anlamaz. Onun için ondan bahsetmeye bile gerek yok. O haydi haydi öyle ama, önemli olan bizim profesörler. Kendilerini çok akıllı gören ve herşeyi bildiklerini zanneden bizim sevgili profesör kardeşlerimiz! Özellikle bu üçünden bahsediyorum. Aralarında kendilerine çok saygı duyduğumuz kişilerin de varlığı kesin.
Ne yapar Allahû Tealâ? Ne yaptığını söylüyor. Casiye-23’te değil sadece, bakınız kaç tane âyette söylüyor. Diyor ki Casiye-23’de: “Hevalarını kendilerine ilâh edinenler.” Ne demek bu? Allahû Tealâ demiş ki: “Bana ulaşmayı dileyeceksiniz.” Dilemiyor adam. “Sen bana öyle desen de ben dilemeyeceğim bunu.” diyor ve dilemiyor. O zaman Allahû Tealâ onun gözlerine hicab-ı mesture koyuyor, kulaklarına vakra koyuyor, kalbine ekinnet koyuyor. Yetmez, basar isimli görme hassasının üzerine gişavet adlı bir perde koyuyor, o perdeyle görme hassasını mühürlüyor. Sem’î isimli işitme hassasının üzerine engel koyuyor, mühürlüyor ve kalbinin idrak etme, fıkıh hassası üzerine Allahû Tealâ engel koyuyor, onu da mühürlüyor. İşte Câsiye Suresi 23. âyet-i kerimesi onu anlatıyor. “ Allah, onların basar hassalarının üzerine gişavet adlı bir perde çeker. Onların işitme hassalarını mühürler, onların kalplerindeki idrak hassasını da mühürler.” diyor. Bütün insanlara bu tebliğ yapılır. Kendisine bu tebliğ yapılıp da -ki yapılmayan insan yoktur, mutlaka bu tebliğ bütün insanlara ulaşır ama insanlar Allahû Tealâ’nın söylediğine değer vermezler-, kabul etmeyenler bizim sevgili profesör kardeşlerimiz gibi dalâlette kalırlar.
Şimdi bunların durumu nedir? Gözleri hicab-ı mestureyle örtülü, kulakları vakrayla örtülü, kalpleri ekinnetle örtülü. Görme hassalarının üzerinde gişavet var, işitme hassaları mühürlü, idrak hassaları mühürlü. Bir âyet-i kerimeden bahsettik sadece. Allahû Tealâ onların görme hassalarının üzerinin gişavetle kaplandığı, işitme hassalarının (sem’î hassalarının) mühürlü olduğu ve idrak hassalarının (fıkıh hassalarının) gene mühürlü olduğunu söylüyor. Câsiye-23’te de onların kalplerinin mühürlü olduğunu söylüyor ve işte bu bizim sevgili profesörlerimiz gibi, “İlimleri üzere onları dalâlette bırakırız.” diyor. Bir insan dünya üzerindeki payesi ne olursa olsun, işte üç tane profesör size… Üçü de dalâlette. Dünya üzerindeki payeleri ne olursa olsun, Allahû Tealâ o insanların hepsinin mutlaka Allah'a ulaşmayı dilemesini istiyor. Dilemiyor kişi, dilemiyorsa o kişi dalâlette, o kişi küfürde, o kişi hüsranda, o kişi fıskta, o kişinin gideceği yer cehennem, tagutun dostu. Câsiye Suresi 23. âyet-i kerimesi, birinci âyet-i kerime; kişinin dalâlette olduğunu söylüyor. Neden bahsediyor? Kişinin hassaları üzerindeki özelliklerden bahsediyor. Allahû Tealâ Bakara Suresinin 6. ve 7. âyetlerinde aynı özelliklerden bahsediyor, aynı kişilerin kâfir olduğunu söylüyor.
2/BAKARA-6: İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).
Onlar muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir (birdir), mü’min olmazlar.
2/BAKARA-7: Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâvetun, ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Allah onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) azap vardır.
Tıpkı Câsiye Suresinin 23. âyet-i kerimesi gibi “Onların görme hassalarının üzerinde gişavet vardır, gişavet isimli bir engel vardır. Bu sebeple irşad makamını göremezler, hatta onu aşağılamaya kalkarlar. Onların işitme hassaları mühürlüdür, onların kalpleri de yani kalplerindeki idrak hassası da mühürlüdür. Bakara Suresinin 6. ve 7. âyetleri: “Onlar kâfirlerdir.” diyor. Yeter mi? Hayır, yetmez. Allahû Tealâ: “Mühürlüdür.” diyor. Aslında bu “Onların görme hassalarının üzerine gişavet koyarız, onların işitme hassalarını mühürleriz, onların idrak etme hassalarını mühürleriz.” tarzında ifade. Bunlar hassalar ve mühürlü olan herkes için aynı şey söz konusu. Bu insanlar dalâlette, bu insanlar kâfir. İşte bu bizim profesör geçinen bu üç tane kardeşimizin hepsi bu durumda.
Hiç biri insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasına inanmıyor. Hiç biri Kur'ân-ı Kerim’de Allah'a ulaşmayı dilemek diye bir kavram olduğundan haberdar bile değil. Bu saydığımız bütün unsurlar bu insanların üzerinde var ve bu adamlar profesör. Üstelik de televizyonları parsellemişler, sabahtan akşama kadar ahkâm keserler. Yeter mi? Yetmez. Allahû Tealâ diyor ki:
7/A'RÂF-179: Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîran minel cinni vel insi, lehum kulûbun lâ yefkahûne bihâ ve lehum a’yunun lâ yubsırûne bihâ ve lehum âzânun lâ yesmeûne bihâ, ulâike kel en’âmi bel hum edallu, ulâike humul gâfilûn(gâfilûne).
Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık). Onların kalpleri vardır, onunla fıkıh (idrak) etmezler. Onların gözleri vardır, onunla görmezler. Onların kulakları vardır, onunla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha çok dalâlettedirler. İşte onlar, onlar gâfillerdir.
Uzuvlarda da engeller var. Peki Allahû Tealâ bu engelleri nasıl koyuyor? Bu sualin cevabı İsrâ Suresinin 45. ve 46. âyet-i kerimelerinde.
17/İSRÂ-45: Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhirati hicâben mestûrâ(mestûran).
Sen Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya ve kıyâmet gününe) inanmayanlar arasına hicab-ı mesture kıldık (gözlerinin üzerine, seni peygamber olarak görmelerini engelleyen bir perde koyduk).
17/İSRÂ-46: Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran), ve izâ zekerte rabbeke fîl kur’âni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ(nufûran).
O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh (idrak) etmelerine karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine ekinnet ve onların kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen, Kur’ân’da Rabbinin tekliğini zikrettiğin zaman nefretle arkalarına döndüler.
Ne yapıyor bu insanlar? Tıpkı bu profesörler gibi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sözlerine itiraz ediyorlar. Allahû Tealâ: “Onların kalplerine ekinnet koyarız, seni idrak etmelerine, fıkıh etmelerine mâni olmak için. Onlarla senin arana hicab-ı mesture koyarız, seni görmelerine mâni olmak için.” diyor. Ne olarak görmelerine? İrşad makamı olarak görmelerine engel olmak için. Allahû Tealâ: “Onların kulaklarına vakra koyarız, seni işitmelerine mâni olmak için ve sen sözlerini bitirdiğin zaman onlar nefretle arkalarını dönerler.” diyor. “Allah'a ulaşmayı dileyeceksin, eğer dilemezsen gideceğin yer cehennemdir, dalâlettesin, vs.” tebliğini yaptıktan sonra kim buna sessiz kalırsa, Allahû Tealâ o kişinin sadece hassalarına engel koyuyor. Yani kişi itiraz etmiyor; ama Allahû Tealâ’ya ulaşmayı da dilemiyor. O zaman o kişi küfürde kalacaktır. Ama insanlardan her kim eğer şiddetle karşı çıkıyorsa, şiddetle olmasa da karşı çıkıyorsa ve yalanlamaya çalışıyorsa, yetmez onlar da bizim profesörler gibi tuzaklar hazırlıyorlarsa, Allahû Tealâ onların sadece hassalarına engel koymakla kalmıyor, onların uzuvlarına da engel koyuyor. Onlar artık görmüyorlar; körler, işitmiyorlar; sağırlar ve idrak edemiyorlar; Allahû Tealâ onları çok aşağıda bir dalâlet üzere kabul ediyor, uzuvları da engelli.
Öyleyse neden bahsediyoruz? Engeller konusunda Kur'ân-ı Kerim’de 10’dan fazla âyet-i kerime var. Allahû Tealâ Kur'ân’ın her tarafına dağıtmış bu insanları tanıyabilelim diye. Allah'a ulaşmayı dilemeyenler; bu insanlar dilememekle kalsalar sadece kendilerine zararı dokunacak, ama başka insanların da Allah'ın yoluna girmesini engelliyorlar. Ve o zaman sadece dalâlette olmuyorlar, uzak dalâlet içinde oluyorlar.
İşte bizim bu üç tane profesör kardeşimizin durumu. Allahû Tealâ, bizim insanlara Allah'ın hakikatlerini söylememizi engellemek için bir gayret sarf eden bu insanların durumunu söylüyor. Engellerlerse ne olur? Engellerlerse başka insanların hidayete ermelerini engellemiş olurlar.
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).
Yani böyle televizyon karşısına çıkıp insanları alçaltmaya çalışıp, işletmeye çalışıp, onlarla alay etmeye çalışıp halkın gözünde puan toplayacaklarını düşünenler; bunlar profesörler. Bakınız, Allahû Tealâ ne diyor? “Onlar, Allah'a ulaşmayı dilemeyen o insanlar, Bizim âyetlerimizden gafil olanlardır.” Hüküm veriyor Allahû Tealâ, hani eski bir söz vardır; “Elifi görse mertek zanneder.” diye. “Allah'a ulaşmayı dilemek mi? O da ne demek?” diyor adam. O, şu demek ki; siz Allah'ın âyetlerinden gâfilsiniz. O kadar mı? Hayır, Allahû Tealâ: “Onların gidecekleri yer, kazandıkları dereceler itibariyle ateştir, cehennemdir.” diyor. Nisâ Suresinin 167. 168. ve 169. âyetleri bunu bir defa daha açıklıyor. Belli ki insanların Allah'ın cennetine girmesine mâni olanlar, Allah'ın âyetlerinden gâfil olmalarının ötesinde farklı bir özelliğe daha sahipler; başka insanların hidayetine mâni olmaları. İşte bunlar gibi, bu kişiler gibi.
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
Neden uzak bir dalâlet içersindeler? Neden “dalâlet” demiyor da “uzak bir dalâlet” diyor? Eğer sadece kendileri Allah'a ulaşmayı dilemeselerdi; onlar dalâlette olacaklardı ama başka insanların da dalâletine sebebiyet veriyorlar. O zaman onlar, Allahû Tealâ tarafından uzak bir dalâlet içinde dizayn ediliyorlar. Ve Allahû Tealâ diyor ki: “Onlar zâlimdirler.” Niçin zâlim? Başka insanları da Allah'ın yolundan men ettikleri için. “Allah onlara asla mağfiret etmez. Allah asla onların günahlarını sevaba çevirmez.” Eğer bu insanlar Allah'a ulaşmayı dileselerdi, o zaman Allah'a ulaşmayı dileyen bu insan huşû sahibi olacaktı, hacet namazı kıldığı anda Allahû Tealâ ona mutlaka mürşidini gösterecekti. Mürşidine ulaştığı zaman, Allah onun günahlarını sevaba çevirecekti. Ulaşmadan evvel, Allah onun günahlarını örtecekti. Kur'ân-ı Kerim bunun adına “mağfiret” diyor. Allahû Tealâ da: “Ve Allah onlara asla mağfiret etmez, Allah onları asla tarika, Sıratı Mustakîm’e, Allah'a ulaştıran yola da ulaştırmaz. Onları ancak cehennem tarikine ulaştırır ve orada ebediyyen kalacaklardır. ” diyor.
Şimdi insanlar bu hüviyette. Bu hüviyette olan insanlar Allah'a ulaşmayı dileseler ne olur? Diledikleri anda bütün bu belaların hepsinden birden kurtulmaları söz konusudur. Ve işte bu insanlar kurtarmaları gereken bu insanların kurtuluşuna engel oluyorlar, öğrendikleri yanlış bilgileri onlara yanlış öğretmek suretiyle. Yakın bir geçmişe kadar bunların hepsine hak verebilirdik; çünkü bilmiyorlardı ama artık biliyorlar. Ve şu anda kararsızlar. Bir kısmından hamd olsun güzel haberler alıyoruz. Onlara gönderdiğimiz ihtarların yerli yerine tam olarak oturduğunu, bunu idrak ettiklerini söylüyorlar. Bir kısmı sessiz kalıyor. İşte o sessiz kalanlara sesleniyorum; siz Hüseyin Atay, Hüseyin Hatemi, Yaşar Nuri Öztürk. Siz omuzlarınıza büyük bir vebal almış durumdasınız. Hulki Cevizoğlu’na böyle bir şey söylemenin gereği yok, o zaten bilmez. Ama sizin için son derece önemli bir konu. Yol yakınken aklınızı başınıza toplayın! Allah'a ulaşmayı dileyin, bir defa kendinizi kurtarın. Ondan sonra da Kur’ân’ı, o söylediğim âyetleri birer birer araştırın, araştırdınız zaten.
Sizlere gönderdiğimiz her ihtar size ulaştığı zaman, onların her birinin âyetlerle izahını yaptık. Hiç biriniz bir itirazda bulunamadınız. Eğer siz bunları bilmiyorsanız, Allah'a ulaşmayı dilemiyorsanız, öğrettiğiniz ilmin içersinde bunlar yoksa... Hepinizin müfredat programlarını tespit ettik. Sadece bizim ülkemizde değil, bütün dünyada dîn öğreten üniversitelerde Allah'a ulaşmayı dilemek diye, Allah’a yönelmek diye bir kavram yok. Ne âmenû olmak var, ne de münib olmak var.
O zaman neden bahsediyoruz? Omuzlarında ağır bir vebal yüklenen bu profesör kardeşlerimiz bunları bilmiyorsa, neleri bilmiyorsa? İnsanların mutlak kurtuluşuna sebebiyet verecek olan âyetleri bilmiyorlarsa, Kur’ân’ın 7 safhasını bilmiyorlarsa, sahâbenin bunları yaşadığını bilmiyorlarsa ve profesör olarak evvelâ kendilerinin öğrenmesi gerekliyse ve buna rağmen reddediyorlarsa, o zaman omuzlarınızda ağır bir vebal vardır.
Şimdi konunun sonucuna ulaşıyorum. Ne diyor? “Peki, ben bu engelleri kaldıramaz mıyım?” diye soruyor. Hayır kaldıramazsın, o engelleri sen kaldıramazsın. O engelleri, sen ona lâyık olduğun zaman Cevizoğlu kardeşim Allah kaldırır. Allahû Tealâ Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde ne diyor? Şimdi ona bakalım.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhâllezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar! Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
“Eğer takva sahibi olursanız.”
Ne demek takva sahibi olmak? Takva sahibi olmak; âmenû olmak, Allah'a ulaşmayı dilemek. Takva sahibi olmak; münîb olmak, Allah'a yönelmek, ikisi de Allah'a ulaşmayı dilemektir.
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Hangi müşriklerden?
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
Öyleyse buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Bu muhtevada insanların inkârları var, insanların reddetmeleri var ve bunu da toplum adına, toplumu kurtaracağız diye yaptıkları cevabını vermeye çalışıyorlar. Oysaki bilmedikleri Kur'ân-ı Kerim sebebiyle insanların kurtuluşuna mâni oluyorlar. Yani şu anda rahmetli Ayhan Songar da dâhil olmak üzere, hepsinin omuzlarında ağır bir vebal var. O akşamki bütün kaseti birlikte gözden geçireceğiz. Ve o akşam bize söyletilmeyen Allah'ın bütün güzelliklerini ve kurtuluş reçetesini inşaallah sizlere sunacağız; onlara rağmen! Onlar orada hükümferma idi. Bize bir şey söyletmemek konusunda el birliği etmişlerdi; ama şimdi onlar bir program olarak elimizde. Yetmez, bir de böyle bir ispat vasıtası var elimizde; kitaba da dökmüşler. Hiçbir noktasında elimizden kaçamazlar ve onlara bütün hatalarını sizlerin huzurunda birer birer anlatacağız. Her şehirde konferans veriyoruz. Cesareti olan karşımıza çıkar ve bize söyler, huzurunuzda tartışırız ama bizi engelleyemezler artık. Zaten gönderdiğimiz hiçbir ihtara bu üç kafadardan hiçbir negatif cevap gelmedi, gelmesini de mümkün görmüyoruz. Ardarda bu hakikatleri inşaallah size vereceğiz, ta ki Kanal 6 rezaleti gerçek hüviyetine dönüşsün. Allahû Tealâ’nın tuzağını size ispat edelim; onlar ne dediler, ne yaptılar, Allahû Tealâ onlara nasıl bir tuzak kurdu? Bunu size anlatalım.