SOHBETİN ADI: ALLAH’A ULAŞMA ÂYETLERİNİ İNKÂR EDENLERİN DURUMU
TARİH: 01.01.1990
Eûzubillâhimineşşeytanirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’ne hamd ederiz şükrederiz ki; bizleri bir defa daha Allah’ın zikir sohbetini yapmak üzere Yüce Rabbimiz bir araya getirdi.
Bugünkü konumuz: Allah’a ulaşma, Allah’a mülâki olma âyetlerini inkâr edenlerin durumu.
Hepinizin bildiği gibi insan, Allah’ın indinde en değerli mahlûktur. Çünkü Bakara Suresinin 29. âyet-i kerimesine göre, dünya insan için yaratılmıştır.
2/BAKARA-29: Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve o, Alîm’dir (herşeyi en iyi bilendir).
Câsiye Suresinin 13. âyet-i kerimesine göre ise bütün kâinat, dünyamızla birlikte bütün kâinat insan için yaratılmış ve insanın emrine musahhar kılınmıştır.
45/CÂSİYE-13: Ve sahhara lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minhu, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.
Öyleyse kısaca, insandan başka yaratılan her şey insan için yaratılmıştır. Allahû Tealâ’nın indinde demek ki söz konusu olan şey, insan, kendisinden başka yaratılan her şeyin insan için yaratıldığı vakıasından hareketle. Tabiatıyla Allah’ın en çok sevdiği mahlûk da insan oluyor. Mademki Allahû Tealâ insandan başka her şeyi insan için yaratmıştır, öyleyse Allah’ın indinde en kıymetli mahlûk, muhakkakki insandır.
İşte Allahû Tealâ insan adı verilen bu mahlûkunun mutlaka saadete ulaşmasını istiyor. Bütün insanların, insan olarak yarattığı herkesin mutlaka cennet saadetine ve dünya saadetine ulaşmasını istiyor. İnsanların cennet saadetine ulaşabilmesini ise şekle bağlamış Allahû Tealâ Kur'ân-ı Kerim’imizde. Her kim Allah’a verdiği yeminleri, misakleri ve ahdleri yerine getirirse, işte o kişi mutlaka Allah’ın cennetine ulaşıyor.
Hepinizin bildiği gibi Allahû Tealâ bizlerden ezelde 3 tane yemin almış. Böyle bir şey için hepimizi huzurunda topladığını söylüyor, A’râf Suresi, 172. âyet-i kerime:
7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).
Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”
“Biz bütün Âdemoğulları’nı, onların zürriyetlerini çıkartarak huzurumuzda topladık.” diyor. Ve hepsine birden e lestu birabbikum dedik, yani; Ben sizin Rabbiniz değil miyim? kâlû belâ: Dediler ki; evet.”
Hepimize Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri’nin indinde, Allah’ın bir şey söylemesi söz konusu:
“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”
Ezelde, zamandan evvel bunu söylüyor. Ve hepimiz oradaydık. Zamanın bütün parçalarında yaşamış ve yaşayacak olan insanlar ve hepimiz birden “belâ” dedik Allahû Tealâ’ya; “Evet.” “Sen bizim Rabbimizsin.” anlamına.
Bundan sonra ne oldu? Bundan sonra Allahû Tealâ ne olduğunu Mâide Suresinin 7. âyet-i kerimesinde söylüyor. Diyor ki:
5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
“Allah’ın üzerinizdeki ni’metini zikredin ki; Allah’a misakler vermiştiniz. Ve bunlar üzerinize farz kılındı. Siz de ‘İşittik ve itaat ettik.’ dediniz.”
Burada Allahû Tealâ hepimize hitap ediyor, o elest bezminde, huzurunda topladığı gün, “Ben sizin Rabbiniz olduğuma göre” diyor, “hepinizin fizik vücutlarından ahd istiyorum; şeytana kul olmaktan kurtulup Bana kul olacaklarına dair. Hepinizin nefslerinizden yemin istiyorum; nefslerin tezkiye olacağına dair. Ve hepinizin ruhlarından misak istiyorum; ruhların ölmeden evvel Bana ulaşacağına dair.” Ve böylece Allahû Tealâ’nın indinde bir sonuç doğuyor. Allahû Tealâ hepimizden yeminler, misakler ve ahdler istiyor. Neden ayrı ayrı yeminler? Çünkü Allahû Tealâ biz insanları 3 ayrı cesetten oluşturmuş, 3 ayrı vücuttan oluşturmuş. Nefsimiz var, ruhumuz var ve fizik vücumuz var.
İşte Allahû Tealâ fizik vücutlarımızdan, hepimizin fizik vücutlarından şeytana kul olmaktan kurtulup Allah’a kul olmak ahdini almış. Hepimizin nefslerinden tezkiye olacaklarına dair misak almış ve hepimizin ruhlarından Allah’a, biz ölmeden ulaşacaklarına dair misak almış.
Allahû Tealâ, insanı 3 ayrı vücutla oluşturdu, vücuda getirdi dedik. İşte Hicr Suresi 26. âyet-i kerime, fizik vücudumuzdan bahsediyor. Buyuruyor ki Allahû Tealâ:
15/HİCR-26: Ve lekad halaknâl insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.
“ve lekad halaknâl insâne min salsâlin min hamein mesnûn: Andolsun ki Biz insanı şekillenmiş bir salsalinden halkettik, yarattık.” diyor.
Demek ki insanoğlunun fizik vücudu Allahû Tealâ tarafından halkedilmiş, yaratılmış.
Nefsimizen bahsediyor Allahû Tealâ:
“ve nefsin ve mâ sevvâhâ.”
91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).
Nefsimizi de sevva ettiğini söylüyor Allahû Tealâ, yani dizayn ettiğini.
Ruhumuza gelince onu da üfürdüğünden bahsediyor Allahû Tealâ. Buyuruyor ki:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efidete, kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
“ve nefeha fîhi min rûhihî: Onun (insanın) içine ruhumdan üfürdüm.” diyor.
Böylece:
*Halkedilen, yaratılan bir fizik vücudumuz var.
*Sevva edilen, dizayn edilen bir nefsimiz var.
*Bir de üfürülen, nefhedilen ruhumuz var.
Bir üçlü oluşturuyoruz. İşte bu üçlünün her birinden ayrı yeminler almış Allahû Tealâ.
Fizik vücudumuzdan Yâsîn Suresinin 60 ve 61. âyet-i kerimelerine göre ahd almış. Buyuruyor ki:
36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).
Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.
36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).
Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.
“Ey Âdemoğulları!” diyor Allahû Tealâ, “Ben sizlerden ahd almadım mı şeytana kul olmaktan kurtulup Bana kul olacağınıza dair? Çünkü şeytan size apaçık düşmandır. Ve Ben, sizden Bana kul olacağınıza dair ahd almadım mı?” diyor Allahû Tealâ. “İşte bu da Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunmaktır.”
Demek ki Allah’a bütün fizik vücutlarımız ahd vermiş. Yeminin mahiyeti belli. Kişi kendisini şeytana kul olmaktan kurtaracak ve Allah’a kul edecek. Nefsimizin Allah’a verdiği yemin, yemin adını taşıyor. Bu yemin, tezkiye olmak istikametinde. İşte Allahû Tealâ diyor ki:
“kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun, illâ ashâbel yemîn, fî cennât.”
Muddessir Suresinin 38, 39, 40. âyet-i kerimeleri. Diyor ki Allahû Tealâ:
74/MUDDESSİR-38: Kullu nefsin bimâ kesebet rehînetun.
Bütün nefsler, iktisap ettikleri (kazandıkları) dereceler sebebiyle (karşılığı olarak) rehinedirler (bağlıdırlar).
74/MUDDESSİR-39: İllâ ashâbel yemîn(yemîni).
Yemin sahipleri (yeminlerini yerine getiren nefsler) hariç.
74/MUDDESSİR-40: Fî cennâtin, yetesâelûn(yetesâelûne).
Onlar cennetlerdedir. (Diğerlerine) sorarlar.
“Bütün nefsler cehennemde rehinedirler, iktisap ettikleri derecelere karşılık olmak üzere. Ama yemin sahibi olan nefsler, yeminlerini yerine getiren nefsler, onlar müstesnadır. Onlar cennette olacaklardır.”
Acaba bu cennete ulaşmak, felâha ulaşmak, nefs açısından neyle mümkün? Bu sualin cevabını Şems Suresinin 9. âyet-i kerimesi veriyor hepimize. Allahû Tealâ orada buyuruyor ki:
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
kad efleha men zekkâhâ: Andolsun ki onlar, o insanlar felâha ulaşır, cennete ulaşır; tezkiye olanlar, nefslerini tezkiye edenler.”
İşte nefslerini tezkiye edenler, felâha ulaştığına göre demek ki yeminlerini yerine getirenler; cennete ulaşanlar, nefslerini tezkiye edenler. Allah’a verdiğimiz yemin, nefsimizin tezkiyesi konusundaki yemin.
Ve nihayet üçüncü yeminimiz, ruhumuzun yemini. Bu yeminin adına Allahû Tealâ ne diyor? “Misak” diyor. Ruhumuzun biz ölmeden, fizik vücutlar ölmeden Allah’a dönüşüne dair bir yemin bu. Adı misak. Allahû Tealâ insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a dönüşünü emrediyor ve insanların üzerine farz kılıyor. İşte bu yemini bizden aldığını, böyle bir yeminimizin varlığını ve bu yeminin mahiyetini açıklayan âyet-i kerimeler, En’âm Suresi, 152. âyet-i kerime, Allahû Tealâ buyuruyor:
6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
ve bi ahdillâhi evfû: Allah ile olan ahdlerinizi ifa edin, yerine getirin.
Ve Allahû Tealâ Ra’d Suresinin 20, 21 ve 22. âyet-i kerimesinde, Allah ile olan ahdlerin kimler tarafından, nasıl yerine getirildiğini söylüyor. İşte cevap:
13/RA'D-20: Ellezîne yûfûne bi ahdillâhi ve lâ yenkudûnel misâk(misâka).
Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
13/RA'D-22: Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedraûne bil hasenetis seyyiete ulâike lehum ukbed dâr(dâri).
Onlar, sabırla Rab’lerinin Vechini (Zat’ını, Zat’a ulaşmayı ve Allah’ın Zat’ını görmeyi) dileyenler ve namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açıkça infâk edenlerdir. Ve seyyiati, hasenat ile (iyilikle) savan kimselerdir. İşte onlar için, bu dünyanın (güzel bir) akıbeti (sonucu) vardır.
ellezîne yûfûne bi ahdillâhi (Ra’d-20): Onlar Allah ile olan ahdlerini, Allah’a verdikleri yeminlerin üçünü de yerine getirirler.
Genel hüküm bu. Özele geçiyor Allahû Tealâ:
ve lâ yenkudûnel misâk: Misaklerini naksetmezler, bozmazlar.
Şimdi 3 yeminden bir tanesinin üzerinde konu odaklaştı; misak.
“Misaklerini bozmazlar.”
Bozmazlarsa ne yaparlar insanlar? Misaklerini bozmayan insanlar ne yaparlar? Allah, açıklamayı getiriyor:
vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar, Allah’ın, Alah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi, yani ruhlarını Allah’a ulaştırırlar.
Demek ki misakini bozmayan bir insan ne yapıyor? Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi Allah’a ulaştırıyor.
Devam ediyor âyet-i kerime:
ve yehâfûne sûel hisâb: Kötü hesaptan korkarlar.
ve yahşevne rabbehum: Onlar Rab’lerine karşı huşû sahibi olanlardır.
vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim: Onlar sabırla Rab’leri’nin Zat’ını, Rab’lerinin Zat’ına ulaşmayı dileyenlerdir.
Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, bu Ra’d Suresinin 22. âyet-i kerimesinde olduğu gibi,
kim Allah’ın Zat’ına ulaşmayı dilerse, Allah diyor ki:
“Ben onları mutlaka Zat’ıma ulaştıracağım.”
İşte Ankebût Suresinin 5 ve 6. âyet-i kerimeleri, Allahû Tealâ diyor ki:
29/ANKEBÛT-5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le âtin, ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah’a mülâki olmayı (hayattayken Allah’a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah’ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah’a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.
29/ANKEBÛT-6: Ve men câhede fe innemâ yucâhidu li nefsihî, innallâhe le ganiyyun anil âlemîn(âlemîne).
Ve kim cihad ederse, o taktirde sadece kendi nefsi için cihad eder. Muhakkak ki Allah, âlemlerden müstağnidir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).
“Onlar, Allah’a dünya hayatında ulaşmayı dileyenler, onlara Allah o vakti mutlaka getirecektir.”
men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi le ât: Kim Allah’ın Zat’ına, Allah’a mülâki olmayı dileyerek, Allah’ın Zat’ına ulaşmayı dilerse, Allah’ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir.
Demek ki “Kim Allah’a mülâki olmayı, Allah’a ölmeden evvel ruhunu ulaştırmayı dilerse, Allah’ın tayin ettiği o gün mutlaka gelecektir.” diyor Allahû Tealâ.
Öyleyse demek ki bir insanın Allah’a ulaşmayı dilemesi var. Bu dileğin arkasından Allah’ın onu mutlaka Kendi Zat’ına ulaştıracağını görüyoruz. Böyle bir şey için de Allah’ın da o kişiyi Kendisine ulaştırmayı istediğini görüyoruz. İşte En’âm Suresi 125. âyet-i kerime:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrahu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine azap verir.
“fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrahu lil islâm: Allah kimi Kendi Zat’ına ulaştırmayı dilerse, o kişinin göğsünü teslime açar.” diyor Allahû Tealâ.
Buradaki ifade: “Allah kimi hidayete erdirmeyi, Kendi Zat’ına ulaştırmayı dilerse.”
İşte Allahû Tealâ ister hidayetten bahsetsin, ister Allah’ın Zat’ına ulaştırmaktan bahsetsin, mülâki olmaktan bahsetsin ki bu istikamette Allah 19 tane fiil kullanmış, insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasına dair tam 19 fiil kullanmış Allahû Tealâ, bu fiillerden hangisini kullanırsa kullansın bir insanın Allah’a ruhen geri dönmesi söz konusu. Ve Allah’ın neticede o ruha sığınak olması söz konusu. Bu olayın adına “vuslat” diyor Allahû Tealâ. Nitekim demin söylediğimiz Ra’d Suresinin 21. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ ne diyordu?
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
“vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale: Ve onlar Allah’ın, Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi Allah’a ulaştırırlar ve Allah ile vuslat olurlar.” diyordu.
Vasıl olmak, Allah’a vuslat olmak. O istikamette Allahû Tealâ’nın emrettiği şeyi, insanın ruhunun ölmeden evvel, fizik vücut daha hayatını devam ettirecek, ölmeden evvel ölecek kişi. Yani ruh, o kişinin fizik vücudu ölmeden ondan ayrılacak ve Allah’a ulaşacak.
Öldükten sonra ne oluyordu? Eğer ruh fizik vücudun içindeyse, Azrail (A.S) bunu Allahû Tealâ’ya ulaştırıyordu. Bu ölmeden evvel Allah’a ulaşmak. Bunun adı vuslat. İşte Allah onu söylüyor.
“Allah’a vâsıl olurlar.” diyor, “vuslat olurlar.” diyor Ra’d Suresinin 21. âyet-i kerimesi.
Öyleyse Allahû Tealâ’ya insan ruhunun bir ölmeden evvel varması söz konusu, bir de öldükten sonra varması söz konusu. İşte bu konu, net bir şekilde Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde anlatılmış. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn: Onlar kesin şekilde inanırlar ki, öyle bir inancın sahibidirler ki ölmeden evvel mutlaka Allah’a mülâki olacaklardır; ruhlarını ölmeden Allah’a ulaştıracaklardır. Öldükten sonra da tekrar Allah’a ruhları döndürülecektir. Allah’a ruhları tekrar ulaşacaktır.
Öyleyse bu nasıl bir işlem ki bir defa ölmeden evvel, bir defa da öldükten sonra insan ruhunun Allah’a ulaştırılması kesinleşiyor? İşte bunlar kimler? Bunlar âmenû olanlar. Âmenû olanlara Allah’ın verdiği garanti ne? Ruhlarını mutlaka Allah’a ulaştıracakları garantisi. Hûd Suresinin 29. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ âmenû olanlar için şunu söylüyor:
11/HÛD-29: Ve yâ kavmi lâ es’elukum aleyhi mâlâ(mâlen), in ecriye illâ alâllâhi ve mâ ene bi târidillezîne âmenû, innehum mulâkû rabbihim ve lâkinnî erâkum kavmen techelûn(techelûne).
Ve ey kavmim! Buna (tebliğ ettiğim şeylere) karşılık sizden mal olarak (bir şey) istemiyorum. Eğer ücretim (ecrim) varsa ancak Allah’a aittir. Ve ben âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) tardedecek (uzaklaştıracak, kovacak) değilim. Muhakkak ki onlar, Rab’lerine mülâki olacaklar (ulaşacaklar). Ve lâkin ben, sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.
“Hz. Nuh kavmine şöyle dedi” diyor Kur'ân-ı Kerim’imiz, “Ey kavmim! Ben bu yanımda bulunan âmenû olanları yanımdan kovamam. Çünkü onların hepsi mutlaka Allah’a mülâki olacaklardır. Ruhlarını ölmeden evvel mutlaka Allah’a ulaştıracaklardır.”
Demek ki “Bizim ruhumuz ölümden sonra Allah’a ulaşır.” diyenler için Allahû Tealâ diyor ki: “Hayır. Bir ölmeden evvel ulaşma var, bir de öldükten sonra ruhun ulaşması var.”
İşte Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesi bunu söylüyor; ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşması. Ölümden sonra da geri döndürülmesi:
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
Öyleyse bu işlemin nasıl cereyan ettiğine beraberce bakalım. İşte vuslat olayı odur ki; bir insan hayattayken hacet namazını kılar, Allah’tan mürşidini talep eder ve mürşidine ulaşır. El öptüğü gün, başının üzerinde mürşidinin ruhu oluşur. Onun ruhu da vücudundan ayrılıp Sıratı Mustakîm’e ulaşır. Ve nefsinin 7 tane kademelik tezkiyesi boyunca, ruh Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli bir yolculuk yapar. Sonunda Allah’a ulaşır. İşte bu ulaşmayla Allah kişinin ruhuna sığınak olur. Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bu gerçeği anlatıyor:
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
İşte o gün (mürşidin eli Hakk'a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisine Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm'i) yol ittihaz eder. (Allah'a ulaşan kişiye Allah) meab (sığınak, melce) olur.
zâlikel yevmul hakku, fe men şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ: İşte o gün Hakk günüdür. Dileyen kişi, kendisine Allah’a ulaştıran yolu yol ittihaz eder. Ve bu yolu takip ederek Allah’a varan ruh için Allah meab olur, sığınak olur.
İşte bu, bir insanın ruhunun ölmeden evvel Allah’a giden yolu kendisine yol ittihaz etmesidir. Bilerek, isteyerek, iradesi kendisindeyken, bunlar birer vakıa olduğuna göre o kişi sağ. Ölmeden evvel. Çünkü iradesi kendisinde, kendisi yol ittihaz ediyor ölmeden evvel.
Öyleyse burada demin anlattığımız vuslat kelimesiyle ifade buyrulan olay nedir? Ruhun ölmeden evvel Allah’a doğru bir yolculuğu, kendisiyle beraber olan diğer ruhlarla beraber 6. kata kadar. Ama ondan sonra yalnız başına 7. kata çıkış. 7. katın 7. âlemine kadar gene diğerleriyle beraber gidiş. Ama 7. âlemden gene yukarıya tek başına çıkış. Hem fetih hem de Allah’ın Zat’ına ulaşmak tek başına olan işlemler. Onun dışındaki katlar arasındaki yolculuklar hep müşterek.
Öyleyse bu seyr-i sülûk adı verilen yolculuktaki neticeye bakın. Neticede Allah’ın Zat’ına insan ruhunun o kişinin fizik vücudu hâlâ hayattayken ulaşmasıdır. İşte bu, vuslattır. Vasıl olmaktan gelir. Visale, vasıl olmak, vuslat hep aynı kökten gelen kelimeler. (Hayır mülâki ayrı).
Bir insanın ruhu Allahû Tealâ’ya seyr-i sülûk adı verilen bir yolculukla ulaşır. Seyr-i sülûk; insan ruhunun 7 katlı gökler âlemini geçerek Allah’ın Zat’ına ulaşmasını temin eden çok özel bir yolculuğun adıdır. Bu yolculuğun neticesinde de insanoğlu mutlaka ruhen Allah’a ulaşır. Buna “Allah’a vasıl olmak” diyoruz, bugün kullandığımız tabir. Ra’d Suresinin 21. âyet-i kerimesinde geçen kelime vuslat olduğu için böyle söylenir. Yoksa söylediğimiz gibi tam 19 tane kelime kullanmış Allahû Tealâ, insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması konusunda. Bu ruh, Allah’a ulaşmıştır. Eğer gerekmişse, o ruh daha üst kademeye çıkmışsa velâyetin ikinci makamında, Allah o kişinin ruhuna bir taht ihsan etmiştir, altın bir taht. O zaman kişi fenâdan bekaya geçmiştir. İster insanın ruhu Allah’ta olsun. İster o Allah’ın ihsan ettiği altın tahtta olsun, kişi lâ mekâna kavmolsun, netice değişmiyor.
Eğer bir insan ölürse, böyle bir insan; ruhu Allah’a ulaşmış bir insan ölürse o zaman ne olur? Bu kişinin ruhu vücudunda değil ki Azrail (A.S) kimi götürecek yukarıya? İşte böyle bir olayın tahakkuku için insan ruhu tekrar geri dönüyor bulunduğu tahttan veya Allah’ın Zat’ından geri dönüyor. Ve ulaştığı yerde, geri dönerek ulaştığı yerde o kişinin ruhu, fizik vücudun üzerinde bir vaziyet alıyor. Azrail (A.S) o kişiyi öldürecektir. Yani onun bütün mitokondrilerini durduracak, elektrik enerjisinin üretilmesine mani olacaktır ve böylece o ölüm, o kişinin üzerinde tahakkuk edecektir. Mitokondrilerin elektrik enerjisi üretememesi yüzünden, beyne kan ulaşması, oksijen ulaşması mümkün olmuyor. Beyinden başlayan bir ölüm bütün vücuda yayılıyor ve kişi ölüyor. Kişinin ölümünden sonra, fizik vücudun içinde olsaydı ruh, içinden dışarı çıkmak mecburiyetinde kalacaktı. Çünkü fizik vücudun nefsi ve ruhu bünyesinde tutan o iki tane faktör, yani iki kutuplu bir mıknatıs mevcut olmayacaktı. Çünkü vücudumuzun bir manyetik alanı var. Bu manyetik alan, elektromıknatıs, elektromanyetik alan. Ve ancak elektrik enerjisi üretildiği takdirde geçerli. Elektrik enerjisi üretilmiyorsa, vücudun manyetik alanı da sona eriyor. Ve fizik vücut, ne nefsi ne de ruhu kendi bünyesinde tutamıyor. İşte o zaman eğer vücuttaysa ruh, yükseliyor nefsle birlikte. Ruh vücudumuzun sağ tarafında, önden arkaya doğru uzanarak, nefs de vücudumuzun sol tarafında gene önden arkaya doğru uzanarak bekliyor. Ruh niçin bekliyor? Azrail (A.S) kendisini alıp Allah’a ulaştırsın diye.
Peki ya bu ruh daha evvel Allah’a ulaşmışsa? Demin söylediğimiz gibi Allah’a ulaşmışsa, ölüm ondan sonra vücut bulmuşsa? Hepinizin öyle olacak. O zaman Allahû Tealâ ruhu geri gönderiyor. Fizik cesedin üzerine gelen ruh, artık gökten inen, Allah’ın katından inen ruhtur. O yolları zaten biliyor. Ama gene de Azrail (A.S)’la beraber 7 katlık bir yolculuğu tamamlayacaktır. Ve Azrail (A.S) oradan gelen, Allah’ın katından gelen ruhu beraberine alacak ve Allah’a doğru bir yolculuk yapacaklardır. 7 tane gök katını beraber geçeceklerdir. 7. katın 7 tane âleminin 7.’sine kadar gene beraber geleceklerdir. Azrail (A.S) 7. âlem olan Sidretül Münteha’da kalacaktır. İnsanın ruhu ise Sidretül Münteha’dan yukarı çıkıp Sidretül Münteha’yı aşıp, yokluğa ulaşacak ve oradan aslî merciine tekrar dönmüş olacaktır. Ya Allah’ın Zat’ına ya da ait olduğu, kendisine ait olan tahta.
Öyleyse insan ruhunun Allah’a doğru yolculuğu normal şartlar altında iki defa tahakkuk eden bir yolculuk olması lâzım. Allah’ın emri bu istikamette. Ve ancak insan böyle olursa, ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırabilirse bu hedefe ulaşmış olur. İşte Allahû Tealâ Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde bunu söylüyor.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
“Onlar kesin şekilde bir inancın sahibidirler ki; ölmeden evvel Allah’a mülâki olacaklardır. Ölümden sonra da Allah’a döndürüleceklerdir. Bundan kesin şekilde emindirler.”
“Muhakkak ki böyledir.” diyor Allahû Tealâ.
İşte anlattığımız gibi ölümden evvel ruhun Allah’a ulaşması, birinci Allah’a ruhun ulaşması, sonra da ölüm sırasında aynı ruhun aşağı indirilerek fizik vücudun içinde yerleştikten sonra tekrar Azrail (A.S) vasıtasıyla bir defa daha Allah’ın Zat’ına ulaştırılması.
İşte bu olay vuslat olayıdır ki mutlaka Allahû Tealâ’ya ruhumuzu vasıl etmek mecburiyetindeyiz ölmeden evvel. Neden böyle söylüyoruz? Çünkü ancak bunu yaptığımız takdirde bizim için cennet söz konusudur. İki grup âyet-i kerime bunu söylüyor.
Bir insan ruhu Allah’a ulaştığı zaman cennete gider mi? Evet. Kaf Suresinin 31 ve 32. âyet-i kerimeleri evvelâ bunu söylüyor. Allahû Tealâ diyor ki:
50/KAF-31: Ve uzlifetil cennetu lil muttekîne gayra baîdin.
Ve cennet, takva sahipleri için uzak olmayarak yaklaştırıldı.
50/KAF-32: Hâzâ mâ tûadûne li kulli evvâbin hafîz(hafîzin).
İşte size vaadolunan şey budur (cennettir). Bütün evvab (ruhu Allah’a ulaşarak sığınmış), ve hafîz olanlar (başlarının üzerine devrin imamının ruhu ulaşmış olanlar) için.
“İşte cennet, takva sahiplerine uzak olmayarak yaklaştırıldı. Vaad olunduğunuz cennet işte budur. Bütün evvâb olanlar için ve hafîz olanlar için.”
Kimdir evvâb olanlar? Meaba ruhlarını ulaştırmış olanlar. Ruhlarını Allah’a ulaştırmış olanlar. Meab, sığınak demek. Allah’ın Zat’ının sığınak olduğunu görmüştük demin Nebe Suresinin 39. âyet-i kerimesiyle. Kimlere sığınak olduğunu görmüştük? Allah’a ruhen ulaşanların ruhuna Allah’ın meab olduğunu görmüştük. İşte kim ruhunu meaba ulaştırmışsa, o kişinin Kur'ân-ı Kerim’deki adı evvâbdır; meaba ulaşan demek. İşte gördük ki evvâb olanların da mekânı cennettir.
Fecr Suresinin 27, 28, 29, 30. âyet-i kerimelerinde ise Allahû Tealâ 3 yeminimizden birden bahsediyor. Ve bu arada bu yemin de var, misakimiz de var. Misakini yerine getirenlerin de mutlaka Allah’ın cennetine ulaşacağından bahsediyor. İşte şöyle söylüyor:
89/FECR-27: Yâ eyyetuhân nefsul mutmainnetu.
Ey mutmain olan nefs!
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.
(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.
89/FECR-30: Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.
“Ey mutmain olan nefs! Allah’tan razı ol ve Allah’ın rızasını kazan. Yani tezkiye ol. Yani Allah’a verdiğin, o ezelde verdiğin yemini, nefsini tezkiye etme yeminini yerine getir.”
Sonra? Ruha sesleniyor. Bugünkü konumuz olan “ruhun Allah’a ulaşması” konusu burada geçiyor.
“Ey ruh!” diyor. “Sen de irciî ilâ rabbiki: Rabbi’ne rücû et. Geri dönerek Rabbi’ne ulaş. Yani Allah’a verdiğin misaki yerine getir.”
Fizik vücuda sesleniyor:
fedhulî fî ibâdî: O zaman kullarımın arasına gir.
Böylece 3 vücut da Allah’a verdiği yeminleri yerine getiriyor.
Sonucu söylüyor:
vedhulî cennetî: Ve cennetime gir.
Öyleyse her kim Allah’a verdiği ruhunu Allah’a ulaştırma yeminini yerine getirirse ne olur? Ruhunu Allah’a ulaştırma yeminini yerine getirirse mutlaka Allah’ın cennetine ulaşır. Allah bütün insanları en çok sevdiği mahlûkat olarak yarattığı için, en çok Allah’ın sevdiği mahlûklar muhakkak ki insanlar. İnsanlara bu ruhlarını Allah’a ulaştırma konusunu tam 9 defa farz kılmış. Demin söylediğimiz gibi mademki insanlardan her kim ruhunu Allah’a ulaştırırsa, mutlaka Allah’ın cennetine ulaşacak, Allah da mademki bütün insanları cennetine ulaştırmak istiyor. İşte bunun için bütün insanlara Allahû Tealâ bir misak farzı kılmış. Bütün insanların Allah’a ruhlarını ölmeden evvel ulaştımalarını, onlardan misak olarak almış. Hepimiz Allahû Tealâ’ya misak vermişiz ki; “Ölmeden ruhumuzu Sana ulaştıracağız.” diye. Bununla yetinmemiş. Ruhumuzun Allah’a ulaştırılmasını tam 9 defa üzerimize farz kılmış Allahû Tealâ.
İşte En’âm Suresinin 152. âyet-i kerimesi, bütün yeminlerimizi birden yerine getirmemizi emrediyor. Burada tabiatıyla ruhumuzun Allah’a ulaşması konusundaki misakimiz de var.
6/EN'ÂM-152: Ve lâ takrabû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddehu, ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus’ahâ ve izâ kultum fa’dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.
İşte Mâide Suresi 7. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ misak adı altında bütün 3 yeminimizden birden bahsediyor. Bunların arasında ruhumuzun Allah’a ulaşması da mutlaka var.
5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).
Allah’ın, sizin üzerinizdeki nimetini ve: “İşittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misâkınızı hatırlayın. Allah’a karşı takvâ sahibi olun, Muhakkak ki Allah göğüslerde (sinelerde) olanı en iyi bilir.
Daha 7 âyet-i kerimeden bahsediyor Allahû Tealâ. Birincisi, Zumer-54, buyuruyor ki:
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbe: Üzerinize kabir azabı gelmeden önce ruhen Allah’a dönün, Allah’a ulaşın ve O’na teslim olun.
Ruhumuzun Allah’a ulaşması, burada açık bir şekilde emrolunuyor.
2. âyet-i kerime, Rûm-31:
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
munîbîne ileyhi: O’na dön. Allah’a dön. Dönerek Allah’a ulaş.
3. âyet-i kerime, Fecr-28:
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeten.
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
irciî ilâ rabbiki: Rabbi’ne rücû et. Geri dönerek Rabbi’ne ulaş.
4. âyet-i kerime, Zâriyât-50:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
fe firrû ilâllâhi: Öyleyse Allah’a kaç, Allah’a sığın.
5. âyet-i kerime, Lokmân-15:
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
vettebi’ sebîle men enâbe ileyye: Kim Bana ulaşmışsa, ruhen bana vasıl olmuşsa, sen de onun yoluna tâbî ol.
6. âyet-i kerime, Şûrâ-47, Yüce Rabbimiz buyuruyor:
42/ŞÛRÂ-47: İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Rabbinize icabet edin (Allah’a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).
istecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâhi: Allah’tan, o geri çevrilmesi mümkün olmayan ölüm günü gelmeden önce, Allah’ın davetine icabet et.”
Allah’ın daveti acaba ne tarz bir davet? Kendi Zat’ına davet ediyor. Yûnus Suresi 25. âyet-i kerime:
10/YÛNUS-25: Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm(mustekîmin).
Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zat'ına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.
allâhu yed'û ilâ dâris selâmi, yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm: Allah, teslim yurduna davet eder ve dilediğini Sıratı Mutsakim’ine, Kendine ulaştırmayı dilediğini, Sıratı Mustakim’ine ulaştırır.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın teslim yurduyla insanları ulaştırmayı istediği yer, Sıratı Mustakîm’dir. O Sıratı Mustakîm ki; Allah’a ulaştıran yolun adıdır. Allahû Tealâ En’âm Suresinin 88. âyet-i kerimesinde Sıratı Mustakîm’den şöyle bahsediyor:
6/EN'ÂM-88: Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ibâdihî, ve lev eşrakû le habita anhum mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
İşte bu Allah’ın hidayetidir. Kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler heba olurdu (boşa giderdi).
“Sıratı Mustakîm Allah’ın hidayet yoludur ki Allah bu yolla dilediğini hidayete erdirir.”
Hidayetin ne olduğunu söylüyor Allahû Tealâ, Kehf Suresi 17. âyet-i kerimesi:
18/KEHF-17: Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
men yehdillâhu fe huvel muhted: Allah kimi Kendi Zat’ına ulaştırırsa, o kişi hidayete erer.
Öyleyse hidayet, insan ruhunun Allah’a ulaşmasıdır. Sıratı Mustakîm de mademki hidayete erdiriyor, öyleyse insanların ruhlarını Allah’a ulaştırıyor.
Ve Allahû Tealâ “Teslim yurduna çağırır.” dedikten sonra Yûnus-25’te “O teslim yurduna çağırdıklarını Sıratı Mustakîm’e ulaştırır.” diyor. Daha doğrusu onlardan dilediklerini. Yani teslim yurduna ulaşmayı dileyenleri. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı diler.
Allah bir defa herkesin Kendisine ulaşmasını istiyor ruhen. Ama diledikleri, mutlaka Kendisine ulaştıracağı kişiler; Allah’a ulaşmayı dileyenler.
Kısaca bu yolun sıralaması şöyle:
*Öce kişi, önce kul Allah’a ulaşmayı dileyecek.
*Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı dileyecek.
*Ve mutlaka o kişiyi Kendisine ulaştıracak.
Öyleyse kişinin böyle bir talebi yoksa, Allah hiçbir zaman o insanı Kendi Zat’ına ulaştırmaz, hidayete erdirmez, ya da vuslata erdirmez. Vasıl olmak tabirini kullanırsak vuslata erdirmez. Yani Allah’ın Zat’ına ulaştırmaz. Demek ki iki tane irade birden ya da birbirinin arkasından aynı şeyi istemesi lâzım. Kul Allah’a varmayı dileyecek, Allah da onu Kendi Zat’ına ulaştırmayı dileyecek.
Ya kul Allahû Tealâ’ya ulaşmayı ister de Allah istemezse ne olur? İşte bu mümkün değil. Eğer bir kul, Allahû Tealâ’ya ulaşmayı istiyorsa, muhakkak Allah da onu Kendisine ulaştırmayı ister. Arkasından da mutlaka o kişi Allah’a ulaşır. Hiç istisnası görülmemiş. İnsanlık tarihi boyunca bunun hiç istsnası görülmemiş. Kim Allah’a ulaşmayı dilemişse, mutlaka Allah da onu Kendisine ulaştırmayı dilemiş ve mutlaka Allah bu dilekle kalmamış, o kişiyi kendi Zat’ına ulaştırmış. Aksi hiç görülmemiş. İşte bir insanın demek ki yapması icap eden yegâne şey, ulaşması lâzım gelen yegâne nokta, Allah’a ulaşmayı kalben istemesi. Bu insan, kurtuluşa ehildir, istediği andan itibaren, Allah’a ulaşmayı istediği andan itibaren. Çünkü bundan sonraki bütün olayların otomatik olduğunu biliyoruz. Bir insan üçüncü basamağa çıkmayagörsün, bundan sonraki bütün basamaklar birbirinin arkasından gelecektir. Yani vuslat, yani 21. basamak mutlaka tezahür eder. Allah’a kişi ulaşmayı dilediği andan itibaren mutlaka o kişi Allah’a ulaşacaktır. Hiçbir kuvvet, şeytan da dahil olmak üzere hiçbir kuvvet o kişinin Allah’a ulaşmasına mani olamaz. Ama ifadeye dikkat edin; Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren diyorum, muutlaka kişinin kalbinde Allah’a ulaşmak konusunda bir talebin oluşması lâzım. Bu talep oluştuğu anda Allah onu görür.
Öyleyse özetlersek nasıldı? 21. basamağa kadar olan olaylara kısaca bakarsak:
*Evvelâ olaylar var, etrafımızda cereyan eden.
*Sonra bu olayların değerlendirilmesi var; 2. basamak.
*Sonra bir hükme varış var; ya Allah’ın irşad yoluna doğru ulaşmak konusunda hükme varış veya şeytanın gayy yoluna doğru.
Eğer kişi Allah’a ulaşmak konusunda bir talebin sahibi olamazsa, Allah’a ulaşmayı dilemezse, böyle bir niyeti oluşmamışsa, 3. basamağa hiçbir zaman ulaşamaz. Bundan sonraki hiçbir basamak o kişi için geçerli değildir. Her şey bununla başlıyor; Allah’a ulaşma talebimizle başlıyor. Ve eğer böyle bir talebimiz varsa;
*4. basamakta Allah mutlaka Rahîm esmasıyla tecelli ediyor üzerimizde.
*5. basamakla bizi sebîllerine ulaştırmayı garanti ediyor.
*6. basamakla kulağımızdaki vakrayı alıp, irşad makamını işitir hale getiriyor bizi.
*7. basamakla da kalbimizdeki ekinneti alıp yerine ihbat koyarak irşad makamının söylediklerini idrak eder hale getiriyor.
Ve bu makama kişi kendi kendine geliyor. Yani Allah’a ulaşmayı dilediği anda 3., 4., 5., 6. basamakları aşıyor. 7. basamağa ulaşıp onu da tamamlıyor.
Öyleyse her şey Allah’ın elinde. Ama kişinin elinde olan bir şey var; Allah’a ulaşmayı mutlaka dilemek, mutlaka böyle bir talebin sahibi olmak.
Sonra 7. basamaktan sonra ne oluyor?
8- Allah o kişinin kalbine hidayet koyuyor.
9- Bu hidayet, kişinin kalbini Allah’a döndürüyor.
10- Allah o kişinin göğsünden kalbine bir yol açıyor.
11- Kişi zikrediyor; Allah’tan gelen rahmet ve fazl kişinin göğsüne geliyor, göğsünden kalbine ulaşıyor. Ve kalbinden içeri rahmet adı verilen nur giriyor.
Ve 12. basamak: Bu kalpten içeri giren nurun birikimi, %2 nisbetinde birikimi o kişinin kalbinde huşûyu oluşturuyor.
13- Kişi hacet namazını kılıyor. Huşûya ulaştığı için mutlaka Allah mürşidini gösteriyor.
14- Allahû Tealâ bu mürşidine ulaşan kişinin mürşidine ulaşmasını temin ediyor. Ulaşacak olan kişinin mürşide ulaşmasını temin ediyor. Kişi mürşidine ulaşıyor ve el öpüyor. Ve de Allah ona 7 tane hediye veriyor.
* Mürşidin ruhu başının üzerine gelip yerleşiyor.
* Bu ruhun üzerinde bulunan bir nur (salâh nuru) dolayısıyla kişinin kalbine Allah’ın salâvâtı ulaşmaya başlıyor.
* Ondan sonra bu kişinin kendi ruhu vücudundan ayrılıp Sıratı Mustakîm’e ulaşıyor; 3.
*4.’sü: Bütün günahları sevaba çevriliyor.
*5.’si: O kişi 1’e 10 ihsan alırken her sevabı dolayısıyla, 1’e 100’den 1’e 700’e kadar ihsanlar almaya başlıyor.
*Sonra 6.’sı: Kişinin kalbine îmânı yazıyor Allahû Tealâ.
*7.’si: Kişi ıslâh-ı nefse, amilüssalihata veya daha açık adıyla nefs tezkiyesine başlıyor.
İşte 14. basamak. Nefs tezkiyesi için daha çok zikreden kişi, zikrediyor, Allah’tan gelen rahmet ve fazl göğsüne geliyor, göğsünden kalbine ulaşıyor. Kalbe îmân yazıldığı için hareketli hale geçen mühür kalbin alt boyutuna iniyor ve kişi Allah’tan gelen bu nurların kalbinin içine girmesiyle rahmet ve fazlın, nefs tezkiyesine başlıyor. İkisi birden girdiği için Nûr Suresinin 21. âyet-i kerimesine göre bu kişi nefs tezkiyesine başlamış olur.
24/NÛR-21: Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân(şeytâni), ve men yettebi’ hutuvâtiş şeytâni fe innehu ye’muru bil fahşâi vel munker(munkeri) ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu, vallâhu semî’un alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar, şeytanın adımlarına tâbî olmayın! Ve kim şeytanın adımlarına tâbî olursa o taktirde (şeytanın adımlarına uyduğu taktirde) muhakkak ki o (şeytan), fuhşu (her çeşit kötülüğü) ve münkeri (inkârı ve Allah’ın yasak ettiklerini) emreder. Ve eğer Allah’ın rahmeti ve fazlı sizin üzerinize olmasaydı (nefsinizin kalbine yerleşmeseydi), içinizden hiçbiri ebediyyen nefsini tezkiye edemezdi. Lâkin Allah, dilediğinin nefsini tezkiye eder. Ve Allah, Sem’î’dir (en iyi işitendir) Alîm’dir (en iyi bilendir).
Ve kişi, zikrini giderek arttıracaktır. Öyle bir noktaya gelecektir ki; kalbinde Emmare kademesinin %7’lik nuru yerleşecektir. 2 de evvelden vardı, %9 oldu; Nefs-i Emmare. Ruh da fizik vücuttan ayrılmıştır el öptüğü anda. Allah’a doğru bir yolculuğa girmiştir. Vuslat adı verilen bir yolculuk için seyr-i sülûka başlamıştır. Nefsin tezkiye kademesi tamamlandığı zaman, ruh 1. gök katına kadar çıkıyor. Nefsteki Emmare kademesinden sonra Levvame kademesi tamamlanacaktır, o zaman ruh, 2. kata kadar çıkacaktır. Mülhime kademesinin tamamlanmasında 3. kata kadar çıkacaktır. Mutmainne kademesinde 4. kata, Radiye’de 5. kata, Mardiyye’de 6. kata ve Tezkiye’de 7. kata ulaşacaktır. Sidretül Münteha’yı aşarak Allah’ın Zat’ına yoklukta ulaşacaktır. Allah’ın Zat’ında ifna olacaktır. Allah’ın Zat’ı bu ruha meab alacaktır. İşte bu 7 katlık yolculuğun sonunda seyr-i sülûk işlemi tamamlanmıştır. Ruh Allah ile vuslat olmuştur. Allah’a vâsıl olmuştur.
İşte vâsıl olma kelimesi, vuslat kelimesi, visale kelimesi hep aynı kökten geliyor. Kur'ân-ı Kerim’de geçen yasılûn:
“ellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale”
yasılûne; vâsıl etmek, “vasıl ederler” diyor.
en yûsale de vâsıl etmek. Fiil. mak, mek-mak mastarı.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.
Öyleyse Allahû Tealâ’nın ifadesi son derece açık. İnsan ruhu, zemin kattan Allah’a kadar Sıratı Mustakîm üzerinde bir yolculuk yapıyor. Bu yolculuk boyunca 7 tane gök katını geçiyor ve Allah’a ulaşıyor. İşte bu ulaşmaya “vuslat” diyor Allahû Tealâ. Ve gördüğünüz gibi Allahû Tealâ’nın bize 7 tane farzı var. Bu farzlardan 6.’sını da söylemiştik, 7.’si kalmıştı.
7.’si: Muzzemmil-8:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
“Allah’ın ismiyle zikret ve her şeyden kesilerek Allah’a ulaş.”
Allah’ın bu farzları koymaktan muradı ne? Biliyor ki; Allah bu emri vermişse, bu emrin yerine getirilmesi kişiyi mutlaka huzura ve mutluluğa kavuşturacaktır; cennet saadeti. Ve bu cennet saadetine insanın kavuşmamasını isteyen bir tek şey vardır; nefsi, şeytanla ilişkili olduğu cihetle yalnız afetlerden oluştuğu cihetle hep karşı çıkacaktır. Bu karşı çıkma cephesini kırmak için Allah insanaların üzerine ruhun Allah’a ulaşmasını, vuslatı tam 9 defa farz kılmış bu hedefe yönelik olarak.
Öyleyse biz insanlar Allahû Tealâ ile olan ilişkilerimizde farz olduğu için mutlaka vuslatı yerine getirmeliyiz. Yetmez, mutluluğumuz bunu icap ettirdiği için mutlaka yerine getirmeliyiz. Ve böylece Allah’ın cennet saadetine ulaşmalıyız. İşte Allahû Tealâ gördüğünüz gibi farz kıldığı bu hususların yerine getirilmesi halinde kişiyi mutlaka cennete ulaştıracağını garanti ediyor.
Peki ya insanlar? Bu Allah’ın üzerimize 9 defa farz kıldığı hususu gerçekleştirmezlerse ne olur? Gerçekleştirmezlerse kendilerine çok yazık ederler:
1- Dünya saadetini kaybederler.
2- Ahiret saadetini de kaybederler.
Ne dünya saadeti ne de ahiret saadeti bu insanlar için geçerli olmaz. Kimlerdir bunlar? Bunlar ahirete inanmayanlardır.
Ahiret deyince hep hatırladığımız şey, dünyanın ötesindeki cennet veya cehennem hayatı. Hâlbuki ahiret, sonraki demek. Lügat mânâsı bu. Öyleyse bir insan için yevm’il ahir nedir? Yevm’il ahir, mürşidinin elini öptüğü gündür. Yevm’il ahir nedir? Vuslata ulaştığı gün. Bu el öpmenin hedefi var, el öptüğü gün kişi kendisini Allah’a ulaştıracak olan, Hakk’a ulaştıracak yola ulaşıyor. O yol da onu Hakk’a ulaştıracak. Maksadı mı? Hakk’a ulaşmak. Bir insanın böyle bir maksadı yoksa, hiçbir zaman o hedefe ulaşması da mümkün değildir.
İşte Allahû Tealâ “ahiret gününe inanmayanlar” deyince, “Kendileri Sıratı Mustakîm’e girmedikleri gibi başkalarını da Sıratı Mustakîm’e girmekten men eden insanlar.” diyor, ahirete inanmayanlar. Hûd Suresi, 19. âyet-i kerime:
11/HÛD-19: Ellezîne yasuddûne an sebîlillâhi ve yebgûnehâ ivecâ(ivecen), ve hum bil âhırati hum kâfirûn(kâfirûne).
Onlar ki; Allah'ın yolundan (kişinin mürşidine ulaşmasına mani olarak ruhunun, vücudundan ayrılarak Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e ulaşmasına engel oldukları için) saptırırlar. Ve onu (ruhun ölmeden Allah'a ulaşmasını) eğmek ve bükmek isterler (gerçek kavramından uzaklaştırmak isterler). Onlar, ahireti (ruhun ölmeden Allah'a ulaşmasını) inkâr edenlerdir.
Hûd Suresinin demek ki 19. âyet-i kerimesi ne söylüyor bize? Kendileri Allah’a ulaşmak için Sıratı Mustakîm’e girmedikleri gibi başkalarını da Sıratı Mustakîm’e girmekten, Allah’ın yoluna girmekten men eden insanlar. “İşte bunlar, ahirete inanmayanlar.” diyor Allahû Tealâ. Burada ahiretin cennet anlamına gelmediği veya cehennem anlamına gelmediği son derece açık. Allah’ın yoluna girilerek demek ki ahiret günününe ulaşılıyor, ahirete ulaşılıyor. Yani sonraki güne, sonraki zaman parçasına, daha sonraki devreye.
Öyleyse insanlar için söz konusu olan şey, mutlaka Allah’ın yoluna giriş. İnsanlar ahirete inanmazlarsa, dünya hayatından sonraki bir vuslat hayatına, vuslata inanmazlarsa, mutlaka Allah’a ulaşmaya inanmazlarsa, bu insanlar ahirete inanmayanlar safında yer alıyor.
İşte “Bir insanın bütün bu mutluluğu taşıması için sadece ve sadece 3. basamağa ulaşması yeterlidir.” diyor Allahû Tealâ. Yani kişi mutlaka Allah’a ulaşmayı dileyecek, Allah’a ulaşmayı isteyecek ve kalbinde mutlaka bu talep oluşacak. O zaman kişi üçüncü basamaktadır. Bu basamaktan 21. basamağa kadar bütün basamaklara Allah çıkartıyor. Kişi sadece kendisine düşen, onun gücü içindeki gayretlerde bulunuyor. Bütün ibadetleri yapıyor. Bu ibadetlerse doyulmaz zevkler. Öyleyse hedef …….
….şeytana kul etmekten kurtarıp Allah’a kul etmek. Bu bize cennet saadetini sağlayacak. Bunu sağladıktan sonra ikinci hedefi koyuyor Allahû Tealâ; daimî zikre ulaşmak, irşada ulaşmak ve teslime ulaşmak. Bunları sağlayan insan da mutlaka hem ahiret saadetine sahip olmuştu, o zaman da dünya saadetine sahibi olacak. Yani zülcenahayn olacak, hem dünya saadeti hem de ahiret saadeti onun olacak, o kişinin olacak.
İşte amaçlar, Allah’ın hedefi bütün insanları saadete taşımak. Allah’ın hedefi, amaç gösterdiği şey olan, hedef gösterdiği şey olan saadete bütün insanları ulaştırmak. 1. etapta ahiret saadeti. 2. etapta dünya saadeti mutlaka bütün insanların Allah tarafından ulaştırılmak istendiği hedefler. Peki, bu hedefleri yerine getirmek için vasıtalar? Vasıtalar; ibadetler ve Allah’ın yardımları.
Unutmayın ki bütün ibadetler doyulmaz zevklerdir. Allah’ın yardımları da bu doyulmaz zevkleri zevk haline getiren temel faktörlerdir.
Öyleyse siz bilin ki; Allah’ın yolunda ilerledikçe, ibadetler zevk haline dönüşecektir. İşte birçok insan için ibadet mi söz konusu? O ibadetler onlar için sadece bir borç, yakasından mutlaka düşmesi lâzım gelen bir borç. Üstelik de onlara hiç tat vermeyen, zevk vermeyen, ama mutlaka ödenmesi lâzım gelen bir husus. “Aman öğle namazını kılayım. Yakamdan şu borç düşsün.” diye bir yatma kalkma işlemi. Bunu namaz olarak düşünürler. Oysaki olay bu değil. Namaz kılmak da dâhil olmak üzere bütün ibadetler doyulmaz zevklerdir. Ve insan manevî alanda yükseldikçe daha çok zevk duymaya başlar. Her şeyin, bütün ibadetlerin sadece zevklerden oluştuğunu giderek idrak etmektedir.
İşte bu statü içerisinde Allahû Tealâ’nın hepimize verdirmek istediği hedefler bunlar. İbadetler ise o hedeflere ulaşmak için vasıtalar. İnsanlar vasıtaları hedef zannediyorlar; “Namaz kılmak, insan namaz kılmak için dünyaya gelmiştir. İnsan oruç tutmak için dünyaya gelmiştir. İnsan zekât vermek üzere dünyaya gelmiştir.” diye bir şeyler söyleniyor. İnsan bunları yapmak için değil, bunları yaparak, bunları tahakkuk ettirerek bu gayretlerde bulunarak cennet saadetine ve dünya saadetine ulaşmak yani mutlu olmak için dünyaya gönderilmiştir.
Öyleyse bu mutluluğun temel hedeflerinden birinin vuslat olduğunu, insan ruhunun Allah’a ulaşması olduğunu bileceğiz. İşte Allah’a verdiğimiz yemin. Ruhumuzu mutlaka Allah’a ulaştırmak konusundaki yemin, misak, üzerimize 9 defa farz kılınmış. Ve şimdi konumuzun aslına geliyoruz. Eğer bir insan Allah’a verdiği bu misaki yerine getirmezse ne olur? İşte Ra’d Suresinin 25. âyet-i kerimesi, Allahû Tealâ diyor ki:
13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).
Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah’a misak verdikten sonra) Allah’ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim etmezler). Ve Allah’ın, O’na (Allah’a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah’a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm’e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.
“Onlar ki Allah’a ahd verdikten sonra, 3 tane yemin verdikten sonra misaklerini nakzederler, misaklerini bozarlar. Allah’a ruhlarını ulaştırmak konusundaki yeminlerini bozarlar.”
Nasıl bozarlar?
“Onlar Allah’ın Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi, Allah’a ulaştırmazlar, vuslatı keserler. Onlar yeryüzünde fesat çıkaranlardır. Allah’ın lâneti onların üzerinedir.” diyor Allahû Tealâ.
Bu insanlar ne yapmışlar? Bu insanlar ruhlarını Allah’a ulaştırmamışlar. Neye rağmen? Allah’a, ruhlarını Allah’a ölmeden evvel ulaştırmak konusunda yemin vermelerine rağmen bu yeminlerini yerine getirmemişlerdir.
Neden fesat çıkaranlardır? Neden Allah’ın lâneti onların üzerinedir? İşte Allahû Tealâ bu hususu söylüyor. Çünkü onlar Allah’a ulaşmayı dilememektedirler. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bu insanlar, Allah’a ulaşmayı dileyen başka insanların, kendilerine böyle bir suali sorması söz konusu olursa onlara demektedirler ki; “Hayır, Allah’a dünya hayatındayken ulaşmak diye bir husus yoktur. Ancak insan ölür, ruhu da ondan sonra Azrail (A.S) tarafından Allah’a götürülür. Böylece ruh, Allah’a ulaşır. Ve “Öyle Allah’a ölmeden evvel ulaşacak bir yol olmadığı gibi mürşid falan da yoktur. Kur'ân-ı Kerim’imiz böyle bir şeyi emretmemektedir.” İşte bunu söyledikleri için, kendileri Allah’ın yolunda olmadıkları gibi başkalarını da Allah’ın yolundan men ettikleri için Allahû Tealâ diyor ki:
“Allah’ın lâneti onların üzerinedir.” diyor.
Lânet, bir başkasının da günahını yüklenen insanlara Allah’ın verdiği cezanın adı.
Demek ki kişinin kendi günahı var, normal günahları. Ama bununla yetinmiyor kişi, başka birinin hidayetten kaymasına sebebiyet vermişse, başka bir insanın dalâlette kalmasına sebebiyet vermişse, işte bu insan o insanın da günahlarını yüklenmek mecburiyetindedir. Hem kendi günahları var, hem de başkalarının günahlarını yüklenir. Kimlerin? Kimleri yoldan çıkarmışsa, yoldan çıkardığı herkesin günahını yükleniyor kişi.
Eğer tersi olsaydı ne olacaktı? Eğer tersi olsaydı da o kişi bir başkasının hidayetine vesile olsaydı, hidayetine vesile olduğu kişinin kazandığı bütün sevapları o da kazanacaktı. Kaç kişinin hidayetine bir insan sebebiyet verirse, o kadar kişinin sevaplarını o da alır. Allah’ın ne kadar müstesna bir ihsanı. Siz kimin hidayetine sebebiyet verebilirseniz, yani anlattınız gittiniz bu güzellikleri. İnsanların bir kısmı sırt çevirdi size; “Hayır” dedi “böyle şey olmaz.” Tamam. Ama bir kısmı da dedi ki; “Ben de hidayete ermek istiyorum.” Hacet namazını kıldı, mürşidini gördü. Gitti mürşidinin önünde diz çöktü, tövbe etti ve hidayete adım attı. İşte bu noktadan itibaren o kişinin bütün günahları sevaba çevriliyor. Siz de kazanıyorsunuz. Bu noktadan itibaren kişinin bütün kazançları hep size de yazılıyor. Üç kişinin hidayetine sebebiyet verdiniz, üçünün de kazançlarını alıyorsunuz kendinizinkinden başka. Yüzbin kişinin hidayetine sebebiyet verdiniz. Hepsininkileri alıyorsunuz, kendinizinkinin ötesinde. İşte üst seviye bir mürşidin sonsuz kazanç sağlamasının arkasında, Allah’ın bu hikmeti yatıyor.
Öyleyse herkesin Allah’ın hidayetine ulaşması söz konusu. Bunun için Allahû Tealâ üzerimize farz kılmış. İşte görüyorsunuz ki; Allah’ın bu istikametteki emrini yerine getirmeyen insan, eğer yerine getirmediği gibi, ruhunu Allah’a ulaştırmadığı gibi başkasının da Allah’ın yoluna girmesine mânî olursa, bu kişilere Allahû Tealâ; “Yeryüzünde fesat çıkaranlar.” diyor. Neden? Çünkü Allah’ın emri, bütün insanların ruhlarını Allah’a ulaştırmaktır. Bunun zıttı olan bir şeyi insanlara kabul ettirmek ve insanların fesadına sebebiyet vermek. Yani dalâlette kalmasına sebebiyet vermek, yani hidayetine mânî olmak, o insanları fesat içinde bırakmak anlamına geliyor. Ve fesat, iki ayrı görüşün var olması anlamına gelir; birisi Allah’ın emrettiği görüş, öteki onun zıttı olan Allah’ın emretmediği, yasak ettiği hatta görüş.
İşte bugün ne yazık ki dîn adamlarından bile büyük kısmının insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşacağı konusunda hiçbir bilgisi yok. Önce böyle bir ilmin mutlaka var olduğuna onları inandırmak mecburiyetindeyiz. Onlar bunu öğrendikten sonra ancak başkalarına öğreteceklerdir. Öyleyse öğrenmedikleri bir şeyi başkalarına öğretmesini onlardan bekleyemeyiz. Bunun için de onları suçlu göremeyiz. Onlar hatalı değillerdir. Ama tebliğden sonra mutlaka öğrenmek mecburiyeti vardır. Onun öğrenmedikleri ve öğretmedikleri takdirde o zaman sorumluluk altına girmeleri söz konusudur.
Öyleyse kimler bunlar? Bunlar Allah’a ulaşmak arzusunu duymayanlar. 3. basamağa ulaşamayan insanlar. Hepsi kendilerinden sorumlu. Bu kendilerinden sorumlu olan insanlar eğer başkalarının da Allah’a ulaşma arzusunu duymasına mani oluyorlarsa, daha açık bir ifade kullanalım; Allah’ın yoluna girmelerine mani oluyorlarsa, Allah’ın yoluna girmesine kim mani olursa bir insanın, o kişi Allah’ın lânetini omuzlarına alır. Bu, bir başka ifadeyle bu lânetin adı, vebaldir; kişinin başka birinin günahlarını yüklenmesi hali.
Öyleyse kimler bunlar? İşte bunların kimler olduğunu Nisâ Suresinin. 167, 168 ve 169. âyet-i kerimeleri söylüyor.
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden). Ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîran).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
Allahû Tealâ onlar için diyor ki, o Allah’ın lânetini alanlar, onlar için diyor ki:
“Onlar Allah’ın yolunda olmayanlardır.” Yetmez; “Başkalarını da Allah’ın yolundan çevirirler. Onlar uzak bir dalâlet içindedirler. Allah, onlara hiçbir zaman mağfiret etmeyecektir. Ve Allah onları asla Sıratı Mustakîm’e ulaştırmayacaktır. Ancak Sıratı Cehîm’e ulaştıracaktır.” diyor. Ve bu insanların küfür üzere olduğu da bu 3 tane âyet-i kerimenin muhtevası içinde.
Demek ki olayın başında, o insanların Allah’ın yoluna girmemeleri var; Madde-1.
2.’si: Başkalarını da Allah’ın yolundan saptırmaları va;Madde-2.
Böyle olursa kişi, ancak böyle olduğu takdirde uzak dalâlet içinde olabilir. Dalâlet içinde olan kimsenin başkasına bir zararı yoksa kendi sorumluluğu vardır. O, dalâlet içindedir. Ama ne zaman bir insan başkasını da Allah’ın yolundan saptırıyorsa o kişiye Allahû Tealâ;“Onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” diyor. Sonra özelliklerini veriyor:
“Onlar küfür üzeredirler.” diyor Allahû Tealâ,
“Allah, onlara asla mağfiret etmeyecektir.” diyor.
Neden mağfiret etmeyecektir? Çünkü mağfiret, insan hayatında bir defa gerçekleşen bir olgudur. Yani günahların sevaba çevrilmesi. Kim Allah’ın irşad yoluna girerse, girdiği an ne zamandır? Mürşidine ulaşıp da önünde diz çöküp tövbe ettiği an. İşte o zaman hem bütün arşı tutan melekler, hem de o istikamette vazifeli olan bütün mürşidler, o kişiler hakkında Allah’tan talepte bulunuyor: “Ya Rabbi! Bu kişi Allah’ın yoluna girmiştir. El öpmüştür, tövbe etmiştir. Allah’ın yoluna girmiştir. Sen ona mağfiret eyle, onun bütün günahlarını sevaba çevir.”
İşte Mu’min Suresinin bu 7. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın söylediği bu.
40/MU'MİN-7: Ellezîne yahmilûnel arşa ve men havlehu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yu’minûne bihî ve yestagfirûne lillezîne âmenû, rabbenâ vesi’te kulle şey’in rahmeten ve ilmen fagfir lillezîne tâbû vettebeû sebîleke ve kıhim azâbel cahîm(cahîmi).
Arşı tutan melekler ve onun etrafındaki kişi (devrin imamı), Rab'lerini hamd ile tesbih ederler ve O'na îmân ederler. Ve âmenû olanlar için (Allah'tan) mağfiret dilerler: “Rabbimiz, Sen herşeyi rahmetle (rahmetinle) ve ilimle (ilminle) kuşattın. Böylece (mürşidin önünde) tövbe edenleri ve Senin yoluna (Sıratı Mustakîm'e) tâbî olanları mağfiret et (günahlarını sevaba çevir). Onları cehennem azabından koru!”
Öyleyse Allahû Tealâ’nın kimlere mağfiret edeceği belli:
*Allah’tan hak mürşidi sormuştur,
*Oona ulaşmıştır
*Ve onun önünde tövbe etmiştir kişi.
İşte bu kişi mağfirete ehil olmuştur; günahların sevaba çevrilmesi olayına. Görüyoruz ki; Ra’d Suresinin 25. âyet-i kerimesinde geçen insanlar, kendileri Allah’ın yoluna girmemişlerdir. Çünkü girseler ruhlarını Allah’a ulaştıracaklar. Allah’a ulaşmayı da talep etmemişlerdir. Ve başka insanların da kendilerine ulaşıp da böyle böyle diyenler var. Allah’a insan ruhunun ölmeden evvel ulaşmasını farz olarak söyleyenler var. Ulaşmazsa ne olur? Ulaşmazsa işte bu olur. Kişi hem kendisi dalâlet içinde kalır hem de yoldan saptırdığı insanların hepsi dalâlet içindedir. Bu saptıran kişi ise vebal alır omuzlarına. Bu sebeple Allah’ın lâneti bu insanın üzerinedir.
Şimdi burada Ahzâb-67 ve 68’i hatırlayacağız. Ne diyordu Ahzâb-67 ve 68’de cehenneme gidenler? Diyorlardı ki:
33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnâs sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler ki: “Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîmi’nden) saptırdılar.”
33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel azâbi vel anhum la’nen kebîrâ(kebîren).
“Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.”
“Ya Rabbi! Biz devrimizin küberasına ve sâdatlarına tâbî olduk. Onlara itaat ettik. Bu yüzden cehennemde kaldık. Ya Rabbi, sen onlara iki kat azap ver. Onları en büyük lânetinle lânetle.”
İşte gene aynı şeyi görüyoruz. Neden iki kat azap? Hem kendi azapları, hem de yoldan çıkardığı kişinin azapları bunlara gelecek. Mademki kendi günahlarının da o yoldan çıkardığı kişilerin de günahlarının sahibi bunlar olacak, o günahlar bunlara da yüklenecek. Öyleyse gerek kübera, gerek sâdatlar, başkalarının günahlarını da yüklenecek olanlar.
Sâdatlar; dîni öğretmekle vazifeli insanlar veya kuruluşlar. İşte bu insanlar eğer dîni Allah’ın emrettiği biçimde öğretiyorlarsa, hele mürşid olmuşlar da insanları Allah’a ulaştırıyorlarsa iki kat sevap, sevapların en büyüğüyle mükâfatlandırılmak. Ama eğer sâdat adını verdiğimiz dîni öğretmekle vazifeli kişiler tam tersini yapmışlarsa, dîni öğretmekle vazifeli oldukları halde bu dînin öğretilmesini insanları Allah’ın yoluna alacak şekilde değil, Allah’ın yolundan ayıracak şekilde insanlara öğretmişlerse, daha kısa bir ifadeyle başkalarının hidayetine mânî olmuşlarsa, onların yola girmelerine mânî olmuşlarsa, işte bu insanlar Allah’ın lânetine muhatap olan insanlardır. Yalnız Allah’ın lânetine muhatap olacaklar. Öyleyse Allah onlara lânet ediyor; bütün Allah’ın yoluna girmek isteyenleri yoldan çıkaranlara.
Öyleyse bu insanlar kimlerdir? Bu insanların temel faktörü nedir? Temel faktörü, Allah’a mülâki olmayı reddetmek. İşte bir insan dünya hayatında Allah’a ulaşmak, insan ruhunun Allah’a ulaşması diye bir şey yoktur diye bir düşüncenin sahibiyse, işte bu insan Allah’ın lânetine muhatap olacak insan mıdır? Bu aşamada hayır. Eğer sadece kendisi diyorsa ki: “Allah’a dünya hayatında ulaşmak diye bir şey yoktur. Öyleyse ben Allah’a ulaşmam.” Yani Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes. İşte Yûnus Suresinin 7. âyet-i kerimesinde, Allahû Tealâ bunlardan bahsediyor. Ne diyor?
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatmeennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
“ellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ ellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn.” diyor:
“Onlar ki dünya hayatından razıdırlar ve Allah’a mülâki olmayı istememektedirler. Öyle bir talebin sahipleri değillerdir. Onlar Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlardır.”
Bu adamlar Allah’ın âyetlerinden gâfilse, başka birini zorlamaları söz konusu değil, Allah’ın yoluna gir diye. Çünkü bilmiyorlar, bilmediklerinin de farkındalar. İşte bu insanlar sadece kendi günahlarını yükleneceklerdir. Ve âyet-i kerimenin de sonunda olduğu gibi gidecekleri yer gidecekleri yer, ateştir, cehennemdir. Bilmedikleri için başkalarını da Allah’ın yolundan saptırmadıkları için üzerlerine vebal almıyorlar. Bunların üzerinde, o Allah’ın lâneti oluşmuyor. Bunlar sadece kendilerinden sorumlu. Ama insanlar eğer başkalarını da Allah’ın yolundan uzaklaştırıyorlarsa, onlar mutlaka omuzlarına vebal alacaklardır. Ve Allah’ın lâneti onların üzerine olacaktır.
İşte Allah’ın yoluna, Allah’ın dünya hayatında mutlaka ulaşılması lâzım gelen bir hedef olduğuna inanmayanlar, bu insanlar kimlerdir? Allah’a mülâki olmaya inanmayanlar kimlerdir? Nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Allahû Tealâ diyor ki:
10/YÛNUS-45: Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yeteârafûne beynehum, kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn(muhtedîne).
Ve o gün (Allahû Tealâ), gündüzden bir saatten başka kalmamışlar (bir saat kalmışlar) gibi onları toplayacak (haşredecek). Birbirlerini tanıyacaklar (aralarında tanışacaklar). Allah’a mülâki olmayı (Allah’a ölmeden önce ulaşmayı) yalanlayanlar, hüsrandadır (nefslerini hüsrana düşürdüler). Ve hidayete eren kimseler olmadılar (ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıramadılar).
kad hasirallezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn: Andolsun ki onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir.
Kimler? Allah’a mülâki olmayı nakzedenler. Mülâki olmayı nakzedenler, nefslerini hüsrana düşürenlerdir.
“Onlar asla hidayete eremezler.” diyor Allahû Tealâ.
Neden eremezler? Çünkü zaten hidayeti reddediyorlar. İnsan ruhunun Allaha ulaşmasını reddediyorlar. Buna inanmıyorlar. Bunu tekzip ediyorlar, yalanlıyorlar. Yalanlayan insan, Allah’a ulaşmaya inanmayan, daha açık bir ifadeyle Allah’a ulaşmayı hiçbir zaman dilemeyecek olan bir insandır. Öyleyse bu kişi, nefsini hüsrana düşürmüşlerdendir. Hidayete ulaşması da mümkün değildir, hiçbir zaman Allah’ın yoluna ulaşmayacağı için, yola çıkmayacağı için.
Ne olur böyle bir insanın sonu? Nefsini hüsrana düşüren insanın sonu ne olur? Allahû Tealâ bunu Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesinde söylüyor:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.
“O nefslerini hüsrana düşürenler var ya, onlar cehennemliktir.” diyor Allahû Tealâ. Demek ki kimin nefsini hüsrana düşürmesi söz konusuysa, o kişinin mutlaka Allah’ın cehennemine gitmesi söz konusu.
Bunlar kimler? Allah’a ulaşmayı reddedenler, Allah’a ulaşmayı tekzip edenler, yalanlayanlar. İşte bu istikamette, Allahû Tealâ bu tekzipler istikametinde birçok kademeler koymuş. Bu, Allah’a mülâki olmak, Allah’ın katında son derece önemli bir işlem. Ve bu konuda yalanlayanları açık bir şekilde cezalandıracağını hep ifade buyuruyor. Yalanlayanların da birtakım sıralamaları var. İşte Allahû Tealâ Kehf Suresinin 103, 104, 105, 106. âyet-i kerimelerinde diyor ki:
“kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ.” Kehf-103:
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
“De ki: Size amellerinize ençok hasar veren şeyi haber vereyim mi?”
Kehf-104:
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
Onlar ki dünya hayatında sa’ylerini (çalışmalarını) dalâlete düşürdüler. Çalışmalarını hasara uğrattılar. Ve onlar hesap ediyorlardı ki; amellerin en güzelini yapıyorlardı. Amellerin en güzelini yaptıklarını hesap ediyorlardı. Öyle sanıyorlardı.” diyor Allahû Tealâ.
Kehf-105’te şöyle söylüyor:
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
“Onlar ki; küfür üzeredirler.”
Hangi istikamette?
“Rab’lerinin âyetlerini örtmek üzerine küfür üzeredirler. Onlar, Allah’ın âyetlerini örterler, küfrederler.
ve likâihi: O’na, Allah’a ulaşmayı (küfrederler, örterler).
fe habitat a’mâluhum.” diyor Allahû Tealâ; “Onların amelleri boşa çıkmıştır.”
“Onlar için kıyâmet günü vezin (terazi) tutulmayacaktır. Vezn (mizan) tutulmayacaktır.”
Kimler için tutulmayacaktır? 106’da Allahû Tealâ açıklamasını yapıyor:
18/KEHF-106: Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ(huzuven).
(Âyetlerimi) örtmeleri (inkâr etmeleri) ve âyetlerimi ve resûllerimi alay konusu edinmeleri sebebiyle, onların cezası işte bu cehennemdir.
“Onların ki; cezaları cehennemdir, küfürlerinden ötürü. Ve Allah’ın âyetleriyle ve resûlleriyle alay etmelerinden ötürü.
İşte burada Allahû Tealâ’nın cezasının iki statü içerisinde verildiğini görüyoruz. Bir defa amelleri boşa gidenler de cehennemdedirler, Allah’ın âyetleriyle ve resûlleriyle alay edenler de cehennemdedirler. Ama dikkat edin ifadelere; bir kısmının amelleri boşa çıkıyor, bir kısmı için mizan tutulmuyor. Kimler için mizan tutulmuyor? Kim Allah’ın resûlleriyle ve Allah’ın âyetleriyle alay ederse, o kişiler için Allah kıyâmet günü mizan tutmuyor. Ne demek bu? Allahû Tealâ’nın bir insan için mizan tutmaması demek, ne kendi kazandığı dereceler itibariyle kişinin kazancı var, ne de başka birinin kader sebebiyle ona kazandırdığı dereceler itibariyle kazancı var. Demek ki mizanda her türlü gelir, derecat kazanması söz konusudur.
Biliyorsunuz ki; eğer bir insan bir başkasına zarar verirse bir davranışıyla, zulmetmiştir. Zulmettiği zaman derecat kaybeder. Zarar verdiği kişiyeyse, onun kaybettiği derecat, kaydedilir. İşte bu, o kişinin kader sebebiyle hayra ulaşmasıdır. Yani amel defterine derecelerin kaydedilmesidir. Ama Allahû Tealâ, Allah’ın âyetleriyle alay edenlerin ve Allah’ın resûlleriyle alay edenlerin amel defterlerine, başkalarının yaptığı amellerden dolayı da yani kader olarak hayrı yazmadığı gibi, kendi amelleri neticesinde kazanacağı hiçbir dereceyi o kişilerin amel defterine yazdırtmıyor.
Peki amelleri yok olanlar, amelleri tamamen boşa çıkanlar, kimler bunlar? Bunlar da kendi kazandıkları dereceleri kazanamayanlar. Yani başkasının kendilerine zulmetmesi dolayısıyla kazançları açık, onlar yazılıyor amel defterlerine. Kıyâmet gününde bunlar bir değer ifade ediyor. Ama kendi kazançları? Hayır. Bunlar kimler? Bunlar, Allahû Tealâ’nın Allah’a mülâki olmayı inkâr edenler. Demek ki kim Allah’a mülâki olmayı inkâr ederse, bu kişi için Allahû Tealâ ve Tekaddes Hazretleri onların amellerini boşa çıkmış olarak değerlendiriyor. Ama kim Allah’ın resûlleriyle ve kitaplarıyla, Allah’ın âyetleriyle alay ederse, onlar için daha ağır bir işlem var. Onlar için mizan tutulmuyor. Yani hem başkalarından kazandıkları dereceler yok, hem de kendilerinin kazandığı dereceler yok. İkisi de yok.
Öyleyse Allah’a mülâki olmayı inkâr edenler, nefslerini hüsrana düşürmüş olanlar, onlar mutlaka cehenneme gidecek. Ama bu cehenneme gidenler için bir ölçü koymuş Allahû Tealâ; kıyâmet günü onlar için mizan tutulacak ama mizanın bir tarafı hareketli sadece. Başkalarından kazandıkları derecat kaydedilecek. Kendi kazançları, sırf Allah’a mülâki olmayı inkâr ettikleri için, daha doğrusu bunu örttükleri için bu insanlar hiçbir zaman kendi kazançlarına ulaşamayacaklar. Daha öndeki kademede, amellerini hüsrana düşüren insanlardan bahsediyor Allahû Tealâ. Onlar da Allah’ın âyetlerini yalnız tekzip edenler.
Öyleyse tekzip etmekle örtmek arasında farklılık var. Eğer bir insan Allah’ın âyetlerini tekzip ediyorsa, yalanlıyorsa, Allah’ın onlara verdiği ceza onları cehenneme atmak. Bu kişi için mizan tutuluyor mu? Tutuluyor. Mizanın hem kendi kazançları geçerli, hem de başkalarından kazandıkları kazançlar da geçerli. Ama bu insanlar Allah’ın yoluna girmedikleri için, tekzip ettikleri için Allahû Tealâ’nın âyetlerini Allah yoluna girmeleri mümkün değil. Öyleyse hiçbir zaman ruhlarını Allah’a ulaştıramayacaklardır. Hiçbir zaman nefslerini tezkiye edemeyeceklerdir. Hiçbir zaman fizik vücutlarını şeytana kul olmaktan kurtaramayacaklardır.
Öyleyse bu insanlar nefslerini hüsrana uğratmış olanlar. Nefsini hüsrana uğratmışsa, Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesine göre cehenneme gidecek kişi. Bu kişinin başkalarından farklı bir özelliği var. Buna mizan tutuluyor. Mizanın hem kendi kazancı açık, hem de başkasının ona kazandıracağı dereceler açık. Ama eğer bir insan Allah’ın âyetlerini örterse, bunun anlamı ne? Yani Allah’ın âyetlerini başkasından gizlemek. Burada bir sorumluluk doğuyor kişinin üzerine. Buradaki sorumluluk sebebiyle de o kişi, üzerine sorumluluk alıyor ve aldığı sorumluluk sebebiyle de daha ağır bir cezaya çarptırılıyor. O mademki başkalarından Allah’ın âyetlerini gizlemektedir, bunu bilinçli olarak yapıyor. Ve gizlediği âyetleri, başkalarını yoldan çıkartıyor, Allah’ın yolundan çıkartıyor ve Allah’ın yolunda belli hedeflere varmalarını, yani Allah’a ulaşmalarını engelliyor. Başka insanların dalâletine sebiyet veriyor. Öyleyse burada o kişiler için Allahû Tealâ’nın indindeki bir olgu var; lânet. Allah’ın lâneti bu insanların üzerine. Çünkü maksatları açık ve kesin. Kendileri Allah’ın yolunda olmayacaklar; birinci maksat bu. İkincisi, başkalarını da Allah’ın yolundan uzaklaştıracaklar. Bu maksada dayalı olarak Allah’ın âyetlerini örtüyorlar. Ve birisi çıkıp da derse ki: “İşte böyle böyle âyetler varmış.” “Hayır kardeşim, âyetlerin mânâsı o değil. Sana bunu söyleyenler o âyetlerin mânâsını bilmiyorlar.” deyip, onu da örtüp, kendi fikirlerinin, o yanlış olan, insanları cehenneme götürecek olan fikirlerinin doğruluğunu başkalarına anlatabilmek için Allah’ın âyetlerini gizleyenler.
Öyleyse hususlar ayrı ayrı gerçekleşiyor. Bir insanın evvelâ Allah’ın âyetlerini tekzip etmesi, yalanlaması söz konusu. Allah’a mülâki olmayı yalanlaması söz konusu. Ve diğerinde ise Allah’ın âyetlerini ve Allah’a mülâki olmayı örtmesi söz konusu. İki grup birbirinden farklı. Hele bir insan bütün bunları söyledikten sonra Allah’ın âyetleriyle ve Allah’ın resûlleriyle alay ederse, o kişi için ikisi de yok. Ne kendi kazançlarını mizanda girebiliyor, ne de başkalarının ona yaptıkları, ona sağladıkları faydanın, ona sağladıkları hayır, kazandırdıkları derece mizanına girebiliyor. Öyleye bu insanlar ne kendi gayretleri dolayısıyla ne de başkalarının kader yüzünden kendilerine kazandırdıkları dereceler dolayısıyla mizanda bir derecenin sahibi değiller. Bütün dereceler iptal ediliyor.
Hataları ne? Başlangıçtakilerin; Allah’ın âyetlerini tekzip etmeleri. İkinci gruptakilerin, Allah’ın âyetlerini örtmeleri. Üçüncü gruptakilerin; Allah’ın resûlleriyle, bunlar zaten var; hem tekzip ediyorlar bunlar, hem örtüyorlar, hem de bütün bunların ötesinde Allah’ın âyetleriyle ve resûlleriyle alay ediyorlar. Cezalar da tabiî farklı. Birinciler yalnız cehenneme gidecek olanlar. Hepsi cehenneme gidiyor. Ama birinciler için ölçü bu; “Onlar cehenneme giderler.” diyor Allahû Tealâ. İkinciler için cehenneme gitme sebebi, onların kendi kazançlarına sahip olmamaları. Derecat kazanıyorlar ama bu deerecatlarının, kazandıkları hiçbir derecatın onlara faydası yok. Hepsi siliniyor mizandan. Üçüncüler ise hem dereceleri mizandan siliniyor kendi kazandıkları dereceler, hem de başkalarının onlara verdirdiği dereceler mizandan siliniyor.
Öyleyse 3 ayrı grup insan var:
*Allah’ın âyetlerini tekzip edenler,
*Allah’ın âyetlerini örtenler,
*Allah’ın âyetleriyle alay edenler.
Bu âyetlerden Allah’ın muradının ne olduğunu görüyoruz, söylediğimiz âyet-i kerimeler, yani Kehf-103, 104, 105, 106. Allah’ın âyetlerinden murad, Allah’a mülâki olmak konusundaki âyetler. Nitekim Allahû Tealâ iki defa aynı konuyu söylemiş. Allah’a mülâki olmayı inkâr edenler, Allah’a mülâki olmayı tekzip edenler, onların durumu ne? Allah’a mülâki olmayı tekzip edenler, nefslerini hüsrana düşürenler. Bu sebeple ceza görecekler, cehenneme gidecekler. Allah’a mülâki olmayı örtenler, gene cehenneme gidecekler ama cezaları daha ağır. Allah’a mülâki olmayı örttükleri gibi hem Allah’ın âyetleriyle, özellikle Allah’a mülâki olma âyetleriyle hem de Allah’ın resûlleriyle alay edenler. İşte bunlar, en ağır cezaya çarptırılanlar, bu 3 grup içinde. Tabiatıyla Allahû Tealâ cehenneme gidecek olan insanları 7 grupta mütâlea etmiş. Bunların sadece 3’ü var konumuzla alâkalı olarak, Allah’a mülâki olmak konusunu. Çünkü en son, en ağır ceza, şeytani yola tevessül edenlere verilmiş. Kur'ân-ı Kerim’de. Cehennemin, esfel-i safilîn’e girecek olanlar, zulmanî ilimlerle meşgul olanlar; büyü yapanlar, hüddam yapanlar ve buna benzer şeylerle uğraşanlar. Onların hepsinin cehennemde gidebilecekleri yer, cehennemin en alt katı; esfel-i safilîn. Bu, yedinci; en ağır derece. Bu söylediklerimiz de sırayla bu derecelerin içine giriyor. Ama bunlar Allah’ın mülâki olma konusundaki âyetleriyle alâkalı âyet-i kerimeler.
Öyleyse burada ne gördük? 4 tane grup gördük. Evvelâ Yûnus Suresinin 7. âyet-i kerimesiyle alâkalı olanlar.
“Onlar ki dünya hayatından razıdırlar ve Allah’a mülâki olmayı istemezler. Allah’a dünya hayatında ulaşmayı istemezler. Böyle bir talepleri yoktur.”
İşte bunlar, hep ikinci kademeye kadar yükselmiş ya da hiç yükselmemiş sayılır. Çünkü bunun hiçbir faydası yok. 1. ve 2. kademeler; olaylar ve olayların sonuçları. Bu sonuçlarda eğer kişi Allah’a ulaşma arzusunu taşımıyorsa, kazandıklarının onlara hiçbir faydası yok. Bu insanlar namaz kılsalar, oruç tutsalar, zekât verseler, kendileri kurtuluşa ulaşamazlar. Sırf bu hedefleri yerine getirmedikleri için Allahû Tealâ onlara diyor:
“Onlar mutlaka cehenneme gideceklerdir.”
Bunlar yalnız kendilerine zararı dokunanlar. Lânet nerede başlıyor? Lânet, başkalarının da devreye girmesiyle başlıyor. Allah’ın âyetlerini tekzip edenler, eğer başkalarına zarar verici bir unsuru devreye soktularsa, gene cehenneme gidecekler. Ama bunlardan daha ağır cezaları var. Onlar “nefslerini hüsrana düşürenler” olarak geçiyor. Arkasından daha ağır cezaya çarptırılacaklar. Onlar Allah’ın âyetlerini ve Allah’a mülâki olmayı, özellikle mülâki olma konusundaki âyetleri örtenler, başkalarından gizleyenler. Bir hedefe, bir maksada mebnî olarak bunu yapanlar. Hedefleri, başkalarını Allah’ın yolundan çevirmek. İşte bu sebeple hem lânetin sahipleri, hem de daha ağır bir lânetin sahipleri. İşte Ahzâb Suresinin 67 ve 68. âyet-i kerimelerindeki: “Onları en büyük lânetle lânetle.” âyet-i kerimesi bunlarla alâkalı.
33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnâs sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler ki: “Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîmi’nden) saptırdılar.”
33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel azâbi vel anhum la’nen kebîrâ(kebîren).
“Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.”
Ve Allahû Tealâ’nın ifadelerine baktığımız zaman, demek ki Allah’a mülâki olmayı her kim gizliyorsa, böyle bir gizleme, örtme, o insanları mutlaka cehenneme götürüyor. Üstelik de onlar hakkındaki başkalarından olan kazançları yok edilmek suretiyle. Çünkü bunların bütün amelleri hasara uğruyor. Amelleri boşa çıkıyor. Birincilerin amelleri hasara uğruyor. Onlar nefslerini hüsrana düşürenler. Ama ikinci grup; boşa çıkıyor amelleri. Yani amelleri istikametinde hiçbir kazançları yok insanların. Hataları ne? Allah’ın, Allah’a mülâki olmak konusundaki âyetlerini veya direkt olarak hiçbir âyete dayanmaksızın Allah’a mülâki olmayı örtmeleri. Örtmek, gizlemek; başkalarının gözünden gizlemeleri. 3. grupsa daha ağır bir, 4. grup oluyor değil mi, daha ağır bir cezanın içindeler. Bunlar artık Allah’ın resûlleriyle ve özellikle Allah’ın Allah’a mülâki olmak konusundaki âyetleriyle alay edenler. Onlar için mizan da tutulmuyor. Yani hem kendi kazançları boşa gitmiştir, kendi kazandıkları bütün dereceler boşa gitmiştir hem de kader olarak başkaları kendilerine bir zarar verdiği zaman kazanacakları hayır olan dereceler de onlardan alınıyor. Onlar da yok, onları da kabul etmiyor Allahû Tealâ. Ve tabiî bu insanların cehennemdeki yerleri daha derinde, daha alt boyutta.
Öyleyse görüyorsunuz ki bir insan Allahû Tealâ ile olan ilişkilerinde, Allah’a verdiği bir büyük yemini var. Bu yemin, en büyük yemin; insan ruhunun Allah’a ulaşması. Neden en büyük yemin? Çünkü Allahû Tealâ diğer yeminleri 3 defa farz kıldığı halde, ruhumuzun Allah’a ulaşmasını tam 9 defa farz kılmış. Bütün insanların bu büyük yanlıştan korunmasını istiyor. Hangi yanlıştan? İnsanlar genel olarak inanıyorlar ki:
“İnsan ruhu öldükten sonra Azrail (A.S) tarafından alınır ve Allah’a götürülür. İşte Allah’a gitmek budur. Allah’a insan ruhunun ulaşması budur.”
Bu büyük yanlışı yok edebilmek için Allahû Tealâ, insanların o inançlardan, bu yanlış inançlardan dönerek Allah’ın doğru inancına varabilmeleri için uğraşımlarının zor olduğunu biliyor. Eğer bir insan bu birincisine inanmışsa, yani; “İnsan, Azrail (A.S) tarafından ruhen Allah’a ulaştırılır.” tarzındaki bir düşüncenin sahibiyse, bu düşünceyi evvelâ yok etmesi lâzım. Yerine yeni bir düşünce inşaa etmesi lâzım. Yani bir şato var, perişan olmuş, dökülen bir şato var. Bu şatonun yıkılması, yerine bir saray inşaa edilmesi lâzım. İşte bu, Allah’ın altın sarayının inşaası, eski şatonun yerle bir edilmesine bağlı. Harap olan şato, harabe haline gelen şato yok edilecek. Yani “Allah’a dünya hayatında insanın ruhu Azrail (A.S) tarafından ulaştırılır. Dünya hayatında ulaşmak diye bir şey yoktur.” diye düşünen insanların, bu harabe haline gelmiş şatosu yok edilecek, o kişi yerine yeni bir saray inşaa edecek. Yani “Benim ruhum ölmeden evvel mutlaka Allah’a ulaşmalıdır.” tarzındaki bir inancın sahibi olacak. İşte böyle bir inanca insanların sahip olması, diğerlerinden çok daha zor olduğu için diğer iki yeminin tahakkukundan, çünkü bütün insanlar; “Ben mutlaka Allah’a kul olmalıyım.” diye düşünür. Bunun nasıl olacağını bilmese de bunu kendisine hedef tayin eder. Ve bunun da bir güçlüğü yoktur. Bir insan; “Nefsimi tezkiye etmeliyim. Mademki nefsimde böyle kötü afetler varmış. Öyleyse onları mutlaka tezkiye etmeliyim.” diye düşünebilir. Ve buna mani olacak bir husus da yok. Ama bir insan, bütün insanlar tarafından zannedilen; “İnsan ruhunun Allah’a ulaşması yalnız ölümden sonra tahakkuk edebilir.” tarzında bir inancın sahibiyse, bunu yok etmesi ve yerine; “Mutlaka ben dünya hayatında ruhen Allah’a ulaşmalıyım.” tarzında bir yeni fikri yerleştirebilmesi, ötekilere nazaran çok zor bir olgudur. İşte bu sebeple Allahû Tealâ diğerlerini 3 kere farz kıldığı halde, bu hususu tam 9 defa farz kılıyor üzerimize ki insanlar bu büyük yanlışın içine düşmesinler.
Öyleyse bütün insanlar için son derece açık bir olguyla karşı karşıyayız. Herkes Allah’a bu misaki vermiştir ve görüyorsunuz, bu misaki yani ruhumuzu Allah’a ulaştırmak konusunda, Allah’a mülâki etmek konusundaki âyetleri yalanlamak, onları örtmek veya bu âyetlerle alay etmek, Allah’a mülâki olma âyetleriyle alay etmek, insanı ne kadar büyük cehennem katlarının en altına ulaştırıyor. Ne kadar büyük cezalara sebebiyet veriyor. Ve bu istikametteki fikrimizi hele hele bir de başkalarına empoze edersek, o zaman yalnız cehenneme gitmekle kalmıyoruz, cehennemin görüyorsunuz, alt boyutlarına Allahû Tealâ indiriyor. Ve insanların Allah’ın yolunda olmaları veya Allah’ın yolundan çıkmaları söz konusu.
İşte bir insanın Allah’ın yolunda, Allah’a doğru seyr-i sülûk adı verilen bir yolculuğu tahakkuk ettirerek O’na ulaşması keyfiyeti Allahû Tealâ tarafından üzerimize 9 defa farz kılınmış. Bu hususun yerine getirilmemesinin insanlara neye mal olduğunu beraberce görüyoruz.
Demekki insanlar var; bunlardan zaten haberleri yoktur. Allah’ın âyetlerinden zaten haberdar olmayan insanlar söz konusu. Bunlar kendi sorumlulukları içinde bir cehennem hayatı yaşayacaklardır. Başka birine bir zararları yok. Ama kendileri bilmedikleri için bilmemenin cezasını ödemek mecburiyetindeler. Bundan sonrası, Allah’ın, Allah’a mülâki olma konusundaki âyetlerin tekzip edilmesi noktasına ulaşılıyor. Tekzip etmek için iki tane insan var; birinci insan ve ikinci insan. Ama tekzip etmekte bir art niyet olabilir veya olmayabilir. Kişi gerçekten samimiyetle öyle zanneder. O zaman o zannın gereği olarak Allah’a mülâki olmak konusundaki bir âyet kendisine getirildiği zaman, kendine göre bir yoruma tâbî tutarak onu doğru olduğuna inanarak o yorumun, insanlara onu söyler. Bu insanın bir kastı yoktur. Başka insanları Allah’ın yolundan ayırmak, başka insanları şeytana ulaştırmak diye bir kastı yoktur. Samimiyetle öyle zannetmektedir. İşte bunlar yalnız âyetleri tekzip edenler grubuna giriyor. Onlar nefslerini hüsrana düşürenler. Ama ne zaman bir insan bir şeylerin farkına varmışsa ve kendi kibiri, gururu sebebiyle kendisi yola girmeyip de başkalarının da yola girmesine mânî oluyorsa, bu insanın yapabileceği bir tek şey vardır; Allah’ın âyetlerini örtmek. İşte Allah’ın âyetlerini örttüğü zaman da Allah’ın cezasının ağırlaştığını görüyoruz. Bu insanın kendi amellerini katiyen Allahû Tealâ dereceye almıyor, mizana kabul etmiyor.
Daha üst kademedeyse bununla yetinmemek var. Yani sadece başka insanları Allah’ın yoluna ulaştırmamak konusunda gayret değil, daha da öteye gitmek, Allah’ın resûlleriyle alay etmek var. Allah’ın âyetleriyle alay etmek var. Bu resûlleriyle alay etmek, insanın nefsinden kaynaklanan bir olgu. Nefsindeki gurur afeti, kibir afeti; “Bu dîni ben biliyorum. Başka kim bu dîni bilir ki?” tarzında bir ilmin verdiği gururla, hiç kimsenin Allah’ın resûlü olamayacağı gibi bir fikrin olur. Oysaki Allah’ın resûlleri Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde de vardılar. Ondan evvelki bütün devirlerde de vardılar. Bugün de varlar. Ve bir tek resûlden bahsetmiyor Allahû Tealâ. Her devirde her kavmin içinde resûller bulunacağını söylüyor. Demek ki şu anda dünya üzerinde binlerce resûl yaşıyor; Allah’ın mürşidleri. İşte kim bu Allah’ın bu “resûl” adı verilen mürşidleriyle alay ederse “O kişiler için” diyor Allahû Tealâ “mizan tutmayız.” O kişiler için mizanı tutmadığını söylüyor. Yani kıyâmet günü o insanların ne bütün hayatları boyunca kendi yaptıkları amellerden kazançları var, ne de başkalarının hasbel kader ona bir zarar vermesi dolayısıyla ona sağladıkları derecat. Yani hayrın onların mizanlarına alınması var.
Öyleyse hiç mizan tutulmayan insanlar bunlar. Allahû Tealâ’nın insanları demek ki Allah’a mülâki olma âyetleri ile alâkalı olarak derece derece cezalandırdığını görüyoruz. Hepsi Allah’a mülâki olmak konusundaki âyetleri devre dışı bırakmak isteyen insanlar. Bunların inançlarına göre Allah’a dünya hayatında ulaşmak diye bir şey, katiyyen mümkün olamaz. Çünkü zannediyorlar ki; “İnsan ruhu insanın vücudundan ayrıldığı zaman insan ölür. Ve öyleyse ölmeden evvel hiç kimse ruhunu Allah’a ulaştıramaz. Ruhun vücudundan ayrılması için o kişi mutlaka ölecektir.” Allahû Tealâ da gördüğünüz gibi bunun tamamen tersini söylüyor. Ve bütün insanların ölmeden evvel ruhunu mutlaka Allah’a ulaştırmasını istiyor. Böyle bir statü içinde insanların muhakkak başarıya ulaşmaları lâzım. Başarının tahakkuku ise o inancın ölmeden evvel Allah’a ulaşmak mümkün değildir.” tarzındaki bir inancın yok edilmesi, yerine Allah’ın 19 tane fiille o istediği, Allah’a ulaşmayı gerçekleştirmesi söz konusu.
Allahû Tealâ bütün insanlar için yalnız ve yalnız onların mutlu olmasını talep eder bir hüviyette. Allah’ın istediği bir tek şey var, bütün insanlardan. Bütün insanların hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaşabilmesi. Cennet saadetinin anahtarı olarak da ruhun Allah’a ulaşmasını vermiş Allahû Tealâ. Hiç kimse ruhunu Allah’a ulaştırmadan yaşıyorsa (mutlaka böyle olacaktır) ruhunu Allah’a ulaştırmadan Allah’ın cennetine kabul buyrulmuyor.
Öyleyse konumuz olan vuslat, bütün insanların ruhlarını Allah’a ulaştırmasıyla gerçekleşen olgu, bütün insanlar için gördük ki; 9 defa farz kılınan bir farizadır. Bu farizayı bir insanın yerine getirmemesi demek, kendi cennet saadetine mani olması demek. Dikkat edin ki; bir insan Allah ile olan ilişkilerinde 28. basamağa kadar çıkacaktır. Ama eğer Allah’ın yoluna girmiyorsa bir insan, kalbinde Allah’a ulaşmak istikametinde bir talebin sahibi değildir. Eğer değilse, o kişi sadece başlangıç basamağındadır. Olayları yaşamıştır. Olaylardan da doğru hükmü çıkaramamıştır ve orada kalmıştır. Hiçbir zaman 3. basamağa yükselmemiştir; Allah’a ulaşmayı dilememiştir. Çünkü dileseydi mutlaka Allah’a ulaşırdı. Bu olgu gerçekleşirdi.
Öyleyse ilmin neresinde olurlarsa olsunlar insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, kurtuluşlarının mümkün olmadığını görüyoruz. Ve Allah’a bu yaklaşım kademeleri, 28 kademenin ikisi müstesna -ki onlar kademe sayılmaz, çünkü yükselme göstermez bir insan için- diğer hiçbir basamağı o kişilerin yaşaması, ruhlarını Allah’a ulaştırmaları hiçbir zaman mümkün değildir. Hele bu insanlar başkalarını da Allah’ın yolundan uzaklaştırmak istikametinde bir gayretin sahibi olarak Allah’a mülâki olma konusundaki âyetleri yalanlıyorlarsa, örtüyorlarsa, ketmediyorlarsa, o zaman çok daha ağır bir cehennem azabıyla muhakkak karşı karşıya geleceklerdir.
Öyleyse yapılması lâzım gelen şey, Allah’a mülâki olmaya inanmak ve bu istikamette hepinizin yaptığı gibi bir gayretin sahibi olmak.
Hepinizin Allah’a mülâki olarak cennet saadetine ve daha sonra da dünya saadetine ulaşmanızı Allahû Tealâ’dan dileyerek bugünkü sohbetime inşaallah burada nihayet vermek istiyorum.
Allah hepinizden razı olsun.
İmam İskender Ali M İ H R